Emirdağ Lâhikası – I s.90-110

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Manen maruz kaldığım iki şıklı bir sualin cevabıdır:

Birincisi: “Neden en ziyade senin şahsın hakkında hüsn-ü zan eden ve sana büyük bir makam veren ve Risale-i Nur’la çok kuvvetli irtibatı bulunan ve sen de onları çok sevdiğin halde, hizmet-i Nuriyenin haricinde senin şahsın ile temaslarını istemiyorsun ve senin hakkında fazla hüsn-ü zan beslemeyeni sohbette tercih ediyorsun, daha ziyade iltifat gösteriyorsun, nedendir?”

Elcevap: Otuz Üçüncü Söz’ün İkinci Mektup’unda dediğim gibi: Bu zamanda insanlar, ihsanını muhtaçlara çok pahalı satarlar. Mesela, benim gibi bir bîçareyi, salih veya veli zannedip sonra bir ekmek verir ve mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiyat vermekten ise bu ihsanı istemiyorum diye hediyelerin adem-i kabulüne bir sebep gösterdiğim gibi –Risale-i Nur’un has şakirdleri müstesna olarak– başkaları beni büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde dünyada, ehl-i velayet gibi nurani neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve alâkası ile manevî ihsan eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına karşı, istediği fiyata sahip olamadığım için mahcup oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler.

Gerçi umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür fakat mesleğimizde ve hizmetimizde –bazı arızalar ile– inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, meyusiyetle şekva etmeye sebep olur belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için ihlas dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.

Mesela, Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa bin adamı derece-i velayete sevk etse yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakiki şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri –o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade– şakirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise hususi ve şahsî kalır.

Hattâ ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir, mantıkça yakîn ve kat’iyeti ifade etmiyor belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i mantıkta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır.

Çünkü ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usûlü’d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.

Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur’an’ın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikati, sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti.

Aynen öyle de bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi zapt edilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü’minînin imanını şüphelerden ve İslâmiyet’ini hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.

Evet her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet’te bir hakikatsizlik mi var ki sarsılmış diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlup edip zındıkayı susturuyor diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.

Sualin ikinci şıkkı: “Sen, bir mektubunda, şairane bir latîfeyi –yani kuşların, mektuplarını yazmak ve okumak zamanında yanınıza ve şakirdlerin yanına gelmelerini o latîfeyi– ciddi bir tarzda kardeşlerine yazdın. Halbuki o kuşlar, hal-i âlemi ve Risale-i Nur’un hâdisata karşı faydasını bilecek mahiyetinden uzaktırlar?”

Elcevap: Emir ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp gelip yuvasına girer.

Evet nasıl ki küre-i arz, Risale-i Nur ve şakirdlerine gelen zulme itiraz etti ve cevv-i hava yağmursuzlukla ve soğukla Risale-i Nur’a gelen tazyikat ve müsadereyi tenkit etti ve bulutlar serbestiyetini yağmurlarla alkışladı, elbette kuş nev’i de alâkadar olabilir.

Evet, insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayetine ve cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmını hem küre-i arza hem nev-i beşere müstebidane, merhametsiz tahribatına karşı bu hayvanî kuşlar, tesirli bir surette istikbali tenvir eden Risale-i Nur’u elbette manen tebrik edip alkışlar diye suretindeki hâdise gerçi çok tatlı bir latîfedir fakat çok ince bir hakikat dahi içinde var.

***

Kardeşlerim!

Bu defa Meyve Risalesi’nin tam kıymetini bilen ve kendine “Meyveci” namını veren Risale-i Nur santralcısının yazdığı mektup, beni çok memnun eyledi. Çünkü Hulusi, Hakkı gibi yirmi seneye yakın bir zamandan beri mabeynlerinde olan samimane dostluk ve kardeşlik tam devam ve sebat ettiği gibi; onların Risale-i Nur’a karşı alâka ve irtibat ve sadakatleri, aynen mabeynlerindeki hâlisane münasebetleri gibi hem devam ediyor hem metanet kesbediyor, arızalarla sarsılmıyor. Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki böyle hâlis, muhlis ve başkalara hüsn-ü misal olan sadık şakirdleri Risale-i Nur’a vermiş ki daimî hakta hulus ile ve Nur hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar.

O Meyvecinin civarında ismini söylemediğim malûm ve çok alâkadar olduğum kardeşlerim, hususan Barla sıddıkları, beni çok defa hayalen eski zamana ve o memlekete celbediyorlar. Barla ve dağlarında gezdiriyorlar. Ben onlarla ve o yerleriyle çok alâkadarım, unutmuyorum. Onlara binler selâm ediyorum.

Kuzca hatibi Hasan Şükrü’nün mektubu beni memnun eyledi, selâm ederim. Masumlar, ümmiler, hemşireler ve kalemle çalışanlar başta olarak umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

Mahkeme tarafından bana iade edilen ve daha elime geçmeden postadan müsadere edilen, Mübarekler Heyeti’nin pehlivanı Küçük Ali’nin bir mektubunu gördüm ki her iki senede bir defa bütün Risale-i Nur’u yazmaya karar vermiş ve yapmış. Bu kahramanlığı ile benim, Risale-i Nur’un birinci şakirdi olan büyük Mustafa’da hakiki bir Abdurrahman’ı ve arkasında çok Abdurrahmanları göreceğim diye keşfiyatımı tam tasdik etmiş ve o mübarek Mustafa’nın vazifesini tam yapmış. Ve Hâfız Mustafa dahi Hâfız Ali zamanında tam bir muavini ve vefatından sonra tam bir vârisi olduğunu hapiste gösterdi. Demek, Mübarek Heyet-i Âlîsinde on sekiz sene evvel ümit ettiğim hizmet-i Nuriyeyi tam yapmışlar ve yapıyorlar. Ektikleri tohumlar, onlar çalışmasalar da onların bedeline mahsulat veriyor.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Sizin leyali-i aşere olan mübarek o geçmiş gecelerinizi ve kudsî bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, rahmet ve keremiyle ve hıfz ve himayetiyle ve tevfik ve hidayetiyle, Risale-i Nur’un tab ve intişarına ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tevafuklu tabına sizleri muvaffak eylesin, âmin!

Sâniyen: Risale-i Nur’un bir hülâsası olan Âyetü’l-Kübra ve Hizb-i Nuriye’nin bir hülâsatü’l-hülâsası hükmünde otuz üç kelime-i tevhidin namaz tesbihatındaki eskiden beri okuduğum ve Risale-i Nur’un ekser hakikatleri namaz tesbihatında inkişaf etmesiyle hayalim fazla tevessü ederek, o otuz üç kelime-i tevhid her birisini kâinatın bir tabaka-i mahlukatının lisan-ı haliyle söylediği o kelimeyi ben o lisan ile söylüyorum gibi o küllî lisan-ı hal benim cüz’î lisan-ı kālimin aynı olur. Ben, kemal-i zevk ile okuyorum. Size de suretini gönderiyorum.

Benim şüphem kalmadı ki تَفَكُّرُ سَاعَةٍ … الخ sırrını taşıyan Hizb-i Nuriye’nin on beş dakika zarfında bu hülâsatü’l-hülâsası dahi aynı sırrı taşıyor. Arabî bilmeyenler Âyetü’l-Kübra’nın mertebelerini güzelce anlasalar bu Arabî parça tam anlaşılır. Arabî bilmeyen birkaç defa ikisine baksa tam anlayacak. Bunu ben yirmi dört saatte bir defa, ya sabah namazının tesbihatında veya başka vakitte en ziyade usandığım ve sıkıntı zamanında okuyorum. Bana ulvi bir inşirah verir, usancı izale eder. Âyetü’l-Kübra ve Hizb-i Nuriye’nin âhirinde yazılsa münasip olur.

Manidardır ki Âyetü’l-Kübra ve Risale-i Nur’un ekser hakikatleri, ramazanda ve namaz tesbihatında zuhuru gibi; bu Hülâsatü’l-Hülâsa aynen ramazanda ve tesbihatta zuhur etti.

Sâlisen: Bugünlerde haber aldım ki heyet-i vekile, benim nüfusumu Kastamonu’dan alıp Emirdağı’na nakletmeye karar vermişler. Anlaşılıyor ki Risale-i Nur’a ve talebelerine ilişmeye bahane bulamıyorlar; yalnız ehemmiyetsiz şahsıma ehemmiyet veriyorlar, kayıtlar altına alıyorlar. Ben de sizi bütün kuvvetimle temin ediyorum ki ben ruh u canımla, onların Risale-i Nur ve talebelerine ilişmeye bedel, bana ilişmelerini iftihar ile kabul ediyorum. Güya başka yerlerde birden bana iltihak ediyorlar ve men’ine çare bulamıyorlar fakat burada tam çare bulmuşlar zannedip böyle muamele oluyor, siz hiç müteessir olmayınız. Benim bu vaziyetim, Risale-i Nur şakirdlerinin fütuhatlarına bir vesiledir. İnayet ve merhamet-i İlahiye, hakkımda ehl-i dünyanın haksızlıklarını büyük bir hayra çevirecek kanaatindeyim.

Zaten mesleğimizde zaman, mekân sohbetimize mani olamaz. Şarkta, garpta hattâ âhirette, berzahta olsa da beraberiz. Mesela, berzahta Hâfız Ali (rh) her gün manen yanımızdadır. Bu hakikate binaen surî ayrılmaya hattâ ölüme ehemmiyet vermemeliyiz.

Râbian: Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz Ahmed’in bülbülü, Gül Fabrikasının mübarek gülcü kâtibinin bülbülünü tasdik etmesi pek latîf olmuş. Zaten baharda umum kuşlar namına nebatat kafilelerinin erzak-ı hayvaniyeyi getirmelerine karşı bülbüller bir hatiptir ki onları, kuşlar namına alkışlıyor. Risale-i Nur’un kuşlar tarafından alâkadarlıkları içinde elbette yine başta bülbül görünmek lâzım geliyordu ki göründü.

Safranbolulu muhlis, metin kardeşimiz Mustafa Osman, buradaki kardeşlerime bir iki mektup gönderdim diyor; mektupların cevabını alamadığından telaş etmiş. Etmesin. İhtiyata binaen ve Isparta vasıtasıyla muhabereye itimaden ona ayrı mektup yazılmamış, merak etmesinler.

Kastamonulu kardeşlerimiz de telaş etmesinler. Nüfusumun buraya nakli, Kastamonu ve onlarla alâkamı gevşetmez; bilakis daha kuvvetli beni onlarla bağlıyor. Ben, ekser vakitte hayalen ve manen kendimi Kastamonu’nun mübarek dağlarında ve o kardeşlerimin yanında buluyorum.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hakiki vârislerim!

Bayram tebriklerine ait çok mektupları aldım. Her birine cevap vermeye vaktim, halim müsaade etmiyor. Her bir mektubu, çok kardeşlerimi temsil ederek bir has kardeşimiz yazmış. O mektuplarda, tebrikten başka bazı ehemmiyetli noktalar da var; beni mesrur, minnettar eyledi.

Ezcümle: Gül ve Nur Fabrikası namına Hüsrev’in tebrik mektubu, beni sevinçle ağlattırdı. Zaten Hüsrev’in mümtaz bir hâsiyeti budur ki şimdiye kadar bana gelen bütün mektuplarının hiçbirisi beni incitmiyor, elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibarıyla çok minnettarım.

Hulusi-i Sânî Sabri’nin, malûm kardeşleri hesabına tebriknamesi beni derinden derine sevindirdi. O has kardeşimizin takdir ve tahsin noktasında ileri olması, Hüsrev ve Hasan Feyzi hakkında çok güzel takdiratı, beni cidden müferrah eyledi.

Hasan Feyzi’nin Denizli şakirdlerinin hesabına tebriği dahi onun yüksek irtibatını, kuvvetli alâkasını gösterdi.

Kastamonu fedakârları namına Kastamonu’nun Hüsrev’i ve Rüşdü’sü olan Feyzi ve Emin’in tebrikli mektubu ve Feyzi’nin malûm hâdisede hiçbir endişe verecek bir hal vuku bulmadığını, bilakis bir teşvik kamçısı hükmüne geçtiğini yazması, bizim endişemizi izale etti.

Nazif’in o havalideki kardeşlerimizin namına tebriği ve Nazif’in sarsılmaz sadakat ve irtibatı ve kuvvetli ümitleri bize tam bir nefes aldırdı. Onun hususi rakipleri bulunduğu için telaşlı idim.

Sadakati hârika olduğu gibi cesareti de o nisbette olan Halil İbrahim’in (rh) doğrudan doğruya benim adresime gönderdiği tebriğini aldım. Onu ve Nur’un dikkatli avukatı başta olarak onların umumuna selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.

Medrese-i Nuriye kahramanlarından Şükrü Efe’nin, kuşların ve serçelerin alâkadarlıklarını gösteren mektubu, kahraman Marangoz’un teyidini teyid etti, bizi de memnun etti.

Atabey kardeşlerimizden, Lütfü vârislerinden Ali Osman’ın mektubundaki sualine cevap vermeye vakit bulamadık.

İşte bu mezkûr kardeşlerimizin her biri temsil ettikleri kendilerine ve arkadaşlarına ayrı ayrı ruh u canımızla maddî ve manevî bayramlarını tebrik ediyoruz ve büyük Re’fet kardeşimize, binler safalar ile geldin deriz.

Umum kardeşlerime ki içinde masumlar taifesi ve ümmi ihtiyarlar ve fedakâr hemşireler taifeleri olarak birer birer üçüncü olarak bayramlarınızı tebrik ve selâm ve selâmet ve saadetlerine dua ederek hatm-i mekal ediyorum.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Merhum şehit Hâfız Ali’nin (rh) kitaplarıyla beraber bana gelen, Mübareklerin pehlivanı ve Abdurrahmanların kahramanı büyük ruhlu Küçük Ali’nin “Sikke-i Tasdik-i Gaybî” namındaki mecmuası çok güzel ve münasiptir. Fakat Lâhika’da ve bilhassa Emirdağı parçasında, Risale-i Nur’un kerametlerine alâkadar zelzele ve yağmur ve kuşlar bahisleri gibi daha münasip gördüğünüz mektuplar, o Sikke’nin âhirine girse daha güzel olur. Bu münasebetle Mübarekler Heyetinin bayramlarını tekrar tebrik ile Küçük Ali’ye bin bârekellah derim.

Safranbolu bahadırı fedakâr Mustafa Osman’ın buradaki şakirdlere gönderdiği güzel mektubu okudum. Bu zat dahi Hasan Feyzi gibi fevkalâde sadakatini ve hüsn-ü zannını edibane yazmış fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi yerine bana haddimden çok ziyade makam vermiş. Üstadını kendi parlak âyinesinde çok parlak görmüş. Ben de onun o hüsn-ü zannını bir manevî dua yerinde kabul ettim. Hem onun hem civarındaki kardeşlerimizin bayramlarını tebrik ederiz.

***

Muhterem, sevgili, mübarek kardeşlerim Risale-i Nur talebelerine beyan ediyorum ki:

Risale-i Nur nurdan bir ibrişimdir ki kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir.

Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’aniyedir ki onun tel ve lambaları, âyine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdarane bast edilmiştir ki yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri ilim ve iktidarları miktarında âlem-i gayb ve âlem-i şehadetten ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir.

Risale-i Nur mü’minlere; Kur’an’dan hedâyâ-yı hidayet, kevneyn-i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman’dır.

Risale-i Nur kâinata, baharın feyzini veren bir âb-ı hayat ve ayn-ı rahmet ve mahz-ı hakikat ve bir gülzar-ı gülistandır.

Risale-i Nur lütf-u Yezdan, kemal-i iman, tefsir-i Kur’an ve bereket-i ihsandır.

Risale-i Nur kâfire hazan, münkire tufan, dalalete düşmandır.

Risale-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevher ve menba-i envardır.

Risale-i Nur hakaik-i Kur’an ve mi’rac-ı imandır.

Risale-i Nur Kur’an ve Hadîs’ten sonra sertâc-ı evliya, sultanü’l-eser ve zübdetü’l-meâni ve atâyâ-yı İlahî ve hedâyâ-yı Sübhanî ve feyyaz-ı Rahmanî’dir.

Risale-i Nur bir bahr-i hakaik ve bir sırr-ı dekaik ve kenzü’l-maarif ve bahrü’l-mekârimdir.

Risale-i Nur hastalara şifahane-i hikmet ve mâ-i zemzem, sağlara maişet-i hakikat ve rîh-ı reyhan ve misk-i amberdir.

Risale-i Nur mev’id-i Ahmedî (asm) ve müjde-i Haydarî (ra) ve beşaret ve teavün-ü Gavsî (ks) ve tavsiye-i Gazalî (ks) ve ihbar-ı Farukî (ks)dir.

Risale-i Nur Şems-i Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın elvan-ı seb’ası, Risale-i Nur’un menşur-u hakikatinde tam tecelli ettiğinden hem bir kitab-ı şeriat hem bir kitab-ı dua hem bir kitab-ı hikmet hem bir kitab-ı ubudiyet hem bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı fikir hem bir kitab-ı hakikat hem bir kitab-ı tasavvuf hem bir kitab-ı mantık hem bir kitab-ı ilm-i kelâm hem bir kitab-ı ilm-i ilahiyat hem bir kitab-ı teşvik-i sanat hem bir kitab-ı belâgat hem bir kitab-ı ispat-ı vahdaniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır.

Risale-i Nur Kur’an semalarından bir sema-yı maneviyenin güneşleri, ayları ve yıldızlarıdır. Nasıl ki zahiren, perde-i esbab olan güneşten, kamerden ve kevkeb-i münirden bütün kâinat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşv ü nema ve hayat buluyor. İşte Risale-i Nur da Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan alıp saçtığı şuâlarla bütün âleme hayat ve âdeme kâmil insan ve kulûbe neşe-i iman ve ukûle yakîn bir itminan ve efkâra inkişaf-ı iman ve nüfusa teslim-i rıza ve candır. O sema-yı maneviyeyi bazen ve zahiren bihasebi’l-hikmet âfakî bir bulut kütlesi kaplar. O celalli sehabdan öyle bir baran-ı feyz-i rahmet takattur eder ki sümbüllenmeye müstaid tohumlar, çekirdekler, habbeler o sıkıcı ve dar âlemde gerçi muzdarip olurlar, o sıkılmaktan üzerlerindeki kışırları çatlar ve yırtarlar; o anda bulutlar da ufuklara çekilip nöbetçi vaziyetinde beklemesi bir imtihan-ı Rabbanî ve bir inkişaf-ı feyezanî ve bir rahmet-i nuranidir ki evvelceki bir habbe, bir çekirdek yeniden taze bir hayata iştiyakla ve neşe-i inkişafla meyvedar koca bir ağaç suretini alır ve يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar olurlar.

Evet, yirmi senedir devam eden şu mevsim-i şita, inşâallahu teâlâ nihayet bulmuş ola… Dünyaya yeni ve feyizli bir fasl-ı nevbahar gele ve âlemin yüzü nur ile güle…

Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın taht-ı tasarrufunda olduğundan ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهٖ kavl-i şerifinin îma ve işaratından şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa Risale-i Nur, Türkçede lisan üzerinde de imam olacağına; yani yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terk edeceklerine dair işaret-i Kur’aniyedendir demiş olsam hata etmemiş olurum zannederim.

Başta Üstadımız olduğu halde bilumum kardeşlerimize samimi selâmlarımla arz-ı hürmetler eyler, mübarek bayramlarını tebrik ve tes’id eylerim. Üstadım hakkında bir şey yazamadım. Çünkü veraset-i Muhammediye (asm) makamında olan bir zat-ı âlîkadr hakkında ne diyebilirim? Ona Hasan Feyzi Efendi kardeşimizin sözlerini tekrar etmekten başka bir şey bilmem.

Milas ve havalisi Risale-i Nur talebeleri namına duanıza muhtaç Halil İbrahim (rh)

Halil İbrahim’in Risale-i Nur hakkındaki parlak fıkrasının sonunda kaydedilip ikisi beraber Emirdağı mektuplarının âhirlerinde kaydedersiniz. Bu zat, Risale-i Nur’un çok eski ve çok sadık ve çok fedakâr bir şakirdidir, Risale-i Nur’a hitap ederek bu mektubu yazmış.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Said Nursî

***


Risale-i Nur

Mazhar-ı esma u sıfât-ı Bedîüzzaman’dır bu

Mev’ûd-u risaletten bizlere fazl-ı ihsandır bu

Kenz-i mahfîde muhit-i mekteb-i irfandır bu

Hava-i zulmette işrak eden şems-i tâbândır bu

Mişkât-ı misbahtan menşur-u hakikat-i Kur’an’dır bu

Mevsim-i a’sarda yekta bir gülistandır bu

İrşad-ı feth-i keşifte serencam-ı hidayettir bu

Sefine-i necatta sırr-ı menzile vusule kaptandır bu

Leyle-i zulmet-i cehilde nur-u çerağ-ı Yezdan’dır bu

Gamgin gönüllerde behçet-i ferah-feza-yı şâdümandır bu

Şems-i Kur’an’dan akseden nur-u irfandır bu

Sultanü’l-eser ve zübdetü’l-meâni tefsir-i Furkan’dır bu

Şeref-i Ehl-i Beyt ve teşci-i Gavs-ı A’zam’dır bu

Etba-i Ehl-i Sünnet ve iklim-i marifette sultandır bu

Maden-i marifet ve ibraz-ı şefkatte ümmü’l-enamdır bu

Cism-i velayette evliyaya ruhfeza-yı candır bu

Kevkeb-i muhakkikînde mü’minlere atâ-yı Sübhan’dır bu

Vahdet-i mevcud ve râhının semasında Kehkeşan’dır bu

İlm ü marifet bahrinde dürr-i yekta-yı mercandır bu

İlm ü hakikatte şuledar mâhitab-ı âhir zamandır bu

Müstağrak-ı envar-ı safada gelen bahardandır bu

Teslim-i rıza ve nezahet-i istiğnada aynı iz’andır bu

Risale-i Nur talebelerine hakikat-i kıble-i imandır bu!..

Halil İbrahim (rh)

***

Risale-i Nur

Bu Nur eser tefsiridir o semavî kitabın

İlan eder hakikati, emr-i hakkı bildirir

İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın

Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.

Bu eserdir muzdarip gönüllere teselli

Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar

Bu eserdir her zulmette selâmetin rehberi

Ehl-i iman bu sayede, bu eserle hür yaşar

Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi

Her mazluma “Ağlama!” der, güleceksin yarın sen

Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri

Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden!

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden

Kudret eli hâmisidir, hayret-feza hükmü var

Muannidler teslim olur hükmüne mağrur iken

Her serseri feylesofu meftun eden nuru var!

Bu nur eser her bilginin, her mü’minin sertâcı

Dertlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar

Şirklerin hem hēdimidir hem her kaygu ilacı

Zındık, zalim ilişirse başında volkan patlar!

Ey güç yetmez dehşet veren haletlerden ağlayan

Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma

Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan

Gir bu Nur’un âlemine, fânileri çağırma

Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan durma, uyan

Hevesatın bir ejderdir, kalbini kemirecek

Yarın mesud olacaktır yoklukta Hakk’ı bulan

Nur’a ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek

Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur’un kusurlu hâdimi Zekâi

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Şimdiye kadar gizli münafıklar, Risale-i Nur’a kanunla, adliye ile ve asayiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını iğfal edip tecavüz ediyorlardı. Biz müsbet hareket ettiğimiz için mecburiyet olduğu zaman tedafüî vaziyetinde idik. Şimdi planları akîm kaldı. Bilakis tecavüzleri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla Asâ-yı Musa’yı tabetmek niyetimiz; ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nur’a veriliyor gibidir. Bu hâdisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektir:

Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halâskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.

Ve âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi; âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıta’sının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu memleketin vatan-perver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tabederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki bu iki belaya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı bu dehşetli asırda acib inkılab ve infilaklarda bu mübarek vatan; Kur’an’ını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi? Her ne ise…

Risale-i Nur’a daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez, daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarı veya enaniyetli sofi-meşreplileri bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı –iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi– istimal etmek ve Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşâallah muvaffak olamazlar.

Risale-i Nur şakirdleri, tam ihtiyatla beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim ve imansa dost olsunlar. “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla kardeşiz.” deyip yatıştırsınlar.

Sâniyen: Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman hem Lütfü hem Büyük Hâfız Ali manalarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nur’da yüz yerde var. “Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı ne içindir? Bir âmî mü’minin imanı büyük bir velinin imanı gibidir diye eski hocalar bize ders vermişler?” diyor.

Elcevap: Başta Âyetü’l-Kübra hem Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mes’ele’sinin İkinci Nokta’sında meratib-i imaniye bahislerinde ve âhire yakın müceddid-i elf-i sânî İmam-ı Rabbanî beyanı ve hükmü ki “Bütün tarîkatların müntehası ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mesele-i imaniyenin kat’iyetle vuzuhu, bin kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir.” ve Âyetü’l-Kübra’nın en âhirdeki ve Lâhika’dan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevap olduğu gibi Meyve Risalesi’nin tekrarat-ı Kur’aniye hakkında Onuncu Meselesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarlı ve kesretli tahşidat-ı Kur’aniyenin hikmeti, aynen bitamamiha onun hakiki tefsiri olan Risale-i Nur’da cereyan etmesi de cevaptır.

Hem iman-ı tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin mektubuna öyle bir cevaptır ki bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.

İkinci Cihet: İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki bin bir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.

Evet iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O meratiblerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazen mağlup olur.

Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez.

Ve ulema-i ilm-i kelâmın binler cilt kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur’an’ın mu’cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte Risale-i Nur bu câmi’ ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip bin seneden beri Kur’an aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’an nuruyla vesile olsun.

Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” “Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur.” Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz. Kusura bakmayınız, acele yazıldı. Siz tashih ve ıslah ediniz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

“İhlas” ve mektupların suretlerinin hafiyeler tarafından alınması sizi müteessir etmesin. Zaten o mektupları ve “İhlas” ve İhbar-ı Aleviye’yi onlara okutmak, Risale-i Nur hesabına ve fütuhatına lâzım idi. Hem bu hâdise zamanında İstanbul’da Bolşevizm aleyhindeki nümayiş hâdisesi, Risale-i Nur’a karşı perde altında hücum eden iki kuvvet birbirine vaziyet almaya başladığı cihetle, Risale-i Nur fütuhatına büyük bir vesiledir. Muvakkat bize karşı bazı ilişmeler olsa da hiç ehemmiyeti yok. Çünkü Bolşevizm’in, Müslümanlar içinde anarşilik mahiyetinde küfr-ü mutlak ve fikr-i tabiatla yerleştirilmesine mukabil ancak ve ancak Risale-i Nur’un fevkalâde kuvvetli hakikatleri çıkabilmesinden, milliyet-perver ve vatan-perver ve siyasetçiler ve dindarlar, Risale-i Nur’un arkasına girmeye ve onunla barışmaya ve onunla siper almaya bir yol açılıyor nazarıyla bakıyoruz.

Said Nursî

***

Afyon Emniyet Müdürlüğüne,

Zatınızı tanımadan bir defa gördüğüm vakit insaflı ve adaletli gördüğümden herkesten evvel alâkadar olduğun bir hakikati size beyan ediyorum. O hakikati alâkadar makamata vazifeniz itibarıyla bildirmeyi size bırakıyorum. O hakikat de şudur:

Benim şimdiki vaziyetim, tarihte emsali yoktur. Her şeyden tecrid-i mutlak içinde, herkesten hattâ camideki cemaat adamlarından ve temastan memnû olduğum halde; ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk içinde birden kalbime geldi ki:

Madem ben de bu vatanın bir evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddî cihette elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnız Kur’an’dan anladığım ve kaleme aldığım Meyve Risalesi ile Hüccetullahi’l-Bâliğa’yı yeni hurufla tabetmek için bazı kardeşlerime izin verdim.

O iki risaleyi iki seneye yakın alâkadar Ankara makamatı ve ehl-i vukufu hem Denizli Mahkemesi tetkikten sonra mûcib-i mes’uliyet hiçbir şey bulamayarak bize resmen teslim ettiler. Hem cevap gönderdim ki sansüre ve büyük muharrirlere göstersinler, sonra tabetsinler. Hem tabdan sonra resmen hükûmetin on iki makamatına vermek bir usûldür. Sonra da İhlas Risalesi ile İktisat Risalesi’ni de o iki risalenin âhirine ilhak edip yeni hurufla tabedilsin.

Kat’iyen size beyan ediyorum ki benim maksadım, bunun tabında, bu mübarek milleti ve vatanı manevî ve maddî anarşilikten muhafaza etmek ve asayiş ve inzibata manevî yardım etmek ve anarşiliği uyandıran haricî bir cereyanın istilasına manevî set çekmek ve âlem-i İslâm’ın bize karşı itiraz ve ittihamını izaleye ve eski muhabbet ve uhuvvetini celbetmeye çalışmaktır.

Fakat maatteessüf ben dünya ile alâkadar olmadığımdan ve ehl-i idare ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmediğimden ve kanunsuz ilişmek belasına maruz kaldığımdan, eskiden beri perde altında bana husumet eden bazı insanlar, fırsat bulup zabıtayı ya adliyeyi evhamlandırıyorlar.

Ezcümle: Acib bir tesadüfle işittim ki dört risalem ile bu iki sene zarfında yazdığım mektupların suretini taharri memurları şimendiferde tutmuşlar. O risalelerin ikisi “İhlas”tır. Gerçi bir derece mahremdir fakat mahkeme hem Ankara ehl-i vukufu tetkikten sonra zararsız görmüşler ki bize iade ettiler.

Hem sansüre ve büyük muharrirlere göstermek için İstanbul’a gönderilmiş “İktisat” ise bu zamanda herkese lâzımdır.

On Sekizinci Lem’a olan Keramet-i Aleviye ise yanlışlıkla onlara, beraber gönderilmiş. Değil o risaleyi tabetmek belki en mahrem kardeşlerime de ancak okumasına izin veriyorum. Hem o, dünyaya bakmıyor. Hem ehl-i vukuf ve mahkeme tetkik etmiş, bize iade etmişler. Hem on sene evvel Eskişehir Hapishanesinde çok sıkıntılı bir zamanımda ve teselliye çok muhtaç olduğum bir zamanda bir müjde-i manevî kalbime geldi, ben de kaleme aldım.

Amma benim bu iki sene, belki dört beş senede yazdığım mektupların suretleri, değil o risaleler ile beraber tab ve neşretmek belki mahrem bir iki dostumun arzusu ile okunmasını merak edip beraber gönderilmiş. Bu mektupları kendim yazdığımın sebebi, benim yüzümden hapiste sıkıntı çekenlere bir teselli, bir musahabe ve bu vatan ve millete dünya ve âhiretlerine yirmi seneden beri büyük menfaati görülen Risale-i Nur hakkında bir müdavele-i efkâr etmek içindir. Hem zatınıza hem Ankara makamatına yazdığım bazı hasbihaller belki içinde bulunmuş.

İşte bu mahiyetteki risaleler ve mektuplar, taharri memurları tarafından alınmış belki size de gelmiş veya gelecek ihtimaliyle size bu hakikati beyan ediyorum. Benim şimdi pek ağır beş altı cihetteki sıkıntılarıma evham yüzünden kanunsuz bana iliştirmeye meydan vermemenizi, sizin vazife-perverliğinizden ve ciddiyetinizden ümit ediyorum.

***

Aziz kardeşlerimiz![1]

‌لَهُ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ‌ dün, Nur’un manevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya hususan âlem-i İslâm’a yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onun nâşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi darmadağın edilerek; dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. “Kahrolsun komünistlik!” diye beddualar edildi. Bu cemiyetin binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu. Ve üzülen bizlere, kalbimiz ve ruhumuzla çok alâkadar bir şahs-ı manevî:

Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hasıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nur’un fütuhatı geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hasıl oluyor. Vesaire vesaire diye bağırdı.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Size, manidar ve acib ve Risale-i Nur’un talebeleriyle ve Risale-i Nur ve Âyetü’l-Kübra’nın kerametiyle ve ehl-i dünyanın ilişmek niyetleriyle alâkadar, karşımda eskiden belediye bulunan hükûmet dairelerinden birisi, hiçbir şey kurtulmayarak, hiç görmediğimiz acib bir parlamakla gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde; tam bitişiğinde, Risale-i Nur’un çalışkanlarından bir talebesi ve yine iki kardeşinin, masum Ceylan’ın sermayelerinin kısm-ı a’zamı bulunan büyük mağazaları, o yangın yeri ile iki küçük dükkân fâsıla ile o dehşetli yangın bütün şiddetiyle mağazaya doğru gelirken bîçare Ceylan yanıma geldi, dedi: “Biz yanıyoruz, mahvolduk!”

Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyetü’l-Kübra’nın bir kısım matbu nüshalarını yanıma getirmek için söyledim fakat getirmedi. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı. Ben de Risale-i Nur’u ve Âyetü’l-Kübra’yı şefaatçi yapıp: “Yâ Rabbi kurtar!” dedim.

Üç saat o dehşetli yangın hücumunda bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur’un ve Âyetü’l-Kübra’nın hıfzında olan mağazaya kat’iyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da müstesna olarak sağlam kaldı. Yalnız ahali camlarını kırdılar. Eğer ahali ilişmeseydi, eşyalarını almasaydılar hiçbir zarar olmayacaktı.

İşte Isparta halıcıhanesinin yangını ile Risale-i Nur’un derslerine köşklerini tahsis eden zatların o dehşetli yangınla bitişik iki kardeşinin iki hanesinin kurtulması Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi; Kastamonu’da aynen bu Emirdağı yangını gibi orada karşımdaki dehşetli bir yangının ittisalindeki Risale-i Nur şakirdlerinden Hâfız Ahmed’in evi hârika bir surette kurtulması ve hemşiresinin üçüncü kat yangın içinde hârika bir tarzda hem elmas ve altın mücevheratını hem canını Risale-i Nur’un berekâtıyla kurtarması misillü; burada da bu yangında, Risale-i Nur’un çalışkan talebelerinden ve Çalışkan Hanedanından üç kardeş olarak dört zatın o dehşetli yangından kurtulması, Risale-i Nur’un ve Âyetü’l-Kübra’nın bir kerameti olduğuna hem benim hem onların hem sair kardeşlerimizin kat’î kanaatimiz geldi. Burada eksik olmayan az bir rüzgâr esseydi o çarşı dükkânlarının ekserisini yandırabilirdi. Hattâ Âyetü’l-Kübra mağazasından on on beş dükkân tâ uzakta eşyalarını çıkarıp kaçırdılar.

Bazı emarelerle, Sandıklı’da hem Afyon, Kütahya ortasında, Risale-i Nur’a ve yeni mektuplarımı elde etmeleriyle bana karşı bir ilişmek emareleri göründü. O iki hâdisede, İstanbul hâdiseleriyle tokat yediler. Bu defa, niyetlerinde bana ilişmek cezası olarak bu tokat geldi, inşâallah o niyetten onları vazgeçirdi ve korkutup susturdu.

Kardeşlerim! Sizin zekâvetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz hakkında nasihatime ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde hissettim ki Risale-i Nur şakirdlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında sû-i zan verdiriyorlar tâ birbirini ittiham etsin. Belki filan talebe bize casusluk ediyor, der tâ bir inşikak düşsün.

Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse bir talebe onlara hafiyelik ediyor; ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.

Sizin hususan Isparta medresesindeki tesanüdünüz hem Risale-i Nur’u hem şakirdlerini hem bu memleketin yüzünü ak etmiş. Ve her tarafta Risale-i Nur’a çalıştıran ehemmiyetli bir sebep, tesanüdünüzdür ve şevk ve gayretinizdir. Cenab-ı Hak sizleri bu hizmet-i imaniyede daim ve muvaffak eylesin, âmin âmin!

Umum kardeşlerime taife taife, birer birer selâm ve dua ve dualarını rica ediyoruz.

Said Nursî

Yangın hakkında Üstadımızın yazdığı hakikate kat’î kanaatimiz geldi, gözümüzle gördük.

Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan ve yardım eden İbrahim

***

Aziz kardeşim!

Senin mektuplarını iyi gördüm. Fakat şimdiki gazeteciler ve baştakiler, hakikatleri tam takdir edemiyorlar. Hem Risale-i Nur yalvarmaz, onlar yalvarmalı ve aramalı ve kıymetini takdir edip müşteri olduktan sonra onların yardımını kabul eder.

Hem şimdi nazar-ı dikkati Risale-i Nur şakirdlerine celbetmemek münasiptir diye düşünüyorum. Fakat yedi sene Harb-i Umumî’ye bakmayan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan, dinlemeyen bu kardeşinizin fikri, bu meselede sorulmaz. Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve müdakkik nâşirleri meşveretle hususan Isparta’dakiler ile maslahat ne ise yaparsınız. Senin bu güzel mektubunu Lâhika’ya yazdık.

Risale-i Nur’un Lâhika Risalesi’nde Feyzi ile Emin ehemmiyetli mevki kazanmışlar, acaba ne haldedirler? O ehemmiyetli mevkiye muvafık vaziyete muvaffak oluyorlar mı? Kederleri yok mu? Hem hapishanede hakikaten merdane ve fedakârane istirahatime çalışan ve on sene şahsıma hizmet kadar beni minnettar eden Taşköprülü Sadık ve Hilmi ve İhsan ne haldedirler? Ve o civarda hususan İnebolu’daki kardeşlerimi unutamıyorum beni merak etmesinler. Risale-i Nur’un –bazı ara sıra– bazı yerlerde tevakkufuna mukabil, pek tesirli ve ehemmiyetli bir tarzda perde altında fütuhatı var. Telaş etmesinler; ihtiyat ile beraber sebat, metanet ve yazıda devam etsinler.

Umuma binler selâm ve dua ediyoruz.

***

[1] İstanbul’da hâdiseyi gören Risale-i Nur talebelerinin mektubundan bir parçadır. (Naşir)

Emirdağ Lâhikası – I s.70-90

Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere –zekâvetinize itimaden– Risale-i Nur’da müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.

Birincisi: Risale-i Nur’un hakiki ve hakikatli bir şakirdi bulunan ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kâtibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini ve hilafet-i nübüvvetin de gayet ulvi vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilafet-i maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.

Evvela: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve müptela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’an’dan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur’an’da arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa bir takaddüm şerefi bulunabilir.

Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar cemaatin şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir. Onun için o mübarek kardeşimin yazdığı gibi âlem-i İslâm’ı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zayıf, mağlup, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa o yük düşer, dağılır.

Râbian: Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvi mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir.

Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalp ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o nurları söndürmeye ve safi-kalplileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mesele’de bir hâdise bu hakikati gösteriyor.

İkinci Mesele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plan neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un, bâhusus Âyetü’l-Kübra’nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti.

Sakın sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz hem telaş etmeyiniz hem bana acımayınız. Şeksiz şüphesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin.

Onların o planları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa buranın havasıyla hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip münasip bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok hâlis, çok kıymettar kardeşim Hüsrev!

Senin bayramın ikinci gününde elime geçen mektubun bir güvercin haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir eden hâdise-i taarruziyeden neş’et eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilaç hükmüne geçti. Bu manayı hatıra getirdi:

“Sana ihanet eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, Gül ve Nur Fabrikasının kahramanlarının hârikulâde hürmet ve ihtiramları varken böyle bir iki vicdansızın hakaretine değil, milyonlarca düşmanların ihanetlerine karşı gelebilir ve hükümden ıskat edebilir.” diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur bahçesinde bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalâde hüsn-ü zannınız o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi vesile olduğu cihetinde hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm.

O mektubun birinci sahifesi güzeldir, ben de iştirak ediyorum. İkinci sahifede, birkaç yerde kalem karıştırdım, ta’dil ettim. Ezcümle: Hazret-i Hasan radıyallahu anhın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un, Cevşenü’l-Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan radıyallahu anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesud edebilir bir istidatta bulunan Risale-i Nur’dur. Ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan radıyallahu anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir diye senin mektubunu ta’dil ettim. Buna kıyasen, sana vekaleten bir iki yerde kalem karıştırdım.

Fakat aynı günde mahkeme, kitaplarım içinde bana teslim ettikleri mektuplar müsveddeleri ve onların üstünde yeşil kalemle işaretlerine göre çok ehemmiyet verdikleri o müsveddeler içinde bu size yazdığım noksan bir parçayı gördüm. Fesübhanallah dedim, mektubuna benimle cevap ver diye manasını aldım. Belki bu parça Lâhika’ya girmiş, ben de size aynını yazıyorum. Parça budur:

Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmaya bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.

Madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsî vazifedir. Hem kemiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur’un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.

Elhak, bunda tam terakki etmişsiniz. (Parça bitti)

***

Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!

Hem maddî hem manevî hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki:

Neden herkese muhalif olarak –hiç kimsenin yapmadığı gibi– sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talip olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle çekiniyorsun?

Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki kâinatta hiçbir şeye âlet ve tabi ve basamak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.

“Amma manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatin istedikleri nurani makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazu ve mahviyetle belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için lüzum olsa –hem lüzum var– kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar her şeyi kendine tabi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp neşrettiği hakikatler dahi tereddütler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise revaçsızlıkla umuma zararı bindir.

Elhasıl: Hakikat-i ihlas, benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur fakat kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlas ile her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile o kutbun derslerini hususi makamından ve hususi hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp mağlup olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Hattâ bu defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın planıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünkü mesele şaşaalandığı için doğrudan doğruya avam-ı nâs bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler diye dedim: “Yâ Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın.” Bu münasebetle bir şeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm belki Lâhika’ya girmiş. Risale-i Nur’un şakirdlerinin maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış; beş adam, aynen burada da tokat yediler. (*[1])

Risale-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusuratına tokat gelir. Hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”

Elcevap: Memur olmayan veya hususi, şahsı itibarıyla hıyanet eden, hususi tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur.

Eğer memur ise kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususi tokat yememiş gibi görünüyor.

Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa اَلظُّلْمُ لَا يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri –büyük olduğu için– âhirete tehir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tacil edilmez.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Ankara’da bulunan Emniyet-i Umumiye Müdürü Bey’e,

Yirmi senedir gayr-ı resmî hem haps-i münferid hem tecrid-i mutlak içinde bulunduğu ve sebepsiz, evham yüzünden emsalsiz tazyik gördüğü halde sükût eden bir bîçare ile resmî değil, hakiki ve ciddi görüşmek istersen az sizinle konuşacağım.

Evvela: İki sene, iki mahkeme; yirmi sene hayatımın eserlerini, mektuplarını tetkikten sonra, idare ve asayiş aleyhinde hiçbir madde bulunmadığına ve bulmadıklarına delil; mahrem ve gayr-ı mahrem bütün kitaplarımı beraetimle beraber iade etmeleri cerh edilmez bir hüccettir, bir senettir.

Yirmi seneden evvelki hayatım ise bu vatan ve millet lehinde fedakârane sarf olunduğuna delil, Eski Harb-i Umumî’de gönüllü alay kumandanı olarak başkumandanın takdiratı altında hizmetlerimle ve harekât-ı milliyede fevkalâde hizmetimi Ankara’daki hükûmet reisleri takdir ile ve Meclis-i Mebusan beni orada görmekle alkışlamasıdır.

Demek bu yirmi senede bana verilen azap, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir muameledir. Bu yirmi sene kırk bayramımı münzevi, yalnız geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.

Hem Emniyet-i Umumiye Reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lâzım. Çünkü mahkemelerce sabit olduğu gibi Risale-i Nur’un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle asayişin temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesat ve ihtilallerin önünü kesmek olmasından, kudsî ve manevî inzibat komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilayet zabıtalarını işhad edebilirim. Risale-i Nur’un dersini işitenler, polisten ziyade asayişe hizmet ettiklerini ehl-i insaf zabıtalar anlamışlar.

Bu âhirde pek ziyade, ahaliyi memurlar benimle görüşmekten ürkütmek cihetiyle anladım ki hakkımda haddimden fazla ve lâyık olmadığım teveccüh-ü âmmeyi kırmak için imiş. Ben de size bunu kat’iyen beyan edip ve has kardeşlerime mahremce yazdığım mektuplarda teveccüh-ü âmmeyi kat’iyen –mesleğimize ve ihlasımıza muhalif olduğu için– şahsıma kabul etmiyorum ve reddediyorum. Ve o hususta, çok has kardeşlerimin de hatırlarını kırmışım. Yalnız Kur’an-ı Hakîm’in hakikatini emsalsiz bir surette tefsir eden Risale-i Nur’un kıymetini gösteren eski zatların gaybî haberlerini kabul edip yazmışım. Ve kendim âdi bir hizmetkâr olduğumu ispat etmişim. Farz-ı muhal olarak bu teveccüh-ü âmmeye taraftar olsam da asayiş lehinde hizmet edecek ve sizin gibi asayiş memurlarına faydası dokunacak.

Madem ölüm öldürülmüyor, hayattan çok ziyade ehemmiyetli bir meseledir. Yüzde doksanı, bu hayatın selâmetine çalışıyorlar; biz Risale-i Nur şakirdleri de herkesin başına muhakkak gelecek olan ölümün dehşetli hücumuna karşı mücadele ediyoruz. Hadsiz şükür olsun ki şimdiye kadar o ölüm idam-ı ebedîsini, yüz binler adam hakkında terhis tezkeresine Risale-i Nur ile çevirdiğine yüz binler şahit gösterebiliriz. Bu hakikat nokta-i nazarından sizin gibi vatan-perver, milliyet-perverler bizi teşviklerle alkışlaması lâzım gelirken, evhamlarla ittiham altına alıp tarassudlarla taciz etmek, ne kadar insaftan ve hamiyetten uzak olduğunu insafınıza havale ediyorum.

Gayr-ı resmî tecrit ve haps-i münferidde Said Nursî

***

Afyon Emniyet Müdürlüğüne,

Ben sizin insaniyet ve vicdanınıza itimaden, mahrem işlerimi size beyan ediyorum. Hem vazife itibarıyla siz, bizimle pek çok alâkadarsınız. Çünkü Risale-i Nur’un asayiş noktasında yirmi seneden beri yüz bin şakirdinden hiçbir vukuat olmadığı gibi; pek çok zabıta memurlarının itiraflarıyla ve bir şey aleyhimizde kaydetmemeleriyle, bunu ispat eder.

Buraya, Ankara Emniyet-i Umumiye Müdürü geldiğini bir çocuktan işittim. Her halde benim halimi soracak diye bir şey kaleme aldım ki rahatsızlığım münasebetiyle ona konuşmak yerinde takdim edeyim. Birden gittiğini işittim. Size leffen onu gönderiyorum. Münasip görseniz bera-yı malûmat ona gönderirsiniz. Ben dünya işlerini bilmiyorum, halklar ile görüşemiyorum. Senden başka burada kimsem yok ki reyini alayım. Benim şahsıma ait mesele gerçi çok ehemmiyetsizdir, cüz’îdir fakat Risale-i Nur’a ait mesele; bu vatan ve millette pek çok ehemmiyeti var.

Size kat’iyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatimle beyan ediyorum ki: Gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Aliköyü’nde Risale-i Nur şakirdlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir âyet-i kerîmeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz.” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, ehl-i kıbledir. Sarîh küfür söylemese veyahut tövbe etse namazı kılınabilir.

O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da münafık hakikatine dâhil olmamak lâzım gelir. Çünkü münafık itikadsızdır, kalpsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (asm) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.)

Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise değil Peygamber (asm) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar.

Hazret-i Ali (radıyallahu anh) yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebubekir, Ömer, Osman radıyallahu anhüme ilişmeseler Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi onlar da hürmet etseler farz namazını kılsalar yeter.

Hem madem Risale-i Nur şakirdlerinin en büyük üstadı, Peygamber’den (asm) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali radıyallahu anhudur; onun muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler Âl-i Beyt’e muhabbet davaları yanlış olur.

Zaten kaç sene evvel, o Alevî köyünde üç Ali’nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur’u şevk ile yazmalarını işittim. Hattâ o zamanda, o köyü de duama dâhil etmiştim. İnşâallah yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali’nin himmetiyle ve Hâfız Ali’nin (rh) vârisi Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünnî, Alevî ittifak edecek.

***

Geçen hâdise-i ihanetten merak etmeyiniz. O hâdise söndü, planları akîm kaldı. O yapan adam da şimdi kendini nefret-i umumîden kurtarmak için yeminler ile inkâr ediyor. Ben onu, o olduğunu bilmedim. Yoksa ilişmezdim. Zaten iliştiği yoktur. Elini uzattı, başımdaki mendili açtı. Hem de buraya Ankara Emniyet Müdür-ü Umumîsi mühim memurlar ile buraya gelmesini haber aldığı için o ihanete cesaret etti.

O büyük memurlar buraya geldiler. Benim aleyhimde olan vali Rumelili olmasından benimle görüştürmedi. Ben de size gönderdiğim konuşmak parçasını Afyon Emniyet Müdürü vasıtasıyla Ankara’da ona göndermek için bunun ile melfuf pusula ile Afyon Emniyeti Dairesine gönderdim.

Ben de kat’iyen müteessir değilim. Zaten ehemmiyeti de kalmadı. Siz de hiç merak etmeyiniz. Hem her şeyde olduğu gibi bunda da kader-i İlahî benim hakkımda onların o zulmünü ehemmiyetli bir merhamete çevirdiğini kat’iyen gördüm, Allah’a şükrettim.

Dünkü gün, bayramdan sonra bana göndereceğiniz emanetleri beklerken mektubunuzu aldım “Bir iş’ar olmazsa on gün sonra takdim edeceğiz.” cümlesini gördüm. Demek telaş etmişsiniz, onun için göndermediniz. Endişe edilecek bir şey yok. Fakat buraya ehemmiyetli memurlar geldikleri zamanda göndermemek, emanet buraya gelmemek, ihtiyarsız bir güzel ihtiyat olmuş.

***

Salahaddin’in pek uzun ve on mektup kadar beni memnun eden ve sadakatine ve sebatına bu fırtınalar hiç tesir etmediğini ve daima bir Abdurrahman hükmünde bulunduğunu ve o havalideki kardeşlerimiz fütursuz çalıştıklarını bildiren mektubunu aldım, mâşâallah dedim, baba ve oğlu Isparta kahramanları gibi sarsılmıyorlar. Fakat şimdi Risale-i Nur’un tab suretiyle intişarı, hakiki bir ihlas ve kuvvetli bir tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak lâzım geldiğinden, Kastamonu vilayetindeki kardeşlerimiz, Ispartalılara ihlas ve tesanüdde benzemeye mecburdurlar. İnşâallah onlar dahi şahsî hissiyatlarını bu kudsî hizmetin zararına istimal etmeyecekler.

Hem gerçi Risale-i Nur, parlak ve kuvvetli hakikatleriyle serbestiyetini kazanmış ve düşmanlarını bir cihette mağlup etmiş fakat eskiden ziyade ihtiyata ihtiyacımız var. Çünkü münafık düşmanlar durmuyorlar, bahaneler arıyorlar, hükûmeti iğfale çalışıyorlar.

Salahaddin hususi, kendine ait bir meseleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o, haslar içindedir, kat’iyen Risale-i Nur’un hizmetine zararı varsa girmeyecek. Eğer bilse ki o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur’un hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa o hayata girebilir.

Çünkü hasların hayatı, Risale-i Nur’a aittir ve şahs-ı manevîsini temsil eden şakirdlerinin tensibiyle kayıt altına girebilir. Peder ve validesinin reyleri de varsa inşâallah zararı olmaz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Merak etmeyiniz, telaş edilecek bir şey yok. Yalnız bayramdan sonra Ankara Emniyet-i Umumî Müdürü, mühim memurlarla buraya gelmeleri ve bir cihette benimle de gizli alâkadar bir surette gelmesinden evvel bir kumandan, onların gelmesinden cesaret alıp hafifçe bana ilişti. Fakat sonra pişman oldular. O büyük memurlar geldikten sonra, mûcib-i endişe bir şey olmadı.

Tahminimce, bana ait mesele bir derece kardeşlerime sirayet etmesi cihetiyle, Feyzi’ye zahiren hafifçe ilişilmiş. Fakat ben merak ediyorum, onu taharri etmekte neyi bahane etmişler? Neyi aramışlar? Tafsilatı nedir?

Madem iki sene tetkikattan sonra üç mahkeme kitap ve mektuplarımızı bilâ-istisna bize iade etmiş, biz de dünya siyasetiyle alâkadar olmadığımız onlarca tahakkuk etmiş, daha ne arayabilirler? Olsa olsa hususi belki kıskançlık eseri veyahut garaz veyahut gizli zındıkların tahrikiyle böyle bazı kanunsuzluklar kanun namına yapılıyor. Bu hallere mukabil, tam metanet ve tesanüd ve sarsılmamak ve telaş etmemek lâzımdır.

***

Aziz, sıddık kardeşim!

Camide az görüştük; lüzumlu bazı şeyler söyleyeceğim, hatırında kalsın.

Evvela: Bedre’deki yüz senelik vazifeyi on sene zarfında gören Sabri kardeşimizin samimi dostları olan Hakkı, Hulusi, پ Mehmed ve Barla’da Şamlı, Süleyman, Bahri gibi kıymettar kardeşlerimize benim tarafımdan çok selâm ediyorum.

Sâniyen: Küçük Ali’nin büyük kardeşi mübarek Mustafa’nın Abdurrahman’dan irsiyet aldığı vazifesini, kahraman kardeşi ve mübarek mahdumu o vazifeyi tamamıyla görüyorlar. Onun vazifesi ve hizmeti devam ediyor, merak etmesin.

Hâfız Mustafa, elhak merhum Hâfız Ali’nin zamanında onunla beraber ektikleri nurani tohumların çok mübarek mahsulatı var. Hem Hâfız Ali’nin (rh) vefatından sonra hapiste onun yerinde bana hizmeti, her vakit onu, benim hatırıma getiriyor.

Merhum Lütfü’nün ehemmiyetli vârislerinden Abdullah Çavuş, kahraman Tahirî ile Atabey’i, Nurs karyem hükmüne getirmişler.

İslâmköylü Abdullah, Hâfız Ali (rh) zamanında Risale-i Nur’a çok hizmet etmiş. Onlara umumen selâm ediyorum.

Mübarek Tahirî’nin küçücük bir Medrese-i Nuriye hükmünde hanesindeki mübareklere dua ediyorum.

Yeni bir Hâfız Ali (rh) numunesini gösteren ve Milaslı Halil İbrahim’in sadakatini andıran İslâmköylü Halil İbrahim ve orada ona benzeyen kardeşlerime de pek çok selâm…

Ve bilhassa Isparta’da kahraman Rüşdü’nün kahraman kardeşi Burhan bizi çok minnettar ettiğini ve az bir işle bize ve Risale-i Nur’a pek çok iş gördüğünü söyleyiniz.

Zaten sana şifahen söylemiştim, unutma, hususi Zekâi’yi de gör ve de ki: “Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, yine Zekâi namında ve suretinde biraderzadem Abdurrahman’ı yine bana verdi.” Daha şifahen söylediklerimi sen bilirsin, sen benim mektubumsun.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin bu defa neşeli, güzel mektuplarınız, Risale-i Nur’un serbestiyeti ve matbaa kapısıyla intişarı hakkında beni çok mesrur eyledi. Ve kahraman Tahirî’nin yine bu ehemmiyetli işte çalışması için buraya gelmesi, beni şiddetle dünyaya bakmaya sevk etti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim bu derece istiyorlar, çaresini arayacağız.

Gecede kalbime geldi ki: İki ehemmiyetli sebepten, inayet-i İlahiye tam serbestiyet ve eski harflerle tamamını tabetmek tam müsaade etmiyor:

Birinci sebep: İmam-ı Ali’nin (ra) işaret ettiği gibi perde altında her müştak, kendi kalemi ile veyahut başka kalemi çalıştırmasıyla büyük bir ibadet ve âhirette şehitlerin kanıyla racihane muvazene edilen mürekkep ile mücahede hükmündeki kitabetle envar-ı imanı neşretmektir. Eğer tabedilse herkes kolayca elde ettiği için kemal-i merakla ona çalışamaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder.

İkinci sebep: Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâm’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek olduğundan, tab yoluyla işe girişilse; şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için en çok risaleleri yeni hurufla tabetmek lâzım gelecek. Bu ise Risale-i Nur’un yeni hurufa bir fetvası olup şakirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeye sebep olur. Onun için şimdiye kadar pek çok müstahak ve lâyık iken Risale-i Nur’a serbestiyet verilmemişti. Lillahi’l-hamd şimdi hakikatlerinin kuvvetiyle serbestiyeti kazandı. Hattâ eski harfle tab yasak iken Âyetü’l-Kübra’yı bize teslim ettirip bir keramet-i ekber gösterdi.

Biz şimdi gayet mühim ve herkese lâzım Meyve ile Hüccetullahi’l-Bâliğa’yı ikisi bir cilt olarak yeni hurufla tabetmek için Tahirî ile İstanbul’a gönderdim. Yalnız Meyve’nin Onuncu ve On Birinci Meselelerini vakit bulamayıp tashihsiz ona verdim. Şayet tabedilse o iki meseleyi tam tashih edip ona gönderirsiniz.

Hem o iki risale; dâhilde ya hariçte, aşikâre veya gizli, İstanbul’da veya dışarıda eski harflerle tabetmek lâzımdır.

Hem Mu’cizat-ı Kur’aniye zeylleriyle ve Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) dahi zeylleriyle beraber ikisi bir cilt içinde eski harflerle imkân dairesinde ya İstanbul veya başka yerde eski harflerle, tevafuklu Hizbü’n-Nuriye, Hizbü’l-Kur’an gibi tabetmesine çalışmak lâzımdır ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın göze görünen tevafuk mu’cizesinin muhafaza ile tabedilmesine mukaddime olsun. Fakat teenni ile meşveret ile ihtiyat ile bu kudsî meseleye çalışmak lâzımdır.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederiz. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun, en eski şakirdlerden olan Kâtip Osman ve Halil İbrahim, hiç sarsılmadan, değişmeden sadakatlerinde demir gibi devam edip çoklara da hüsn-ü misal oluyorlar.

***

Yirmi Yedinci Mektup’un Lâhikasının Zeyli

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu defa şehit merhum Hâfız Ali’nin ehemmiyetli bir vârisi ve Denizli talebelerinin yüksek bir mümessili ve Denizli şehrinin Risale-i Nur’a karşı fevkalâde teveccühünün bir tercümanı kardeşimiz Hasan Feyzi’nin edibane, Risale-i Nur hakkında fevkalâde senakârane pek uzun bir mektubunu aldım. (*[2])

Risale-i Nur’un bana teslim olması münasebetiyle, kardeşimiz Hâfız Mustafa’nın çalışması hakkında yazdığım mektubun içinde Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli kıymetini muhtasar bir surette beyanatıma ve hiss-i kable’l-vuku mektuplarımdaki ehemmiyetli davalarıma bu uzun mektup tam bir izah ve Denizli şehrinin Risale-i Nur lehinde bir kuvvetli şehadeti ve bir şahidi olmak cihetiyle hem bu zat mektep fenlerinde çok zaman alâkadar olup kıdemli bir muallim ve âlim olması haysiyetiyle, Risale-i Nur hakkındaki bu parlak şehadeti çok ehemmiyetli gördüm. Yalnız, bana bakan kısımları ya tayy veya ta’dil etmeyi münasip gördüm. Bir, iki, üç yerde de herkese göstermek münasip görmediğimden, çizgi altına aldım ve sizlere de Yirmi Yedinci Mektup’un veya Lâhikasının bir zeyli olarak gönderdim. Bu parça mektubumu, onun mektubunun başında yazabilirsiniz. Hasan Feyzi kardeşimiz, onun bazı cümlelerini tayyetmemden gücenmesin. Çünkü umum talebelere o tayyolunan kısım lâzım değil, hususi bazılarda kalabilir.

Bu zat, doğrudan doğruya hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi bir şahs-ı manevî mahiyetinde, Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin cesedine girmiş ve eczalarının libasını giymiş bir tarzda, fevkalâde bir sena ile ona hitap ediyor. Ben baktıkça birden itirazkârane “Hüsn-ü zannı pek ziyadedir.” tahattur ettiğim dakikada, hakikat-i Kur’aniye manen dedi: “Cesede, libasa bakma; bana bak. O, benim hakkımda konuşuyor. Doğru söylemiş.” Ben daha ilişmedim.

Yalnız Risale-i Nur tercümanı hakkında sarîhan veya işareten veya kinayeten onun haddinden pek fazla senakârane tabiratı ta’dil etmeye lüzumu var. Başkalar, hususan ehl-i tenkit insanlar nazarında bîçare şahsıma bu nevi hüsn-ü zannını kabul etmemek mesleğimize lâzım geliyor; ta’dilime gücenmesin.

***

O (Bedîüzzaman), Nur’un hâdimidir. Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve bu teberru ve terekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in (ra) dediği gibi: “Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım.” diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim.” fermanına “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim.” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risalet-penahî’ye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk ve hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nâzeninini envar-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir.

İşte bunun için şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (ra) görülen يَا مُدْرِكًا kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürt” îma ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakapla maruf ve meşhur olan bu zatın Risaletü’n-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilan etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir. Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup hakiki hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.

Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için

Kerbelâ’da revan olan dem için

Şeb-i firkatte ağlayan göz için

Râh-ı aşkında sürünen yüz için

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rabbî! Âmin!

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ve ikbali ve şan ve şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leyla

Sözün ferşte, gözün arşta, gönül meftun sana cânâ

Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur

Bağın Nursî, huyun munis, özün İdris ferd-i yekta

Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül

Yazılmış üstüne nurdan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى

Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak

Sözün hak hem özün hak hem mesleğin hak hem makamın Kâbe-tül Ulyâ.

يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Üstadım Efendim Hazretleri!

Ben, bu yazıları Risaletü’n-Nur’un eli ve kalemi ve dili ile bu hakir kalbime ondan sıçrayan küçük bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü ve imdat ve ilhamın kesilmemesini rica eder ve hürmetle ellerinizden öper ve dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz Hasan Feyzi

(rahmetullahi aleyh)

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Size dört meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi:

Birincisi: Hem lisan-ı hal hem lisan-ı kāl ile ve başka tezahüratlarla sorulan bir suale cevaptır.

Deniliyor ki: Madem Risale-i Nur hem kerametlidir hem tarîkatlardan ziyade iman hakikatlerinin inkişafında terakki veriyor ve sadık şakirdleri kısmen bir cihette velayet derecesindeler. Neden evliyalar gibi manevî zevkler ve keşfiyatlara ve maddî kerametlere mazhariyetleri görülmüyor hem onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar? Bunun hikmeti nedir?

Elcevap: Evvela sebebi, sırr-ı ihlastır. Çünkü dünyada muvakkat zevkler, kerametler tam nefsini mağlup etmeyen insanlara bir maksat olup uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlası kırılır. Çünkü amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz. Aranılsa sırr-ı ihlası bozar.

Sâniyen: Kerametler, keşfiyatlar; tarîkatta sülûk eden âmî ve yalnız imanı taklidî bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazen zayıf olanları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir.

Halbuki Risale-i Nur’un imanî hakikatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette vesveselere meydan vermediği gibi kanaat vermek cihetinde kerametlere, keşfiyatlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkikî; keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından hakiki şakirdleri öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.

Sâlisen: Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahipleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarîkatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara sû-i zan edip o mübarek zatları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki Risale-i Nur’un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.

Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir, daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.

Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fâni olmak haysiyetiyle âhiretin bâki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye fâni hazır bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.

Risale-i Nur şakirdlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi demiş zevcine: “İhtiyacımız şedittir.” Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu.

Haremine dedi: “İşte cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir.”

Birden o mübarek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de çok böyle kerpiçlerimiz var fakat fâni bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lâzım değil.” Birden yerine gitti. Keşf ile gördüler diye rivayet edilmiş.

İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, Risale-i Nur şakirdlerinin dünyaya ait ezvak u kerametlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misaldir.

İkinci Mesele: Tevafuk eğer müteaddid tarzda ve ayrı ayrı cihette birbirini takviye edecek surette olsa kat’iyet ve sarahat derecesinde kanaat verebilir.

İşte hapisten sonra yazılan bir kısım mektuplarımız hem makbul hem çok ehemmiyetli hem bu zamanda halk onlara çok muhtaç olduğuna bir emare olarak, yazdığımız zaman –hilaf-ı âdet bir tarzda– serçe kuşunun ve kuddüs kuşunun ve güvercinlerin garib bir tarzda odama gelmeleri ve birbirine tevafuk etmesi ve Milas’ta ehemmiyetli bir kardeşimiz Halil İbrahim’in, kuddüs kuşu bahsi bulunan mektubu aldıkları zaman aynen, hilaf-ı âdet, kilitli bir odasını açarken kuddüs kuşu oda içerisinde uçmaya çalışması hem içinde bulunan mektubu hem bizim kuşlarımıza tevafuku ve Medrese-i Nuriye’deki şakirdlerin o mektuplarımızı okumak zamanında iki çekirge mektubun başına gelip dinlemeleri, sâbık kuşlarda tevafukatına bu küçük kuşlar dahi hem tasdik hem tevafuk ettikleri gibi; İnebolu’daki sadık kardeşlerimizin imzalarıyla yine mektubumuzu gecede okudukları zaman gayet heyecanlı bir tarzda bir gece kuşu onları korkutup pencereye el atıp iki kanadı ile pencereyi döverek lisan-ı hal ile ben de o mektupla alâkadarım, bizi alâkasız zannetmeyiniz diye yine sâbık aynı meseleye ve sâbık kuşların alâkadarlıklarına, büyük kuş da tam tevafuk ve tasdik ediyor.

Aynı meseleye bu kadar tevafukat (Hâşiye[3]) hem mektuplardaki mücmelen bahsedilen hakikatlerin çok ehemmiyetli olmasından ve nev-i beşerin bu asırdaki vaziyetine bakması noktasında, acaba kâinat kitabının hâdisat ve meseleleri birbiriyle münasebettarlığını düşünen ve hayali geniş bir ehl-i kalp ve fikir böyle dese hakkı yok mu ki:

Güya beşer gayet kesretli tayyareleriyle ve insan kuşlarıyla, kuşların âlemi olan cevv-i havadaki kuşları hem korkutup hem kuşlar âleminde acib bir heyecanla nev-i beşerin gidişatına karşı kuşlar dahi ciddi alâkadarlık gösterip insanların bu zalim, tahribatçı canavar kuşlarına karşı kimler mukabele edip onları zulümden, tahripten vazgeçirip beşerin menfaatinde ve saadetinde çalıştırmasına çalışan kimlerdir diye Risale-i Nur meselelerine alâkadarlık gösteriyorlar denilse yeri yok mu? İhtimal verilmez mi? Manasız bir hayal denilebilir mi?

Üçüncü Mesele: Geçen üç sene evvel ramazanda telif edilen ve yine bu sene ramazanda serbest intişar eden Âyetü’l-Kübra’nın bir hülâsası olan Hizb-i Nuriye’yi okudum. Fakat bir saatten fazla çekerdi. Birden o hülâsanın da bir hülâsası, on veya on beş dakika aynı ramazanda tezahür etti. Onu okuduğum zaman, bütün Âyetü’l-Kübra’yı okuyorum gibi bir inkişafat-ı imaniye ve تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ sırrına mazhar iki veya üç sahifelik Arabiyyü’l-ibare okuyorum. Vakit bulamıyorum, kendi kalemimle size yazayım. İnşâallah bir zaman size yazacağım. O parçayı benim gibi anlayanlar, kendisine mahsus nüshalarından ya Âyetü’l-Kübra’ya ya Hizbü’n-Nuriye’nin âhirinde yazar, tesbihattan ve duadan sonra otuz üç defa ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ tesbihatımızın yerinde –yalnız sabah tesbihatında– manasını düşünerek onu okuyabilir.

Dördüncüsü: İki noktadır:

Birincisi: Isparta kardeşlerimiz, hususan Gül Nur kahramanı Hüsrev, benim bu kış münasebetiyle maddî hâcetlerimi merak ediyorlar, yardım etmek istiyorlar. Ben de onlara teşekkürle beraber derim ki:

Onların Risale-i Nur’a hizmeti, her şakirdin saadet-i ebediyesine menfaati gibi benim de hakiki kışım suretinde olan kabrimden sonraki kışta ihtiyacatıma o derece mükemmel yardım ediyorlar ki bu fâni, muvakkat kışın hâcatına yardımdan binler derece ziyadedir. Eğer benim elimden gelse idi bütün ruh u canımla, kemal-i iştiyak ile bütün onların hâcat-ı maddiyesini temine çalışırdım. Beni merak etmeyiniz. İktisat ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez bitmez.

İkinci Nokta: Bir zaman Küçük Isparta namını alan ve her yerden ziyade, geçen meselemizde hapis musibetini çeken İnebolu ve civarı kardeşlerimin gayet güzel ve samimane mektupları, beni çok mesrur eyledi. Yalnız, Risale-i Nur’un kahramanlarından baba oğulun meşrepleri ayrı ayrı olduğundan birbiriyle tam imtizaç edemediklerinden endişe ediyorum.

Baba ne kadar haksız da olsa oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.

Değil böyle baba ve evlat ve mümtaz seciyeli ve Risale-i Nur’un baş şakirdleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar Risale-i Nur’un hatırı için Risale-i Nur şakirdlerinin mabeynindeki tefani, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz’î ve hissî şeyleri medar-ı münakaşa etmesinler. Pederlik ve veledliğin iktiza ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nur’un şakirdliği iktiza ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim benim hatırım için birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

***

[1] * Evet biz gözümüzle gördük, hiç şüphemiz kalmadı.

Buranın talebeleri namına

Ceylan, İbrahim

[2] * Bu uzun mektubun tamamı, Konferans isimli kitapta neşredilmiştir.

[3] Hâşiye: Bu mektubu Üstadımızdan yeni almıştık. Ben yani Hüsrev okuyordum, arkadaşım Tahirî yazıyordu. Gül kahraman kuşu odamızın penceresine konup Hüsrev’in başını görmekle bırakıp gitti.

Hüsrev, Tahirî

Emirdağ Lâhikası – I s.50-69

Aziz, sıddık, metin, sarsılmaz, sebatkâr, fedakâr, vefadar kardeşlerim!

Bilirsiniz ki Ankara ehl-i vukufu Risale-i Nur’a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkâr edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde beni hissedar zannedip itiraz ederek “Böyle şeyler kitapta yazılmamalı idi; keramet izhar edilmez.” diye hafif bir tenkide mukabil müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem’alarıdır ki hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler şeklini alarak (şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için) ikramat-ı İlahiye nevindendir. İkram ise izharı bir şükürdür, caizdir hem makbuldür.

Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen bu cevabı bir parça izah edeceğim. Ve “Ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken hem benimle lâekall yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faydalarına tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken kendimi misal alarak derim ki:

Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men’etmek ile beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerde maddî bir hastalık nevinde insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki en ziyade merbut görülen bazı dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmek ile kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla –başkalarına muhtaç olmayarak– bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.

Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek, hodfüruşluk etmek ise Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine hem kendini müdafaa ettiği hem kıymetini tam gösterdiği gibi bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

***

Aziz kardeşlerim!

Risale-i Nur’un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kable’l-vuku, acib bir tarzda hem bende hem bizim köyde hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı manevî ile kat’î kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâş etmek isterdim. Şimdi Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecidleri ve çok Abdurrahmanları verdiği için size beyan ediyorum:

Ben on yaşında iken büyük bir iftihar, hattâ bazen temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: “Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir?” Bilmiyordum, hayret içinde idim.

Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki Risale-i Nur, kable’l-vuku kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kable’l-vuku ile hissedip hodfüruşluk ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise hem eski talebelerim hem hemşehrilerim biliyorlar ki bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki o masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kable’l-vuku ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.

Hem o nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi İsparta’da, birdenbire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarîkat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki güya rûy-i zemini fethedecek bu hocalardır. Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar, onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşında iken dinliyordum. Kalbime geliyordu ki bu talebeler, âlimler; ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsa idi büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarîkat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka hem nahiye hem kaza hem vilayetimizde vardı. O haletleri başka memleketlerde o derece göremedim.

Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kable’l-vuku ile ruh hissedip akıl bilmeyerek –ki en lüzumlu bir zamanda– o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acib şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risale-i Nur’un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki o mevkiine lâyıktır ki kable’l-vuku İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve Gavs-ı A’zam (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi bunlar, köy ve nahiye ve vilayetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. (Hâşiye[1])

Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahmanlar bildiğimden bu mahrem sırrı size açtım.

Evet, ben yirmi dört saat evvel hassasiyetimle ve âsabımın rutubetten tesiriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi aynen öyle de ben ve köyüm ve nahiyem, kırk dört sene evvel Risale-i Nur’daki rahmet yağmurunu bir hiss-i kable’l-vuku ile hissetmişiz demektir.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz ve dualarını rica ederiz.

***

Hiss-i Kable’l-vukuun Tetimmesi

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur’un zuhuru hiss-i kable’l-vuku ile küllî bir surette hissedilmesi gibi, Risale-i Nur’un has talebelerinin bir kısmının itirafıyla ve bir kısmının tarz-ı hayatı Risale-i Nur gibi bir hizmete namzetliğini gösterdiği cihetle bu tetimmeyi yazıyorum:

Evet, hiss-i kable’l-vuku herkeste cüz’î küllî vardır, hattâ hayvanatta dahi vardır. Hattâ rüya-yı sadıkanın ehemmiyetli bir kısmı, bu hiss-i kable’l-vukuun nevindendir. Hattâ bazılarda hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar. Benim âsabımdaki hassasiyetle yağmurdan yirmi dört saat evvelki rutubet-i havaiye ile yağmurun gelmesini hissetmem, bir cihette hiss-i kable’l-vuku sayılabilir ve bir cihette sayılmaz.

Ben Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki aynı benim güzeran-ı hayatım gibi Risale-i Nur gibi bir neticeye göre teçhiz edilip sevk edilmiş.

Evet, Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nurani meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını, evvelce Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur’un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.

Ezcümle: Ben hürriyetten evvel İstanbul’a gelirken yolda bir iki mühim, ilm-i kelâma ait kitaplar elime geçti. Dikkatle mütalaa ettim. İstanbul’a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemayı hem mektep muallimlerini münazaraya “Kim ne isterse benden sorsun!” diye ilan ettim. Medar-ı hayrettir ki münazaraya gelenlerin bütün sordukları sualler, yolda mütalaa ettiğim ve hâfızamda kaldığı meselelerdi.

Hem feylesofların sordukları sualler, hâfızamda bulunan meselelerdi. Şimdi anlaşıldı ki o fevkalâde muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfüruşluk ve manasız izhar-ı fazilet ise ileride Risale-i Nur’un İstanbulca ve ulemaca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.

İkincisi: Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofi ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ve şerefinden hissedar olmadığım halde –tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi– küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi ben de çok hayret ederdim. Şimdi hâssaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tama’ ve mal yüzünden mağlup olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.

Hem ezcümle: Eski Said siyasette çok ileri gittiği halde, Yeni Said de taraftar bulmak için çok muhtaç olduğu zamanda bütün insanları meşgul eden bu beş altı senedeki beşer tufanları, siyaset fırtınaları içinde kat’â ve aslâ beni meşgul etmedi ve merakla mağlup etmedi ve beş sene, bilmeyi merak etmedim.

Beni bilenler gibi ben de bu hale çok hayret ederdim. Hattâ kendi kendime der idim: “Acaba ben mi divane olmuşum ki bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu hâdisata bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum. Yoksa insanlar mı divane olmuşlar?” diye hayret içinde idim.

Şimdi hem manevî ihtarla hem mezkûr hiss-i kable’l-vuku ile hem meydandaki Risale-i Nur’un galebe ve serbestiyeti ile tahakkuk etti ki: Risale-i Nur’daki hakikat-i ihlas, rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet ve tabi olamaz ve Kur’an’dan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığını ispat etmek için o acib halet-i ruhiye verilmiş.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Meyve’nin Dördüncü Mesele’sindeki bir hakikatin izahını Eski Said’in âfaka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hâdisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu ramazan-ı şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nevinde, Risale-i Nur şakirdlerinin meraklarını ta’dil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize güveniyorum.

Meyve’nin o Dördüncü Mesele’sinde denilmiş ki: “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfakî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevîdir, fıtrîdir derseniz ben de derim:

Kat’iyen biliniz ki: İnsanın çok mu’cizatlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi aynen bu asırda nev-i beşerin muvakkat ve fâni, tahripçi geniş hâdiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan bu nev-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var.

Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakiki fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit’ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zat-ı Akdes’in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün tâ o zulm-ü zulmette kalp boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar tâ kalp dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın.

Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka siyasetçi, ekserce tam müttaki, dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakiki dindar ise “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir.” diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci, üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye –eğer mümkünse– çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.

Elhasıl: Nasıl ki sarhoşluk, hakiki vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de böyle fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takip etmek, bir nevi sarhoşluktur ki hakiki vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir yeise düşüp لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ âyetindeki emr-i İlahîye muhalefet eder, tokada müstahak olur. Veya لَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ olan şiddetli tehdid-i İlahî tokadına mazhar olur; zalimlerin zulümlerine hasbî olarak manen iştirak eder; bi’l-istihkak cezasını da dünyada, âhirette çeker.

Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki: Bu geniş boğuşmaların neticesinde Eski Harb-i Umumî’den çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; âlem-i İslâm’ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya’nın, Hristiyanlığın hakiki dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâm’la ittifak etmesi ve İncil, Kur’an’a ittihat edip tabi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.

Umum kardeşlerime birer birer selâm. Gelen veya geçen Leyle-i Kadirlerinizi tebrik ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Denizli’nin bir Hüsrev’i Hasan Feyzi’nin uzunca, tafsilatlı bir mektubunu vasıtanızla aldım. Ve bildim ki nasıl bir dane, toprak altına konulur tâ çok daneleri sümbül versin, aynen öyle de şehit merhum Hâfız Ali o tarlada, toprak altına girdi, otuz kırk Hâfız Alileri sümbül verdi ve verecek kanaatim geldi. Siz, benim tarafımdan ona ve Risale-i Nur’un hizmetine çalışanlara yazınız ki:

Bir iki sene zarfında Denizli kahramanları, yirmi sene kadar Risale-i Nur’a hizmet ettiklerinden biz Risale-i Nur şakirdleri ebede kadar onların bu iyiliklerini unutmayız. Ve Denizli, nazarımızda ikinci bir Isparta hükmüne geçtiği gibi hapishanesini dahi bir Medrese-i Nuriye manasında biliyoruz.

Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan ve bilhassa hâkim-i âdil ile beraber hakiki adalete çalışanlar (M.H.A.) ve Avukat Ziya gibi bütün o zatlar, değil yalnız bizi belki Anadolu’yu ve âlem-i İslâm’ı manen minnettar eylemişler. Onlar, bizim gibi Risale-i Nur’a sahiptirler. Eğer lüzum olsa elime teslim edilen bir kısım mecmuaları da onlara emaneten okutmak için göndereceğim. Orada kalan kitaplar, lüzumu varsa muattal kalmamak şartıyla kalabilirler. Büyük mecmua elinde bulunan (SVK), muattal bırakmamak ve okutmak ve mümkün ise hapishaneyi teşrik etmek şartıyla onun elinde kalsın. Daha isterse daha başkaları da ona ve oraya göndereyim.

Ben Denizli gibi az bir zamanda, bize ve Risale-i Nur’a metin kahraman sahipleri ve kardeşleri verdiği için elimden gelse kemal-i sürur ve sevinçle onların mübarek hapishanesinde bakiyye-i ömrümü geçirmek istiyorum. Bizimle çok alâkadar ve hapishanede görüştüğümüz veya bana hizmet eden Beylerbeyli Süleyman ve Tavaslı Mehmed Çavuş gibi ne kadar dostlar varsa hepsine çok selâm ediyorum ve her vakit manevî kazançlarımıza ve dualarımıza dâhildirler. Ve Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan zatlara bilhassa birer birer selâm ve umumunun ramazanlarını ve Leyle-i Kadirlerini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Milaslı Halil İbrahim, hakikaten Risale-i Nur’un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli. Hem o zatın hem Hasan Feyzi’nin haddimden yüz derece ziyade hüsn-ü zanları neticesinde yazdıkları parlak manzum iki parçayı; Risale-i Nur’a hitap ediyorlar ve benim ehemmiyetsiz şahsımı perde ve ârızî bir unvan olarak yapmışlar diye kabul ediyorum. Yoksa benim ne haddim var ki o meziyetlere sahip olayım. Hem ona hem Risale-i Nur’un avukatı Ahmed Feyzi’ye ve arkadaşlarına ve eski kahraman kardeşlerimizden Şefik’e çok selâm ve dua ediyoruz.

Kardeşlerim! Âyetü’l-Kübra ramazanda zuhur ettiği gibi zannımca ramazanda da matbaadan çıktığını, Isparta’ya geldiğini ve ramazanda serbestiyetle okunması ve camilere okutmak için girmesi gibi; bu ramazan-ı şerifte Âyetü’l-Kübra’dan çıkan ve bir saat tefekkür bir sene ibadet manasını taşıyan Hizb-i Nuriye Âyetü’l-Kübra’dan çıktığı misillü, bizim tesbihatımızda otuz üç defa ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ Âyetü’l-Kübra’nın berekâtı ve feyziyle on dakikada aynı hakikat-i tevhidi veren iki sahife kadar ramazanın nuruyla kalbe ihtar edildi. Ben de on dakikada Âyetü’l-Kübra’nın tamamını okuyor gibi ve her bir mertebede, mukaddimesinde denildiği gibi küre-i arzın küllî dili benim hayalen lisanım olup ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der ve denizler ve dağlar ve unsurların ve göklerin ve insan tabakatlarının lisan-ı halleri benim dillerim olup ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der diye ben de her bir ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ dedikçe ya bilisan-ı arz, ya bilisan-ı semavat, ya bilisan-ı cevv, ya bilisan-ı anâsır derim, gibi… İnşâallah sonra size gönderilecek.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi

İşarat-ı Kur’aniye’nin başında yazdık.

Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan ve gaybî işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı meseleye bu risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalar ile beraber bine yakın işaretler, rumuzlar, îmalar, emareler aynı meseleye, aynı davaya bakmaları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali (radıyallahu anh) üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermiş.

Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Keramet sahibi, kerametini yazmaz.”

Ben de onlara cevap verdim ki: Bu benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir dedim, onlar sustular; demek kabul ettiler.

Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu fakat bu hadsiz ve kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf ve fakir olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybî imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfüruşluk verip sukutuma sebep olsa da ehemmiyeti yok. Bu hizmete yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevî hayat gibi uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerim cennete girmeleri için cehennemi kabul ederim.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Şimdi bir halimi size beyan etmek lâzım geliyor tâ başka sebepler sizi müteessir etmesin. O hal de şudur:

Bu yirmi sene tazyik neticesi, ehemmiyetli ve müzmin bir hastalık bana ârız olmuş. Zaten eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki ona merdüm-girizlik yani insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak… Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi –fakat Risale-i Nur hizmetine ait olmamak şartıyla– ruhum kaldırmıyor. Hattâ dostane bakmaktan cidden müteessir oluyorum. Bu ehemmiyetli halde, insanların bana karşı zulüm ve cinayetleri bir vesile olduğu gibi; inayet-i İlahiye ve kaderin adaleti ve hizmet-i imaniyedeki ihlasın muhafazası en ehemmiyetli bir sebeptir ki hem zulm-ü cinayet-i beşeriyeyi hiçe indiriyor hem bu hastalığı tam bana sevdiriyor, sabır ve tahammül verir.

Nasıl ki insanlar evham yüzünden beni temastan men’ ede ede âsabıma dokundurdular; inayet-i İlahiye dahi hizmet-i imaniyedeki ihlası kırmamak ve tasannukârane hodfüruşluk vaziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenlerin karşısında beni tekellüflere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’an’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatlerini bana mal etmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle, Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn bana bu hastalığı vermiştir. Ben, Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. Siz de müteessir olmayınız, memnun olunuz. Fakat fıtrî teellümlere karşı tahammülüm için duanıza muhtacım.

Aziz kardeşlerim! Bize teslim olunan kitaplarımın –yaldızlı kaplı büyük mecmualardan– bir kısmına baktım, gördüm ki: Nur, Gül fabrikalarının elmas kalemleriyle yazdıkları risaleler, o yaldızlı kaplar içinde bazen on beş yirmi risale içinde bulunan mecmualar o kadar güzel birer elmas kılınç hükmünde düşmanlarına karşı kendilerini büyük makamlarda ve mahkemelerde müdafaa etmek hikmetiyle; hiçbir sebep yokken birdenbire Risale-i Nur’u büyük mecmualar tarzında yaptırmaya hapsimizden beş ay evvel başladık. Bunda büyük bir inayet-i İlahiye olduğuna şüphem kalmadı ve feylesofların mağlubiyetinin hikmetini anladık. Çünkü içtimada, eczaların kuvvetinden çok ziyade bir kuvvet, hususan müdafaa vaktinde içtima ve tesanüdden ileri geliyor.

Kardeşlerim! Çoktan size söylemek lâzım gelirken unutmuştum; kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz, o Söz’ün yalnız birinci makamıdır. O Söz’ün ikinci makamı ise ehemmiyetine binaen ki bir vecihte ona da “Âyetü’l-Kübra” namını İmam-ı Ali (radıyallahu anh) vermiş olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiye’dir ki ‌اَللّٰهُ اَكْبَرُ‌ gibi sair tesbihatın mertebelerindeki nurları beyan ediyor ve Hizb-i Nuriye’nin de bir me’hazidir.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ederim. Gizli olan her gecede muhtemel bulunan Leyle-i Kadirlerinizi tebrik ederim.

Kardeşiniz Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşim!

Bi’l-mukabele biz de ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşâallah Cenab-ı Hak, sizi büyük ihsanlara mazhar eyleyecek diye bir işarettir.

Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife; imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike, benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerait içinde kahramancasına imanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rüyalarının bir tabiri de bu noktadan seni tebşir etmektir.

Risale-i Nur eczalarında tarîkat hakikatine dair Telvihat-ı Tis’a namındaki risaleyi elde edip bakınız. Hem zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatli zatlar, Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünkü bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata karşı mağlup olmadı. En muannid düşmanlarına da serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hattâ iki seneden beridir büyük makamatlar ve adliyeler, tetkikat neticesinde Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.

Risale-i Nur’un mesleği; sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlup olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde veya tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye hadisat bize kanaat vermiş.

Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir iman var; tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkârane Risale-i Nur’a şakird ol. Tâ binler belki yüz binler şakirdlerin şirket-i maneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin cüz’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

İki sene tetkikattan sonra mahkeme tarafından bana teslim olunan mecmualardan bugün, masumlar taifesinin ve ümmi ihtiyarlar cemaatinin bana yadigâr olarak gönderdikleri parçaları hâvi, büyük ve yaldızlı ciltli bir mecmua gördüm. Bu mecmuanın başında tâ Kastamonu’da yazdığım bir fıkrayı size göndermek hatırıma geldi. Belki de eskiden bir sureti size gönderilmiş. Bunda kanaatim geldi ki:

Feylesoflara ve muannidlere karşı masumlar ve ümmilerin masumane ve hâlisane olan bu elimdeki mecmuası, en büyük bir vasıta-i galebedir; inatları kırıp insafsızları insafa getirmiştir. İşte çok yerlerden bana gönderilen mecmualar ve ümmilerin parçalarını üç mecmua içinde cem’etmiştik. Ve mecmuanın başında, bu gelen parça yazılı gördüm, size de gönderiyorum.

Hem bununla, Risale-i Nur’un makbuliyetine delâlet eden sekiz parçadan mürekkeb yaptığımız bir mecmua ve Keramet-i Gavsiye ve Aleviye ve İşaret-i Kur’aniye’den başka, lâhika vesaireden üç dört parça daha ilâve edilen mecmuanın başında yazılmaya lâyık bir parçayı leffen beraber gönderiyorum.

Umum kardeşlerime bilhassa masum ve ümmilere selâm ve dua eder ve dualarını istiyoruz. Ve bin mâşâallah ve bârekellah onlara deriz. Onların yazılarını kimler görüyorsa takdirkârane meftun olur.

Risale-i Nur’un küçük ve masum şakirdlerinden elli altmış talebenin yazdıkları nüshaları bize göndermişler, o parçaları üç cilt içinde cem’ettik. İşte bu mecmuadaki parçaları yazanların numune olarak bir kısmı şunlardır:

Ömer 15, Mustafa 13, Hâfız Nebi 14, Hicret 15, Hüseyin 11, Ahmed Zeki 13, Ayşe 11, Hâfız Ahmed 12, Mustafa 14, Bekir 9, Ali 12…

İşte bu mecmuadaki risaleler, bu masum çocukların Risale-i Nur’dan ders aldıkları ve yazdıklarının bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddi çalışmaları gösteriyor ki Risale-i Nur’da öyle bir manevî zevk ve cazibedar bir nur var ki mekteplerde çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk Risale-i Nur veriyor ki çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki Risale-i Nur kökleşiyor. İnşâallah daha hiçbir şey onu koparamayacak ensal-i âtiyede devam edecek gidecek.

Aynen bu masum çocuk şakirdler gibi Risale-i Nur’un cazibedar dairesine giren ümmi ihtiyarların dahi kırk elli yaşından sonra Risale-i Nur’un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parça, iki üç mecmua içinde dercedildi. Bu ümmi ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin bu zamanda, bu acib şerait içinde her şeye tercihen Risale-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki: Bu zamanda Risale-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri hâcat-ı zaruriyeden ziyade bir hâcat-ı zaruriyeyi, Risale-i Nur’un hakaikini görüyorlar.

Bu ciltte az ve sair altı cild-i âherde masumların ve ihtiyar ümmilerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim, vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl hem kalp hem ruh hem nefis hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.

Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.

Elhasıl: Masumların ve ümmi ihtiyarların noksan yazılarında iki fayda var:

Birincisi: Teenni ve dikkatle okumaya mecbur etmektir.

İkincisi: O masumane ve hâlisane ve samimi ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur’un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

***

Elhamdülillah bu sene, Isparta’daki talebelerinizi dünyevî meşâgil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki gayretlerimiz ciddi bir surette devam ediyor. Her birimizin kalplerimizdeki Nur’a karşı incizab, simalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalpleri sevinçle doludur.

Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimiz ile beraber safiyane istihdam edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede bedî’ bir Üstada hem talebe hem kâtip hem muhatap hem nâşir hem mücahid hem halka nâsih hem Hakk’a âbid olmak gibi cihan-değer güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi Hâlık’ımızın fazlı ile kalbimize gelen bir ihsan olduğunu tahattur eden biz talebelerinizin kalplerini sürur ve sevinç dolduruyor. Masum Nursluların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirane bir tarzı, hal ve etvarımızda okunuyor. Hudutsuz şükürler, nihayetsiz senalar olsun o Zat-ı Zülcelal’e ki bizleri cehl-i mutlak derelerinden, isyan ve küfran bataklıklarından lütf u keremiyle çıkarıp gözleri kamaştıran en parlak bir nura talebe etmiştir.

Eğer sevgili Üstadımız “iktiran” tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalplerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.

Evet sevgili Üstadımız! Biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur’a muhatap olamıyoruz. Buna rağmen, ihtiyaç şiddetlendikçe Hâlık-ı Rahîm’in merhametli tecellilerini müşahede ediyoruz. Kalb-i Üstad parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma’kes; lisan-ı Üstad âlî bir mübelliğ, bir muallim, bir mürşid; hal-i Üstad tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir numune, bir misal oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.

İşte yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hali, bugün daha çok ızdıraplı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar. Şarkta Japonların mağlup olmasıyla, dünyanın salah-u selâmete ve emn ü emana kavuşması beklenirken; deccalane bir hareket şimalde kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevk ediyor. İstikbalin zulmetlere gittiği zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillahi’l-hamd Risale-i Nur’un âlî beyanatı, her ihtiyaçlı zamanlarımızda ihtiyacımıza koşuyor. En yüksek, en beliğ beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakiki dersleriyle kalplerimizi tatmin ediyor.

İşte bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı ancak ve ancak Hristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı; yani İncil, Kur’an ile ittihat ederek ve Kur’an’a tabi olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlup edileceği iş’ar buyuruluyor ki Hazret-i İsa aleyhisselâmın da vürûduna intizar etmek zamanının geldiğini mana-yı işarî ile ihtar ediyor. Mesmuata göre bugünkü Amerika, aktar-ı âleme tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilan eden Risale-i Nur; bu muzdarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.

Sevgili Üstadımız başımızda ve en âlî hakikatleri taşıyan ve Kur’an’ın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça, sevinçlerimiz had ve hududa alınmaz.

İşte bu hakikatlerin her bir cüzü, saha-i faaliyete çıksa her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bâriz deliller pek çok var. Hususuyla, inkâr-ı haşir mefkûresini mağlup eden Onuncu Söz matbu nüshaları ve bilhassa gizli tabedildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek hârikaları taşıyan Âyetü’l-Kübra risaleleri ve inkâr-ı uluhiyet mefkûresini zîr ü zeber eden Külliyat-ı Nur Hüccetü’l-Bâliğa ve Meyve gibi eczaları meydanda. İnşâallah Kur’an’ın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız sûr’unu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak, imansızlığın emansız ateşini söndürüp âb-ı hayat bahşeden şarab-ı kevserini, bütün dünyaya emanlı iman vermekle içirecektir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Çok kusurlu talebeniz Hüsrev

***

Zatınızın şahsıma karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü zannınızı, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına kabul edebilirim; yoksa kendimi o makamlarda görmek benim haddim değil.

Hem Risale-i Nur mesleği tarîkat değil, hakikattir; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur, bu hizmeti lillahi’l-hamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor.

Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (r.anhüm) ve Gavs-ı A’zam’ın (ks) –ihbarat-ı gaybiyeleriyle– şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı A’zam (ks) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşci etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşâallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız “Bu yazılmamalı idi.” diye küçük bir tenkit etmişler. Ben de cevap verdim, onlar sustular.

Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı A’zam’dan (ks) ve Zeynelâbidîn (ra) ve Hasan Hüseyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.

***

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki duanızın himmetiyle, on beş günden ziyade şiddetli bir hararet içinde tehlikeli ve zehirli hastalığın, iki gündür tehlikesi geçti. Hastalıkla bir saat ibadet bir gün kadar olması cihetiyle, inşâallah yapamadığım çok hayratın yerini bu hastalık doldurmuş ve çok kusuratıma da keffaret olmuş. Fakat zafiyet ve hastalık devam ediyor.

Latîf ve manidar bir tevafuktur ki dünkü gün masumların mecmuası elime geçti, açtım. O mecmuanın başında, o masumların bir kumandanı hükmünde ve Medrese-i Nuriye’nin kahramanlarından Marangoz Ahmed’in gayet ziynetli ve nakışlı ve dikkatli yazdığı Küçük Sözler, başında dercedilmiş gördüm. Mâşâallah Marangoz Ahmed dedim, masumların çavuşu olmuş. Aynı günde bir mektubu elime geçti, açtım. Marangoz Ahmed’in gönderdiğimiz mektupları arkadaşlara gecede okumak zamanında, iki çekirge mektubun başına gelip tâ bitinceye kadar dinlemelerini gördüm. Birkaç gün evvel biz mektubu yazarken iki güvercin, mektubun makbuliyetini ve müjdeci serçe ve kuddüs kuşlarının müjdelerini tasdik ettikleri gibi; Marangoz’un iki çekirgeleri de güvercinleri ve müjdeci kuşları tasdik ederek, biz dahi Risale-i Nur’u tanıyoruz diye lisan-ı halleri ifade ediyor diye latîf ve manidar tevafuk olmuş.

Bu münasebetle, o mecmua içinde mübarek kahramanlardan Küçük Ali’nin biraderzadesi masum ve küçük bir Abdurrahman olan Hâfız Ahmed’in yazdığı Sekizinci Şuâ’nın Sekizinci Remz’inden bir sahife evvel bir fıkra nazarıma değdi. Bir iki aydır size Risale-i Nur’un makbuliyetine dair yazılan mektuplarda şahsımın hisse-i şerefi ve hüneri olmadığını ve sırf bir ikram-ı İlahî olmasına dair yazılan parçayı bu fıkrayı, o fıkraya alâkadar gördüm, size gönderiyorum. Onlara münasip bir yerde ilhak edersiniz. O fıkra, Celcelutiye’nin fevkalâde Risale-i Nur’a verdiği ehemmiyetten şahsımın bir lem’ası, bir hüneri olmadığına dairdir. Şöyle ki orada demiştim:

Hem ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlahiyenin şe’nlerindendir ve âdetidir ve azametine delildir.

Ben kasemle temin ederim ki: Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîm’ime hadsiz şükrolsun ki kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.

Evet, kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasarettir. Cenab-ı Hak beni böyle hasaretlerden muhafaza eylesin, âmin.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını rica ederiz.

***

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Sizin mübarek ramazanınızı ve Leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn, emsal-i kesîresiyle sizleri müşerref eylesin, âmin!

Bu ramazan-ı şerifte gerçi bir tesmim neticesinde ziyade sıkıntı ve ızdırap çektimse de Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki sabır ve tahammül ihsan eyledi. Ve hastalığın ehemmiyetli sevabı da ızdırabın verdiği gaflet noktalarını izale eyledi. Dualarınız berekâtıyla, bu defa da o tesmimden tam kurtuldum. Fakat verdiği zafiyet ve sarsıntı, ara sıra sıkıntı verir.

Size yazmıştım ki nasıl Hizb-i Nuriye, Risale-i Nur’un ve Âyetü’l-Kübra’nın bir hülâsasıdır; öyle de on dakika zarfında Hizb-i Nuriye’nin bir hülâsası, bu ramazan-ı şerifin feyzinden ve ramazanda telif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Âyetü’l-Kübra’nın otuz üç mertebe-i vücub u vücud ve tevhid otuz üç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi; ruh ve hayal ve kalp o noktadan öyle bir inbisat ve inkişaf etti ki her bir mertebenin söylediği ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ şehadetini dediğim vakit, o küllî lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid hissettiğimden Âyetü’l-Kübra güneş gibi iman nurlarını ruhlara telkin edebilir. Şeksiz şüphesiz kanaat ettim ve gördüm ve İmam-ı Ali’nin (ra) ona verdiği ehemmiyetin sırrını bildim.

Bu defa Isparta umum şakirdlerinin hissiyatı ile Risale-i Nur kahramanı Hüsrev’in yazdığı mektup, gerçi hakkım olmayarak bana ziyade hisse vermiş fakat Isparta ve civarı kahraman şakirdlerinin tam derece-i irtibatlarını ve Risale-i Nur’un tam kıymetini gösterdiğinden ve mektuplarım içinde ve Lâhika’ya hem daha münasip gördüğünüz makamlarda yazmaya lâyıktır. Size bir sureti yeni hurufla gönderiliyor.

Pek çok alâkadar olduğum Kastamonu ve içindeki ehemmiyetli kardeşlerim, Isparta şakirdleriyle vasıta-i irtibat Mustafa Osman, hakikaten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir iş görmesinden, birinci saftaki haslar içine girmeye hak kazanmış. Demek, ihlası tamdır ki az bir zamanda çok zaman işini gördü. Cenab-ı Hak onun emsalini o havalide çoğaltsın, sebat ve selâmet versin, âmin!

Umum kardeşlerime ve hemşirelerime birer birer selâm ve tebrik ve dua ediyorum.

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Evet Risale-i Nur’un tercümanı hem fakir hem âdi iken şansız ve âmî bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı gibi; fevkalâde istiğna ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek ve tenezzül etmemek ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkûr sırdan ileri gelmiştir.

Emirdağ Lâhikası – I s.31-50

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Bana Hizmet Eden Küçücük Bir Risale-i Nur Talebesinin Çoklar Namına Sorduğu Sualine Cevaptır

Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı; iki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurûbuyla akşam namazı kılınır; öyle de yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir.

İbadet ve duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faydası, uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse yalnız onlar için yapılsa o namaz battal olur. Mesela, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık, onun vazifesine karışmayız. Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki:

Herkes o vaziyetle anlar ki onun tayinini veren, babası, hanesi, dükkânı değil belki onun tayinini ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da –daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken– o yağmur duasında küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir zat hem beni hem bu çocukları hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese başkalarının faydası olmaz. Öyle ise ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur.

Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.

Birinci Nokta: Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür. Biz, şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi zulmümüzle, isyanımızla gazabı celbediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev-i beşer, tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.

İkinci Nokta: Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki onların yüzünden yağmur kesilir hattâ bizim de nafakamız azalır.” derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor; masum hayvanlar da azap çekerler.

Üçüncü Nokta: Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünkü musibet-i âmmeden masumlar hârika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit Ebucehil gibi fenalar, aynen Ebubekir-i Sıddık (radıyallahu anh) gibi tasdik ederler. Onun için musibet-i âmmede masumlar da bela çekerler.

Dördüncü Nokta: Şimdi malda ve rızıkta hileler ile sû-i istimal ile rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki üçü tam rahmete müstahak ise ekincilerin malından istifade edenlerden beş altısı ya zulüm ile ya haram karıştırmakla ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.

Beşinci Nokta: Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine belaların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def’ediyor, onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nevinde semavî ve arzî belaların def’ine çok emareler ve çok hâdiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kur’an’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men’etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması, İkinci Harb-i Umumî’nin Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve’l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle, belaların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.

Altıncı Nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tövbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri –kısm-ı a’zamı– tövbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’olur.

Biz Risale-i Nur şakirdleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz’î olmasından rahmet dahi cüz’î kaldı. İnşâallah yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hizbü’l-Kur’ani’l-Muazzam’ın hem fevkalâde ehemmiyeti hem faydaları hem okumasında hiçbir vesvesenin gelmemesi hem bütün Kur’an’ın en sevaplı âyetlerinin ihtivası hem Resail-i Nuriye’nin bütün esaslarını ve hakikatlerini cem’etmesi hem herkese hususan her vakit bütün Kur’an’ı okumaya fırsat bulamayan ve hâfız olmayanlara tamam Kur’an’ın bir numune-i kudsîsi hem tamam Kur’an’ın tevafuklu tabında bir misal-i musağğarı ve müjdecisi hem maddî ve lafzî ve manevî parlak bir i’caz göstermesi gibi pek çok hâsiyetleri var ve bu şuhur-u mübarekedeki pek çok bereketlere ve nurlara ve sevaplara medardır ve onun tabına ve neşrine çalışmışlara çok büyük hayırlar kazandırır.

Risale-i Nur’un iki parlak ve kudsî istinad noktası ve âb-ı hayat çeşmesi olan شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٰٓئِكَةُ … الخ âyetiyle قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ … الخ âyeti, her nasılsa sehven Sure-i Âl-i İmran’dan alınan âyetlerde yazılmamışlar. O iki âyeti de yazıp içine koyunuz.

Bugünlerde on ikinci sahifeyi okurken birden اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ فِى الدَّرْكِ الْاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ âyeti gözüme ilişti. Mâkabline baktım وَمَنْ اَحْسَنُ دٖينًا مِمَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ … الخ gördüm. Arka sahifesine baktım, gördüm ki Risale-i Nur’a işaret eden dört âyet var ve onlar Birinci Şuâ’da izah edilmiş. Kalbime geldi: Herhalde bu dehşetli âyet, bu dehşetli ve zulümatlı ve nifakı kuvvetli asrımıza da hususi bakar. Dikkat ettim, kanaatim geldi. Bir emaresi şudur ki: اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ فِى الدَّرْكِ الْاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ cifir ve ebced hesabıyla, tam tamına nifakın dört mertebesinin tarihlerine tevafuk ile parmak basıyor. Şöyle ki:

Şeddeler sayılır, eğer okunmayan hemzeler ve فٖى deki okunmayan ى sayılmazsa tam tamına bin üç yüz altmış iki (1362) ederek bu seneye parmak basar.

Eğer مِنَ النَّارِ deki şedde bir nun bir lâm-ı aslî hesap olsa bin üç yüz kırk iki (1342) ederek Birinci Harb-i Umumî’nin dehşetli nifakları netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir.

Eğer şedde iki nun sayılsa okunmayan hemzeler ve ى de sayılsa bin üç yüz yetmiş altı (1376) ederek, bu zulümatlı nifakın sukut mertebesine ve çok âyetlerde “Nur” ile karşılaştırılan الظُّلُمَاتِ kelimesinin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz yetmiş ikiye (1372) dört farkla tevafuk ederek haber verir.

Eğer okunmayanlar sayılsa ve النَّارِ deki şedde lâm-ı aslî olsa tam tamına bin üç yüz elli altı (1356) ederek küfür ve nifakın dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar gördüm.

Evet, iki ر 400; üç ف , iki ل 300; bir ق , iki şeddeli ن lar 300; bir م bir س 100; diğer م , bir ى , bir ن o da 100; iki ن o da 100; yekûnü bin üç yüz (1300). Bir ل , bir ك 50, şeddeli د 8 ve iki medde, iki hemze 4; mecmuu bin üç yüz altmış iki (1362) eder. Öteki üç adedi de kıyas edilsin.

Hem on ikinci ve on üçüncü sahifelere dikkatle baktım, gördüm ki: Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ve muarızlarına o derece mutabık geliyor ki değil yalnız bir mana-yı işarî ile bir remizdir; belki bu asra bakan mana-yı sarîhiyle hususi bakar, küllî manasına mümtaz bir fert olarak dâhil eder diye kat’î anladım, hadsiz şükrettim.

Bu hizmet-i nuriyede şimdiye kadar başımıza gelen belalar yüz derece ziyade olsa yine ucuzdur; biz kazanıyoruz. O belalar, ehemmiyetsiz fâni şişelerimizi ve cam parçalarımızı kırmalarıyla, bâki ve uhrevî elmasları bize kazandırıyorlar diye sabır içinde şükretmeliyiz ve sevinmeliyiz bildim.

Hem beni bu sekizinci defadaki zehirlendirmeleri dahi yine akîm kaldığını size beşaret veriyorum. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ Gavs-ı A’zam’ın teminatı yine tahakkuk eyledi.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını bu mübarek şuhur-u selâsede isterim.

Ve daire-i nuriyede kesretli bulunan masumların ve elleri boş dönmeyen mübarek ihtiyarların masumane dualarını bütün ruhumla arzu eden kardeşiniz Said Nursî

***

Aziz kardeşlerim!

Size iki pusulayı Leyle-i Regaibden altı saat evvel yazdım. “Hizbü’n-Nuriye” kâğıt ile teslimden sonra, kat’iyen benim kanaatimde bir nevi mu’cize-i Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akîm kaldığı ve herkes meyusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib –bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği– üç saatte yüz defa, belki fazla tekrar ile melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki en muannide dahi Leyle-i Regaibin kudsiyetini ve Hazret-i Risalet’in bir derece, bir cihette âlem-i şehadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten li’l-âlemîn olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi. Acaba dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum.

Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından bu rahmet îma eder ki her halde ehemmiyetli bir fütuhatı perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. Hem burada Lem’alar’ın verdiği iştiyak cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşâallah bir nevi makbul dua hükmüne geçti.

***

Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim ve vârislerim!

Bana karşı şimdiki tazyikatın üç sebebi var:

Birincisi: Heyet-i Vekilenin kararıyla, iaşem için her gün iki buçuk banknot ve sair masraflar için de bir tahsisat ve istediğim tarzda bir haneyi inşa edip bana vermek hakkında buraya emir gelmişti. Ben de kabul etmedim. Yalnız yol masrafı için Denizli’de sevkiyatım için verilen bir kısmı kabul ettim. Onlar da kızdılar, tarassuda başladılar.

İkinci Sebep: Denizli havalisindeki ahali, Risale-i Nur hesabına bana karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü teveccüh göstermesiyle ve buralarda dahi aynı hal başlaması, garazkârların evhamına dokunmasıdır.

Üçüncüsü: Malûm ölmüş adamın hesabına benden intikamını almak için Afyon Valisinin garazkârane bahaneleridir.

Fakat kader-i İlahî, onların bu zulümlerini hakkımızda merhametlere ve maslahatlara çeviriyor. Siz merak etmeyiniz. Bir maslahat şudur ki:

Onlar, yalnız Risale-i Nur yerinde beni susturuyorlar. Halbuki benim bedelime Risale-i Nur yüzer dillerle ve şakirdleri binler lisanlarıyla mükemmel konuşuyorlar; bu Nurları, zulmetli kafalara ders veriyorlar. En büyük memurların onlara gönderilen Risale-i Nur’un müdafaası olan “Meyve”nin tesiriyle başka risaleleri de bilhassa “Hüccetullahi’l-Bâliğa mecmuasını kemal-i merakla tetkik etmeye başlamaları, onların inatlarını kırdığına çok emareler var.

Evet, nasıl ki onlar şahsımla meşgul olmaları Risale-i Nur’un bir derece serbestiyetine ve intişarına faydadır, öyle de kardeşlerimle görüştürmemek dahi ehemmiyetli bir maslahattır. Hattâ bir defa görüşmek için yüz lirasını sarf edip buraya kadar gelen bir kardeşimizin görüşmeden geri gitmesi tam bir maslahat oldu. Eğer kapı açılsa her taraftan ziyaretçi tehacümüyle hem garazkâr ve vehhamların evhamına dokunmak ihtimali hem sırr-ı ihlasa ve mesleğimiz olan mahviyet ve enaniyeti bırakmak ve dünya cereyanlarına karışmamak, hattâ düşünmemek olan prensibimize zararı bulunması cihetiyle bu tecridim, hakkımızda bir inayettir.

Bu şuhur-u mübarekede kazanç bire yüzdür. Mübarek kardeşlerim ricalen ve nisaen ve masumlar ve muhterem ihtiyarlar dualarıyla bize yardım etmelerine pek ziyade ihtiyacımız var. İnşâallah daha hiçbir fırtına sizleri sarsmayacak, çelik gibi metanetiniz kırılmayacak.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hem manevî hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.

Sual: Neden ne dâhilde ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ediyorsun? Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlerini neşredeceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan “ihlas” bizi men’ediyor. Çünkü bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine âlet ederek hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan “şefkat etmek”, zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى Yani “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstahak olmaz.” olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ sırrıyla şedit bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına belki taraftarlarına dahi adâvet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez.

Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Mesela, hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adâvet etmek, şefkatin esasına zıttır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.

Cihad-ı dinî de olsa kâfirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülkiyetine dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil belki İslâmiyet’le ve cemaat-i İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim’in Re’fet Bey gibi müteallikatlarına benim tarafımdan taziye edip deyiniz ki: “O merhum, Risale-i Nur talebeleri dairesi içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz de hususi ona dua ederiz.”

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sual: “Tevafukla bu keramet nasıl kat’î sabit oluyor?” diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevaptır.

Elcevap: Bir şeyde tevafuk olsa küçük bir emare olur ki onda bir kasd var, bir irade var, rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk birkaç cihette olsa o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar olsa o tevafuktan gelen işaret, sarîh bir delâlet hükmüne geçer ki bir kasd ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

İşte bu mesele-i mi’raciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’raca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Mi’raciye Risalesi’nin burada çoklar tarafından şevk ile kıraat ve kitabet ve neşrine rast gelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle birkaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acib gürültülerle, söylenmeyecek maddî manevî zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkârane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın meyusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslâmiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak, kâinat bu gecelere hürmet eder “Neden siz etmiyorsunuz?” diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslâmiyeye karşı, hattâ semavat ve feza-yı âlem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki bu işte hususi bir kasd ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir, hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.

Demek hakikat-i mi’rac, bir mu’cize-i Ahmediye (asm) ve keramet-i kübrası olduğu ve mi’rac merdiveni ile göklere çıkması ile Zat-ı Ahmediye’nin (asm) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi; bu seneki Mi’rac da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

İşarat-ı Gaybiye-i Gavsiye ve Aleviye’de, altmış dörtte Risale-i Nur telifçe tamam olur. Demek o tarihten sonra, yalnız izahat ve hâşiyeler ve tetimmeler olacak. Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi:

Birincisi: Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil belki davacı olur: “Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”

İşte bu hakikate binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlat olurlar.

Risale-i Nur’un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risale-i Nur’a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa Risale-i Nur ona hakiki bir gıda-yı manevîdir. Çünkü Risale-i Nur’un dört esasından birisi şefkattir ki ism-i Rahîm’in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hâssaları ve fıtrî vazifelerinin mayası şefkattir.

Üçüncü kısım: Fıtrî olmasa da vaziyeti itibarıyla Risale-i Nur’a ekmek ve ilaç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü Risale-i Nur hayat-ı bâkiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevî hayatın fânilik cihetinde mahiyetini tam gösterdiğinden; dünyevî hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalalet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risale-i Nur’a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir teselli, bir nur alırlar ki onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.

İhtar Edilen İkinci Nokta: Madem Arabîce altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumî tarihi olsa daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen risaleler kalmış. Mesela, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem’alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki:

Eski Said’in en mühim eseri ve Risale-i Nur’un fatihası, Arabî ve matbu olan İşaratü’l-İ’caz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said’in en son telifi ve yirmi gün ramazanda telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemaat Risalesi, Otuz İkinci Lem’a olması ve Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyllerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem’a olması ihtar edildi. Hem Meyve On Birinci Şuâ olduğu gibi Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şuâ ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar mecmuası On Üçüncü Şuâ olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiblerine havale ediyorum. Demek, birkaç mertebede kapı açıktır, bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.

Aziz kardeşlerime birer birer selâm ediyorum. Kastamonu ve civarındaki kardeşlerimi de –eski zamanda olduğu gibi– daima beraber görüyorum. Hiç merak etmesinler; Risale-i Nur tevakkuf etmiyor, perde altında büyük fütuhatı var. Sıkıntılarımızın neticeleri, Risale-i Nur’un derslerine daha ziyade nazar-ı dikkati celbedip geniş bir dairede kendini okutturuyor. Onun için gayet çalışkan iki kardeşimiz olan baba ve oğlu; ve babası ziyade sıkıntı çekmelerinde iftihar etsinler, orada muvakkat tevakkuftan müteessir olmasınlar. Benim ve bizim nazarımızda onlar, eski mevkilerini tam muhafaza ediyorlar.

Başta Risale-i Nur’un fıtrî talebeleri masum çocuklar demiştik. İşte bir numunesi; bu mektubumu rahatsızlıktan kendim yazamadığım için ben söyleyip yeni hurufla yazan Ceylan, biri de ona mektup yazan masum Küçük Ali, biri de bu defa bana kâmilane ve müdakkikane mektup yazan Medrese-i Nuriye’nin küçük şakirdi Küçük Mehmed’dir. Ben de onlara “Bârekellah bahtiyar çocuklar!” derim, peder ve validelerini de tebrik ederim.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bir suale mecburi cevabın tetimmesidir.

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silahla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i Nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-âver meselelere bakıp vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin Dördüncü Mesele’sini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi –muvakkat olduğu için– bizim meselemizin en küçüğüne –bekaya baktığı için– mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz.

Bu âyet لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyet’in ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ Yani “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, bizi zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurani müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:

Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben “Yazık!” dedim, bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim: ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi cehennem de adam ister.

(Beşinci Şuâ’nın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)

Said Nursî

***

Denizli tüccarı, aslı Burdurlu Hâfız Mustafa’ya hitaptır.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ النُّورِ

Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede muvaffakıyetli arkadaşım!

Sen binler safalarla geldin, beni ebedî minnettar ettin. Ve sadık arkadaşlarınla Risale-i Nur’un serbestiyetine hizmetiniz o derece büyük ve kıymetlidir, değil yalnız bizi ve Risale-i Nur’un şakirdlerini belki bu memleketi belki âlem-i İslâm’ı manen minnettar ettiniz ki ehl-i imanın imdadına yetişmeye Risale-i Nur’un yolunu serbestçe açtınız.

Ben, bir seneden beri seni ve seninle beraber bu serbestiyetine çalışanları, Merhum Hâfız Ali ve Hüsrev gibi Risale-i Nur’un kahramanlarıyla beraber manevî kazançlarıma, dualarıma şerik etmişim hem devam edecek. Buraya kadar her bir dakika yoldaki, bir gün Risale-i Nur’un hizmetinde bulunduğun gibi beni minnettar eyledin. Hâkim-i âdil namını alan malûm zatı ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakiki adalete hizmetleri için âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı yedi aydır onları da aynen manevî kazançlarıma şerik ediyorum.

Bana teslim ettikleri Risale-i Nur’un bir kısmını, kardeşlerime cevap vereceğim, bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünkü onlar, Risale-i Nur’un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar. Bu meselede ben Denizli şehrini kendi karyeme arkadaş edip bütün emvatını ve ehl-i imanın hayatta olanlarını hem kendim hem Risale-i Nur’un talebeleri, manevî kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Denizli hapishanesini de bir imtihan medresemiz telakki ediyoruz. Ve bizimle alâkadar hem Denizli’de hem hapiste umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selâm ve dualar ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kat’iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem alkışlıyor ki üç dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi. Ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine Leyle-i Mi’racda aynen Risale-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten Leyle-i Regaibe tevafuk ederek kesretli melek-i ra’dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağı’nda gelmesi, o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra demek Denizli’de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında yine aynen Leyle-i Mi’raca ve Leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi o tevafuklarıyla kat’î kanaat verdi ki Risale-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir itiraz olduğu gibi bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç cuma gecesinde –biri Leyle-i Regaib, biri Leyle-i Mi’rac, biri de şaban-ı muazzamın birinci cuma gecesinde– rahmetin kesretli gelmesi ve Risale-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi; küre-i havaiyenin bir tebriği, bir müjdesidir ve Risale-i Nur’un da manevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.

Ve en latîf bir emare şudur ki dün birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan’a dedim:

“Pencereyi aç, o ne diyecek?” Girdi durdu tâ bu sabaha kadar; sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada döndüm. Baktım “Kuddüs Kuddüs” zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim:

“Bu misafir ne için geldi?” Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım çıktım, yarım dakikada geldim; o misafir kayboldu. Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki:

“Ben bu gece gördüm ki Hâfız Ali’nin kardeşi yanımıza gelmiş.” Ben de dedim:

“Hâfız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.” Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi dedi:

“Hâfız Mustafa geldi.” Hem Risale-i Nur’un serbestiyetinin müjdesini hem mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdi hem serçe kuşunun ve senin hem kuddüs kuşunun tabirini ispat etti ki tesadüf olmadığını ispat etti.

Acaba emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acib bir surette hem kuddüs kuşu garib bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkması, Risale-i Nur’un Hâfız Ali gibi bir zatın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın?

Evet bu mesele, küçük bir mesele değil; kâinat ve hayvanat ile alâkadardır. Ben Risale-i Nur’un bir şakirdi olmak itibarıyla kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şakirdleri ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin.

Evet dinin, şeriatın ve Kur’an’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hall ve keşfeden ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden ve mi’rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’an hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arz ve küre-i havaiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendi ile meşgul edecek bir hakikat-i Kur’aniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır.

***

Aziz kardeşim!

Risale-i Nur’un avukatı Ziya’yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür hem tebrik ediniz. Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki o Ziya, bu Ziya’dır. Bizleri ebede kadar minnettar eyledi. Mahkemede zabıt kâtibi ve azadan Hasnâ Hanım ve sorgu hâkimi gibi vicdanlı zatlara teşekkür ederiz. Ve onları unutmayacağımı bilhassa başta Müftü Osman, Hasan Feyzi olarak çok ehemmiyetli kardeşlerime selâmımızı ve minnettarlığımızı bildiriniz. Ve hâkim-i âdil olan zata, Risale-i Nur’un ekser eczalarını ona hediye etmek için yazdırmayı karar verdiğimi söyleyiniz. Ve Risale-i Nur’un fahrî avukatı Ziya’ya; kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye etmek niyetindeyim.

Tabolunan Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin beş yüz matbu nüshaları da tabedenlere verilecek mi? Merak ediyorum.

Biri de İstanbul’da müsadere edilen ne kadar Risale-i Nur varsa bana aittir. İçinde yirmi risale bulunan mecmua bana çok ehemmiyeti var.

Hem Denizli’den müfarakat ederken emanet Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’ni, orada bazılarına bırakmıştım, o da bana çok lâzımdır belki Hoca Musa Efendi biliyor.

***

Risale-i Nur’un zayıf veya yeni şakirdlerini vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki: Gizli bir komitenin desisesiyle safdil bazı hocalar veyahut bid’a taraftarları bazı muarızlar, Risale-i Nur’un hiç zedelenmez bazı hakikatlerine karşı gelmek için benim çok kusurlu ve –itiraf ediyorum– çok hatalı şahsımın noksanlarını ve hatalarını işaa etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur’a ilişmek ve darbe vurmak istediklerinin bu yirmi senedir yirmi ehemmiyetli hâdisesi var. Hattâ iki defa hapsimize de bir nevi vesilesi olduğundan dostlarıma ve Risale-i Nur’un şakirdlerine ilan ediyorum ki:

Ben, Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş. Değil kendimi satmak, hodfüruşluk etmek belki kemal-i mahcubiyetle Risale-i Nur’un mübarek şakirdleri içinde onların samimiyet ve ihlası ile kendimi affettirmek ve onların manevî şefaatiyle günahlarıma bir keffaret aramaktır.

Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahirî bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur’u benim malım zannedip Risale-i Nur’un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: “Said cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor.” gibi tenkitleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mazeretlerim var.

Evvela: Ben Şafiî’yim. Şafiî mezhebinde cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden bazen sünnet olarak kılıyordum.

Sâniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men’ettikleri için –hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş– hem yirmi beş senedir ben münzevi yaşadığım için kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha’nın yarısını okumadan, imam rükûya gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.

Sakal meselesi ise: Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmî hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.

Bazı âlimler “Sakalı tıraş etmek caiz değildir.” demişler. Muradları sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşadıyla, yirmi sene haps-i münferid hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşâallah o sünnetin terkine bir keffarettir.

Hem bunu kat’iyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Benim ne haddim var ki sahip olayım tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de hakikat-i ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz.

Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene –fakat hakikat olmak şartıyla– minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa ısırmadan atılsa nasıl memnun oluruz, kusurumuzu –fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile– kabul edip minnettar oluyoruz.

***

Aziz kardeşlerim!

Hazret-i Ali (radıyallahu anh) وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ fıkrasında Âyetü’l-Kübra yüzünden şakirdleri bir musibete düşüp ve onun berekâtıyla emniyet ve selâmete çıkacaklarını kerametkârane haber verdiği gibi Âyetü’l-Kübra Risalesi, Nurlar içinde yüzer matbu nüshasıyla serbestiyet noktasında daha ziyade mevki alması cihetiyle bu memlekete üç büyük yağmur rahmetine birinci vesile olduğu gibi; ben dünya halini bilmiyorum fakat eskiden beri boğazımızı sıkan ve daima bizi istila etmeye fırsat bekleyen ve dehşetli kuvvet alan ve taraftarlar bulan ve bizi istinadsız zannıyla fırsat bekleyenin istilasından ve esaretinden Âyetü’l-Kübra ve arkadaşlarının serbestiyeti çok hâdise ve emarelerle şimdiye kadar Risale-i Nur –sadaka gibi– belaların def’ine bir vesile olduğundan bu da bu belaya karşı vesiledir denilebilir.

Ve İmam-ı Ali radıyallahu anhunun وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ fıkrasında bir vecihte Âyetü’l-Kübra Risalesi maksud olduğu gibi Denizli Meyvesi’nin on bir meselesi Hüccetü’l-Bâliğa on bir hüccetiyle aynen asâ-yı Musa’nın on bir mu’cizesine tevafuk edip bu fıkrada aynen Âyetü’l-Kübra Risalesi gibi İmam-ı Ali’nin (ra) medar-ı nazarı olduğu kalbime ihtar edildi. Demek Meyve Risalesi, asâ-yı Musa gibi çok firavunları susturur, mağlup eder. Âyetü’l-Kübra’yı tabeden kahraman ve mübarek kardeşlerimiz, pek büyük bir hizmet-i Nuriye yapmışlar. Merhum Hâfız Ali’nin (rh) hizmet-i Nuriyesi, bununla da devam ediyor.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Âyetü’l-Kübra’nın matbu nüshaları perde altında çok hizmet görmüşler. Baştaki ihtarın âhirinde –beyaz yerde– bir hâşiye olarak size altı satır suretini gönderdik, siz münasip görürseniz yazdırırsınız hem ıslah ve tashih edersiniz.

Benim kat’î kanaatim geldi ki: Bu defa Âyetü’l-Kübra’yı dikkatle ve muarızları nazara alıp okudum. Şüphem kalmadı ki Risale-i Nur’un çok şiddetli darbelerine karşı muarızlar zayıf bahaneler ve sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz kusurları medar-ı mes’uliyet gördükleri halde; bu dehşetli darbeleri nazara almayıp hem beraetimizi hem Risale-i Nur’un serbestiyetini kabul etmelerinin sebebi: Başta Âyetü’l-Kübra olarak Risale-i Nur’un Meyve ve Hüccetü’l-Bâliğa gibi eczalarındaki hârikulâde ve sarsılmaz hakikatler, onların dehşetli inatlarını kırmasıdır. Çaresiz, mecburiyetle serbestiyetini; beraetimizi resmen kabul etmişler. Fakat yine gizli zındıka komitesi, elinden geldiği kadar nazar-ı millette kendilerini lanetten, nefretten bir derece kurtarmak için kusurlarımızı arıyorlar ve hükûmeti iğfal etmeye çalışıyorlar. Onun için biz, eskisi gibi ihtiyatımızı elden bırakmamalıyız. (Hâşiye[1])

Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek ramazan-ı şerifinizi ve geçmiş Berat Gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, onların ve bizlerin hakkımızda bu ramazandaki Leyle-i Kadrimizi bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevap eylesin, ümmet-i Muhammediyeye saadet ve selâmet versin, âmin!

Hem cümlenize birer birer selâm eden kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Âyetü’l-Kübra’nın başındaki ihtarın âhirinde “Nazar-ı dikkati celbetmiş.” cümlesine hâşiyedir:

Evet İmam-ı Ali’nin (ra) Âyetü’l-Kübra hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli Hâdisesi tasdik etti. Çünkü bu risalenin gizli tabı hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikati galebesiyle, beraet ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. İmam-ı Ali’nin (ra) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi. وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ hakkımızdaki duasının kabulünü ispat etti.

Emirdağ Lâhikası – I s.10-31

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ النُّورِ

 

Emirdağ’daki kardeşlerime!

Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki: Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem mektuplarını ve kitaplarını ve esrarını hükûmet şiddetli taharriyatla elde etti. Dokuz ay hem Isparta hem Denizli hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, bir tek gün cezayı, bir tek talebesine vermeyi mûcib bir madde –beş sandık kitaplarında ve evraklarında– bulunmadı ki hem Ankara Ehl-i Vukufu hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraetine karar verdiler.

Hem bu zarurî işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam, mahkemece dava etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahit gösterip tasdik ettirmiş ki: Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş. Ve on senedir, hükûmetin iki reisinden ve bir vali ve bir mebusundan başka hiçbir erkânı ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve tanımaya merak etmemiş. Ve üç senedir harb-i umumîyi ne sormuş, ne bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüz otuz telifatından, yirmi sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne asayişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı hükûmet görmemiş. Beş vilayetin dikkatli zabıtaları ve taharri memurları ve mahkeme işiyle iştigal eden üç vilayetin ve merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki tahliyelerine mecbur oldular.

Eğer bu adamın dünya iştihası ve siyasete meyli olsaydı, hiç imkânı var mı ki bir tereşşuhatı ve emareleri bulunmasın? Halbuki mahkeme safahatında hiçbir emare bulamadılar ki muannid bir müddeiumumî mecbur olup vukuat yerinde imkânatı istimal ederek mükerreren iddianamesinde “Yapabilir.” demiş ve “Yapmış.” dememiş. Yapabilir nerede? Yapmış nerede? Hattâ mahkemede Said ona demiş: “Herkes bir katli yapabilir, bu iddianız ile herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor!”

Elhasıl: Ya bu adam tam divanedir ki bu derece dehşetli umûr-u dünyaya karşı lâkayt kalıyor veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir saadetine ihlasla çalışmak için hiçbir şeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyle ise bunu taciz ve tazyik etmek, vatan ve millete ve asayişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.

***

Mühim Bir Suale Hakikatli Bir Cevaptır

Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye, Şeyh Sünûsî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun?” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.

Hattâ ben hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar; siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim!

Beraetimizden sonra Denizli’de beni tarassudla taciz edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim:

Risale-i Nur’un kabil-i inkâr olmayan bir kerametidir ki yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve binler şakirdlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dâhilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki bu hârika vaziyeti versin. Bir tek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa elbette onu mes’ul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak.

Madem hakikat budur ya diyeceksiniz ki: “Pek hârika ve mağlup olmaz bir deha bu işi çeviriyor.” veya diyeceksiniz: “Gayet inayetkârane bir hıfz-ı İlahîdir.” Elbette böyle bir deha ile mübareze etmek hatadır, millete ve vatana büyük bir zarardır. Ve böyle bir hıfz-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniyeye karşı gelmek, firavunane bir temerrüddür.

Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassud ve nezaret etmesek, derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin.”

Ben de derim: Benim derslerim bilâ-istisna bütünü, hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcib bir madde bulunmamış. Kırk elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı hem eski mahkemenin hem yeni mahkemenin mûcib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüz otuz risaleden beş on kelime bahane edip yalnız kanaat-i vicdaniye ile yüz yirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi kat’î bir hüccettir ki bana ve Risale-i Nur’a ilişmeniz, manasız bir tevehhümle çirkin bir zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle ta’diline çalışsanız.

Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faydasız tarassudlar artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık zafiyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun âhı tâ arşa kadar gider!” diye bir kuvvetli hakikattir.

Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen yirmi senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: “On yedi milyon değil belki yedi milyon da değil belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azîmet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terk eden adama ‘İnat ediyor, bize muhaliftir.’ denilmez. Haydi inat dahi olsa madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilayetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki beyhude hem milletin hem hükûmetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa madem tasdikiniz ile yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve manen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip faydasız, kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddi konuşmak dahi bir divanelik olmasından sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem!” dediğim, onları hem kızdırdı hem susturdu. Son sözüm: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَ نِعْمَ النَّصٖيرُ

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu parçayı sizler dahi Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan risaleler ve mektuplar mecmuasının başında yazarsınız. Eğer mecmualar olmasa da Birinci Şuâ’nın başında yazarsınız. Beni merak etmeyiniz. Sevabın ziyade olması, bana sıkıntıları bir cihette sevdirir ve Nurların intişarına başka sahalarda meydan açar.

Umumunuza birer birer selâm…

Risale-i Nur’un makbuliyetine imza basan ve gaybî işaretler ile ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı meseleye, aynı davaya ittifakları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali’nin üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber vermesine dairdir.

Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalı idi. Keramet sahibi, kerametini yazamaz.”

Ben de onlara cevap verdim ki: Bu, benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. Risale-i Nur ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir dedim. Onlar sustular, demek kabul ettiler.

Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasipti fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve fakir ve zayıf olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybî imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfüruşluk verip sukutuma sebep olsa da ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmaya –lüzum olsa– dünyevî hayat gibi uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için cehennemi kabul ederim.

***

Ankara Ehl-i Vukufunun İttifakla Verdikleri Raporun Suretidir

Dolu bulunan cem’an beş sandık kitap, tarafımızdan açılarak okundu. (Hâşiye[1]) Said Nursî tarafından telif edilen basılmış, basılmamış Risale-i Nur eczaları ve Risale-i Nur’a ekli Said Nursî ile bazı şakirdleri tarafından yazılmış kısmen ilmî ve dinî mektuplarla, şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektupları ve klişeler, inceleme mevzuu salahiyetimiz dâhilinde görülerek incelendi. Bunların mahiyetini belirtmek için bu risale ve mektupları iki nev’e ayırmak gerektir:

Risaleler: Bir âyetin tefsiri ve bir hadîsin şerhi maksadıyla yazılmış olanlarıyla; din, iman, Allah, Peygamber, Kur’an ve âhiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ilmî görüşleri ve ihtiyarlarla gençlere hitap eden ahlâkî öğütler ve kısmen hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak’alar ve esnafa ait faydalı menkıbeleri ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir ki –bunlarda– bütün bu risalelerde müellif hem samimi hem hasbî ve hem de ilim yolundan ve dinî esaslardan hiç ayrılmamıştır. Bunlarda dini âlet etmek ve cemiyet teşkil etmekle emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarîhtir.

Şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektupları da bu nevidendirler.

1- Said Nursî, İstanbul’da iken kazandığı ehemmiyetli şan ve şerefin, kalın bir uykudan ibaret sakîl bir rüya, muvakkat bir sersemlik olduğunu söyler. Ve İstanbul’da bir iki sene gafletle siyasete karıştığından bunu dünyanın ölümü diye tasvir eder. Bu münasebetle “Eski Said” “Yeni Said” diye iki şahsiyet bulunduğunu ve bu şahsiyetlerin birbirinden ayrı olduklarını söyler. Sonra dokuz adet birincide, yirmi kadar risale bulunan mecmuasının sonunda, Isparta’da Risale-i Nur şakirdlerine yazılan mektubun içinde, siyasete tenezzülün hata olduğunu söyler.

2- Said Nursî’nin en mühim kitabı olan Hüccetü’l-Bâliğa adlı kitabın bir münâcat kısmında: “Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa davayı kaybeder. Hakiki dava budur. Bunun haricindeki davalara karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.” der.

3- Yirmi Altıncı Lem’a’da “İhtiyar dünyada, benim hakiki vazifem, neşr-i esrar-ı Kur’aniyedir.” (Sahife: 45). Bu memleketle, hamiyet-i İslâmiye noktasından alâkadarım. Yoksa benim ne hanem var ne evladım.” (Sahife: 59).

4- Yirmi Birinci Lem’a’da kardeşlerine verdiği öğütlerden birinci düstur: “Amelinizde rıza-i İlahî olacak, maddî menfaat fikri olmayacak.” Bu yazılarda: “Ben sofi değilim.” “Mesleğimiz tarîkat değildir” (Sahife: 8). “Hubb-u câh ve nazarı kendine celbetmek, ruhî bir marazdır. Buna gizli bir şirk denir.” “Eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı makam bir olurdu, o makama çok namzetler olurdu. Mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz…”

***

Denizli Mahkemesinin İttifakla Verdiği Karar Suretidir

Şahitler ifadelerinde, maznunlara atıf ve isnad olunan suçu işledikleri hakkında adem-i malûmat beyan etmişler; bilhassa Ankara Ağır Ceza Mahkemesinden Emin Büke’nin riyaseti altında ehl-i vukuf intihab olunan Ankara Diyanet İşleri Müşavere Heyeti azasından ders-i âmm ve profesör Yusuf Ziya Yörükhan ve Ankara Dil-Tarih Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü Necati Lügal ve Türk Tarih Kurumu ve Türk-İslâm Kitapları Derleme Heyeti azasından Yusuf Aykut tarafından tanzim kılınan evrak arasında mevcud raporlarında: Said Nursî’nin yegân yegân tetkik olunan risale ve kitaplarında halkı; dini ve mukaddesatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya cemiyet kurmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat, emare olmayıp kendisini yegane âlim mahiyetinde göstermeye meraklı bir tavır takındığı…

Mevkuflardan Said Nursî’nin mensuplarına gelince: Onlar Said Nursî’nin ilmî ve vâkıfane eserlerine, din meselelerini ve Kur’an hakikatlerini öğreneceğiz diye peşine düşmüşler ve bunlar hüsn-ü niyet sahibi olup sırf dinî itikad yönünden Said’e ve okudukları risalelere bağlılık göstermişler. Bu maksatla yaptıkları muhabere mektuplarının münderecatında, hükûmete karşı kötü maksat beslemedikleri ve bir cemiyet veya tarîkat kurmak fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmış olduğuna mütedair olduğu görülmüş ve her ne kadar evrak arasında mevcud sorgu hâkimliğince Denizli ehl-i vukuf raporunda Said Nursî’nin bazı âsârından istidlal tarîkıyla ve mesnedsiz olarak kendisinin ve mensuplarının hükûmete karşı kötü bir maksat besledikleri beyan olunmakta ise de evrak-ı tahkikiye münderecatında ve şuhudun, maznunlara atfen ve isnad olunan ef’al hakkında adem-i malûmat beyan etmelerine ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesince yaptırılan ehl-i vukuf raporu mahiyet ve münderecatına göre şâyan-ı ihticac ve iltifat görülmemiş ve esasen maznunların ekseriyet-i a’zamîsi okumak yazmaktan âciz bulunmuş, diğer kısmı da kendilerini ibadet ü taate vermiş oldukları, binaenaleyh devletin emniyetini ihlâl edecek mahiyet arz edecek şerait ve evsafı haiz kimselerden olmadıkları tezahür ve tahakkuk etmiş ve mahkemenin kanaat-i vicdaniyesi de bu merkezde tecelli ve tahassül etmiş olmakla; müddeiumumînin tecziyeleri hakkındaki mütalaası, zikir ve ta’dad olunan delaile karşı gayr-ı vârid görüldüğünden reddiyle, zan altına alındıkları ef’alden beraetlerine, başka sebeple mevkuf değillerse tahliyelerine müttefikan karar verildi. 15.6.944

(Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, ittifakla beraetlerine kararlarını hükmüyle imza ediyorlar.)

Aza

Aza

Reis Ali Rıza (rahmetullahi aleyh)

***

Kendi Kendime Bir Hasbihaldir

(Bu hasbihali Ankara makamatına işittirmeyi, ıslahtan sonra sizin tensibinize havale ederim.)

Hâkim kendisi müddeî olsa elbette “Kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım!” benim gibi bîçarelere dedirtir. Evet, şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferid kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zafiyetle, kışın şiddeti içinde her şeyden men’edildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zaten ben, tam bir haps-i münferidde yirmi seneden beri azap çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrit ve tarassudlarıyla sıkıntı vermek ise “gayretullah”a dokunup bir belaya vesile olmasından korkulur.

Mahkemede dediğim gibi nasıl ki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var. Hattâ tahmin ederim ki benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilakis ehemmiyet vermedi, beni meyus etti, adliyenin yangınına bir vesile oldu ihtimali var.

Ben derim ki: Benim hakkımda vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükûmeti, zabıta ve adliyesiyle beraber beni tam himaye etmek, en ehemmiyetli bir vazifesidir. Çünkü yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektuplarımı, üç adliye ve merkez-i hükûmet dokuz ay tetkikten sonra beraetimize ve tahliyemize karar verdi. Fakat ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksatları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar.

Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta istimal ettikleri bir iki desiselerini beyan ediyorum.

Derler: “Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli hem kesretlidir. Ona temas eden, ona dost olur. Öyle ise onu her şeyden tecrit etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır.” diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.

Ben de derim: Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi nüfuz var. Fakat benim değil belki Risale-i Nur’undur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fâsıla ile şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakiki sebep cezamıza bulmaması, bu davaya cerh edilmez bir şahittir.

Evet, eserler tesirlidir. Fakat millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli Hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesi’yle gayet uslu ve mütedeyyin suretine girmeleri; hattâ iki üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.

Evet, beni her şeyden tecrit etmek, işkenceli bir azap ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünkü otuz kırk sene hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i maneviye ve teselli ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat’î bir delili; bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak, her tarafta Risale-i Nur’a fevkalâde teveccüh ve rağbet göstermeleri –hattâ itiraf ederim– yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.

Ben işittim ki benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir.

Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade adalet içinde hürriyete muhtaçtır. Evet, emsalsiz bir tazyik altındayım. Bir iki cüz’î numunesini beyan ediyorum:

Birisi: Mahkemece, Risale-i Nur’un ilmî bir müdafaanamesi ve Ankara’nın yedi makamatına ve Reisicumhura müdafaatımla beraber gönderilen ve neticede Ankara ehl-i vukufunun takdiriyle beraetimize bir sebep olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yadigâr ve hatıra olmak üzere güzel yazılarıyla birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli Zabıtası görüp ilişmeyen ve Afyon polishanesinde bir gece ve buranın zabıtasında da açık olarak bir gece kalan Meyve Risalesi ile Müdafaaname’yi, her gün endişeler içinde, bunları da elimden almasınlar diye saklıyordum. Belki beni taharri edecekler telaşı ile bu gurbette tanımadığım adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.

İkincisi: Denizli Mahkemesi hiç ilişmediği ve Eskişehir Mahkemesi yalnız bir tek kelimesine ilişip bir tek harfle cevabını alan İhtiyarlar Risalesi’ni, İstanbullu bir adam, burada bir adamdan alıp İstanbul’a götürmüş. Her nasılsa aleyhimdeki bir dinsizin eline geçmiş. Habbeyi on kubbe yaparak vilayet zabıtasını şaşırtıp “Kiminle görüşüyor, yanına kimler gidiyor?” diye beni sıkmaya başladılar. Her ne ise… Bunlar gibi çok acı numuneler var. Fakat en manasızı budur ki beni konuşturmamak için hizmetimde bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka herkesi ürkütüp benden kaçırtmalarıdır.

Ben de derim: On adamın benden çekinmeleri yerine, on binler belki yüz binler Müslüman, Risale-i Nur’un dersine hiçbir maniye ehemmiyet vermeyerek devam ediyorlar. Hem bu memlekette hem hariç âlem-i İslâm’da çok kuvvetli hakikatleri ve çok kıymetli faydaları için tam bir revaç ile intişar eden Risale-i Nur’un binler nüshalarından her biri, benim yerimde benden mükemmel konuşuyor. Benim susmamla, onlar susmaz ve susturulmazlar.

Hem madem mahkemece ispat edilmiş ki yirmi seneden beri siyasetle alâkamı kestiğim ve hiçbir emare aksine zuhur etmediği halde, elbette benimle görüşenden tevehhüm etmek pek manasızdır. (Hâşiye[2])

***

Kendi kendime hasbihal namındaki parçaya lâhika olarak
Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hâkimleriyle bir hasbihaldir

Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen size haber veriyorum ki:

Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakiki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.

Evet, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.

Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’an’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.

Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar, gayesi rıza-yı İlahî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin bîçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim; dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaytlık gösterildiği halde; elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze ne meşguliyet yok.

Madem hakikat budur, adliyelerin değil beni ve onları itham etmek belki Risale-i Nur’u ve şakirdlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakiki düşmanları Risale-i Nur’a hücum edip adliyeyi şaşırtıp dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevk ediyorlar. Küçücük iki numunesini beyan ediyorum:

Ezcümle: Hapisteki arkadaşlarımdan, selâm kelâmdan ibaret ve Arabî bir risalemin fiyatı olan on banknotu, buradaki bir adama gönderip tâ Isparta’da tab masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diyen mektubu yüzünden hem adliye hem hükûmet bana sıkıntılar verip hem vasıta olan adamı taharri etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu hem altı ay zarfında bir tek âdi muhabereyi bu kadar büyük bir mesele suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine, haysiyetine yakışmaz.

İkinci Numune: Benim gibi garib, ihtiyar ve zayıf ve beraet etmiş bir misafire, herkesi hattâ hizmetçilerini resmen propaganda ile ondan ürkütmek, kendini perişan bir vaziyete sokmak bu vilayetteki hükûmetin hamiyet-i milliyesine yakışmadığından, sinek kanadı kadar mevhum bir zarara dağ gibi ehemmiyet verip aleyhimde resmen propaganda yapmak “Kimin ile görüşüyor ve yanına kim gidiyor?” diye herkese bir telaş vermek, hükûmetin hikmeti ve hâkimiyeti, bu acib halete elbette tenezzül etmemek gerektir. Her ne ise… Bu iki madde gibi muttali olanlara hayret veren çok maddeler var.

Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse def’etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belaya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır.

Risale-i Nur’un bu kıymette olduğuna delil şudur ki: Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur’a karşı çıkmamış ve cerh edememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükûmet ehl-i vukufu, yüz kitaptan ibaret eczalarında, bizi mes’ul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat olan Risale-i Nur şakirdlerine kanaat-i kat’iye veren “İşarat-ı Kur’aniye” ve “İhbarat-ı Gaybiye-i Aleviye ve Gavsiye”nin, bu asırda Risale-i Nur’un ehemmiyetine ve makbuliyetine imza basmalarıdır.

Evet, adliyeler hukukları muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle Risale-i Nur’un yüz risalesi, yirmi senede yüz bin adamın saadetlerine hizmet ettiği sabit olmakla beraber on seneden beri, iki mahkeme ve merkez-i hükûmet ve birkaç vilayetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-ı mahrem evraklarımızda ve risalelerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mûcib-i ceza bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur’un bu vatanda gayet küllî ve büyük hukuku var. Bu küllî ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp âdi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç bîçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve âdi bir adamın cüz’î ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak; adliyenin mahiyetine ve adaletin hakikatine hiçbir cihetle yakışmaz diye size hatırlatıyoruz.

Doktor Duzi’nin vesair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur’a ilişmek, gazab-ı İlahînin celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz. Cenab-ı Hak size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan eylesin, âmin!

Gayr-ı resmî fakat tecrid-i mutlakta Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

وَ شَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ emriyle, kardeşlerimle bir meşverete muhtacım.

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Şimdi bir emr-i vaki karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot hem yeniden benim için bir hane –mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda– yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli altmış senelik bir düstur-u hayatım, bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene maaşı kabul ettim fakat o parayı kitaplarımın tabına sarf ederek ve ekserini meccanen millete verip milletin malını yine millete iade ettim. Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gelmemek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat’iye derecesinde kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim.

İşittim ki eğer reddetsem onlar, hususan lehimde iaşem için çalışanlar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe ediliyor.” O bedbahtlar, iktisadın hârikulâde bereketini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruşluk ekmek bana kâfi geldiğini görmemişler ki bütün bütün asılsız bir evhama kapılıyorlar. Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek ve bu zamandan haber verip tama’ ve maaş yüzünden bid’alara giren ve ihlası kaybeden âlimleri tokatlayan İmam-ı Ali radıyallahu anh dahi benden küsecek ihtimali var ve Risale-i Nur’un hakiki ve safi olan ihlası beni de ihlassızlıkla ittiham etmek ciheti var.

Ben, hakikaten tahayyürde kaldım. Ben işittim ki eğer kabul etmesem, beni daha ziyade sıkacaklar ve belki Risale-i Nur’un tam serbestiyetine ilişecekler. Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tekliflerine mecbur etmek için imiş.

Madem hal böyledir. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبٖيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle, zaruret derecesinde olsa inşâallah zarar vermez. Fakat ben reddettim, reyinize havale ediyorum.

Aziz kardeşlerim! Beni merak etmeyiniz. Ben her zahmette bir eser-i rahmet ve bir lem’a-i inayet gördüğümden, sıkılmıyorum. Sizin gayret ve ciddiyetiniz ve yardımınız, her sıkıntıyı izale eder, daimî sürur verir.

Burada, Abdülmecid kardeşim hükmünde ve hanedanı da benim hanedanım olması cihetiyle en çalışkan ve fedakâr Mustafa Acet hem küçücük bir Hüsrev hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylan namında çok çalışkan bir çocuk, Risale-i Nur’a tam hizmet ediyor.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Size melaikeye ait “Meyveler”in bir parçasını daha gönderdim. Mahkeme reisi, kitaplarımı bana vereceğini söylemesi üzerine, Denizli’ye iki vekaletname gönderdim. Burada bana şiddetli bir tecrit ve tazyik verildiğine merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devam ediyor.

Medar-ı ibrettir ki burada Risale-i Nur serbest okunup yazılırken –hilaf-ı âdet– başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risale-i Nur’a hücum edildi, yazdırılmadı, tatil oldu; gayet şiddetli bir kış başladığı gibi Afyon’a şekva suretinde yazılan hasbihal ve zelzeleleri Risale-i Nur’un tatiliyle münasebettar gösterdiği cihetini inanmayanlara güya inandırmak için aynı taarruz zamanında başlayıp şimdiye kadar ara sıra hafifçe sarsar, ikaz ediyor diye işittim. Hem ne vakit Risale-i Nur’a ilişilmişse bir nevi umumî korku başlamış görüyoruz.

Demek bu vatanın belalardan muhafazası için Risale-i Nur bir kat’î vesiledir. Madem böyledir, millet ve vatanı sevenler Risale-i Nur’u serbest bıraksınlar ve okusunlar ve okutsunlar.

İaşe için tahsisatlarından, yalnız masraf borçları vermek için bir tek defa sekiz günlük tayinatı kabul ettim, daha istemem dedim.

***

Aziz, sıddık, tam metin kardeşlerim!

Şehit merhumun berzahta okumasıyla mesrurane meşgul olduğu Nur Risalelerini dünyada kendi yerinde çalışmak ve beni de çalıştırmak için yazılmışlar gibi tam vaktinde yetişti ve Medrese-i Yusufiyenin üç tatlı meyvesini ve Kur’an’ın kudsî ve firdevsî binler meyveler veren üç hizbini beraber getirdi.

İki kahraman mübarek, yazdıkları güzel iki Meyvelerinin tarzında ve kıtasında On Birinci Mesele’sini dahi yazıp dört beş nüsha Hizb-i Nuriye varsa ve beş altı Hizb-i Kur’aniye ile beraber gönderilse münasiptir. Ve Hüsrev’in fıkrası, On Birinci Mesele’nin âhirinde kaydedilsin.

Size bu defa Âyetü’l-Kürsî’nin arkadaşı ve tetimmesi iki üç âyetin bir nükte-i i’caziyelerine dair bir parça gönderdim; daha tamamlamaya bir ihtar almadım, noksan kaldı, pek acelelikle yazıldı. Ehemmiyetli sırlar göründü fakat dünyaya bakmamak için tamam ve açık yazdırılmadı. Eğer hoşunuza gitse On Birinci Mesele’nin Hâşiyesi’nin bir lâhikası olarak kaydedersiniz ve İ’caz-ı Kur’an Risalesi’nin zeyllerinde hem El-Felak nüktesini hem bunu yazarsınız.

Kardeşlerim! Hiç merak etmeyiniz. Kat’î kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir dest-i gaybî tarafından istihdam ediliyoruz. Çok defa عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrına mazhar oluyoruz. Bu çalışmada zahmet pek az, ücret pek çok.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin gayet mübarek ve cennet meyveleri gibi şirin hediyelerinizi ve Denizli cihetindeki beşaretinizi aldım. Şimdi bu dakikada pek çok işler beni uzun konuşturmayacak, kısa kesmeye mecbur oldum. Çünkü hediyeyi getiren çabuk gidecek diye acele yazdım.

Evvela: Son parçada, başta بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى bin üç yüz kırk dört (1344) sehivdir. Eğer okunmayan iki hemze ve medde sayılmazlarsa sehiv değil hem çok manidardır. Doğrusu bin üç yüz kırk yedidir (1347) ki parçanın âhirinde tekrar doğru yazılmış. Hem bâki kalan kısmı hem ehemmiyetli hem dünyaya baktığı için ve “Alak”taki اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰى o parçadaki tağuta baktığından şimdilik yazdırılmadı.

Ve sâniyen: Fihriste’de Âyet-i Hasbiye olan “Dördüncü Şuâ”ın fihristesi “İhtiyar Lem’ası”nın On Dördüncü Rica’sı yerinde yazılsın. Hakikaten münasip görünüyor, tam bir ricadır.

Sâlisen: Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Yirmi Sekizinci Nüktesi’nin aynı (fihristesi değil) On Beşinci Söz’ün âhirinde yazılsın. Çünkü ikisi aynı hakikatten bahsediyor.

Râbian: Merhum Hâfız Ali’nin Lem’alarını tashih ettim. Yakında inşâallah gönderilecek.

Bugünlerde mübarek kahramanların firdevsî ve Yusufî meyvelerini tashih ederken o risale bana o derece kuvvetli ve kıymetli göründü ki bağırarak dedim: Bütün çektiğimiz hapis sıkıntıları yüz misli ziyade olsa da yine bu Meyve Risalesi, yüz derece daha fazla iş görmüş. En muannidleri de imana getirerek geniş dairelerde kendini zevkle okutturuyor.

Ey bana sıkıntı veren bedbahtlar! Bana ne yaparsanız yapınız, beş para vermem. Başımıza ne gelse ucuzdur, ayn-ı inayettir ve mahz-ı rahmettir diye tam teselli buldum.

Umum Risale-i Nur talebelerine selâm ve selâmetlerine dua ederiz.

Said Nursî

***

Bu istida, üç makamata gönderilmiştir. Oradaki kardeşlerime bir me’haz olmak için gönderildi.

Yirmi seneden beri sabredip sükût eden bir mazlumun şekvasını dinlemenizi istiyorum!

Hürriyetin en geniş suretini veren cumhuriyet hükûmetinde her bir hürriyetten men’edilmekle beraber, düşmanlarım benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükûmeti, ya beni tam himaye edip garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip müdafaatıma yasak demesin.

Çünkü resmen, perde altında her muhabereden men’im için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren bir tek çocuktan başka kimse ile beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım fırsat bulup tam Mahkeme-i Temyizin beraetimizi tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun tahsin ettikleri kitaplarımı almayı beklerken o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir iki mahrem risalelerimi verdirip sonra meslekçe benim aleyhimde bir iki ehl-i vukufun eline geçirip aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükûmet-i cumhuriyenin bütün erkânlarına belki dünyaya ilan ediyorum ki:

Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı hakikatiyle ve i’cazının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.

İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf heyetinin ve üç mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsiyeden başka, kasdî olarak dünyaya, idareye, asayişe dokunacak ciheti olmadığına, yirmi senelik hayatım ve yüz otuz Risale-i Nur meydanda cerh edilmez bir hüccettir.

Evet, mahkemece dava ettiğim ve benimle münasebettar bütün dostlarımın tasdiki altında, yirmi seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan, dinlemeyen ve bu kadar muhtaç olduğu halde istirahati için hiç müracaat etmeyen ve on seneden beri hükûmetin erkânlarını –birkaçı müstesna olarak– bilmeyen ve dört seneden beri dünya harbinden ve hâdisatından hiç haber almayan ve merak etmeyen bu bîçare mazlum Said, hiç imkânı var mı ki ehl-i siyasetle uğraşsın ve idareye ilişsin ve asayişin ihlâline meyli bulunsun? Eğer zerre miktar bulunsaydı “Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?” diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulûl edecekti.

En elîm, cüz’î bir hâdise şudur ki:

“Bir tecrid-i mutlak içinde her muhabereden kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane bulunuz ki beni hapse alsınlar, bu azaptan kurtulayım.” diye bazı dostlarıma bir gizli mektup elden göndermiştim. Tâ benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet ziynetli bir surette tezyin edilmiş Risale-i Nur’dan, Denizli’de mahkemede bulunan kitaplarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan bir tek adam beni müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.

Beni hapislere sokan muarızlarımın bir bahaneleri de –o mahkemede ondan beraet kazandığım– “tarîkatçılık”tır. Halbuki Risale-i Nur’da daima dava edip demişim: “Zaman tarîkat zamanı değil belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız cennete gidenler çoktur, imansız cennete giden yoktur.” diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki nerede tekkem olacak? Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki çıksın desin: “Bana tarîkat dersi vermiş.” Ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız eskiden yazdığım tarîkatların hakikatlerini ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarîkat dersi değildir.

Hürriyet-i vicdanı esas tutan hükûmet-i cumhuriyenin, elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikate ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikîyi galibane felsefeye karşı ispat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir. Yoksa o zayıf hâdimin ellerini bağlayıp binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle o cumhuriyetin düsturları müsaade etmez. Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvamı yazdım. Evet حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ derim.

***

Heyet-i Vekileye ve Milletvekilleri Riyasetine Cüz’î Fakat Ehemmiyetli Bir Maruzatımdır

Otuz seneden beri hayat-ı siyasiyeden çekildiğim halde, bu sırada bir defaya mahsus olarak vatanî ve millî ve asayişî bir meseleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Çok emarelerle kat’î kanaatimiz geldi ki anarşilik hesabına bana ve bu Emirdağ kasabasına ve dolayısıyla bu vatana bir sû-i kasd var ki bir habbeyi kubbeler ve bir sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir hâdiseyi dağ gibi gösterip sükûnete muhtaç olan bu vatanda beni bahane edip anarşilik hesabına ve bir ecnebi planıyla bize yani bîçare vatandaşlarımızı idam-ı ebedîden ve şübehat-ı uhreviyeden kurtarmaya çalışan Nur şakirdlerine, bütün bütün kanunsuz ve keyfî hücum edildi. Pek zahir bir garaz ile evham yüzünden baruta ateş atmak gibi bu vatana ve asayişe beni bahane edip sû-i kasd edildi. Şöyle ki:

Üç mahkeme, yirmi senelik mektuplarımı ve kitaplarımı ve hallerimi inceden inceye tetkikten sonra, bize ve kitaplarıma beraet verdiği halde ve üç seneden beri telifatı terk ettiğim ve haftada ancak bir mektup yazabildiğim ve mecbur olmadan, her biri bir gün nöbetle zarurî hizmetimi yapan üç dört terzi çırağından başka kimseyi kabul etmediğim halde ve serbestiyet verildiği ve memleketime gitmediğim halde, hiç ömrümde görmediğim bir tarzda ve resmî bir surette beni hiddete getirip bir hâdise çıkarmak için tahkir ve ihanet kasdıyla, kanunsuz ve garazla, beni taharri ile kapımın kilidini kırıp Kur’an’ımı ve Arabî levhalarımı evrak-ı muzırra gibi alıp götürmekle beraber, adliyenin mühim bir memuru, resmen buradaki memurlara âmirane demiş ki: “Said’i iki jandarma ile teşhir suretinde çıkarıp zorla başına şapka giydirip öylece ifadeye getirmeli idiniz. Hem ona yanaşanları tutunuz.” diye ehemmiyetli bir mecliste ve ayn-ı hakikat olan ifademi okudukları vakit söylemiş. Bunda şek ve şüphe kalmadı ki beni tahkir ve ihanet edip hiddete getirip asayişi bozmak garazı takip ediliyor.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatine ve onlardan belaların def’ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki ben de onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım.

İşte sinek kanadını dağ gibi yaptıklarının bir emaresi şu ki benim gibi gurbette, hasta, ihtiyar, zayıf, tek başına bulunan bir adam için on gün zarfında beş defa Afyon Valisi ve Emniyet Müdürü ve iki defa Afyon Müddeiumumîsi benim için buraya gelmesi ve iki günde, her bir günde beş tayyare benim gezdiğim yerlerde beni nezaret altına alması ve beş polis hafiyesinin burada bana tarassud edenlere ilâve edilip ahvalimi tecessüs etmek için gönderilmesi ve postahanelere, bana ait mektupların müsaderesi için resmen emir verilmesi gösteriyor ki Şeyh Said ve Menemen Hâdisesi’nin on misli bir hâdiseyi evhamla düşünmüşler. Habbeyi kubbe söylemişler ki böyle bir vaziyet alıyorlar. Benim eski hayatımı zannedip ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilakis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.

Evet, eğer eski hayatım gibi izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün idam-ı ebedîsinden Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfî siyasete çalışmak olsaydı on Menemen, on Şeyh Said Hâdisesi gibi bir hâdiseye, o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.

Hem üç mahkeme ve yirmi senede kaç vilayetin zabıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri ve mazuriyetim ve inzivama binaen, tebdil-i kıyafetime hiçbir ihtar olmadığı halde, böyle keyfî, kanunsuz, cebren, ahali içinde başıma şapkayı giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman-ı tahkikî dersinde kardeşane alâkadar olan yüz binler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip emsalsiz ağlamaya vesile olacaktı.

Zaten ecnebi parmağıyla, güya hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmak fikriyle damarlarıma dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr maksat için yapıldığına, çok emarelerle kat’î kanaatimiz geldi. Fakat Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış, hürmetten, teveccüh-ü âmmeden kaçmış ve şan ve şeref ve hodfüruşluk gibi riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir vaziyette iken, bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenab-ı Hakk’a havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp hakikaten acıyorum.

Yâ Rabbî, onların imanını Risale-i Nur’la kurtar! İdam-ı ebedîden sırr-ı Kur’an’la terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum!

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Ehl-i vukuf raporundaki tenkit kısmı, mahkemede kat’î cevapları verildiğinden ve müdafaatımın âhirinde yazıldığından, burada yazılmadı. Zaten o tenkitler, üç dört risalede yalnız on cüz’î meseledir. Hem siyasî değil, ilmîdirler. Hem o itirazlar, sehiv ve hata olduğu, senetlerle mahkemede ispat edilmiştir.

[2] Hâşiye: Garib ve acib bir hâdise: Bu ayda bir gün avluya indim, baktım. Gelen kar üstünde, Risale-i Nur’un eczalarında tevafukatına işaret eden boyalar, kırmızı-sarı mürekkebler misillü, o karın üstünde serpilmiş katreler ve noktalar var. Çok hayret ettim. Sair yerlere baktım, avlumdan başka yerlerde yoktu. Endişe ettim, kalben dedim: Risale-i Nur umum memleketle, belki Kur’an hesabına küre-i arzla o derece alâkadardır ki onun başına gelen beladan, musibetten bulutlar dahi kan ağlıyorlar. Bir iki adam çağırdım, onlar da hayret ettiler. Benim endişe ve telaşımı gören hane sahibinin biraderzadesi Mehmed Efendi zannetti ki ben karın çokluğundan yolu kapamasından telaş ediyorum. Ben yukarı çıktıktan sonra, yolu açmak için o karı iki tarafa atıp o işaretli manidar kırmızı-sarı hâdise-i cevviyeyi kapatmıştı. Ona dedim: “Kapatmasaydın daha iyi idi.” Aynı günde, Risale-i Nur aleyhinde üç hâdise zuhur eyledi:

Birincisi: Afyon Adliyesiyle buradaki zabıta çavuşluğudur. Kitaplarımın iadesine dair müracaatıma mukabil “Daha temyizden tasdik gelmediğinden karışmayız.” diye o cihetten benim ümidimi kırdı.

İkincisi: Aynı günde, benim ahvalimi tecessüs etmek için mahsus bir polisi, Afyon gönderdiğini öğrendik.

Üçüncüsü: Aynı günde İstanbul’da bir münafık, İhtiyar Risalesi’ni bahane ederek aleyhimizde propaganda etmiş, adliyeye aksettirmiş.

Bu gibi hâdiselerden müştaklar çekinmeye başladılar. Ben de لِكُلِّ مُصٖيبَةٍ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ dedim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ siperine girdim.

Emirdağ Lâhikası – I – Takdim

Takdim

Bu lâhika mektupları –ki Yirmi Yedinci Mektup’tur– Risale-i Nur’un ilk telifi ile başlayıp devam edegelmiştir. Risaleler Barla’da telif edilmeye başlanıp Isparta ve civarındaki kıymettar talebeleri bu risaleleri okumak ve yazmak suretiyle istifade ve istifaza ettiklerinde hissiyatlarını, iştiyak ve ihtiramlarını bir şükran borcu olarak muhterem müellifi Hazret-i Üstada mektuplarla takdim etmişler. Bazı müşkülatlarının ve suallerinin halledilmesini rica etmişler; böylece hem Hazret-i Üstadın hem talebelerin mektupları ile Barla, Kastamonu ve Emirdağ lâhika mektupları vücuda gelmiştir.

Barla Lâhikaları: Risale-i Nur’un Barla’da telif edildiği ve kalemle istinsah edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devrede Nur’un ilk müştak talebelerinin, Nurların hemen telifi zamanında, ilk okuyup yazdıklarında duydukları samimi hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını dile getiren fıkralarını ve Hazret-i Üstadın da bazı mektuplarını ihtiva etmektedir.

Kastamonu Lâhikaları ise: Eskişehir hapsinden tahliyeden sonra Nur Müellifi Kastamonu’ya nefyedilmiş, Denizli hapsi zamanına kadar orada ikamete mecbur edilmiş; bu müddet zarfında Nur Müellifi Isparta’daki talebeleri ile daimî muhabere ederek Nurların hatt-ı Kur’an’la yazılıp çoğalması, neşri ve inkişafı ve eski yazı bilmeyen gençlerin istifadesi için de Risale-i Nur Külliyatı’ndan bazı bahislerin daktilo ile çoğaltılması hususunda şedit alâka göstermiş ve Risale-i Nur’un mahiyeti, kıymeti, deruhte ettiği kudsî vazife-i imaniyesi ve mazhariyeti hem talebelerinin tarz-ı hizmetleri, mütecaviz dinsizler karşısında sebat ve metanetleri ve ehl-i İslâm’ın birbiri ile muamelatında takip edecekleri ihlaslı hareketleri gibi dâhilî ve haricî birçok meselelere temas etmiştir. Bu itibarla Kastamonu lâhika mektupları bilhassa yazıldığı zaman itibarıyla da büyük ehemmiyet kesbeden bir devrin mahsulü olması ve birçok içtimaî meseleleri ve küllî, imanî bir nazar-ı hakikatle mütalaa, mülahaza ve küllîleşmesi gibi cihetlerde büyük kıymeti haizdir.

Emirdağ Lâhika Mektupları Birinci Kısmı: 15 Haziran 1944’te Denizli hapsinden beraet ile tahliyeden sonra Heyet-i Vekile kararıyla Emirdağı’nda ikamete memur edilen Risale-i Nur Müellifi Said Nursî Hazretleri 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağı’nda ikamet ettiği müddetçe Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve Üniversite talebeleri ve Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine hizmete müteallik bazı mektup ve suallerine cevaben yazdığı mektuplardır.

İkinci kısım ise: 1948-1949 Afyon Cezaevinde yirmi ay mevkufen kalıp tahliyeden sonra tekrar Emirdağı’na avdet edip orada bir müddet kaldıktan sonra 1951 yılında Eskişehir’de iki ay ikameti müteakip, oradan da Gençlik Rehberi mahkemesi münasebetiyle iki defa İstanbul’a gelip üçer ay İstanbul’da kaldığı 1952-1953 tarihlerinde ve daha sonra yine Emirdağı’nda iken talebelerine yazdığı mektuplar ve mahkemelere ve davalara temas eden meselelere dair müteaddid bahislerdir. 1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da da ara sıra yazdığı mektuplar da vardır.

Eskişehir, Denizli ve Afyon Cezaevlerinde iken hapisteki talebelerine yazdığı pek kıymettar hapishane mektupları ise yine müellif-i muhterem Hazret-i Üstadın neşrini tensibiyle Şuâlar mecmuasında aynen neşredilmiştir. Bu lâhikalarda geçen talebelerin mektupları, Nurlardan aldıkları feyz-i iman, ihlas ve sadakatlerini, şehamet-i imaniyelerini ifade ile Üstadlarına arz etmek ve teşekküratlarını bildirmekle bu zamanda zuhur eden bu ders-i Kur’aniyenin muhatapları olduklarını izhar ediyor. Ve Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazret-i Üstadın davasına birer şahit hükmünde bulunuyor.

Risale-i Nur’un telifi ve neşriyle beraber bu lâhika mektuplarının zuhuru, devamı ve neşri, bizzat muhterem müellifi tarafından yapılması ve tensib edilmesi ve müteaddid mektuplarda da bu lâhikaların kıymetini ifade buyurmaları ve nazara vermeleri, herhalde bu lâhikaların ehemmiyetini tebarüze kâfidir.

Evet, Risale-i Nur’un telifi, zuhuru ve neşri ile beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’aniyenin taliminde ve îfasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vaki olacak binler ahval ve hücuma maruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlasla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’aniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

İşte Hazret-i Üstadın bu gibi şüphe götürmez hakikatlere ve meselelere isabetle parmak basıp dikkati çekmesi, talebelerini ikazda bulunması, elbette bu hizmet-i kudsiyenin ehemmiyeti iktizasındandır. Hem bu lâhikaların bir kısmı, ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vakıalar, hâdiseler ve meselelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir.

Nurların birinci talebesi Hulusi Bey, Hazret-i Üstada arz ettiği bir mektubunda “Dünyayı unutmak isteseniz başka hiçbir sebep olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözlerle rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız… Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilmînizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail, kat’iyetle gösteriyorlar ki ihtiyaç da hizmet de bitmemiştir.” demekte ve Nurların hizmetinde ikaz, ihtar ve irşadlara ihtiyaç bulunacağını ifade etmektedir ki ondan sonra zuhur eden ihtiyaca muvafık lâhikalar, o mübarek zatın isabetli sözünü teyid etmiştir.

Bu lâhikalarda görüleceği gibi Nur Müellifi Aziz Üstadımız Risale-i Nur’un neşri, okunup yazılması gibi bizzat nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte, talebelerini daima teşvik etmektedir. Bunun lüzum ve hikmeti ise şüphesiz izahtan vârestedir. Zira asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta olup yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları hem tabiiyyun ve maddiyyunun din ve maneviyat aleyhindeki neşriyatı hem küfr-ü mutlak cereyanı ki hiçbir din ve maneviyatı tanımayan ve Allah’a iman hakikatine karşı muaraza ederek dinsizliği neşreden, İslâmî fikri zedeleyen ve bütün beşeriyeti tehdit eden, yeni nesillere ve gençliğe imansızlık fikr-i küfrîsini aşılamak isteyen kitap, broşür, gazete gibi neşir vasıtalarının İslâm ve iman düşmanlarınca ön plana alındığı böyle acib ve dehşetli bir zamanda elbette Risale-i Nur’a, okunmasına, neşredilmesine şiddetle ihtiyaç ve zaruret var.

Çünkü Risale-i Nur, Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı manevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferdâ iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalplerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’an’ımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle îfa ediyor. Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı meselelerde tevhid nurunu gösteriyor; iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı meselelerinde iman hakikatlerinin ispatını güneş zuhurunda gösteriyor. Bu gibi çok cihetlerle Risale-i Nur bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön planda ele alınması icab eden ehl-i iman elinde manevî elmas bir kılınçtır. Asrın idrakine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitap eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyz ve ilham tarîkıyla âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’anîdir, küllî marifetullah bürhanlarıdır.

Asrımızın efkârının anlayışına ve idrakine hitap edici mahiyeti ve Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanın fehmine bir dersi olması noktasından Nur Risaleleri, bilhassa bu memlekette büyük ehemmiyet kazanmıştır. Asırlarca Kur’an’a bayraktarlık yapan ve dünyayı diyanetiyle ışıklandıran bu necip millet, yine dünyaya örnek, ahlâk ve fazilette üstad olarak insanlığın geçirdiği müthiş buhranlardan halâs için çare-i necatı göstermektedir. Beşeriyeti dehşetli sadmelere uğratan, tehdit eden anarşiliğin, ifsad ve tahribin yegâne çaresi ancak ve ancak İlahî, semavî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatleridir, hakikat-i İslâmiyettir. Risale-i Nur, hakikat-i İslâmiye ve Kur’aniyeyi müsbet ve müdellel bir şekilde insanlığın nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.

Hem Nur Müellifi bir mektubunda “Dâhilde tarafgirane adâvet ve münakaşalara vesile olan füruatı değil belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’an’ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim” demek suretiyle hizmet-i İslâmiyenin ve mesail-i diniyenin umumunu tazammun eden vüs’at ve câmiiyeti haiz bulunduğunu; dinî hizmetlerin her nevini teyid ve teşvik ettiğini ve bir cadde-i kübra-yı Kur’aniye olan Risale-i Nur dairesinin umum ehl-i iman ve İslâm’a şâmil bulunduğunu ifade ediyor. Ve yine aynı mektubunda devamla “Hattâ değil Müslümanlarla, belki dindar Hristiyanlarla dahi dost olup adâveti bırakmaya çalışıyorum. Harb-i Umumî ve komünizm altındaki anarşistlik tehlike ve tahribatlarının lisan-ı haliyle “Dünya fânidir, firaklarla doludur. Ey insanlar adâveti bırakınız, Kur’an dersini dinleyip birleşiniz; yoksa sizi mahvedeceğiz” diye beyanıyla bu zamanın şartları ve icabları karşısında tarz-ı hizmeti yine Kur’an’ın nuruyla göstererek hakîmane irşadın ve tevfik-i İlahiyeye muvafık hareketle isabetli hizmetin îfası gibi noktalardan Risale-i Nur’un lüzum ve ehemmiyetini tebarüz ettiriyor.

İşte Lâhika Mektupları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî meseleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’aniyenin esaslarını ders veriyor.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları

Tahirî, Zübeyr, Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram

***

Kastamonu Lâhikası s.231-255

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Merhum Mehmed Zühdü’nün vefatı, hakikaten Risale-i Nur cihetinde büyük bir zayiattır. Fakat Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki o mübarek zat, az bir zamanda Risale-i Nur’a pek çok hizmet eylemiş. Kırk elli sene vazife-i nuriyesini, sekiz on senede tamamıyla yapmış. Ve manen içimizde, dairemizde o fevkalâde hizmetiyle, parlak bir surette yaşıyor. Hasenat cihetinde ölmemiş, daima defter-i a’maline daha kesretli hasenat yazılıyor.

Hattâ ben de eskide sarîh ismiyle birkaç defa, Risale-i Nur talebesi unvanıyla yüzer defa onu ve onu Risale-i Nur’a veren merhum pederini manevî kazançlarıma şerik ettiğim gibi şimdi sarîh ismiyle bazı gün elli defaya yakın hissedar oluyor. Demek onun hayat kazancı ziyadeleşmiş. Cenab-ı Hak onun akaribine sabr-ı cemil ve ona mağfiret-i kâmile ihsan eylesin, âmin!

O, mübarek kalemini bize vermişti; ben de onu hem Abdurrahman hem Abdülmecid yerinde kabul etmiştim. Onu vefat etmemiş gibi daima kalemi işler hükmünde kabul ediyoruz. İki yüze yakın masumları hanesinde Kur’an’ı ve Risale-i Nur’u ders veren o mübarek zat, aynen Abdurrahman gibi az bir zamanda uzun bir ömrün vazifesini çabuk görmüş, bitirmiş, gitmiş. Kardeşimiz Kâtip Osman’ın onun hakkında yazdığı parlak fıkra, Lâhika’ya girdi. Hakikaten o zat, o fıkraya lâyıktır. İnşâallah Isparta’da o sistemde çoklar daha çıkacak, bu acıyı unutturacak. Benim tarafımdan onun validesini ve çocuklarını taziye ediniz.

Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan Hulusi Bey’in ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun sualleriyle yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimi mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi bizden uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulusi’yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin çok mübarek ve çok faydalı olan nurani hediyelerinizi ve elmas kalemlerinizin yadigârlarını aldık. Cenab-ı Hak onları yazan o kalem sahiplerine, her bir harfine mukabil on rahmet eylesin, âmin! Bu nurlu İhtiyar Risalelerinin bir nevi kerameti şudur ki:

Emanet kapıya gelirken sekiz seneden beri yalnız iki defa yanıma gelen buranın ihtiyar müftüsü, belediye reisi ile hilaf-ı me’mul bir surette gelmeleri anında, Emin de emaneti kapıya getirmesi hem aynı günde, İhtiyarlar emaneti geldiği vakit, bu şehirde, Risale-i Nur’un ümmi ihtiyarların başında iki gayet ihtiyar zat, ayrı ayrı yerden, her ikisi ellerinde birer parça yoğurt teberrük getirmeleri ve aynı günde Isparta kahramanlarının bir mümessili ve yanımıza yalnız üç defa gelen Hilmi Bey, bir günlük mesafeden gelirken hilaf-ı me’mul olarak emanet ellerimizde iken güya hediyenin seyrine gelmiş gibi girmesi hem aynı vakitte, bir iki keramet-i nuriyeye medar Hayri isminde bir şakird ve Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdi ve Daday kasabasından gelen Fuad ile beraber girmeleri ile elimizdeki emanetlerden, İstanbul’da okutmak için üç nüshayı Fuad’ın alması elbette tesadüfî ve ittifakî değil belki bu İhtiyarlar emanetine bir hüsn-ü istikbaldir ve bu havalide hüsn-ü tesirine bir işarettir.

Kardeşlerim! Erkân-ı sitteden iki Ali ile Tahirî ve Hâfız Mustafa, bu iki üç senede ve bilhassa bu havalide bana yardımları ve fütuhatları ya fevkalâde ihlaslarından veya yüksek iktidar ve faaliyetlerinden o derecededir ki bu vilayette Risale-i Nur şakirdlerini ebeden minnettar edip Risale-i Nur’u dahi buralarda ebeden yerleştirdiler. Cenab-ı Hak, onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun, âmin!

Kalemlerini, ümmiliğime yardım veren Medrese-i Nuriye’nin üstadı Hacı Hâfız ve mahdumu ve iki kardeş Mustafa ve Salih ve iki kardeş Ahmed ve Süleyman ve beş kardeş beraber talebe olup üçü bize yardım etmeleri ve Babacan da Âsım’ın ruhunu şâd edip o sistemde yardımımıza koşması ve Zekâi de Lütfü’nün ruhunu mesrur edip eski Zekâi gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi eski kıymettar hizmetleriyle Isparta’yı nurlandıran diğerleri gibi Kastamonu’nun tenvirine de koşmaları ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle eski dost gibi ümmiliğime yardım etmeleri elbette şüphesiz فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ müjdesini tam tasdik ederler.

***

Aziz, sıddık, mücahid kardeşlerim Hasan Âtıf ve sadık rüfekası!

Evvela, bu şuhur-u selâse-i mübarekenizi tebrik ediyoruz. Sizin kalemlerinizin yadigârları ve Risale-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize vesikalar hükmündeki imzalarınızı kemal-i memnuniyetle aldık, kabul ettik. Cenab-ı Hak sizlere, hazine-i rahmetinden onların hurufatı adedince defter-i a’malinize haseneler yazsın, âmin!

Aziz kardeşlerim! Bu defa yazılarınızda İhlas Risalelerini gördüğüm için sizi o gibi risalelerin dersine havale edip ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki:

Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp hakaik-i imaniye olduğu için hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan tecerrüd etmeye mesleğimiz itibarıyla mecburuz. Binler teessüf ki şimdi müthiş yılanların hücumuna maruz bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek birbirini tenkitle yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.

Gayet muhlis kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vaiz, Risale-i Nur’a zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan bir bîçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen, bir sünneti (sakal) terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp Risale-i Nur’a ilişmek istemiş.

Evvela: Hem o zat hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur’un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. O ise (Risale-i Nur) arş-ı a’zamla bağlı olan Kur’an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakiki tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellâllık elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil edemez.

Sâniyen: O vaiz ve âlim zata benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de o zatı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha müthiş düşman ve yılanlar var.

Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa ilimden gelen enaniyeti de varsa enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا düsturunu rehber ediniz.

Hem Hasan Avni ismindeki zat, madem evvelce Risale-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş; o, daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz.

Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarîkata mensup Müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, Hristiyan bile olsa onlarla medar-ı nizâ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman hem mesleğimiz hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için Risale-i Nur şakirdleri musalahakârane vaziyeti almaya mükelleftirler.

Sakın hocaların cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa namaz battal olur değil. Çünkü selef-i salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa halvethanesinde bulunması lâzımdır.

Sâlisen: Hasan Âtıf’ın mektubunda, cesur ve sebatkâr zatlardan –ki efeler tabir ediyor– bahis var. Biz o cesur ve sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul ediyoruz. Fakat Risale-i Nur dairesine girenler, şahsî cesaretlerini kıymetleştirmek için sarsılmaz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalışmaya sarf edip o cam parçası hükmünde şahsî cesaretini, hakikat-perestlik sıddıkıyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir.

Evet, mesleğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki öyleler, her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken altmış yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.

Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa bir cemaat-i mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için o şahsî cesareti istimal edemez. سٖيرُوا عَلٰى سَيْرِ اَضْعَفِكُمْ hadîs-i şerifinin sırrıyla hareket etmek, hem şimdilik bu müşevveş vaziyetlerde çok zararlı hem hocaları hem ehl-i siyaseti Risale-i Nur’a karşı cephe almaya ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka ve ezan meseleleri ve Deccal ve Süfyan unvanları, Risale-i Nur şakirdleri yabanilere karşı lüzumsuz medar-ı bahis ve münazaa edilmemek lâzımdır ve ihtiyat etmek elzemdir ve itidal-i demmi muhafaza etmek vâcibdir. Hattâ sizde cüz’î bir ihtiyatsızlık, buraya kadar bize tesir ediyor.

Risale-i Nur bir daire değil, mütedâhil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatı var. Erkân dairesine liyakati olmayan, Risale-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla daire haricine atılmaz. Hasların hâsiyeti bulunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nur’un erkânlarında ve sahiplerindeki esrar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu iki günde iki küçük hâdiseler, dört beş meseleleri tahattur ettirdi:

Birincisi: Salahaddin Ankara’dan yazıyor ki tarîkat aleyhinde tecavüze başlamışlar. Hem Ankara’da hem Şark’ta o meselede tevkifat varmış. Risale-i Nur şakirdleri her tarafta inayet-i Rabbaniye altında mahfuz kalıyorlar. Onların kuvvetli ihlası ve tesanüdleri ve ihtiyatları, o inayeti haklarında devam ettiriyor.

İkincisi: Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta manevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da bir gün sirayet etti. Bizim her derdimize ilaç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.

Üçüncüsü: Merhum Mehmed Zühdü’nün vefatı, Risale-i Nur’un hizmeti noktasında bizi çok müteessir etti. Fakat birden, geçen sene Hâfız Mehmed’in bütün müsadere edilen risalelerini, on gün zarfında köyündeki Risale-i Nur şakirdleri tarafından yazıp ona vermek, çok merdane taahhüdleri hatırıma geldi ve anladım ki arslanlar yatağı olan Isparta ve havalisi, Mehmed Zühdü’nün hizmetini muzaaf bir surette yapacaklar ve o boşluğu dolduracaklar.

Dördüncüsü: Lâhika’ya giren Ispartalı kardeşlerimizin mektuplarının bazılarında, Üstadları hakkında ifrat ile tavsifat gördüm. Kendime de baktım, o vasıflardan zekâtı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: “Acaba bu hakikat-perest kardeşlerim çok ikazatımla beraber, bu hüsn-ü zan ifratında hem devamlarında faydaları nedir?” Kalbe ihtar edildi ki:

“Onlar ve memleketleri Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları derecesinde hüsn-ü zanlarının yümnünü gördükleri için Beşkazalı Osman-ı Hâlidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velayete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat nasıl keşfiyat tevile ve rüyalar tabire muhtaçtır, hususi hükümler tamim edilse bir cihette hata görünür. Öyle de onlar, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin kendilerine ve memleketlerine ettiği faydayı, o şahs-ı manevînin mümessillerinden birisi olan Üstad dedikleri bu kardeşlerine verip o memleket hâdisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp tamim ederek, müfritane bir hüsn-ü zan suretinde göründü.”

Beşincisi: Hatıra geldi ki “Risale-i Nur’un eczaları çoktur. Herkes muhtaç olduğu halde bütününü elde edemez.” Birden “Hüccetullahi’l-Bâliğa” mecmuası, hatıra cevap olarak geldi.

Evet, Risale-i Nur’dan kesretli mecmualar çıkar ki her biri küçük fakat kuvvetli Risale-i Nur olur. Her muhtacın eline geçebilir. Bu münasebetle Yirmi Beşinci Söz’ün zeyllerini düşündüm. Şimdi benim yanımda dört beş nüsha var, zeylsizdirler. Mübareklerin bu defa gönderdikleri nüshanın zeylinde Rumuzat-ı Semaniye fihristesinden noksan alınmış Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ ve اِنَّٓا اَعْطَيْنَا daki on üç elif, parmak ile ve Fatiha’da on üç el ile işaretleri ve اِنَّٓا اَنْزَلْنَا işareti gibi ehemmiyetli parçalar yoktur.

Dünkü gün اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ âyetine dair Yirmi Dokuzuncu Mektup’un âhirinde, seyahat-i hayaliye ve seyr-i kalbî risaleciğini okudum. Ve Birinci Şuâ’da bu âyet, Risale-i Nur’a işaretini tahattur ettim. Dedim: Bu iki nükte-i Nuriye ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ nükte ve hâşiyesiyle beraber Mu’cize-i Kur’aniye zeylleri içine girse münasip olur. Siz dahi münasip görseniz yazılsın. İ’caz-ı Kur’an nüktelerine ait mühim parça bulsanız ilâve edebilirsiniz.

Altıncısı: Seksen küsur sene manevî ve bâki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi bütün ruhumla tebrik ediyorum.

İki üç gün evvel, Yirmi İkinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki içinde hem küllî zikir hem geniş fikir hem kesretli tehlil hem kuvvetli iman dersi hem gafletsiz huzur hem kudsî hikmet hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekellah dedim, hak verdim.

Bu mektuptaki beş altı meseleyi yazarken, Nur Fabrikası sahibi Hâfız Ali’nin mektubuyla, ihlasta ve çalışmakta ve ince düşünmekte mümtaz Hasan Âtıf’ın mektubunu aldık.

Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur şakirdlerinde sırr-ı ihlasın ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsîden teberri etmek gibi ihlasın en yüksek seciyeleri Risale-i Nur şakirdlerinde tezahür ediyor diye bir delil oldu.

Ezcümle, Hâfız Ali diyor ki: Hüsrev kardeşimiz kendi kalemiyle yazılan “Mu’cizatlı Kur’an”ı fotoğrafla tabına taraftar olmaması ve demir harflerle müsaade oluncaya kadar beklemeye taraftar olması, onun fevkalâde ihlasına ve nefsin huzuzatından teberrisine kat’î delildir. Çünkü fotoğrafla tabedilse onun kendi hattı olduğu için binler Kur’an nüshalarını kendi eliyle yazmış gibi âlem-i İslâm’ın manevî nazarında ve uhrevî sevap cihetinde büyük ve masumane ve zararsız bir makamı terk edip ihlasın sırrı için hazzını unutarak, demir harflere taraftar olmuş. Ve gösterdiği yanlışlar düşmek sebebi ise demir harflerde üç defa tab’a girmek noktasında dahi o yanlışlar bulunabilir.

Elhasıl: Hâfız Ali’nin ihlasından gelen ifadesi ve Hüsrev’i fevkalâde ihlas noktasında takdir etmesi ve Hüsrev de gayet büyük ve bâki bir hissesini bırakıp benim eskiden beri tekrar ettiğim bir davam ki “Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.” beni o davada bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.

Kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubundan anladık ki hakikaten tam çalışıyor. Kendi tabiriyle, Risale-i Nur’un mücahidlerinin ve efelerinin kalem yadigârlarını bize hediye olarak irsal ettiğine mukabil deriz: Cenab-ı Hak ebeden onlardan razı olsun.

Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid’aya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur’un müsbet mesleği, ehl-i bid’a ile değil fiilen belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmaya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâlis kardeşimiz, inşâallah oralarda kendi gibi çok hâlis şakirdleri yetiştirecek. Biz buradaki duamızda, Âtıf’la beraber oradaki bütün rüfekalarını teşrik ediyoruz. Ben bizzat onlarla muhabere etmek istiyorum fakat madem Isparta o vazifeyi daha mükemmel yapıyor. O vazifeyi onlara bırakıyorum.

Hâfız Ali’nin mektubunun âhirinde, Medrese-i Nuriye kahramanlarından ve Hüsrev sisteminde Ahmed ve kardeşi Süleyman hakkında takdiratı, bizi mesrur eyledi. Zaten o Medrese-i Nuriye şakirdleri benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan Medresetü’z-Zehranın talebeleri suretinde düşünüyordum. Ve derdim: “Onlar, bunlar oldu veya bunlar, onların dümdarlarıdır.”

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin mi’racınızı tebrik ve Mi’rac Sahibi’nin (asm) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz. Size, bu bir iki gün zarfında nazar-ı dikkati celbeden bir iki küçük meseleyi yazıyorum:

Evvela: Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeplerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:

Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektepte ders almaya meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerîmesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faydası var diye yazıyorum.

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyif bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat bîçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir iki sene veledin meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azaplara mukabil; izdivaçta aldığı muvakkat bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabı çektiriyor.

Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatle, şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçi olmak ve cennette onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.

İkinci Mesele: Dünkü gün, beş tevafuk-u latîfeden kat’î bir kanaat bize geldi ki en cüz’î ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârane bir dikkat altındayız.

Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, me’mulün hilafında Risale-i Nur şakirdlerinden dört tane Ahmedler –bana alâkadar birer maksadı yapacak– birden beraber kapıya geldiler; iki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.

Hem yine Risale-i Nur’un mühim bir talebesi Köroğlu Ahmed’e bir miktar yoğurt hem teberrük hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken Risale-i Nur’un masum talebelerinden Hilmi’nin mahdumu Ahmed, elinde öteki Ahmed’e verdiğim miktar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden altı Ahmed’in bir günde bu çeşit tevafukatı tesadüfe benzemez belki o Ahmedlere nazar-ı dikkati celbeden bir işarettir.

İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabul ettim.

Hem aynı gün, bazı müstahak zatlara yarı yağımı verirken kap fazla almış, pek az bana kaldı. Aynen onlar daha o yağı almadan –benim niyetimde– bana kalacak miktar kadar, uzak bir köyden kitaplarımı okumak mukabilinde geldi. Onu da o tevafuk hatırı için kabul ettim.

Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahate (gezmeye) giderken arkamda bir atlı süratle geliyor. İndi, ayağıma üzengiye sarıldı. Tanımadığım bir adam.

Dedim: “Sen kimsin? Bu kadar dostluk gösteriyorsun.”

Dedi: “Ben Kuzca hatibiyim.” Halbuki Kastamonu’da hiç bu namda bir karye bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Ispartalı asker yanıma geldiler.

Birisi dedi: “Ben Kuzca hatibinden sana mektup getirdim.”

Bu acib tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilayette hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatle çalışmalarına bir işarettir. Bu münasebetle Sabri, Kuzca hatibine benim tarafımdan çok selâm etsin. Onu, has talebeler içinde manevî kazançlara şerik ediyoruz. Hususi mektup yazmak âdetimiz olmadığından, ona ayrıca mektup yazamadığımızdan gücenmesin.

Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:

İki asker, kemal-i sevinçle gayet dostane “Sen Ispartalısın, bizim hemşehrimizsin.” Ben de dedim: “Maaliftihar her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve her biri yüze mukabil, yüzer ve binler hakiki kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.”

Evet, bu havaliye gelen Ispartalılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor “Sen Ispartalı mısın?” Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Ispartalıyım. Ve Isparta’da o kadar hakiki kardeşlerim ve akariblerim var ki meskat-ı re’sim olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evladı hükmünde olan Isparta nahiyemize, büyük Isparta’nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da toprağı da bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâm’a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sümbül verir. Hem gıda hem ziya hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

Dördüncüsü: Sâbık üç tevafuku yazdıktan sonra büyük Hâfız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un manidar mektubu ve Hulusi Bey’in ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbi’nin (rh) Risale-i İhlas karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş: “Risale-i Nur’un bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş.”

İşte Hâfız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken birden diyordum: “Yahu! Ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.” Bu kelimeyi beş altı defa hoşuma gitmiş tekrar ediyordum. Ya Hâfız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garib tevafukta bir farkımız var. O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede kuvvetli, metin, ciddi, sarsılmaz, fedakâr arkadaşlarım ve seyahat-i berzahiye ve uhreviyede nurani yoldaşlarım!

Sizin, her bir dirhemi yüz dirhem şüheda kanı kadar kıymettar siyah nuru akıtan mübarek kalemlerinizin bu defaki kudsî hediyelerin her bir harfine mukabil, Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizlere bin rahmet eylesin, âmin! Bu gaflet ve sıkıntılı ve usançlı mevsimde ve dünya meşgaleleri içinde bu fedakârane gayretiniz ve sa’yiniz, hakikaten bir inayet-i hâssadır ve bir keramet-i nuriyedir. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun, âmin!

Elmas kalemlerini bize yardım için yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecidlerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pür-nur olan Mehmed Zühdü’nün, berzahta dahi kalemini bizim hesabımıza istimal etmesi hükmünde, onun metrûkâtından nüshaları gönderilmesi; bizi derinden derine sürurla şükre sevk etti.

Eski talebeliğim zamanında mevsuk zatlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: “Ciddi, müştak, hâlis talebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi o âleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor.” diye o zaman talebe-i ulûm içinde çok defa medar-ı bahis oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risale-i Nur talebeleri olduğundan elbette merhum Mehmed Zühdü, Âsım ve Lütfü gibi zatların vazifeleri devam ediyor. Defter-i a’mallerine hasenat yazmak için manevî kalemleri inşâallah işliyorlar.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyoruz ki sizdeki fevkalâde gayret ve çalışmak, matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bu defa gönderdiğiniz risaleler çok güzel, çok mükemmel, çok da lüzumlu. Fakat ben sehvetmiştim. On Birinci Lem’a ile Telvihat-ı Tis’a’yı yazmadığımız halde, yazmışım zannediyordum. Minhacü’s-Sünne bizde var. On bir nükteden ibaret olan On Birinci Lem’a Mirkatü’s-Sünne ve Telvihat-ı Tis’a ile ve ona zeyl olarak dört hatveden ibaret, Risale-i Kader’in zeyli iken On Yedinci Söz’ün zeyline giren parça dahi Telvihat’a zeyl olarak yazılsa münasip olur. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin tecellisine bakan bir seyahat-i kalbiye-i hayaliyeye dair iki üç sahifelik Yirmi Dokuzuncu Mektup’un âhir kısımlarındaki parça dahi içlerinde bulunsa güzel olur.

Şimdi size, musibet yüzünden bir inayet-i hâssayı, fazla dua etmenize vesile olmak için yazıyorum:

Bugün dört saat evvel ben yalnız, Karadağ’ın hâlî ormanları içinde idim. Gayet titiz bir ata binmiştim. Ben binerken birden dizgin kayışı koptu. O da fena ürktü, ma’reke takıldı. Beni öyle fena bir tarzda çiftelerle yere düşürdü. Ben o halde sol elim ve sol ayağım kırılmış gibi ihtimal verdiğim gibi vaziyet de öyle gösteriyordu. At da başkasının malı. O hâlî orman içine daldı. Etrafta hiç kimse yok ki imdada yetişsin. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum, el ayağım kırılmamış, çok ziyade incinmiş iken yine şemsiye ile yürüyebildim. O titiz at da ormana dalıp yolsuz bir istikamete, benim yürüyüşümle yürüyerek on beş dakikalık bir mesafeye bir saatte yetiştik. At su içmekte iken Nuriye isminde bir kadın geldi. Elinde ekmek, bir parça ekmeği ata verip tutuldu. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükür, o vakit binebildim, odaya geldim. Birden öyle bir tufanlı yağmur oldu, hücremin önünde bir sel olarak gördük. Eğer o su, o Nuriye’ye rast gelmeseydi o hâlî yerde, o yağmur altında, at da başkasının malı, kaybolmak gibi çok musibetlerden Cenab-ı Hak muhafaza eyledi.

Bu küçük musibette dokuz cihette nimet olduğunu tasdik ettik. Ve bu nevi hıfz ve himayet, sizlerin samimi dualarınızın bir neticesi olduğu kanaatindeyiz. Ve bu dokuz cihetle medar-ı şükran hâdise dün aldığımız hediye-i nuriyenin çok faydalı olduğuna işarettir. Çünkü darb-ı meselde meşhurdur ki: Bir şeyde zahmet ve meşakkat, alâmet-i makbuliyettir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve dualarını istiyoruz.

***

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Bu mübarek eyyam ve leyali-i şerifede mübarek dualarınıza daha ziyade ihtiyacımı göstermek için bundan evvelki mektupta, titiz atın yüzünden gelen musibet gerçi ondan dokuzu nimete inkılab etti. Ondan birisi, eskiden beri bende bulunan kulunç illetine ve romatizma hastalığına iltihak edip beni yatağa düşürdü. Fakat merak etmeyiniz, ben kalkıyorum, geziyorum. Kat’iyen –bugün gönderdiğiniz risaleleri tashih ederken– kanaatim geldi ki o musibetin bâki kalan ondan birisi, on derece bir nimet hükmünde oldu. Ve on adetten ziyade faydalarından bir faydası şudur ki:

Ben tashihatta gerçi usanmıyordum fakat her tashihte yine ders alıp istifade etmek bir âdetimdi. Bazı çok zevk alıyordum. Bu mevsimde dağlarda, bağlardaki güzel sanat-ı İlahiyeyi temaşa zevki, o tashihteki zevkime galebe ediyordu. Bu yeni musibetteki mütemadiyen kendini ihsas eden hastalık, kemal-i zevk ve şevkle Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın Lem’ası’yla, Hastalık Lem’ası’nı her nüshada yeniden görüyorum gibi okuyup tashih ediyorum. Kat’iyen şüphem kalmadı ki o zahmetli hastalık, o lezzetli, rahmetli vazife-i nuriye için verilmiş. Gerçi harekâtımda, namaz ve abdestte sıkıntı veriyor fakat hastalıkla ubudiyet muzaaf sevabı olduğu gibi bu tashihat-ı nuriyedeki zevk, o sıkıntıları hiçe indirdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَ الضَّلَالِ

Sâniyen: Sizin nüshalarınızda bazen bir yanlış, birkaç nüshada aynen bulunur. Demek mana iyi anlaşılmamış, öyle kalmış. Mesela, İktisat’ın âhirlerinde Hüsrev’in hâşiyesinde beşinci satırında: “Ulema ise masraflarından mallarının kıymetini bilmedikleri” cümlesi yanlıştır. Sahihi ise “Ulema ise marifetlerinden mallarının kıymetini bildikleri için.” Hem bu satırın arkasındaki “arkasında” kelimesi yanlış, sahihi “arasında”dır.

***

Aziz, sıddık, mübarek, fedakâr kardeşlerim!

Dün altı ehemmiyetli mektuplarınızı aldım. Her mektubunuza uzun bir mektup yazmak cidden arzu ederdim hem de hakkınızdır. Fakat bu hurufatı yazan Feyzi şahittir ki altı gecedir, altı saat yatamadım. Yalnız bu altıncı gece, bir buçuk saat kadar yatabildim. Onun için bu ehemmiyetli mektuplara kısacık birer cümle ile iktifa ediyorum.

Evvela: Risale-i Nur santralı ve Hulusi, Hakkı, Süleyman’ı temsil eden Sabri kardeşim! Öşür, şer’î zekâttır. Zekât ise müstahaklaradır.

Sâniyen: Gül Fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevî bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeş! Risale-i Nur, Isparta’yı âfat-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına sebep olduğunu çok hâdisatla beraber, bu yeni zelzele hâdisesi ve muarız hocanın dolularla başının tokatlanması, yeni bir hücceti oluyor. Ve Mu’cizat-ı Kur’aniye lâhikasını sizin isabetli fikrinize havale ediyoruz. Hem siz yazdığınız miktarı gönderiniz. Biz burada tekmil eder, size de sonra haber veririz.

Sâlisen: Nur Fabrikasının sahibi Hâfız Ali kardeş! Senin Risale-i Nur’a karşı hârika ihlas ve irtibat ve itikadın, inşâallah o nurları o havalide daima parlattıracak. Senin, o büyük zelzelenin gürültüsünü işitmemen ve zelzeleyi hissetmemen; tokadını yiyen hoca gibi Risale-i Nur’un bir nevi kerametidir. Demek değil şakirdlere zarar vermek belki inayetkârane, vücudunu da bazı haslara bildirmiyor, korkutmuyor.

Râbian: Bizi ve Kastamonu şakirdlerini kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nur’un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlat ve peder ve valideleri ve refikasıyla Risale-i Nur’a hizmet eden kahraman Tahirî kardeşim! Cenab-ı Hak hanenizdeki hemşireme hem bana şifa ihsan eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor. Peder ve validenize de benim tarafımdan deyiniz ki: “Tahirî gibi kahraman bir şakirdi Risale-i Nur’a yetiştiren ve o vasıta ile defter-i a’mallerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, inşâallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususi dualarımızda dâhildirler.”

Hâmisen: Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakiki bir nâsihi ve Risale-i Nur’un hâlis muhlis bir şakirdi olan Hasan Âtıf kardeşim! Senin uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edibane, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus latîf tabiratın hoşuma gitti. Kardeşim, mübtedilerin ve hodfüruşların ve mülhidlerin ilişmelerinden teessüratın beni, senin hesabına müteessir etti. Evvelce size yazdığım mektup, inşâallah o teessüratı izale eder.

Risale-i Nur’un mesleği ise: Vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabul ettirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.

Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf’ı bulsan yüzü bulmuş gibidir. Merak etme.

Hem mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet verme fakat ihtiyat eyle. Bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet ibtilası zamanında, cüz’î bir iştigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil, muvaffakıyetsiz mağlubiyet yok! Risale-i Nur’un her tarafta galibane fütuhatı var.

Sâdisen: Eski dost ve kardeş ve Risale-i Nur’un o zamanda ciddi bir talebesi ve Isparta hayatımda bana hüsn-ü hizmetle samimi bir arkadaş ve himmeti uzun, eli kısa aziz kardeşim Mehmed Celal!

Seni o zamandan beri unutmadım. Çok zaman Risale-i Nur dairesinde kalemiyle çalışanlar içinde isminle hissedar oluyordun. Senin yüksek istidadını ve ulüvv-ü himmetini Risale-i Nur’da istimal etmek arzuluyordum. Demek derd-i maişet, sizi bir derece kayıt altına aldı. Başta mübarek baban, hanenizde bulunanlara bi’l-mukabele selâm ediyorum. Ve bilhassa Mehmed Seyranî Hayyat’a çok selâm ile beraber; eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telakki ettiğim Mehmed Seyranî ise onun bin selâmına selâmla mukabele edip; o Seyranî o zamandan beri Risale-i Nur’un bir cüzüne bahsi girdiği ve silinmediği gibi hatırımda da silinmemiş. Çok defa bekliyordum ki Seyranî, Hüsrev’in arkasında koşup çalışsın. Demek onu da derd-i maişet bağlamış.

Sâbian: Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden Halil İbrahim’in on dört yaşındaki evlad-ı manevîsi, Risale-i Nur dairesindeki masum şakirdlerin dairesinde inşâallah ehemmiyetli mevki alacak. Ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakird ruhu görünüyor. Mektubunda çocukça konuşmamış, gayet müdakkikane büyük bir âlim gibi konuşması bizi çok sevindirdi. Mâşâallah, bârekellah dedirdi.

Sâminen: Evvelce haber aldığınız hastalığıma dair bir noksan parça, dualarınıza ve geçen ramazan gibi manen yardımlarınıza vesile olmak için o hastalık münasebetiyle yanımıza gelen bazı zatlara söylediğim ve noksan kalmış bir fıkrayı yazıyorum. Şöyle ki:

Halimi soranlara dedim ki: Hem nazar hem ervah-ı gayr-ı tayyibe cihetinden başıma gelen bu musibet, rahmet-i İlahiye ile on adetten bire indi; dokuzu, nimet oldu. Bâki kalan birisi de dokuz menfaati oldu:

Birinci menfaati: Hastalıkta her saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirdi.

İkinci faydası: On beş Hasta Risalesi’ni, tam zevk ile tashih etmek ve bu hastalık zamanında hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebep oldu.

Üçüncü faydası: Eski Said’i Yeni Said’e kalbeden eski bir hastalık gibi şimdi de Risale-i Nur’un parlak bir tarzda intişarı, Yeni Said’i de dünya ile bir derece alâkadar ettiği cihetle, o halin zararından kurtulmaya sebep oldu.

Dördüncüsü: Bu mübarek aylarda, pek çok iştiyak ve ihtiyaç ile fazla a’mal-i uhreviyede bulunmak arzusuyla beraber; mevsim ve bazı esbab cihetiyle muvaffak olamayarak fazla müteessir idim. Bu hastalık, tam bu aylara lâyık bir tarzda, hastalıktan gelen ihlas ve kesret-i sevap cihetiyle azîm bir menfaati oldu. Beni gündüzde dağ ve bağları gezmekten men’ettiği gibi gece, uyku ve gafletten kurtarıp kemal-i tazarru ve niyaz ile geceleri ihyaya sebep oldu.

Beşincisi: Geçenki ramazandaki hastalık gibi bu hastalık dahi fedakâr kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip benim hesabıma a’mal-i uhreviyelerinin bir nevi zekâtını vermek; nâkıs, kusurlu sermayemi, birden ona belki yüze ve bine çıkarmaya sebep olmasıdır.

Altıncı faydası: Hastalara yirmi beş deva-i imanî veren risalenin ilaçlarını nefsimde tatbik ederek ayn-ı hakikat olduğunu tasdik edip, âsab ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz fâni işleri, lüzumsuz ve endişeli meraktan ve faydasız ve zararlı alâkadan bir derece kurtulmaya sebep olmasıdır.

Umum kardeşler ve hemşirelerimize birer birer selâm ve selâmetlerine dua ve dualarını rica eden kardeşiniz

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Size, hastalığın dokuz faydasından bâki kalan üçünü yazıyorum ki o hastalığın bir meyvesi sâbık Arabî fıkradır.

Yedinci faydası: Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdinin ehemmiyetli bir hatasını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli faydayı izah etmek münasip değil.

Sekizinci faydası: Gayet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz: Nasıl ki Hüsrev, yazdığı Kur’an’ı fotoğrafla tabını kabul etmeyerek binler cazibedar Kur’anlar kendi hattı ile âlem-i İslâm’da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlası muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir. Aynen öyle de bu hastalık, ruhumda öyle bir inkılab yaptı ki Risale-i Nur’un parlak fütuhatını müteşekkirane temaşa etmek ve sevaptarane, mücahidane, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlas için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmarem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözünü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamaya tam kabul etmesidir.

Dokuzuncu faydası: Çoktan beri benim hususi bir virdim ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve bende çok defa maddî ve manevî hastalıkların bir nevi şifası olan ve ism-i a’zam ve Besmele ile dokuz âyât-ı uzmayı içine alan ve on dokuz defa şükür ve hamdi a’zamî bir tarzda ifade ile tahmidatın adetleriyle o eşyanın lisan-ı haliyle ettikleri hamd ü senayı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekûnünü kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmidname ve teşekkürname bulunan ve Sekine’deki esma-i sittenin muazzam yeni bir dersini izhar etmeye sebep olmasıdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve beraetlerini tebrik ederiz.

***

(Medar-ı ibret ve hayret bir hâdisedir.)

Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zat yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.”

Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatiyle, Isparta’nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi ve Risale-i Nur’a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki ekser vilayetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye yalnız bu hâdiseye baktım.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. Çünkü ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasden istenilmez. İstenilse ihlas kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani çocuklar gibi dövüştükleri vakit Kur’an’ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur’an’a geldiği gibi; Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli.

Evet, Risale-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasd ile tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlas ve sırr-ı ubudiyete münafîdir. Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur’da istihdam eden Rabb’imize havale ediyoruz.

Evet, dünyaya ait hârika neticeler bazı evrad-ı mühimme gibi Risale-i Nur’a çokça terettüp ediyor. Fakat onlar istenilmez belki veriliyor. İllet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa illet olur, ihlası kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz yoksa münafıklar istifade edecekler belki onların parmağı var.

Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlastan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarîkatın ehemmiyet verdikleri keşif ve keramat-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübra sahipleri olan sahabîler gibi veraset-i nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.

Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası her şeyin fevkindedir, başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle her bir hakiki sadık şakirdi; binler diller ile kalpler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve ramazan-ı şerifteki hakikat-i Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvi hakikatleri, yüz bin el ile aramaktır.

İşte bu gibi netice içindir ki Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i Nuriyeyi velayet makamına tercih eder, keşif ve keramatı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar “Vazifemiz hizmettir. O yeter.” derler.

Ve sâniyen: Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve ramazan-ı şerifin mecmuunda gizlenen hakikat-i Leyle-i Kadri kazanmak için Risale-i Nur şakirdlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, her biri mütekellim-i maalgayr sîgasıyla اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا gibi tabiratta biz dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirdlerini niyet etmek gerektir. Tâ her bir şakird, umumun namına münâcat edip çalışsın. Ve bu bîçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için geçen ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum.

***

(Birden hatıra gelen bir meseledir.)

Her şeyde, her musibette hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kader’de beyan edildiği gibi iki sebep var:

Biri: Zahiren esbaba bakan beşerdir.

Diğeri: Kader-i İlahîdir. Beşer zahirî esbaba bakar, bazen yanlış eder, zulmeder. Fakat kader başka noktalara bakar, adalet eder.

İşte bugünlerde elîm bir endişe ile Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında manevî suale cevaben ihtar edildi.

Birinci Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?

Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki evladım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye bütün kuvvetleriyle evlatlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.

İkinci Sual: Risale-i Nur’la münasebettar bazı zatlara acıdım. “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs iken o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlahî neden müsaade etti?”

Gelen cevap: Şu asırda öyle acib bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil bilâ-kayd u şart kemal-i hürmet ve itaat lâzım iken ekseriyetle o hakiki hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise gerçi başka cihetlerde kusurları çok fakat zafiyetlerine binaen, himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından hürmetlerini, peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden beşerin zalim eliyle, kardeşlerinin kısmen haklarını muvakkaten onlara vermeye müsaade etti.

Üçüncü Sual: Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

Gelen cevap: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebâkisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bu mübarek ramazan-ı şerifteki dualar, ihlası bulmak şartıyla inşâallah makbuldür. Fakat maatteessüf ekseriyetçe Risale-i Nur şakirdlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için bazı taarruzlar yüzünden o ihlas, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, her şeyi Cenab-ı Hakk’a havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. Âtıf’a da yazınız, merak etmesin ve müteessir olmasın. O da bir kaza-i İlahîdir. İnşâallah Sava Hâfız Mehmed’in hâdisesi gibi Risale-i Nur’un lehine dönecektir. (Hâşiye[1])

Hem Âtıf’ın parlak hizmeti tevakkufa uğraması (Hâşiye[2]) ve gerilemesi ve merhum Mehmed Zühdü Bedevî’nin yüksek ve geniş hizmetinin perdelenmesini düşünmesi beni ziyade mahzun ettiği hengâmda, elime bir mektup verildi. O mektup, o endişemi izale etti.

Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa daha mühim kapılar açılır diye kaide yine hükmünü icra etti ki Sabri gibi Risale-i Nur’un gayet büyük bir rüknünün büyük amcası ve Risale-i Nur’un bir kahramanı olan Tahirî’nin eniştesi ve Risale-i Nur’un saff-ı evvelinde ve şakirdlerinin başında bir zaman nâzırlık vazifesini gören ve şimdiye kadar da Risale-i Nur hakkında kalbini bozmayan Büyük Hâfız Zühdü’nün samimi kemal-i sadakat ve ihlası gösteren mektubuyla ve Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un hâşiyesinde tasdikle, bu eski ve yeni gayyur kardeşimiz Büyük Zühdü, resmiyete bakmayarak, Risale-i Nur’un mühim vazifelerinden olan masumlara Kur’an dersini vermekle gösterildi ki merhum Zühdü Bedevî yerine, bu Büyük Zühdü’yü yeni veriyor. Ve Âtıf’ın tevakkufu yerine, bu müdakkik ve muktedir ve hatip Büyük Hâfız Zühdü’yü faaliyete getirdi. Cenab-ı Hakk’a şükrediyoruz. Bugünden itibaren, Risale-i Nur’un has şakirdleri içinde şirket-i maneviye-i nuriyeden hissedar olmasını ve ismiyle duaya girdiğini selâmımla beraber tebliğ ediniz.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ § اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نَعْمَائِهٖ

Risale-i Nur’un silsile-i keramatından Mu’cizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve İşaratü’l-İ’caz’ın himayetkârane ve mu’cizane yeni bir kerametleri şudur ki:

Bu ramazan-ı şerifin başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delâletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, kardeşimiz Âtıf’ın habbe gibi hâdisesini, hariç valiler kubbe yaparak buranın hem adliye hem zabıta hem vilayete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevk edildiği aynı zamanda, iki saat evvel Mu’cizat-ı Ahmediye İstanbul’dan koşup imdada gelmiş. Masada iken Yirmi Dokuzuncu Söz ve kerametli İşaratü’l-İ’caz, Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi aynı vakitte yaldızlı ciltleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zaptına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber; Risale-i Nur’un o üç kerametli risaleleri, öyle hârika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu ki bu hale muttali olan bizler şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi gayet kuvvetli hem şiddetli tokatlar vurarak o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.

Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde; elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların manevî himayeti altında risaleler muhafaza edildi. Yalnız Müdafaat ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye Risalesi’ni mütalaa etmek için biz verdik.

Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli risalelerin kumandasında bütün risaleler kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankara’dan gelen bir ramazan tebriğiyle, bir Ramazaniye Risalesi’ni elde ettiler. Mütalaadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar.

Bütün bu hâlât, yüksekte duran Mu’cizatlı Kur’an-ı Azîmüşşan ile beraber, i’cazlı Hizb-i Kur’anî’nin nüshaları ve Hizb-i Nurî’nin risaleleri bu hârika vaziyeti gösterdiler. Cenab-ı Hakk’a onların hurufatı adedince ve şehr-i ramazanın dakikalarının âşireleri sayısınca hamd ü sena ediyoruz. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ

Hem hastalıktan gelen teessür ve Âtıf’ın hâdisesiyle kalbime gelen teellüm ve onlara acımak ve Isparta’ya sirayet etmek endişesinden neş’et eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde Risale-i Nur’un سِرًّا تَنَوَّرَتْ perdesi altına girmesi ve üçüncü günde o iki taharriden sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin mütemadiyen tarassud edilmesi ve Emin’in hanesi de bir şey bulunmadan taharri edilmesi cihetiyle ziyade muzdarip ve müteellim iken Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inayet-i İlahiye himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlasın verdikleri teselli, bütün o müz’iç şeyleri akîm bıraktı. Kemal-i ferah ve istirahatle “Görelim Mevla neyler / Neylerse güzel eyler.” deyip kemal-i teslimiyetle müsterih olduk. Siz de öyle olunuz, fütur getirmeyiniz.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz.

Hastalık devam ediyor fakat tahammül haricinde değil. O musibet de Risale-i Nur’un parlak neşriyatına tevakkuf vermek için idi.

Kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Âtıf’a muaraza eden ve hücum eden tarîkatçı müftü ve taassuplu vaiz ve hoca ve ehl-i tarîkat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarîkat, bu muarazada, en son perdesi rejim hesabına ve tarafgirliğine ve himayesine dayanıp Âtıf’ın müdafaa ettiği sünnet-i seniye mesleğine taarruz suretine girdiğini ve Risale-i Nur’a muaraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil, bu defa adliyece benden sordular ki: Kürt Âtıf, rejim aleyhinde çalışıyor.

Demek onun muarızları, rejime dayandılar.

Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (ra) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasâra’ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.

İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerinden en müthiş bir muhalif ve rejim müessisini tel’in de etse bilfiil idareye ilişmese onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.

[2] Hâşiye: Şimdi aldığımız haber: Denizli valisi, ehemmiyetli bir şifre ile buranın valisine, Âtıf meselesini i’zam ederek şifre yazmış. Hâfız-ı Hakiki’nin hıfzına dayanıp telaş etmeyiniz fakat ihtiyat ediniz. Hapsolan Âtıf ve arkadaşlarına teselli veriniz. Ve merak etmesinler, Allah Kerîm’dir ve Rahîm’dir.

Kastamonu Lâhikası s.211-230

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz kardeşlerim!

Kur’an’a ait en cüz’î en küçük bir nüktenin de kıymeti büyük olduğundan işarat-ı Kur’aniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuâı bugün Sure-i Ve’l-Asrı nükte-i i’caziyesi münasebetiyle, Sure-i Fil’den mana-yı işarî tabakasından tevafuk düsturuna istinaden bir nüktesini beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:

Sure-i اَلَمْ تَرَ كَيْفَ meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz’iyeyi beyan ile küllî ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda umum nev-i beşerle konuşan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın belâgatının muktezası olmasından, bu kudsî sure bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor, fenaları tokatlıyor. Mana-yı işarî tabakasında, bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber; dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalalette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebced ile üç cümlesi, aynı hâdisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.

Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzama’ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına Ebabil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمٖيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz (1359) edip dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.

İkinci cümle: اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فٖى تَضْلٖيلٍ kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalaletinde aksü’l-amel ile aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye Kâbesini, kıblegâhını dalalet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi فٖى تَضْلٖيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üç yüz altmış (1360) makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.

Üçüncüsü:اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفٖيلِ cümle-i kudsiyesi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hitaben “Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâbe-i Muazzama’yı hârikulâde bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?” diye mana-yı sarîhiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye mana-yı işarîsiyle der ki:

“Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’an’ın ve ehl-i hak ve hakikatin cebbar düşmanları olan dünya-perest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabb’in nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!” diye mana-yı işarîsiyle bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle aynen âfat-ı semaviye nevinde semavî tokatlarla İslâmiyet’e ihanet cezası olarak diye mana-yı işarî ifade ediyor. Yalnız اَصْحَابِ الْفٖيلِ yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. “Fil” kalkar “dünya” gelir. (Hâşiye[1])

Tahlil: تَرْمٖيهِمْ بِحِجَارَةٍ : İki ت sekiz yüz. İki ر dört yüz. İki م , bir ب , bir ح , bir ى yüz. Tenvin vakıf olmadığından ن dur, elli. Bir ه , bir ج , bir (medde elif) dokuz. Mecmuu, bin üç yüz elli dokuz (1359).

فٖى تَضْلٖيلٍ : ض sekiz yüz. ف seksen. ت dört yüz. İki ى yirmi. İki ل altmış. Tenvin vakfa rast gelmiş, sayılmaz. Yekûnü, bin üç yüz altmış (1360).

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفٖيلِ : İki ر , bir ت sekiz yüz. İki ف , iki ك iki yüz. İki ل , bir م yüz. Bir ع , bir ص yüz altmış. Dört ب , üç elif, bir ى , bir ح yirmi dokuz. الْفٖيلِ yerine gelen الدُّنْيَا daki iki د , bir elif dokuz. Bir ن elli. Bir ى on. Bir elif, bir. Bu yekûn, bin üç yüz elli dokuz (1359), eğer okunmayan elif sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz (1358) eder.

Hem Arabî hem Rumî tarihiyle bu semavî tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafuk ile parmak basıyor. (Hâşiye[2]) Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dualar eylerim.

Kardeşiniz Said Nursî

***

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Sabri’nin tabiriyle, Risale-i Nur’un zülfikarı olan Hizbü’l-Ekber-i Nurî elhak me’mulümüzün fevkinde gayet parlak ve güzel ve dikkatli ve sıhhatli ve yanlışları pek az bir tarzda Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle vücuda gelmiş. Hâfız Ali, Tahirî, Hâfız Mustafa bu vazifede elhak tam çalışmışlar. Risale-i Nur’un eline bir elmas kılınç verdiler.

Kardeşlerim! Bu kudsî hediyeniz bu şehre girdiği aynı zamanda, daha biz haber almadan, memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı zaman, Kürtçe meftihane namında bir ziyafet verdiklerine tam bir misal olarak, Risale-i Nur’un beş talebesi, ayrı ayrı köylerde, ne biz ne onlar postadan haberimiz yokken, güya bu kudsî kitabın meftihanesi olarak her biri, ayrı ayrı taamdan mürekkeb bir küçük ziyafet getirdikleri nevinde, hiçbir sebep yokken, bütün bütün âdete muhalif bir tarzda o beşlerin bu noktada ittifakı ve tevafukları, beşimiz (Ben, Emin, Feyzi, Hilmi, Tevfik) müttefikan karar verdik ki tesadüf kat’iyen imkânı yok. Demek buradaki medrese-i nuriyenin meftihanesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından bir keramet-i Nuriyedir.

Hem otuz günden beri İnebolu’dan her hafta bir iki defa geldikleri halde; hiçbiri gelmeden, birden, sebepsiz, bir has talebe üç günde yayan olarak Hizbü’l-Ekber’le beraber geldi. İkinci gün, güya onun için gönderilmiş gibi matbu Hizbü’l-Ekber-i Nuriye’nin bir kısmını aldı, götürdü.

Aziz Kardeşlerim! Bu Hizb-i Nuriye benim şahsıma ait pek büyük bir keramet-i maneviyesi var. Şimdi beyan etmek zamanı geldi:

Yirmi üç sene evvel Eski Said, Yeni Said’e inkılab ettiği zaman, tefekkür mesleğinde gittiği için تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ sırrını aradım. Her bir iki senede o sır ya Arabî ya Türkçe bir risaleyi netice verip suret değişiyordu. Arabî Katre Risalesi’nden tâ Âyetü’l-Kübra Risalesi’ne kadar, o hakikat devam edip suretler değiştirerek tâ Hizbü’l-Ekber-i Nuriye suret-i daimesine girdi. Yirmi üç seneden beridir ki ne vakit sıkılsam ve fikir ve kalbe yorgunluk ve usanç gelse bu hizbin bir kısmını mütefekkirane okumuşsam, o sıkıntıyı ve usanç ve yorgunluğu izale ediyordu. Hattâ bilâ-istisna, her gece sabaha yakın dört beş saat meşguliyetten gelen usanç ve yorgunluk, o hizbin altısından birisini okumasıyla hiçbir eseri kalmadığı bin defa tekerrür etmiş.

Mühim bir hakikati, bu hakikat münasebetiyle bu zamanda ehl-i medreseye ve hocalara taalluk eden bir meseleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfürû etmiş yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envar-ı hakikati aramışlar. Hattâ medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tabi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envarına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha safi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i kelâmında bulunmasını Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış, göstermiş, meydandadır.

İşte Risale-i Nur’a herkesten ziyade kemal-i şevk ile taraftarane ve müftehirane medrese taifesinden olan ulemaların koşmaları lâzım ve elzem iken, maatteessüf daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat çeşmesini ve bu kıymettar bâki hazinesini tanımıyor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillahi’l-hamd şimdi tam tamına başladılar. Sözler mecmuası hem hocaları hem muallimleri Nurlara çekti.

Hizb-i Nuriye başındaki Türkçe parçasının “tam Arabî bilen” kelimesinden sonra bu yazılsın: “Veyahut Âyetü’l-Kübra ve Münâcat ve Yirminci Mektup Risaleleri yanında bulunan ve okuyan.” Hem dördüncü sahifenin nihayetinden ikinci satırın başındaki لِلْاَوْقَاتِ , و takaddüm etmiş, لِلْاَقْوَاتِ yazılsın, kut’un cem’idir.

Hem yirmi ikinci sahifenin dördüncü satırında فٖى صَحٖيفَةِ حَسَنَاتِنَا وَ فٖى صَحٖيفَةِ kelimesinden sonra Hâfız Ali ve Tahirî ve Hâfız Mustafa ve Nazif ilâve edilecek. وَ اَمْثَالِهٖ kelimesi de وَ اَمْثَالِهِمْ yazılacak.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki Isparta vilayetini, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan bir Medresetü’z-Zehra, bir Camiü’l-Ezher yapmış. Sizin kalemleriniz, Risale-i Nur’u matbaaya muhtaç etmeyeceğini, böyle kısa bir zamanda bu kadar mükemmel tevafuklu nüshaları teksir etmesi, bugün sabahleyin söylediğim bir davaya, öğlene yakın sizin bu cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyenizi Emin getirdi, sabahtaki davayı tam ispat etti. Dava da budur:

Demiştim: Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-i imaniye her şeyin fevkinde olduğu gibi bu zamanda her şeyden ziyade onlara ihtiyaç var. Fakat kalbini öldürmüş, nefsini hevesatla şımartmış mülhidler, imandaki hakikatin derece-i ihtiyacını inkâr ettiklerinden “Ehl-i diyanet ve ehl-i ilmi sevk eden, tahrik eden makasıd-ı dünyeviye ve ihtiyacatıdır.” diye ittiham ediyorlar. O ittihama göre de pek insafsızcasına onlara ilişiyorlar. Bu bedbaht mülhidleri kat’î bir surette iskât etmek, bilfiil –maddeten– öyle fedakârlar lâzım ki dünyanın en mühim meşgaleleri belki büyük zararları, onların hakaik-i imaniye ihtiyaçlarını susturmuyor.

Acaba öyleleri var mı, diye hatırlarına geldi. Evet, vardır. İşte Isparta vilayeti ve havalisi. İşte Sandıklı tarafından üç dört ay zarfında Risale-i Nur’u her şeye tercih eden efeleri ve mücahidleri diye dava etmiştim. İki saat sonra, hiç me’mul etmediğimiz bir tarzda, Rahmetullah namını alan Emin, iki sandıkla o davaya iki hüccet gösterdi.

Kardeşimiz Kâtip Osman’ın mektubu, ayrı ayrı çok meraklarıma bir merhem oldu. Cenab-ı Hak onun gibi Risale-i Nur’a binler şakirdleri o medrese-i nuranide yetiştirsin, âmin!

Âtıf’ın da Sandıklı tarafına gitmesi, muvaffakıyet kazanması, değil bizleri, melaikeleri de sevindirdi. Karye-i İrfan namı inşâallah bir medrese-i nuriye olur. Zaten Âtıf’taki ihlas, öyle netice vereceğini hissediyordum.

Gül, Nur, Mübarek, Medrese-i Nuriye, Masum, İhtiyarlar heyetine binler selâm ve selâmetlerine dua ediyoruz.

On üç sene evvel Barla’da, beş misli bereketle keramet derecesine çıkan tatlı lokmaları ve o lokmaları hediye eden, çok mübarek Hacı Hâfız’ı sürur ile hatırımıza getiren bu yeni gelen tatlı lokmaları, beş çeşit tatlı geldi. Her bir tanesine sizlere Cenab-ı Hak cennette binler cennet tatlıları versin, âmin!

***

Aziz kardeşim Hüsrev!

Cenab-ı Hak merhumeyi mağfiret eylesin ve sana ve onun evlatlarına sabr-ı cemil ihsan eylesin! Ben de mateminize cidden hissedarım.

Senin ağlamana ve ağlayan mektubuna iştirak ettim. Evet, sen de benim gibi dünya ile iki cihetle alâkan kesiliyor. Hem öyle lâzım. Senin gibi Risale-i Nur’un bir fedaisi alâkası olmamalı ve alâka peyda etmemeli. Alâkalı olsa fevkalâde bir sebat, bir ihlasın lüzumu ile beraber; bazı arızalar içinde sarsılır, tam fedakârlık edemez. O havalinin kahramanları elhak müstesnadırlar. Alâkalar onları sarsmıyor. Fakat bazıları; Hüsrev gibi, Said gibi ve Âtıf ve emsali gibi bütün bütün alâkasız da bulunmak lâzım.

O merhume şimdiye kadar, Risale-i Nur’un has talebeleri içinde, daima her gün yüz defaya yakın ve hususi ismiyle de bir defa fecirde manevî kazançlarımıza on senedir hissedardır. Şimdi vefatından sonra ismiyle her gün, çok defa hususi dualarda hissedar olduğu zaman gibi yine yüz defa hissedar oluyor.

Aziz kardeşim Hüsrev! Seninle çok konuşmak istiyorum. Fakat bu dakikada o kadar vaktim dardır ki ziyarete gelen dost dört beş adama karşı “Beni meşgul etmeyiniz.” diye lüzumsuz hiddet ettim. Her ne ise… Oradaki kardeşlerimize hasret ve iştiyakla pek çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum. Buradaki kardeşleriniz de sizi taziye ve oradaki kardeşlerine arz-ı hürmetle selâm ediyorlar.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hizb-i Nurî’de hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ sırrı hem küllî bir ubudiyet bulunduğundan şimdi bu vakitte, kuvvetli bir emareyi müşahede ettim. Bugün Risale-i Nur’un Hizb-i Nurî’sinden bir kısmını ve Cevşenü’l-Kebir’den dahi bir kısmını okurken gördüm ki:

Kâinatın envaını ve âlemlerini Yirmi Dokuzuncu Mektup’un âhir kısmı اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin beyanında, seyahat-i kalbiye ile her bir ism-i İlahî bu kâinattaki bir âlemi nurlandırdığını ve zulümatı dağıttığını gördüğüm gibi; aynen ve daha başka bir şekilde, Cevşenü’l-Kebir ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nurî dahi kâinatı baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor; gafletleri, tabiatları parça parça ediyor, ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor gördüm. Kâinatı, envaıyla pamuk gibi hallaç ediyor, taraklar ile tarıyor müşahede ettim. Ehl-i dalaletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında, envar-ı tevhidi gösteriyor.

Ezcümle: İki gün evvel, ism-i Hakem Nüktesi’ni okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin ve manzumesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış. Demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder.” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu, ayıldı. “Bu bütün bütün başkadır.” dedi. Demek kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde nur-u ehadiyeti gösteriyor. Orada da düşmanlarını takip ediyor. En uzak tahassungâhlarını bozuyor. Her yerde, huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa ona der: “O bir soba, bir lambadır. Odununu, gaz yağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.

Hem kâinatı baştan başa âyineler hükmünde tecelliyat-ı esmaya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey, huzura mani olmuyor. Ehl-i tarîkat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ya nefyetmek veya unutmak, daha hatıra getirmemek değil belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs’atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.

Daha var. Fakat şimdi bu kadar yazdırıldı.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu defa Hâfız Ali’nin ve Halil İbrahim’in ve Lütfü’nün bir vârisi Abdullah’ın ehemmiyetli üç mektuplarını aldım.

Hâfız Ali’nin Hizb-i Kur’anî ve Hizb-i Nurî’deki yanlışlardan teessürünü bildiriyor. Kat’iyen o bilsin ki o ve Tahirî ve Hâfız Mustafa ve arkadaşlarının gayretleriyle tabedilen o iki hizb, bu zamanda, bu şerait içinde gayet parlak bir muzafferiyet-i Nuriyedir. Onların defter-i a’maline, her tarafta hasenatları geçirilir. Kim okusa onların hissesi var. Yanlışları, tahminimizden çok azdır. Lillahi’l-hamd kolayca tashih ettik. Lâyık ellere girmiş.

Halil İbrahim’in, Risale-i Nur hakkında gayet tatlı ve güzel ve mutabık temsili ve tavsifi –içinde– samimi ihlasından ve kanaatinden geldiği cihetle, bizce gayet parlak ve edibane düşmüş. Risale-i Nur’a ait kısmını Lâhika’ya yazacağız. Hakikaten Risale-i Nur’un mühim ve sebatkâr ve daimî bir rüknü olduğuna şüphe kalmamış. Ona ve rüfekasına her gün hususi dualarımıza, kazançlarımıza, hususan İnce Mehmed hissedar olmalarını ve selâmımızı tebliğ edersiniz.

Merhum Lütfü’nün ciddi ve hakiki bir vârisi olan Abdullah’ın mektubunda, Risale-i Nur’la alâkadar olan başta Tahirî ve babası ve Ali ve Vehbi, Şükrü, Mustafa, Mehmed, Hüseyin, Mehmed, Hakkı ve bilhassa eskiden Risale-i Nur’da mevkii bulunan Büyük Zühdü gibi kardeşlerimizin selâmları beni çok ziyade mesrur eyledi. Ben de o kardeşlerimize hem selâm hem dua hem istid’a ediyorum. Onun mektubundaki sualleri ise şimdi bu dakikada ise zihnim başka yerle meşgul, onların cevabına bakamıyor.

Üçüncü Mesele: Bir kardeşimiz kusurunu görmediği münasebetiyle, onu ikaz için yazılmış ince bir meseledir. Belki size faydası olur diye yazdık.

Bir zaman evliya-i azîmeden nefs-i emmaresinden kurtulanlardan birkaç zattan, şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmareden şekvalarını gördüm. Çok hayret ediyordum.

Hayli zaman sonra nefs-i emmarenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve nefs-i emmarenin son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmareyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren, bir manevî nefs-i emmareyi gördüm. Ve anladım ki o mübarek zatlar hakiki nefs-i emmareden değil belki mecazî bir nefs-i emmareden şekva etmişler. Sonra gördüm ki İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmareden haber veriyor.

Bu ikinci nefs-i emmarede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemler ile nefret edip veya tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un erkânları gibi her şeyini, enaniyetini bıraksın.

Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakiki hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip öyle seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor. Hattâ kendim, bir dakika zarfında yirmi paralık bir sıkıntı ile altmış liralık bir haseneye tercih etmeye çalıştım. Hem on dakika zarfında, büyük bir mücahede-i manevîde, benim cephemde kırk ikilik bir top gibi düşmanlarıma atıp yol açtığı halde; o iki nefs-i emmarenin muvakkat bir gaflet fırsatında, hodgâmlık ve meyl-i tefevvuk gibi gayet zulümlü ve zulümatlı hissiyle, büyük bir şükür ve teşekkür yerine “Ne için ben atmadım?” diye en çirkin bir riya ve rekabet damarını hissettim.

Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki Risale-i Nur ve bilhassa İhlas Risaleleri o iki nefsin bütün desaisini izale ve onların açtığı yaraları tedavi ettiği gibi o bir dakika ve on dakikadaki haletleri birden izale etti. Ve manevî bir istiğfar olan kusurumu bildim. O hatanın muaccel cezası olan içindeki elemden ve azaptan kurtuldum.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum:

Ehl-i dalalet, Risale-i Nur’un elmas kılınçlarına mukabele edemedikleri için şakirdleri içinde derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek –meşrepler veya hissiyatları muhalefetinden– zayıf damarları bulup şakirdler içindeki tesanüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım.

Sakın! Çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatadan hâlî olamaz fakat tövbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit deyiniz ki:

“Biz değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi, Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir.” deyip nefsinizi susturunuz.

Medar-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrepte olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki bu gaflet mevsimi olan baharda ve derd-i maişet belasında, Risale-i Nur fütuhatında devam ediyor.

İstanbul’dan yazıyorlar ki oraya giden, başta Hüsrev’in Mu’cizat-ı Ahmediye’si olarak, risaleleri her kim görmüş ve okumuş ise başta Fetva Emini Ali Rıza olarak herkes hayret ve istihsan ile “Bu tarz-ı ifade ve ispat ve beyan, hiçbir kitapta bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış.” deyip kemal-i iştiyak ile karşılıyorlar.

Ve Ankara’da dünyaca yüksek makamlarda, askeriye heyetinde kemal-i iştiyak ve takdir ile Risale-i Nur’u yazıp okutturuyorlar. Başta miralay Mehmed Yümnü olarak mühim askerî paşaları “Risale-i Nur iman kurtarıcıdır.” diye takdirkârane tam teslimiyetle okuyup istifade ediyorlar.

Hattâ burada da pek çok ayrı ayrı tarzda Risale-i Nur aleyhinde yaptıkları desiseler ve tedbirler ve şakirdleri soğutmak ve sarsmak planları, hususan derd-i maişet belaları, Risale-i Nur’un inkişafını durdurmuyor. Günden güne tevessü ediyor. Hattâ en ziyade hücum edenler dahi perde altında istifadeye çalışıyorlar.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki inayet-i İlahiye ve himayet-i Rabbaniye devam ediyor. Fakat yalnız ehemmiyetli bir planla, ayrı bir cephede, mütemerrid münafıklar tarafından bir hücum var. Çok ihtiyat ve dikkat ve sebat ve tesanüd lâzımdır ki tâ onların bu planı da akîm kalsın. Plan da budur: “Risale-i Nur talebeleri içinde tesanüdü bozmak.”

On sekiz seneden beri hakkımızda programları, has talebeleri bizden kaçırmak, soğutmak idi. Bu planları akîm kaldı. Şimdi tesanüdü bozmak ve bazı menfaat-perest fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risale-i Nur’un cereyanına karşı rakip çıkarmak suretiyle intişarına zarar vermeye çalışıyorlar.

Hem Ramazan Risalesi’nin âhirinde nefs-i emmareyi her nevi azaptan ziyade, açlık ile temerrüdünü terk ettiği gibi; şimdiki ehl-i nifakın mütemerridane sefahetinin cezası olarak umuma ve masumlara da gelen bu açlık ve derd-i maişet belasından ehl-i dalalet istifade edip Risale-i Nur’un fakir şakirdlerinin aleyhine istimal etmek ihtimali var.

Madem şimdiye kadar ekseriyet-i mutlaka ile Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur hizmetini her belaya, her derde bir çare, bir ilaç bulmuşlar. Biz her gün hizmet derecesinde, maişette kolaylık, kalpte ferahlık, sıkıntılara genişlik hissediyoruz, görüyoruz. Elbette bu dehşetli yeni belalara, musibetlere karşı da yine Risale-i Nur’un hizmetiyle mukabele etmemiz lâzımdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ediyoruz.

***

Aziz, sıddık, mübarek, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir vech-i i’cazını hârika kalemiyle gösteren ve mütemadiyen defter-i hasenatına, o yazdığı Kur’anları okuyanların sevapları yazılan kıymettar Hüsrev!

Bana gönderdiğin iki mübarek nüshadan birincisini size Hilmi Bey’le gönderdim. Bir hiss-i kable’l-vuku ile sen Isparta’dan ayrılacaksınız diye ikisini birden bize göndermiştin. Çok da iyi oldu. Şimdi Isparta Medresetü’z-Zehra-i Ekber ve Medrese-i Nuriye-i Kübra olduğundan bu kudsî eser, orada hususan şuhur-u selâse gelmek üzere bir zamanda lâzımdır. İnşâallah orada da bizim gibi cüzleri ile taksim ile hatmeler okunacak.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu defa Hâfız Ali’nin mektubunda büyük bir beşaret hissettik ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ımızı tabedilecek esbab var, maniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu meselede onundur. Ve madem iki Ali ile Tahirî, Hâfız Mustafa, hârika tesanüdleriyle ve şimdiye kadar bütün Risale-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı memnun ve minnettar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüşdü’nün lâyetezelzel sadakatiyle, Hüsrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.

Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de Emin de biliyorlar ki mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkit, bize burada zarar veriyor gibi size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektup yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. “Acaba yeni bir taarruz mu var?” diye muzdarip idim.

Hem o zarardandır ki mübarek Hüsrev’in gelmesiyle yeni bir şevk ve süratle bize Hizb-i Nurî’nin arkasına ilhak edilen münâcat parçası on beş gün tehire uğradı. On beş gün evvel bize geleceğini tahmin ediyordum.

İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risale-i Nur’un kahraman şakirdleri her müşkülata galebe ettikleri gibi inşâallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlaslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler.

Siz, tedbir-i maddiyeyi benden daha iyi bilirsiniz. Fakat madem Hüsrev’le Rüşdü, Risale-i Nur’da çok ehemmiyetli rükünlerdir. Hem etraflarında Risale-i Nur’un çok ehemmiyetli şakirdleri var. Ve madem Hâfız Ali, Tahirî, Hâfız Mustafa, Küçük Ali Risale-i Nur hizmetinde tam muvaffakıyetleriyle tam makbul oldukları tahakkuk etmiş. Bu iki cereyan baştaki iki göz gibi olmalı. Tam bir tesanüd lâzım ki bu ağır defineye omuzları dayanabilsin.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

***

Sava Medrese-i Nuriye’nin kıymettar bir talebesi Marangoz Ahmed’in güzel ve hâlis manzumesi bizi memnun edip Lâhika’ya girdi. Hususan Risale-i Nur’un sandalyesinden masumları inmedikleri ve “O nurlu sandalyede oturan; yangınlar, tuğyanlardan kurtulur.” diye sözleri güya tam Medresetü’z-Zehranın hakiki bir talebesi, istikbalden zamanımıza gelmiş, bize teselli veriyor ve masum talebelerin çoğalmasını müjde veriyor.

Risale-i Nur’un telifi başında, başkâtip Şamlı Hâfız Tevfik’in haremi merhume Zehra, ben Barla’da iken Şamlı Hâfız, Risale-i Nur’u yazmasına çalışmak için o merhume, Hâfız’ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hâfız’ın işlerini görüyordu tâ nurları yazsın. Biz de o merhumeyi o iyiliğine mukabil, Risale-i Nur’un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz hem dua edeceğiz.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu defa beni çok mesrur eden ve şükre sevk eden ve bu sıralarda hasıl olan endişemi izale eden ve Isparta vilayeti manevî Medresetü’z-Zehra olduğunu ve Isparta şakirdleri sebatta ve sadakatte her yere faik olduklarını gösteren, Risale-i Nur erkânlarından üç dört mektup ve o mektupta isimleri bulunan has kardeşlerimin Risale-i Nur’a hizmet ve kalemleriyle yardım cihetinde bize gösterdikleri fedakârane ulüvv-ü cenab, böyle bir zamanda ve böyle bir mevsimde gayet parlak bir inayet-i Rabbaniye olduğuna kanaatimiz var.

Nur Fabrikasındaki Aliler ve Tahirî’nin istedikleri mu’cizeli Kur’an’ımızla İ’caz-ı Kur’an zeylleriyle beraber İstanbul’da Hâfız Emin’in yanındadır, okutturuyorlar ve yazdırıyorlar. İsterseniz benim nüshamı Hâfız Emin’den alınız, onun yerine güzelce zeylli nüshanızdan birisini veriniz, yanında kalsın. Kur’an’ın son yazılan nüshasını da lüzum olduğu ve bilfiil tabetmek için geldiğiniz zaman İstanbul’a göndereceğim.

Hüsrev’in uzun ve tesirli ve kıymettar mektubu ve hâşiyesinde kahraman Rüşdü’nün küçücük mektubu ve pek çok alâkadar olduğum ehemmiyetli kardeşlerimizin kalemleriyle bize yardımları ve Risale-i Nur’la iştigali her şeye tercih etmeleri ve Hüsrev’in de mütemadiyen geleliden beri çalışması ispat ediyor ki Isparta tamamıyla Risale-i Nur’a sahip olmuş ve bir Said yerinde, bin Said’i bulmuş. Cenab-ı Hakk’a nihayetsiz şükür, sena ve hamdolsun. Mu’cizeli Kur’an’ımızın matbaa ve teclid masrafı otuz bin liraya çıkması cihetiyle, bu azîm mesele şimdilik tehir etmesine mecburiyet var.

Re’fet Bey’in bizi hayrete düşüren hayretli ve garib mektubunun baştaki kısmı, Lâhika’ya medar-ı ibret olarak yazıyoruz. Ve bilhassa “Ene ve Zerre” namındaki Otuzuncu Söz’ü her mü’minin ezber etmesi zarurîdir demesi ve o eserin kıraatından sonra Barla’da Abdurrahîm namını kazanan ve “yâ Rahîm yâ Rahîm” zikrini bize işittiren mübarek kedinin bir kardeşi olarak diğer mübarek bir kedi, ezan-ı Muhammedîyi (asm) müştakane, insan gibi dinlemesi, bize de sizin kadar hayret ve sürur verdi. Ve ezan-ı Muhammedîyi (asm) tam zuhuruna işaret müjdesi telakki ettik.

Ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü gibi hizmet-i Kur’aniyede eski ve ehemmiyetli ve kıymettar Tenekeci Mehmed’in de rüyası ehemmiyetlidir. Allah hayretsin. Isparta için çok hayırdır, onun içinde ehemmiyetli bir müjde var.

Re’fet kardeşimizin mektubu dört cihetle beni memnun etmiş. Zaten eskiden beri Hüsrev, Re’fet, Rüşdü; hayalimde, tasavvurumda birleşmişler. Cenab-ı Hakk’a şükür ki onlardan ümit ettiğim kemal-i sadakat ve sebat devam ediyor.

Hem Hüsrev’in ve Hâfız Ali’nin mektuplarında isimleri bulunan sebatkâr kardeşlerime ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü ve Isparta Hâfız Ali’si ve Sava kahramanlarına birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Şimdi bu mektubu yazarken, Risale-i Nur santralı Sabri’nin mektubunu Emin getirdi. Açtık, yağmursuzluk bahsine dair Risale-i Münâcat’ın kesretle yazılması bereketiyle yağmurun gelmesi ve rahmet-i İlahiyenin fakir fukaraya imdat eylemesini yazdığını gördük. Benim için ehemmiyetli bir meseleyi halletti.

Burada da yağmura şedit ihtiyaç vardı. Yağmur gelecek hiçbir alâmet hissetmiyorduk. Bu kaht zamanında yağmursuzluk, fakir fukaraya çok ağır gelmişti. Ben üç defa namazdan sonra, masum fukaraları ve aç kalan hayvanları ve Risale-i Nur’u şefaatçi yapıp dua ettik. Birden aynı gece, me’mulümüzün fevkinde, duanın tam kabulünü gördük.

Ben hayretle bu cüz’î duamız, bu küllî meseleye ne derece dahli olduğunu bilemedim. Dedim: “Her halde çok mühim dualara, duamız da binden bir hissesi olmuş.” Şimdi tahakkuk etti ki Isparta nuranileri; nurlu, manevî duaları bizi de o rahmetten hissedar eyledi. Hattâ o duama arkamdan âmin diyenlerden Feyzi’ye, bu manayı, bu hayretimi de ona şimdi söyledim. Evvelce söyleseydim onun hüsn-ü zannını ta’dil edemeyecektim. Çünkü o, Üstadına en büyük hisse veriyor.

Sabri’nin mektubunda, Sıddık Süleyman ve Barla’daki kardeşlerimizin selâmları ve eski alâkalarını tam muhafaza eylemeleri, Barla’daki hayatımı tahassürle hatırlattırdı. Ben de onlara çok selâm ederim.

Mübarek Hüsrev mektubunda, has kardeşlerimizden Re’fet, Rüşdü, Kâtip Osman, Osman Nuri, Âtıf ve Feyzi’nin bir yadigâr-ı tahattur olarak birer nüsha yazılarını bizlere hediye edilmelerini yazıyor. Cenab-ı Hak onlara, yazdıkları her bir harfe mukabil bin hasene versin, âmin!

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Her vakit ihtiyat iyidir. Zaten Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh da kerametkârane bize ihtiyatı tavsiye ediyor. Şimdi şark tarafında yeni bir hâdise:

Bir şeyh tarafından, kendi müridleri ve halifeleri vasıtasıyla din lehinde, eskiden beri meşhur olmuş Şeyh Ahmed namında türbedar-ı Nebevî tarafından vasiyetname-i Peygamberî (asm) namında bir eser, o havalide gezmiş, intişar etmiş. Oralarda çalışan kahraman Salahaddin’i bir derece ihtiyata sevk edip bütün siyasetlerin fevkinde ve siyasetlere tenezzül etmeyen Risale-i Nur cereyanı, öyle siyasete temas edebilen cereyanlarla iştiraki görünmemek için daha ziyade ihtiyat ve tevakkufa mecbur olmuş. Bugün, beş ay Ankara’ya bir vazife ile gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takip edip o da arkasından girdi. Ben o casusa Salahaddin kalktıktan sonra dedim ki:

Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.

Evvela: Kur’an bizi siyasetten men’etmiş tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.

Sâniyen: Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten men’ediyor. Çünkü tokada müstahak dinsiz münafıklar onda iki ise onlarla müteallik yedi sekiz masum, bîçare, çoluk çocuk, zayıf, hasta, ihtiyarlar var. Bela ve musibet gelse o sekiz masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şakirdlerini men’etmiş.

Sâlisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet etmek, en dinsizleri de onun dindarane, hakperestane düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğerki bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola.

Çünkü bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zarurîdir:

Birincisi, merhamet; ikincisi, hürmet; üçüncüsü, emniyet; dördüncüsü, haram ve helâli bilip haramdan çekilmek; beşincisi, serseriliği bırakıp itaat etmektir.

İşte Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip hem asayişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur’a ilişenler kat’iyen bilsinler ki onların ilişmesi, anarşilik hesabına vatan ve millete ve asayişe düşmanlıktır.

İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim. Dedim ki: “Seni gönderenlere böyle söyle.”

Hem de ki: “On sekiz senedir bir defa kendi istirahati için hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi bir aydır dünyayı herc ü merc eden harplerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostane temaslarını istiğna edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassudlarla sıkıntı vermekte hangi mana var? Hangi maslahat var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki ona ilişmek divaneliktir.” dedik. O casus da kalktı gitti.

Umum kardeşlerimize hususan erkânlara ve matbaacılara, hususan Hizb-i Nuriye’nin nâşirleri olan Hâfız Ali, kahraman Tahirî ve Hâfız Mustafa ve rüfekalarına birer birer selâm ediyoruz.

***

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki bu acib zamanda sizin gibi hâlis, muhlis, mahviyetli, fedakâr kardeşleri bize ihsan eylemiş.

Bu defa Hüsrev’in, Hâfız Ali’nin, Hâfız Mustafa’nın, Küçük Ali’nin birbirine hitaben yazdıkları dört mektuplarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, bir hiss-i şükran, bir memnuniyet hissettim. Bu çok kıymettar kardeşlerimin ne derece âlîhimmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım. Ve Risale-i Nur böyle kuvvetli ve hâlis ellere tevdi edildiğinden bize kat’î kanaat verdi ki Risale-i Nur mağlup olmayacak. Bu kuvvetli tesanüd, onu daima yaşattırıp parlattıracak.

Evet, kardeşlerim! Sizler, ihlas sırrını tam muhafaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi muhafaza, hakikaten bir hârikadır.

Hâfız Ali’nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi’l-ihvan düsturunu muhafaza etmesi ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakârane teslimiyeti ve hem Abdurrahman hem Lütfü hem Hâfız Ali manasını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada her şeye tercihen hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi. Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tahirî ve kahraman Rüşdü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ahlâkta bulunduklarını hiç şüphe etmiyoruz.

Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntıdan, hakiki bir tesanüdle birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz belki altı bin kıymet-i maneviyeyi alıyor diye Cenab-ı Hakk’a Risale-i Nur hesabına hadsiz şükür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyoruz.

Isparta içindeki has ve hâlis kardeşlerimizden, bu âhir mektuplarda; Mehmed Zühdü, Isparta Hâfız Ali’sinden haber alamadığımdan merak ettim. Rahatsız değiller mi?

Sandıklı tarafında, kemal-i şevk ile ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki orada perde altında faaliyetini durdurmak için bazı hocalar, bir kısım tarîkata mensup adamları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor. Hem müşterileri de aramaya mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı.

O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden her şeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin hem de mübtedi hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşâallah Cenab-ı Hak onu muvaffak eder. O mıntıkada kendi gibi hâlis rükünleri bulur belki de bulmuş. Biz başta onu ve onun etrafındaki Risale-i Nur şakirdlerini tebrik ediyoruz. Onların az hizmetlerine çok nazarıyla bakıyoruz. Ben buradan onlarla muhabere ve müşavere edemediğimden sizler benim bedelime, o kardeşlerimize hem selâmımızı hem manevî kazançlarımıza haslar dairesinde, Âtıf’ın sadık rüfekası unvanı altında dâhildirler. Her sabah yanımızda manen bulunuyorlar.

***

Aziz, sıddık, müteyakkız, samimi, müttehid, mübarek kardeşlerim!

Ben de sizi tebrik ediyorum ki şeytan-ı cinnî ve insînin desiselerini akîm bıraktınız. Cenab-ı Hak sizi bu hizmet-i Nuriyede daima muvaffak eylesin, âmin! Ve sizden ebeden razı olsun, âmin!

Eskide bir zaman Barla’da, bütün tarîkatların şecere-i külliyesini tanzim ve istinsah etmek için Hâfız Ali ile Hüsrev o vakit o işte bulundular, çalıştılar. Tâ o vakitte bu iki zat, ileride Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi iki bakar bir görür diye kuvvetli bir temenni ile ümit etmiştim. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki o ümidim, o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.

Kardeşlerim! Sizde vuku bulan küçücük kusurları çok i’zam etmeyiniz. Yalnız ben değil belki zannediyorum ki hakikate muttali olan herkes tasdik eder ki Isparta ve havalisindeki Risale-i Nur şakirdlerinde fevkalâde bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlas ve kahramanlık var ki bu acib zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsad içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar. Bu kadar fırtınalı hâdiseler içinde, Risale-i Nur’u muattal bırakmadınız, söndürmediniz belki öyle parlattırdınız ki bizi de ışıklandırıp gayrete getirdiniz.

Ve bilhassa bahar mevsiminde, umumî gaflette ve derd-i maişetin verdiği dehşetli bela içinde böyle kemal-i şevk ve gayretle Risale-i Nur’a çalışmak, hakikaten bir inayet-i İlahiyedir. Sizleri bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz.

Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid kahraman, bir ruh altı ceset ve altı Yeni Said yerinde ve yirmi bir kardeşimi yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum.

Cenab-ı Hak o kalemlerin siyah nur olan mürekkeplerini, hadîs-i sahihin nassıyla, her bir dirhemini yüz dirhem şehit kanı kıymetinde yevm-i haşir ve mizanda defter-i hasenatlarına ilâve eylesin, âmin!

Nakkaş Mehmed ve Âsım’ın vârisi Babacan hem hayatta hem Risale-i Nur hizmetinde bulunmaları beni mesrur eyledi.

***

[1] Hâşiye: Bu “fil” lafzı kalkmasının sırrı: Eski zamanda dehşetli Fil-i Mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle filolar teşkil edip hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dört yüz milyonu esaret altına almış ve Avrupa medeniyetçileri medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle üç yüz elli milyon Müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip istibdadına serfürû etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve dünya-perest gaddar zalimler, zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye ve fakir ve masumlar ve mazlumlara, fâni mallarını ve hayatlarını âhiretlerine çevirmek ve kıymettar eylemek ve dünyadaki günahlarına keffaretü’z-zünub etmeye kader-i İlahîye fetva verdiler. Ben bir buçuk senedir dünya-perestlerin bu musibette vaziyetlerini ve safahatlarını ve ikinci harb-i umumî sahifelerini kat’iyen bilmiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sure-i kudsiyenin mana-yı işarî tabakasından gelen tokatlar, tam tamına onların başlarına iniyorlar ve surenin bir mana-yı işarîsini tam tefsir ediyor.

[2] Hâşiye: Evet bu tokattan, pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur’an’a tarziye vermezse melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını bu sure bir mana-yı işarî ile tehdit ediyor.

Kastamonu Lâhikası s.190-210

Karadağ’ın Bir Meyvesi

Bir âyetin mana-yı işarîsinin külliyetinden bir ferdi, Hürriyet’ten bu ana kadardır.

Teşrin-i sânî otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde (1358) Karadağ başına çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Sure-i Ve’l-Asrı’yı karşıma çıkardı. Dedi: “Bak!”

Baktım. Her asra hitap ettiği gibi bu asrımıza daha ziyade bakan وَ الْعَصْرِ ۞ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetindeki اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ –şedde ve tenvin sayılır– makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört (1324) edip hürriyet inkılabıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip bir lem’a-i i’cazını gösteriyor.

اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ –âhirdeki ت , ه sayılır; şedde sayılır ise– makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz ve dokuz (1358-1359) olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus manevî hasaretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi, iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i وَ الْعَصْرِ nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakk’a şükrettik.

Evet âlem-i İslâm’ın, bu asrın en büyük hasareti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumî’den kurtulmasının sebebi: Kur’an’dan gelen iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı açlık ve kahtın sebebi dahi orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasaret ve zayiatın sebebi de zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi; اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalplerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirdlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi; bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.

(Sure-i Ve’l-Asr’ın Dağ Meyvesi namındaki nüktesine bir hâşiyedir.)

اَلصَّالِحَاتِ deki ت , âhirdeki “ta”lar ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle cifirce ه sayılabilir, اِلَّا beraberdir. Bu noktada bin üç yüz elli sekiz (1358) bu zamanımızı gösterir. Ve telaffuzca ه okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan, şeddeler sayılmazsa ve اِلَّا beraber değil, iki yüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i salih ile beraber bir taife-i azîme, hasarat-ı azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip Fatiha’nın âhirinde صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ bin beş yüz kırk yedi (1547) veya bin beş yüz yetmiş yedi (1577) gösterdiği zamana hem

لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى ظَاهِرٖينَ عَلَى الْحَقِّ حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهٖ

birinci cümle, bin beş yüz (1500) makamıyla âhir zamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına ve ikinci cümle, bin beş yüz altı (1506) makamıyla galibane mücahedenin tarihine ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş (1545) makamıyla pek az bir farkla hem Fatiha’nın hem Ve’l-Asrı Suresi’nin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip tevafuk eder.

Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden her birisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şedde sayılmazsa bin beş yüz altmış bir (1561) makamıyla hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ –şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ lâmdır– bin beş yüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrub edip farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem’a-i i’caziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Eski Said çok zaman Medresetü’z-Zehrayı gaye-i hayal ederek çalışmış. Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Isparta’yı o Medresetü’z-Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta’nın mahdud akraba ve ahbap yerine, mübarek Isparta vilayetini verip binler kardeşi ihsan eyledi. Belki muhtemeldir ki o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-ı aslîm, bu Isparta olmak caizdir. Hattâ Ispartalı kim olursa olsun, başkalara nisbeten benimle ve Risale-i Nur’la fazla alâkadar görüyorum. Hattâ buradaki bütün zabitan içinde biri müstesna, en ziyade bize ve Risale-i Nur’a ciddi alâkadar, bu hâmil-i mektup Ispartalı Hilmi Bey’i gördüm. Onu Risale-i Nur’un has şakirdleri içinde kabul eyledik.

Isparta’da ve Sava’daki taarruz bir derece umumîdir. Risale-i Nur’un intişar ettiği her tarafta bu sıralarda, şimdiye kadar bir plan dâhilinde Risale-i Nur’un fütuhatına karşı tecavüz var. Bir derece şevk ve neşeye zarar verdi, bir devre-i tevakkuf açtı. Şimdiki kahtlığa o tevakkuf sebebiyet veriyor. Fakat Cenab-ı Hakk’a şükür, Isparta ve havalisi kahramanları çelik gibi bir metanet göstermeleri, sair yerlerin de kuvve-i maneviyelerini takviye ediyorlar.

Bazı ihtiyatsız ve dikkatsizlerin yüzünden cüz’î zararlar olduğundan, ihtiyat ve dikkat her vakit lâzımdır. Barla’da Risale-i Nur’un muvakkat tatili sebebiyle yağmursuzluk başladığı gibi ve Risale-i Nur’un müdahalesiyle yağmurun Barla etrafındaki daireye mahsus olarak gelmesi ve Isparta’nın Risale-i Nur’a karşı iştiyaklarıyla –Hüsrev’in dediği gibi– yağmur fevkalâde bir surette imdada gelmesi gibi pek çok emarelerle ve burada Risale-i Nur münasebetiyle vücuda gelen yüzer hâdiselerin delâletiyle deriz ki:

Bu Anadolu’ya ayn-ı rahmet olan Risale-i Nur’a karşı, bu acib zamanda böyle umumî ve geniş bir taarruzla ve bazı yerlerde tatile mecbur olması, bu kaht u galâyı ve bu acib ihtikârı ve bereketsizlik ve açlığı netice verdiğine bize kanaat verdi. Şimdi yanımdaki Emin ve Feyzi gibi sair arkadaşlarım da aynı kanaattedirler.

Said Nursî

***

(Risale-i Nur şakirdleri tarafından sorulan suale cevaptır.)

Sual: Geçen sene sizden sormuştuk ki elli gündür merak edip dünya cereyanlarına bakmadınız ve sormadınız, o zaman bize bir cevap verdiniz. Gerçi o cevap hakikattir ve kâfidir. Fakat Risale-i Nur’un intişarı ve hizmeti ve âlem-i İslâmiyet’in menfaati noktasında bir derece bakmanız lâzım iken, şimdi on üç ay oluyor aynı hal devam ediyor. Merak edip hiç sormuyorsunuz.

Elcevap: اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ âyetine en a’zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acib zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür, taraftar olsa zalim olur. Meyletse وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetine mazhar olur.

Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada emsali vuku bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kat’î bir delil şudur ki:

Bin masum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle, bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve Bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame ve sulhu reddetmektir.

İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur’an teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur’an’a, İslâm’a yardım belki kendine tabi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılınçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur’aniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı kâinat’ın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’an’a farz ve vâcibdir.

Gerçi zındıka ve dinsizlik, o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık, bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş.

Hem zındıka, nifak hâsiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faydasız boynunda kalır.

Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri iman olduğundan hayat meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay belki on üç sene (Hâşiye[1]) dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?

İkinci Sual: İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’nde, Fatiha’nın âhirinde sırat-ı müstakim ashabı ki اَلَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ âyetiyle tarif edilen taife içinde hem لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتٖى … الخ hadîsinin âhir zamanda gösterdikleri mücahidler içinde ve hem Ve’l-Asrı Suresi’nin اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا dan başlayan üç cümlenin mana-yı işarîsinde hususi bir surette bir ferdi, Risale-i Nur’un has şakirdleri olduğuna sebep nedir ve vech-i tahsisi nedir?

Elcevap: Sebebi ise Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp tereddütlerden kurtulamayıp bazen imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansalar o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler. Yirmi Sekizinci Mektup’taki İnayat-ı Seb’a’da bir kısmına işaret edilmiş. İnşâallah bir zaman o tılsımlar, müstakil bir risalede cem’edilecek.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kahraman Tahirî ve Hâfız Mustafa’nın yaptıkları hizmet çok güzeldir. Onların tedbirleri isabetlidir, haktır. Nur Fabrikasının divanında verdiğiniz kararlar, ne olursa kabulümüzdür. İşarat-ı Kur’aniye tevabileriyle beraber çok güzel. Yalnız Seyyid Şefik’e giden mektup, şahsına ait kısmı girmeyecekti. Lâhika’dan aldığınız parçalar da çok güzel. Büyük Ali sisteminde, küçük ve ikinci Ali’nin manidar fıkrası iyidir fakat muhtasardır. En evvel gençlere ait üç dört dersin ki –Hâfız Mustafa’ya vermiştik– el makinesiyle, mümkünse eski hurufla, değilse yeni hurufla (Hâşiye[2]) Nur Fabrikasının divanındaki heyet münasip görse ve hal müsaade etse yazılsın. Bize de bazı nüshalar gönderilsin. Mübareklerin İşaratü’l-İ’cazlarına bedel bir nüshamı posta ile gönderdik. Cuma gününe rast gelen bu bayram, çok kıymettar olan haccü’l-ekber olduğundan hacca bu sene gidenler çok kazanmışlar. Cenab-ı Hak bizi de onların hayırlı dualarına hissedar eylesin, âmin! Tekrar be-tekrar o bayramınızı ve umum Risale-i Nur şakirdlerinin bayramlarını ve Nur ve Gül fabrikalarının heyetlerini ve medrese-i nuriye şakirdlerinin ve üstadlarının ve Barla sıddıklarının ve masumların ve ümmi ihtiyarların, ricalen ve nisaen umumunun birer birer bayramlarını tebrik ediyoruz.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ مَاكَتَبْتُمْ وَطَبَعْتُمْ

Aziz, sıddık, muktedir, müteyakkız kardeşlerim!

Sizin mübarek leyali-i aşerenizi ve Kurban Bayramınızı tebrik ederiz. Nur Fabrikası sahibi Hâfız Ali’nin haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mesele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili gayet güzel ve manidardır. O hatıra ile Dokuzuncu Şuâ’nın Mukaddime-i Haşriye’den sonraki dokuz bürhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım.

Fakat maatteessüf bir iki senedir telif vazifesi tevakkuf etmiş. Resaili’n-Nur’un mesaili; ilim ile fikir ile niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakiki kalmamış ki telife sevk olunmuyoruz.

Evet, erkân-ı imaniye içinde “İman-ı Billah” ve “İman-ı Bi’l-yevmi’l-âhir” âlem-i İslâmiyet’in iki kutbu ve iki güneşidir.

Birincisini, Risale-i Nur tamamıyla bürhanlarını izah etmiş.

İkinci kutub ise, kısmen müstakil olarak Onuncu Söz, Yirmi Dokuzuncu Söz, Yirmi Sekizinci Söz, hususan cismanî lezzetlerin ispatında ve Mukaddime-i Haşriye gibi risalelerde gayet kuvvetli haşr-i cismanîyi ispat etmiş, muannidleri de susturmuş. Ve iman-ı billah gibi bu dünyadaki mevcudat zahir bir surette onu göstermediğinden kısm-ı ekserisi ise sair erkân-ı imaniye içinde haşri kuvvetli bir surette ispat eder.

Ezcümle: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakkaniyetini ispat eden bütün hüccetleri, ikinci derecede haşr-i cismanîyi, binler âyât-ı Kur’aniyenin tasvir ve izahatlarıyla ispat ediyor. Acaba Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mu’cizane cennetin lezaiz-i cismaniyesinden bahisleri ve izahları derecesinden daha başka bir izaha lüzum kalır mı?

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri ikinci derecede haşr-i cismanîyi ve cennet ve cehennemin lezaiz ve âlâm-ı cismanîsini hârika belâgatıyla tasvir ve izah ediyor. Ve o izahtan sonra daha izaha ihtiyaç kalır mı?

Hem Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve rahîmiyet ve hakîmiyetini ve ilim ve kudretini ve âdiliyet ve hafîziyetini ve sıfât-ı kudsiyesini ispat eden bütün bürhanlar, hüccetler, bir cihette haşri ispat ettiği gibi; rububiyetin muktezası olan irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb cihetiyle hem risalet-i Muhammediyeyi (asm) istilzam hem Kur’an, onun konuşması ve kelâmı olmadığını ve Kelamullah olduğunu ispat etmekle, haşr-i cismanîyi tafsilatıyla bu iki noktadan yine ispat ediyor.

Elhasıl: Risale-i Nur’da iman-ı billah ve iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir olan iki kutb-u imanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede ispat edilmiş.

Yalnız bu kadar var ki haşr-i cismanî kısmen sarîhan ve kısmen zımnî ve tebeî ispat edilmiş. Çünkü bu âlem-i şehadet, Sâni’ini gayet sarîh ve zahir gösteriyor ve haşri zımnî ve perdeli haber verir. İnşâallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirdlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini telif edecek ve Mukaddime-i Haşriye’nin başındaki âyât-ı a’zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalplerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp Dokuzuncu Şuâ’yı, Onuncu Söz’den daha parlak daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.

Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyoruz.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ sırrıyla çok tecrübelerin neticesinde, çok defa zahirî muvaffakıyetsizlik, hakkımızda birer inayet perdesi olduğuna bir emaresi, belki bir delili de bu sene biz, her tarafta bir nevi taarruz, o taarruzdan bir nevi cüz’î tevakkuf hem matbaaların kapıları şimdilik Risale-i Nur’a –hattâ yeni hurufla dahi– kapanması hayırdır. Birkaç cihette inayettir ve himayettir.

Evvela: Bu sene –perde altında– insanlar, eşedd-i zulüm ile rızık hakkında bir dehşetli ameliyat ve kader-i İlahî hakîmane bir adaletle, çoktan beri teraküm eden zekâtları ve cizyeleri almak ve hadden çok ziyade tecavüz eden hırsı ve ihtikârı tokatlamak için umumî bir ameliyat-ı cerrahiye hengâmında, elbette yalnız imana ve âhirete hasr-ı nazar eden ve vazife noktasında hayat-ı içtimaiyeye çok bakmayan ve ihlas-ı tammı kazanmak için hiçbir maksada âlet ve hiçbir dünyevî cereyana tabi olmayan Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hizmeti, tesettür perdesi altından çıkıp aşikâr bir tarzda olsaydı, her halde birinci ameliyat-ı insaniye ona ilişecekti.

Ve ikinci ameliyat-ı kaderiye rızık ve mide üzerine olması cihetiyle ya insanların nazarlarını o hizmetten çevirecekti, mideleriyle meşgul edecekti veyahut o hizmetin ihlasını bir derece kırıp maişet derdinin bir hissesi onda bulunacaktı.

Sâniyen: Yazılmasına şimdilik lüzum yok.

Sâlisen: İzharına bu zamanda izin yok… Fakat madem şakirdlerin gayret ve şevk ve himmetleri şimdiye kadar matbaalara ihtiyaç bırakmamışlar. İnşâallah o kudsî hizmete devam edip o elmas kalemler ile neşr-i envar edecekler. Madem bütün bütün mesleğimize muhalif olan yeni hurufu, bir iki risale için kabul ettiğimiz halde matbaacılar çekindiler, o hayr-ı azîmi kaybettiler. Siz o iki risaleyi bizim hesabımıza, kahraman kardeşlerimizden yirmi otuz zata tevzi ederek, yirmi otuz nüshayı eski hurufla yazdırınız. Yazan kalem sahiplerine daimî hasenat kazandıran o pek büyük hayrı, siz kazanınız. Eğer yeni hurufla, el makinesiyle o iki risaleden yazılmış nüshalar varsa bize bazı nüshalar gönderiniz.

***

(İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye hakkındaki Sikke-i Gaybiye Risalesi’ne bir tenbih ve ihtardır.)

Bu gayet mahrem risaleler, nasılsa muannid bir nâmahremin eline bu risalelerden birisi geçmiş. Gayet sathî ve inat nazarıyla bir iki yerine haksız bir itiraz ile ehemmiyetli bir hâdiseye sebebiyet verdiğinden bu mecmua Risale-i Nur’un has talebelerine belki ehass-ı havassa mahsus olduğu halde ve benim vefatımdan sonra intişarına müsaade olmasıyla beraber; şimdi mezkûr hâdisenin sebebiyle herkese değil belki ehl-i insaf ve Risale-i Nur’la alâkadar ve talebelerinden bulunanlara, haslardan birkaç şakirdin tensibiyle gösterilebilir fikriyle yazdık.

İkinci Nokta: Bu risale (Sikke-i Gaybiye) baştan aşağıya kadar bir tek neticeye bakar. Bine yakın emarelerle, Risale-i Nur’un makbuliyetine gaybî bir imza basıldığını ispat ediyor. Böyle bir tek davaya bu derece kesretli ve ayrı ayrı cihetlerde binler emareler ve îmalar onu göstermesi ilmelyakîn değil belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde o davayı ispat eder.

Üçüncü Nokta: Bu risaleyi mütalaa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem Keramet-i Gavsiye’nin âhirinde, iki yüz yirmi dördüncü sahifede, Şamlı Hâfız Tevfik’in fıkrasından başlayıp âhire kadar mütalaadan sonra ve baştaki mukaddimeyi de okuduktan sonra istediği parçayı okusun.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hem Kâtip Osman’ın hem mübareklerden İbrahim’in hem Nur fabrika sahibinin hem Hulusi-i Sâni’nin mektupları bir iki günde geldiler. Merak ile mahzun kalbimizi müferrah eylediler.

Kâtip Osman’ın mektubunda, hususi selâmlarını gönderdiği zatların, hususan kahraman Rüşdü, Zühdü Bedevî ve Nuri kardeşlerimize hâssaten ve umuma selâm ve selâmetlerine dua. Ve Hüsrev’in yakında gelmesinin tebşiri, onun hakkındaki merakımızı izale etti. Mâşâallah Kâtip Osman da Hüsrev gibi mûcib-i merak noktaları yazıyor.

Onun mektubunu getiren Halıcı İbrahim demiş ki: “Sıddık Süleyman Rüşdü buraya gelmek ihtimali var.” O kahraman kardeşim yakînen bilsin ki ben, ondan ziyade ona müştakım. Fakat o her gün, has dairesinin birinci safında manen yanımızda bulunuyor, manevî kazançlarımıza da hissedar oluyor. Bizim mesleğimizde sohbet-i suriye ehemmiyeti azdır. Hem bu dehşetli ameliyat-ı dâhiliye hengâmında ve yol masrafı çok ziyade olduğundan, gelmek münasip olmuyor. Ve vehham ehl-i dünya, burada ziyade bize dikkat ediyorlar. Hattâ bu bayramda kapımı ziyaretçilere kapadık.

Hâfız Ali’nin mektubunda Rüşdü’nün bir teşebbüsü var ki gençlere ait dört beş parça ders ki Hâfız Mustafa’ya vermiştim ki tabetsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, sizin kesretli kalemleriniz matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Eğer kolayca, ucuzca mümkün olsa eski veya yeni hurufla yaparsınız.

Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur’a karşı kemal-i mahviyetle kemal-i ihlası ve irtibatı, onun eskiden beri takdir ettiğim bir hâsiyet-i mümtaziyesini göstermekle beraber, benim gibi bir bîçareyi de şefaatçi yapıp ben de onun kemal-i samimiyetini şefaatçi yapıp duasına âmin derim.

Mübarek köyünden, mübarekler cemaatinden, mübarek İbrahim’in bereketli mektubunu okudum. Beni memnun eden çok sözler var içinde. Ve bilhassa benim başıma yağan yağmurdan rüyada içmesi ve biraderzadesi Osman’ın ileride Risale-i Nur’a talebe olması için kendini okutması bizi mesrur eyledi. Cenab-ı Hak öyle mübarekleri o köyde çoğaltsın, âmin!

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve ehemmiyetine dair bir imza-yı gaybî hükmünde olan yazdığınız Mecmua-i İşarat’a, Lâhika’dan intihab ettiğinizden iki misli daha ilâve ettik. Eğer siz de kendinize öyle bir mecmua yazmışsanız, ilâve ettiğimiz miktarı size de göndereceğiz. Bu mecmuanın gösterdiği kıymet Risale-i Nur’da bulunduğunu, bu zamanın dehşetli fırtınaları ispat ediyor.

Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa aleyhisselâm İncil-i Şerif’te demiş ki: “Ben gidiyorum tâ size tesellici gelsin.” Yani Ahmed aleyhissalâtü vesselâm gelsin, demesiyle Kur’an’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellisidir.

Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şey ile alâkadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinad ve istimdad noktalarını yalnız Kur’an veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. Bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünkü zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. On Altıncı Söz gibi ekser parçalarında, hakaik-i imaniyenin yüzer tılsımlarını keşif ve izah edip aklı inkârdan ve tereddütlerden kurtarmış.

İşte bu hakikat içindir ki bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risale-i Nur’la meşgul ediyor. Re’fet Bey’in mektubunda dediği gibi “Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti, usandırmamak. Yüz defa okunsa yüz birinci defa yine zevkle okunabilir.” diye pek doğru demiş.

Risale-i Nur’un tercümanı, hakiki vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata ara sıra bakması, bir derece zahirî bir müşevveşiyet verir. Mesela, bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nurani âlemi göreceğiz.” deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.

Hem bundan on dört, on beş sene evvel “Dinsizliği çevirenler müthiş semavî tokatlar yiyecekler.” diye büyük, geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi.

Evet, Eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz.” demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş; geniş bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi Sırr-ı İnna A’tayna’nın remziyle, on üç on dört sene sonra “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müthiş tokatlar yiyecekler.” deyip o hakikati dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikati tam tabir ve tefsir etti.

Evet, başta Isparta vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi, birinci hakikati pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikati de medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyyunluk (Hâşiye[3]) taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habîsenin başlarına gelen bu dehşetli, semavî tokatlar, geniş bir dairede o Sırr-ı İnna A’tayna’nın hakikatini tam tamına ispat etmiş.

Risale-i Nur kat’î bürhanlara istinaden hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden bazen tabir ve tevile muhtaç oluyor, diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde ve dünya işlerinde başa gelen hâdisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip yalnız mübhem ve mücmel bir surette ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rüya-yı sadıkada bir kısım gaybî hakikatleri ihsas eder. O hakikatlerin hususi suretleri, vukuundan sonra bilinir.

Kardeşlerim! Bu defa Hilmi Bey ile gelen Re’fet ve Rüşdü’nün mektupları bizi çok sevindirdi. Zaten Hüsrev, Re’fet, Rüşdü Risale-i Nur’a intisapta eskiden beri beraber bulunmalarından ben, birisini tahattur etsem üçü birden hatıra geliyor. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ki bu dehşetli fırtınalar onları ve sizleri sarsmadı. Mâşâallah Re’fet şimdi de eski sadakatini ve tam alâkasını tamamıyla muhafaza ettiğini anladık. Bir iki senedir ondan hiçbir mektup ve hizmet-i Kur’aniyedeki vaziyetinden bir haber alamamıştım, merak ediyordum. Bu defa mektubunda “Ne vakit bir araya gelsek Sözler’den birini açıp okuyoruz, tatlı tatlı istifade edip üstadımızla görüşüyoruz.” demesi, bizi sürur ile şükre sevk etti. Sadakatte namdar Rüşdü’nün mektubunda merak ettiğim noktaları beyan etmesi ve hizmet-i Nuriye tevakkuf etmemesi ve sizlere sıkıntı olmaması, bizi çok mesrur eyledi.

Latîf bir tevafuk: Ahmed Nazif’in bu defa çok meşgaleler içinde yazdığı, yalnız On Dokuzuncu Mektup’ta [Mu’cizat-ı Ahmediye (asm)] tevafukatın mecmuu, dokuz bin sekiz yüz otuz üç (9833) adede bâliğ olduğunu gördük. O mektuptaki Mu’cizat-ı Ahmediye’nin (asm) bir kerametidir diye hükmettik.

***

(Risale-i Nur şakirdlerinden Emin ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır.)

Hem Risale-i Nur’un kasabalara ve cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar edenlere tokat gelmesi gibi; şahıslara da pek zahir bir surette hem bereket ve hüsn-ü maişet ona çalışanlara ve gaybî tokatlar, onun aleyhinde çalışanlara gelmesi, bu havalide çok hâdiseleri var. Biz kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman pek zahir bir surette bir hüsn-ü maişet, bir inayet gördüğümüz gibi Risale-i Nur veya şakirdleri aleyhinde çalışanlara şiddetli tokatlar geldiğini görüyoruz. Ezcümle:

Risale-i Nur’un erkânından birisi, kat’î bir surette haber veriyor ki: Üç dört adam, dünya servetinin hatırı için toplanıp münafıkane tedbir kurdukları hengâmda; üç gün sonra o üç dört adamın haneleri ve birinin dükkânı yanıp her biri binler lira zayiatla tokat yediler.

Hem bir dessas, casus adam; Risale-i Nur şakirdleri aleyhinde çalışıyordu ki onları hapse attırsın. Bir gün –serbest olarak– “Ben bir ipucu bulamadım ki bunları hapse soksam. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım.” diye ilan ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp Risale-i Nur şakirdleri yerinde, o adam iki sene hapse girdi.

Hem bedbaht, muannid bir adam, Risale-i Nur aleyhinde hem şakirdlerinin bir rüknü aleyhinde mütecavizane bulunduğu hengâmda, bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş. Bu neviden çok hâdiseler var. Demek Risale-i Nur, dostlara tiryak olduğu gibi düşmanlara da sâıka oluyor.

***

(Risale-i Nur şakirdlerinden Hâfız Tevfik, Mehmed Feyzi, Emin, Hilmi, Kâmil’in bir fıkrasıdır.)

Gavs-ı A’zam’ın üstadımız hakkında فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasıyla, inayet ve teshile mazhar olduğuna ve tevafuk, Risale-i Nur’un kerametinin bir madeni bulunduğuna pek çok emarelerden, bu bir iki gün zarfında, küçük ve latîf fakat kat’î kanaat veren cüz’î hâdiselerin tevafukunda gözümüzle gördüğümüz inayet-i Rabbaniyenin numunelerinden beş altısını beyan ediyoruz ki onlar bu iki gün zarfında beraber vuku bulmuş:

Birincisi: Dün Üstadımıza, Risale-i Nur’a ait üç hizmet lâzım geldi. Kimse de yok. Biz de uzaktayız. Merdivenden inip bir çocuğu bulup bizlere göndermek niyetiyle kapıyı açtı. Risale-i Nur’un o hizmetini görecek fevkalâde bir tarzda, dakikasıyla üç şakirdi kapıya geldiler.

İkincisi: İki seneden ziyade Risale-i Nur’un mühim parçaları, Risale-i Nur’un berekâtıyla hanesi yangından kurtulan Hâfız Ahmed kendine yazdırıp başka bir kaza ve nahiyede bulunan bir iki zat onları istinsah için aldılar. İki seneden beri ellerinden kaçırıp mahcubiyetlerinden haber vermedikleri için hem biz hem Hâfız Ahmed merak hem hiddet ediyorduk. O kitaplar bugün geldiği aynı vakit, dün aynı saatte; Üstadımıza, beş seneden beri her birkaç gün zarfında kolaylık için bir parça yemek pişirmek ile hatırını soruyordu. İki seneden beri o âdeti terk etmişti. Hem komşuluktan da başka yere nakletmesiyle, iki senedir o âdet terk edilmiş iken yine dün o aynı saatte, iki sene evvelki aynı âdetiyle, o zatın hanesinden aynen eskisi gibi küçücük bir hatır sormak nevinde oğlu getirdi. Üstadımız dedi: “İki sene evvelki âdete lüzum kalmamış, siz de komşuluktan gitmişsiniz.” dedi. Bugün aynı vakitte, o Hâfız Ahmed’in yazdırdığı kaybolan kitaplar, mükemmel bir surette istinsah ile beraber geldi. Bizde şüphe bırakmadı ki bu latîf tevafuk da Risale-i Nur hakkındaki inayetin bir cilvesidir.

Üçüncüsü: Üstadımız, aynı yine bugün Emin’e dedi: “Üç dört aydır her hafta karyesinden buraya gelen hane sahibesi gelmedi, kirasını dört aydır almadı. Herhalde cevap gönderin gelsin, alsın.” dediği aynı dakikada, dört aydan beri yanına gelmeyen o hane sahibesi kapıya vurdu, geldi. Beş aylık kirasını aldı. Üstadımız, bu hâdise-i inayetten memnuniyeti için uzak bir nahiyeden gelen yuvarlak, hiç görmediğimiz ve burada bulunmayan bir küçük ekmeği o hane sahibesine verdi. Aynı vakitte yirmi dakika zarfında, burada bulunmayan aynı ekmekten, iki sene Risale-i Nur’un iki kitabını alıp mütalaasının manevî ücretinden binde bir ücret olarak geldi. Ve bir parçacık aşure çorbasını dahi yine o ev sahibesine verdi. Aynen o aşurenin on misli kadar latîf üç ekmek, yine iki sene iki kitabın okunmasına binde bir ücreti diye geldi. Gözümüzle gördük.

Hem yine Üstadımız, bugün o hane sahibesine, yedi senedir adını bilmediği için “İsmin nedir?” diye sormuş. O da demiş: “Hayriye’dir.” Hayriye isminde olmak tevafukuyla, iki saat sonra Hayri namında Risale-i Nur’un bir şakirdi, haberimiz yokken İstanbul’a gitmiş. Hem ticaret münasebetiyle iki mühim şakirdler dahi gidip geç kaldılar. Maddî manevî fırtınalar münasebetiyle Üstadımız onları hem oradaki mühim bir şakirdi çok merak ediyordu. Bugün o Hayri, iki saat Hayriye’den sonra geldi; o üç şakird hakkındaki merakı izale ettikten sonra, dört aydan beri devam eden tefarik namında Üstadımızın bir kokusu bugün bitmişti. Hayri’nin elinde bir küçük şişe… Dedi: “Size tefarik getirdim.” Biz de bu küçük, latîf tefarikteki tevafuka bârekellah dedik.

Bu iki gün zarfında bu küçücük numuneler gibi Üstadımız Mu’cizat-ı Ahmediye’nin tashihatıyla meşgul olduğu için bunlardan başka çok numuneleri görmüş. Madem iki günde böyle inayetin cilvelerini görüyoruz. Risale-i Nur dairesi içinde dikkat edilse herkes –kendi nefsinde– hizmeti derecesinde böyle numuneleri görebilir.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Hâfız Tevfik Evet

Hilmi Evet

Kâmil Evet

Hayri Evet

Mehmed Feyzi Evet

Emin Evet

Gözümüzle gördük.

Evet, ben de tasdik ediyorum.

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu şiddetli kışta ve manevî, dehşetli ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer içtimaî hayatında müthiş, kanlı diğer tarz bir kışta çırpınan bîçarelere, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi yine Erhamü’r-Râhimîn ve Ahkemü’l-Hâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm ve Rahîm’in hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Manen denildi ki:

“Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakîm ve Rahîm’in hikmetini, rahmetini bir nevi tenkit hükmüne geçer. Rahmet-i İlahiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, daire-i imkânda olamaz. Âsiler cezalarını; masumlar, mazlumlar zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i iktidarın haricinde olan hâdisata, onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın.” Ben de o lüzumsuz, şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.

Otuz sene evvel aşâirlerde gezerken böyle sual ettiler: Acaba şu zaman ve dehrin şikayetindeki, hattâ büyük zatlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikayet ediyorlar. Ondan, Sâni’-i Zülcelal’in sanat-ı bedî’ine itiraz çıkmaz mı?

Cevap: Hayır ve aslâ!.. Belki manası şudur: Güya şikayetçi der ki: İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal, hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergârıyla nakşolunan feleğin kanunu müsait değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tabolunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahiye razı değildir ki şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak’ın yed-i kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz her bir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.

İşte otuz sene evvelki cevaba Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde, böyle küçük bir hâşiye ilhak ediyor ki:

Her bir unsurun, maddî ve manevî kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terk etmekle, yüzer şer yapmak, tâ bir tek şer gelmesin gibi hikmete, hakikate, rububiyete münafî olur. Fakat küllî kanunların tazyikinden feryat eden fertlere, inayat-ı hâssa ve imdadat-ı hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanu’r-Rahîm her bîçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakiki menfaatiyle yardım eder. Bazen dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.

***

Üstadımızın ve Risale-i Nur’un ciddi hakaikleri içinde en tatlı bir fakihesi tevafuk olduğu için kardeşlerimize yine bu iki gün zarfında küçük bir iki tevafuku, size bundan evvelki tevafuka hâşiye olarak yazıyoruz:

Evet, nasıl ki kelimatta ve kelimat-ı mektubede tevafuk; bir kasd, bir inayet-i hususiyeyi gösteriyor. Bazen hârika olup keramet derecesine çıkıyor. Bazen latîf bir zarafet veriyor. Aynen öyle de Risale-i Nur’a ait ve Üstadımıza ait hâdisatta da aynen kasdî ve inayetkârane tevafuku, akvaldeki o ef’alde dahi görüyoruz. Ezcümle:

Size yazılan, dört ay gelmeyen hane sahibesi için Emin kardeşimize dedi: “Haber gönder.” tekellümünde, onun kapı çalması tevafuk ettiği gibi aynı cümle, iki defa okunduğu zaman “Emin’e dediği” kelimesi okunduğu anında, aşağıki kapıyı Emin açtı. Gelmek zamanı gelmeden geldi. İkinci gün, yine başka bir adama okunduğu vakit “Emin’e dediği” kelimesini okuduğu vakit, aynı anda yukarı kapıyı Emin açtı, gelmek âdetine muhalif olarak geldi, girdi. Bu iki tevafuk, hane sahibesinin tevafukuna tevafuku gösteriyor ki en cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur.

Hem dört ay evvel bize bir parça tarhana getiren Risale-i Nur şakirdlerinden Fuad’ın İstanbul’a gidip otuz gün tehirinden geç kalmasından endişe ettiğimiz aynı günde, onun tarhanası bittiği aynı günde gelmesi, tevafuk etti.

Hem aynı günde, bir parça tereyağı –biz ve Üstadımız da bunun bereketini hissediyorduk– bittiği dakikada onun miktarına tevafuk edip zannımızca aynı yerde, aynı miktar, aynı zamanda geldiği gibi hem buralarda köylerde, kül içinde yapılan bir çörek, Üstadımızın hoşuna gittiği için sabah akşam ondan yiyip ve on beş gün devam edip bittiği aynı günde, aynı çörekten, onun akrabasından birisi getirdi. Bu tevafukun hatırı için geri çevirmedi, kabul etti. Mukabiline bir teberrük verdi.

Gözümüzle bu latîf tevafuktaki şirin inayet-i İlahiyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki kör tesadüf işimize karışmıyor. Manidar tevafuk, Risale-i Nur’un kelimatında ve hurufatında olduğu gibi ona temas eden harekât ve ef’alde de öyle manidar tevafuklar var. İnayete temas ettiği için en cüz’î bir şey de olsa kıymeti büyüktür. Böyle uzun yazmak ve ziyade ehemmiyet vermek israf olmaz. Çünkü manası olan inayet ve iltifat-ı rahmet muraddır. Ve o bahis dahi manevî bir şükürdür.

Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Feyzi

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Nur Fabrikasının sahibi ile kahraman Tahirî bizi gayet mesrur eden müjdeler veriyorlar hem bazı meseleleri soruyorlar. Sizlerdeki erkânın verdikleri karar ve münasip gördüğü tarzlar, benim reyimin fevkinde inşâallah isabet ederler. Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa, Risale-i Nur’un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil. Sizler, el makinesiyle yazdığınız miktar yeter. Zaten Nazif de el makinesiyle bir derece çalışıyor. Tashihine çok dikkat etmek lâzım. Eski hurufla elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.

Sorduğunuz ikinci cihet ise Hâfız Mustafa’ya verdiğim yeni hurufla iki risale, çoğu ayrı ayrı olsun, bazı da beraber olsun. Gençlere ait risaleciğin başında isim olarak “Siracü’l-Gafilîn” veyahut “Gençlik Rehberi” namı, tevhide ait risaleye “Hüccetullahi’l-Bâliğa” namını veyahut “Misbahu’l-İman”, keramet mecmuasının ismi ise “Sikke-i Tasdik-i Gaybî” veya “Tasdik-i Gaybînin Hâtemi” namını başında yazarsınız.

Arabî “Virdü’l-Ekber-i Nuriye” tabedilmişse Arabî bilmeyen Risale-i Nur şakirdlerine bir teshilat olmak için Yedinci Şuâ Âyetü’l-Kübra ve Yirminci Mektup’ta izah ve tercüme edilen sahifelerinin numaraları, Virdü’l-Ekber’in kenarlarına rakamla bir hâşiyecik gibi yazılsa iyi olur. Yani “Bu Arabî makam, filan risalede, filan sahifede izahı var.” diye işaret edilse ve elmas kalemli kardeşlerimiz bunu tevzi edip her biri bazı nüshaları böyle işaretlerle kaydetse ve hem el makinesiyle yaptığınız veya matbaadan gelen risalelerden numune için bir iki nüshasını bize gönderseniz iyi olur.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu şiddetli maddî ve manevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü’l-hal olan Risale-i Nur şakirdlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanüdleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum.

Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.

Derd-i maişet zaruretine karşı iktisat ve kanaatle mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarîkatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşâallah yine zedelemez. Fakat herkes bir ahlâkta olamaz. Bazıları meşru dairede rahatını istese de itiraz edilmemeli.

Zarurete düşen bir şakird, zekâtı kabul edebilir. Risale-i Nur’un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur’a bir nevi hizmettir. Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tama’ ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa ehl-i dalalet ki hırs ve tama’ yolunda dinini feda etmiş. Onlar nazarında kıyas-ı bi’n-nefs cihetiyle “Risale-i Nur’un bir kısım şakirdleri dahi dinini dünyaya âlet ediyorlar.” diye çirkin bir ittiham ile taarruzlarına meydan açar.

Sizler ara sıra İhlas’ı ve İktisat Lem’alarını ve bazen Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni mabeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medar-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına, sizin tesanüdünüzü bozmasın.

Arabî Virdü’l-Ekber-i Nuriye’ye dair müjdeniz ve kahraman Tahirlerin ve mübareklerin, sâri ve dehşetli hastalıklara tiryaklar ve ilaçlar yetiştirmeleri ve mütemadiyen çalışmaları, bizi belki ruhanîleri ve ricalü’l-gayb zatları dahi sevindiriyor.

Hulusi’nin Ve’l-Asrı nükte-i i’caziyesine karşı tam takdiri ve tasdiki ve Konya’ya tahvili, hizmet-i Nuriye noktasında beni memnun eyledi. Evet, Risale-i Nur şakirdlerinin birincilerinden faal birisi, o ehemmiyetli şehre gitmesi lâzım idi.

Kardeşlerim! Lem’a-i Müdafaat’ta “Isparta muhbirleri” unvanıyla, bizi hapse sevk eden Ankara’daki zalimler irade edilmiş. Mecburiyet tahtında öyle demişiz. Şimdi Isparta benim mübarek bir vatanım ve çok kıymettar kardeşlerimin dahi sevgili vatanları olduğundan, Isparta muhbirleri kelimesini o makamlardan kaldırdım, onların yerlerine “mülhid zalimler” yazdım. Siz de öyle yazınız.

Hem kahraman Tahir’in bana yazdığı Müdafaat Risalesi’nde, İhtiyar Lem’ası’nda Ankara’ya ait bahsinde Sekizinci Rica yazmış. Halbuki Yedinci Rica’dır. Onu da tashih ediniz. Tahirî gibi kahraman bir mahduma sahip olan ve hanesinde Risale-i Nur’un altı şakirdi bulunan kardeşimiz Hüsnü Efendi’ye bi’l-mukabele selâm ve tebrik ederiz.

***

[1] Hâşiye: Hem tam yedi senedir aynı hal devam etti. Ne merak etti ve ne de sordu ve ne de bildi.

[2] Hâşiye: Risale-i Nur’un bir vazifesi; huruf-u Kur’aniyeyi muhafaza olduğundan yeni hurufa, zaruret derecesinde inşâallah müsaade olur.

[3] Hâşiye: Evet, maddiyyunluk taununun hastalığı nev-i beşere bu dehşetli sıtmayı ve küre-i arza bu titremeyi vermiştir.