Kastamonu Lâhikası s.231-255

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Merhum Mehmed Zühdü’nün vefatı, hakikaten Risale-i Nur cihetinde büyük bir zayiattır. Fakat Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki o mübarek zat, az bir zamanda Risale-i Nur’a pek çok hizmet eylemiş. Kırk elli sene vazife-i nuriyesini, sekiz on senede tamamıyla yapmış. Ve manen içimizde, dairemizde o fevkalâde hizmetiyle, parlak bir surette yaşıyor. Hasenat cihetinde ölmemiş, daima defter-i a’maline daha kesretli hasenat yazılıyor.

Hattâ ben de eskide sarîh ismiyle birkaç defa, Risale-i Nur talebesi unvanıyla yüzer defa onu ve onu Risale-i Nur’a veren merhum pederini manevî kazançlarıma şerik ettiğim gibi şimdi sarîh ismiyle bazı gün elli defaya yakın hissedar oluyor. Demek onun hayat kazancı ziyadeleşmiş. Cenab-ı Hak onun akaribine sabr-ı cemil ve ona mağfiret-i kâmile ihsan eylesin, âmin!

O, mübarek kalemini bize vermişti; ben de onu hem Abdurrahman hem Abdülmecid yerinde kabul etmiştim. Onu vefat etmemiş gibi daima kalemi işler hükmünde kabul ediyoruz. İki yüze yakın masumları hanesinde Kur’an’ı ve Risale-i Nur’u ders veren o mübarek zat, aynen Abdurrahman gibi az bir zamanda uzun bir ömrün vazifesini çabuk görmüş, bitirmiş, gitmiş. Kardeşimiz Kâtip Osman’ın onun hakkında yazdığı parlak fıkra, Lâhika’ya girdi. Hakikaten o zat, o fıkraya lâyıktır. İnşâallah Isparta’da o sistemde çoklar daha çıkacak, bu acıyı unutturacak. Benim tarafımdan onun validesini ve çocuklarını taziye ediniz.

Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan Hulusi Bey’in ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun sualleriyle yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimi mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi bizden uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulusi’yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin çok mübarek ve çok faydalı olan nurani hediyelerinizi ve elmas kalemlerinizin yadigârlarını aldık. Cenab-ı Hak onları yazan o kalem sahiplerine, her bir harfine mukabil on rahmet eylesin, âmin! Bu nurlu İhtiyar Risalelerinin bir nevi kerameti şudur ki:

Emanet kapıya gelirken sekiz seneden beri yalnız iki defa yanıma gelen buranın ihtiyar müftüsü, belediye reisi ile hilaf-ı me’mul bir surette gelmeleri anında, Emin de emaneti kapıya getirmesi hem aynı günde, İhtiyarlar emaneti geldiği vakit, bu şehirde, Risale-i Nur’un ümmi ihtiyarların başında iki gayet ihtiyar zat, ayrı ayrı yerden, her ikisi ellerinde birer parça yoğurt teberrük getirmeleri ve aynı günde Isparta kahramanlarının bir mümessili ve yanımıza yalnız üç defa gelen Hilmi Bey, bir günlük mesafeden gelirken hilaf-ı me’mul olarak emanet ellerimizde iken güya hediyenin seyrine gelmiş gibi girmesi hem aynı vakitte, bir iki keramet-i nuriyeye medar Hayri isminde bir şakird ve Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdi ve Daday kasabasından gelen Fuad ile beraber girmeleri ile elimizdeki emanetlerden, İstanbul’da okutmak için üç nüshayı Fuad’ın alması elbette tesadüfî ve ittifakî değil belki bu İhtiyarlar emanetine bir hüsn-ü istikbaldir ve bu havalide hüsn-ü tesirine bir işarettir.

Kardeşlerim! Erkân-ı sitteden iki Ali ile Tahirî ve Hâfız Mustafa, bu iki üç senede ve bilhassa bu havalide bana yardımları ve fütuhatları ya fevkalâde ihlaslarından veya yüksek iktidar ve faaliyetlerinden o derecededir ki bu vilayette Risale-i Nur şakirdlerini ebeden minnettar edip Risale-i Nur’u dahi buralarda ebeden yerleştirdiler. Cenab-ı Hak, onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun, âmin!

Kalemlerini, ümmiliğime yardım veren Medrese-i Nuriye’nin üstadı Hacı Hâfız ve mahdumu ve iki kardeş Mustafa ve Salih ve iki kardeş Ahmed ve Süleyman ve beş kardeş beraber talebe olup üçü bize yardım etmeleri ve Babacan da Âsım’ın ruhunu şâd edip o sistemde yardımımıza koşması ve Zekâi de Lütfü’nün ruhunu mesrur edip eski Zekâi gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi eski kıymettar hizmetleriyle Isparta’yı nurlandıran diğerleri gibi Kastamonu’nun tenvirine de koşmaları ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle eski dost gibi ümmiliğime yardım etmeleri elbette şüphesiz فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ müjdesini tam tasdik ederler.

***

Aziz, sıddık, mücahid kardeşlerim Hasan Âtıf ve sadık rüfekası!

Evvela, bu şuhur-u selâse-i mübarekenizi tebrik ediyoruz. Sizin kalemlerinizin yadigârları ve Risale-i Nur’dan ayrılmamak ve sebat etmek senetleri olan yazılarınızı ve dininizi dünyanın çok fevkinde tutmanıza işaret veren dünya sureti üstündeki çizgilerinizi ve iman hizmetinde daima sebat etmenize vesikalar hükmündeki imzalarınızı kemal-i memnuniyetle aldık, kabul ettik. Cenab-ı Hak sizlere, hazine-i rahmetinden onların hurufatı adedince defter-i a’malinize haseneler yazsın, âmin!

Aziz kardeşlerim! Bu defa yazılarınızda İhlas Risalelerini gördüğüm için sizi o gibi risalelerin dersine havale edip ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki:

Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp hakaik-i imaniye olduğu için hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan tecerrüd etmeye mesleğimiz itibarıyla mecburuz. Binler teessüf ki şimdi müthiş yılanların hücumuna maruz bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek birbirini tenkitle yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.

Gayet muhlis kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vaiz, Risale-i Nur’a zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan bir bîçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen, bir sünneti (sakal) terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp Risale-i Nur’a ilişmek istemiş.

Evvela: Hem o zat hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur’un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. O ise (Risale-i Nur) arş-ı a’zamla bağlı olan Kur’an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakiki tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellâllık elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil edemez.

Sâniyen: O vaiz ve âlim zata benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de o zatı ve onun gibileri münakaşa ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de beddua ile de mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha müthiş düşman ve yılanlar var.

Hem elimizde nur var, topuz yok. Nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim olsa ilimden gelen enaniyeti de varsa enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا düsturunu rehber ediniz.

Hem Hasan Avni ismindeki zat, madem evvelce Risale-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş; o, daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz.

Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarîkata mensup Müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, Hristiyan bile olsa onlarla medar-ı nizâ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman hem mesleğimiz hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için Risale-i Nur şakirdleri musalahakârane vaziyeti almaya mükelleftirler.

Sakın hocaların cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de iştirak edenleri tenkit etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: “Bid’a olan yerlere girmeyiniz.” Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa namaz battal olur değil. Çünkü selef-i salihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa halvethanesinde bulunması lâzımdır.

Sâlisen: Hasan Âtıf’ın mektubunda, cesur ve sebatkâr zatlardan –ki efeler tabir ediyor– bahis var. Biz o cesur ve sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul ediyoruz. Fakat Risale-i Nur dairesine girenler, şahsî cesaretlerini kıymetleştirmek için sarsılmaz bir sebat ve metanete ve ihvanlarının tesanüdüne cidden çalışmaya sarf edip o cam parçası hükmünde şahsî cesaretini, hakikat-perestlik sıddıkıyetindeki fedakârlık elmasına çevirmek gerektir.

Evet, mesleğimizde ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki öyleler, her biri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken altmış yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.

Hem bir adam, kendi başına cesareti güzel de olsa bir cemaat-i mütesanideye girdikten sonra, onların istirahatini ve sarsılmamalarını muhafaza etmek için o şahsî cesareti istimal edemez. سٖيرُوا عَلٰى سَيْرِ اَضْعَفِكُمْ hadîs-i şerifinin sırrıyla hareket etmek, hem şimdilik bu müşevveş vaziyetlerde çok zararlı hem hocaları hem ehl-i siyaseti Risale-i Nur’a karşı cephe almaya ve tecavüz etmeye sebebiyet veren şapka ve ezan meseleleri ve Deccal ve Süfyan unvanları, Risale-i Nur şakirdleri yabanilere karşı lüzumsuz medar-ı bahis ve münazaa edilmemek lâzımdır ve ihtiyat etmek elzemdir ve itidal-i demmi muhafaza etmek vâcibdir. Hattâ sizde cüz’î bir ihtiyatsızlık, buraya kadar bize tesir ediyor.

Risale-i Nur bir daire değil, mütedâhil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatı var. Erkân dairesine liyakati olmayan, Risale-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla daire haricine atılmaz. Hasların hâsiyeti bulunmayan, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nur’un erkânlarında ve sahiplerindeki esrar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu iki günde iki küçük hâdiseler, dört beş meseleleri tahattur ettirdi:

Birincisi: Salahaddin Ankara’dan yazıyor ki tarîkat aleyhinde tecavüze başlamışlar. Hem Ankara’da hem Şark’ta o meselede tevkifat varmış. Risale-i Nur şakirdleri her tarafta inayet-i Rabbaniye altında mahfuz kalıyorlar. Onların kuvvetli ihlası ve tesanüdleri ve ihtiyatları, o inayeti haklarında devam ettiriyor.

İkincisi: Bugünlerde herkes sıkıntıdan şekva ediyor. Âdeta manevî havanın bozukluğundan, maddî ve umumî bir sıkıntı hastalığını vermiş. Hattâ bana da bir gün sirayet etti. Bizim her derdimize ilaç olan Risale-i Nur ile meşgul olanlarda, o sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır.

Üçüncüsü: Merhum Mehmed Zühdü’nün vefatı, Risale-i Nur’un hizmeti noktasında bizi çok müteessir etti. Fakat birden, geçen sene Hâfız Mehmed’in bütün müsadere edilen risalelerini, on gün zarfında köyündeki Risale-i Nur şakirdleri tarafından yazıp ona vermek, çok merdane taahhüdleri hatırıma geldi ve anladım ki arslanlar yatağı olan Isparta ve havalisi, Mehmed Zühdü’nün hizmetini muzaaf bir surette yapacaklar ve o boşluğu dolduracaklar.

Dördüncüsü: Lâhika’ya giren Ispartalı kardeşlerimizin mektuplarının bazılarında, Üstadları hakkında ifrat ile tavsifat gördüm. Kendime de baktım, o vasıflardan zekâtı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: “Acaba bu hakikat-perest kardeşlerim çok ikazatımla beraber, bu hüsn-ü zan ifratında hem devamlarında faydaları nedir?” Kalbe ihtar edildi ki:

“Onlar ve memleketleri Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları derecesinde hüsn-ü zanlarının yümnünü gördükleri için Beşkazalı Osman-ı Hâlidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velayete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat nasıl keşfiyat tevile ve rüyalar tabire muhtaçtır, hususi hükümler tamim edilse bir cihette hata görünür. Öyle de onlar, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin kendilerine ve memleketlerine ettiği faydayı, o şahs-ı manevînin mümessillerinden birisi olan Üstad dedikleri bu kardeşlerine verip o memleket hâdisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp tamim ederek, müfritane bir hüsn-ü zan suretinde göründü.”

Beşincisi: Hatıra geldi ki “Risale-i Nur’un eczaları çoktur. Herkes muhtaç olduğu halde bütününü elde edemez.” Birden “Hüccetullahi’l-Bâliğa” mecmuası, hatıra cevap olarak geldi.

Evet, Risale-i Nur’dan kesretli mecmualar çıkar ki her biri küçük fakat kuvvetli Risale-i Nur olur. Her muhtacın eline geçebilir. Bu münasebetle Yirmi Beşinci Söz’ün zeyllerini düşündüm. Şimdi benim yanımda dört beş nüsha var, zeylsizdirler. Mübareklerin bu defa gönderdikleri nüshanın zeylinde Rumuzat-ı Semaniye fihristesinden noksan alınmış Sure-i اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ ve اِنَّٓا اَعْطَيْنَا daki on üç elif, parmak ile ve Fatiha’da on üç el ile işaretleri ve اِنَّٓا اَنْزَلْنَا işareti gibi ehemmiyetli parçalar yoktur.

Dünkü gün اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ âyetine dair Yirmi Dokuzuncu Mektup’un âhirinde, seyahat-i hayaliye ve seyr-i kalbî risaleciğini okudum. Ve Birinci Şuâ’da bu âyet, Risale-i Nur’a işaretini tahattur ettim. Dedim: Bu iki nükte-i Nuriye ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ nükte ve hâşiyesiyle beraber Mu’cize-i Kur’aniye zeylleri içine girse münasip olur. Siz dahi münasip görseniz yazılsın. İ’caz-ı Kur’an nüktelerine ait mühim parça bulsanız ilâve edebilirsiniz.

Altıncısı: Seksen küsur sene manevî ve bâki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi bütün ruhumla tebrik ediyorum.

İki üç gün evvel, Yirmi İkinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki içinde hem küllî zikir hem geniş fikir hem kesretli tehlil hem kuvvetli iman dersi hem gafletsiz huzur hem kudsî hikmet hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye gibi nurlar var. Bir kısım şakirdlerin ibadet niyetiyle risaleleri ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekellah dedim, hak verdim.

Bu mektuptaki beş altı meseleyi yazarken, Nur Fabrikası sahibi Hâfız Ali’nin mektubuyla, ihlasta ve çalışmakta ve ince düşünmekte mümtaz Hasan Âtıf’ın mektubunu aldık.

Hâfız Ali’nin mektubunda, Risale-i Nur şakirdlerinde sırr-ı ihlasın ne derece yüksek bir terk-i enaniyet ve hazz-ı nefsîden teberri etmek gibi ihlasın en yüksek seciyeleri Risale-i Nur şakirdlerinde tezahür ediyor diye bir delil oldu.

Ezcümle, Hâfız Ali diyor ki: Hüsrev kardeşimiz kendi kalemiyle yazılan “Mu’cizatlı Kur’an”ı fotoğrafla tabına taraftar olmaması ve demir harflerle müsaade oluncaya kadar beklemeye taraftar olması, onun fevkalâde ihlasına ve nefsin huzuzatından teberrisine kat’î delildir. Çünkü fotoğrafla tabedilse onun kendi hattı olduğu için binler Kur’an nüshalarını kendi eliyle yazmış gibi âlem-i İslâm’ın manevî nazarında ve uhrevî sevap cihetinde büyük ve masumane ve zararsız bir makamı terk edip ihlasın sırrı için hazzını unutarak, demir harflere taraftar olmuş. Ve gösterdiği yanlışlar düşmek sebebi ise demir harflerde üç defa tab’a girmek noktasında dahi o yanlışlar bulunabilir.

Elhasıl: Hâfız Ali’nin ihlasından gelen ifadesi ve Hüsrev’i fevkalâde ihlas noktasında takdir etmesi ve Hüsrev de gayet büyük ve bâki bir hissesini bırakıp benim eskiden beri tekrar ettiğim bir davam ki “Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.” beni o davada bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.

Kardeşimiz Hasan Âtıf’ın mektubundan anladık ki hakikaten tam çalışıyor. Kendi tabiriyle, Risale-i Nur’un mücahidlerinin ve efelerinin kalem yadigârlarını bize hediye olarak irsal ettiğine mukabil deriz: Cenab-ı Hak ebeden onlardan razı olsun.

Ve daha çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid’aya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur’un müsbet mesleği, ehl-i bid’a ile değil fiilen belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmaya müsaade etmez. İhtiyat her vakit lâzım. O hâlis kardeşimiz, inşâallah oralarda kendi gibi çok hâlis şakirdleri yetiştirecek. Biz buradaki duamızda, Âtıf’la beraber oradaki bütün rüfekalarını teşrik ediyoruz. Ben bizzat onlarla muhabere etmek istiyorum fakat madem Isparta o vazifeyi daha mükemmel yapıyor. O vazifeyi onlara bırakıyorum.

Hâfız Ali’nin mektubunun âhirinde, Medrese-i Nuriye kahramanlarından ve Hüsrev sisteminde Ahmed ve kardeşi Süleyman hakkında takdiratı, bizi mesrur eyledi. Zaten o Medrese-i Nuriye şakirdleri benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan Medresetü’z-Zehranın talebeleri suretinde düşünüyordum. Ve derdim: “Onlar, bunlar oldu veya bunlar, onların dümdarlarıdır.”

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin mi’racınızı tebrik ve Mi’rac Sahibi’nin (asm) sünnet-i seniyesine sizi ve bizi tam muvaffak eylemesine rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz. Size, bu bir iki gün zarfında nazar-ı dikkati celbeden bir iki küçük meseleyi yazıyorum:

Evvela: Risale-i Nur şakirdlerinin bir kısmı bekâr kalmaklığın çok sebeplerinden bir sebebini gösteren bir hâdise:

Bugünlerde, gençlik darbesini yiyen ve bekâr kalan ve teselli bulmak için Risale-i Nur ile alâkadarlığa çalışan ve mühim bir mektepte ders almaya meşgul ve ehemmiyetli bir adamın kerîmesi bulunan hanıma, icmalen bir hakikat söyledim. Belki o havalide bazılara faydası var diye yazıyorum.

Dedim ki: Madem gençlik darbesini yedin, bir vazife-i fıtriye olan tenasül kanununa daha girme. Çünkü o vazifenin mukabilinde ücret olarak erkeğin aldığı muvakkat lezzet ve keyif bir derece bidayette kâfi geliyor. Fakat bîçare kadın, o vazife-i fıtriyede bir sene ağır yükü çekmeye ve bir iki sene veledin meşakkatine, beslemesine ve açık saçıklık sebebiyle kocasının nazarında sadakatsizlik ittihamı ve kocasının da gözü dışarıda olmak ihtimali ve ona samimi merhamet etmemesi cihetiyle, daimî sıkıntılara ve vicdanî azaplara mukabil; izdivaçta aldığı muvakkat bir keyif ve lezzet, bu bozuk zamanda ona o vazifeye mukabil yüzden birisine mukabil gelemiyor. Ve bilhassa küfüvv-ü şer’î tabir edilen, birbirine seciyeten ve diyaneten liyakat bulunmadığından daha ziyade azap çektirir. Ve bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, Müslüman namı altında olanlar, imandan gelen hürmet ve merhamet-i mütekabileyi bulamadıklarından bütün bütün saadet-i hayatiyeyi mahvediyor, cehennem azabı çektiriyor.

Hem peder hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatle, şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatiyle ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve on beş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçi olmak ve cennette onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.

Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden, ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok ehemmiyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil mezkûr vaziyet-i ferzendaneyi gösterir. Mütebâkisi endişelerle şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir ve âhirette de davacı olur: “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz?” Şefaat yerinde, şekvacı olur.

İkinci Mesele: Dünkü gün, beş tevafuk-u latîfeden kat’î bir kanaat bize geldi ki en cüz’î ve ehemmiyetsiz işlerimizde de inayetkârane bir dikkat altındayız.

Birincisi: Ben kapıya çıktığım vakit, me’mulün hilafında Risale-i Nur şakirdlerinden dört tane Ahmedler –bana alâkadar birer maksadı yapacak– birden beraber kapıya geldiler; iki tane köylerden, ikisi de burada ayrı ayrı mahallelerden.

Hem yine Risale-i Nur’un mühim bir talebesi Köroğlu Ahmed’e bir miktar yoğurt hem teberrük hem tayin olarak verdik. Daha elinde yoğurdu tutarken Risale-i Nur’un masum talebelerinden Hilmi’nin mahdumu Ahmed, elinde öteki Ahmed’e verdiğim miktar yoğurtla kapıyı açtı. Risale-i Nur talebelerinden altı Ahmed’in bir günde bu çeşit tevafukatı tesadüfe benzemez belki o Ahmedlere nazar-ı dikkati celbeden bir işarettir.

İkincisi: Muhacir, fakir bir kadın benden bir teberrük istedi. Ben de bir gömlek verdim. Beş dakika sonra, aynı isimde bir kadın, bir gömleği bana kabul ettirmek için mühim bir vasıtayı bulup gönderdi. Tevafuk hatırı için kabul ettim.

Hem aynı gün, bazı müstahak zatlara yarı yağımı verirken kap fazla almış, pek az bana kaldı. Aynen onlar daha o yağı almadan –benim niyetimde– bana kalacak miktar kadar, uzak bir köyden kitaplarımı okumak mukabilinde geldi. Onu da o tevafuk hatırı için kabul ettim.

Üçüncüsü: Aynı günde ben, at üzerinde seyahate (gezmeye) giderken arkamda bir atlı süratle geliyor. İndi, ayağıma üzengiye sarıldı. Tanımadığım bir adam.

Dedim: “Sen kimsin? Bu kadar dostluk gösteriyorsun.”

Dedi: “Ben Kuzca hatibiyim.” Halbuki Kastamonu’da hiç bu namda bir karye bulunduğunu bilmiyordum. Sonra geldim. İki Ispartalı asker yanıma geldiler.

Birisi dedi: “Ben Kuzca hatibinden sana mektup getirdim.”

Bu acib tevafuk bana, bu iki ayrı ayrı vilayette hem böyle tevafuk etmeleri, Risale-i Nur hizmetinde sadakatle çalışmalarına bir işarettir. Bu münasebetle Sabri, Kuzca hatibine benim tarafımdan çok selâm etsin. Onu, has talebeler içinde manevî kazançlara şerik ediyoruz. Hususi mektup yazmak âdetimiz olmadığından, ona ayrıca mektup yazamadığımızdan gücenmesin.

Tatlı bir tevafukun meyvesini, aynı gün daha şirin bir tarzda gördüm. Şöyle ki:

İki asker, kemal-i sevinçle gayet dostane “Sen Ispartalısın, bizim hemşehrimizsin.” Ben de dedim: “Maaliftihar her cihetle Ispartalıyım. Isparta, taşıyla toprağıyla benim nazarımda mübarektir, benim vatanımdır. Ve her biri yüze mukabil, yüzer ve binler hakiki kardeşlerimin meskat-ı re’sleridir.”

Evet, bu havaliye gelen Ispartalılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor “Sen Ispartalı mısın?” Ben de diyorum: Maaliftihar, ben Ispartalıyım. Ve Isparta’da o kadar hakiki kardeşlerim ve akariblerim var ki meskat-ı re’sim olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evladı hükmünde olan Isparta nahiyemize, büyük Isparta’nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da toprağı da bana ve belki Anadolu’ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâm’a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sümbül verir. Hem gıda hem ziya hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.

Dördüncüsü: Sâbık üç tevafuku yazdıktan sonra büyük Hâfız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un manidar mektubu ve Hulusi Bey’in ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve tefsir sahibi Hoca Vehbi’nin (rh) Risale-i İhlas karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş: “Risale-i Nur’un bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş.”

İşte Hâfız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı ya yedi gün evvel, Karadağ’dan inerken birden diyordum: “Yahu! Ata et, arslana ot atma; arslana et, ata ot ver.” Bu kelimeyi beş altı defa hoşuma gitmiş tekrar ediyordum. Ya Hâfız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi veyahut ben evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garib tevafukta bir farkımız var. O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede kuvvetli, metin, ciddi, sarsılmaz, fedakâr arkadaşlarım ve seyahat-i berzahiye ve uhreviyede nurani yoldaşlarım!

Sizin, her bir dirhemi yüz dirhem şüheda kanı kadar kıymettar siyah nuru akıtan mübarek kalemlerinizin bu defaki kudsî hediyelerin her bir harfine mukabil, Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizlere bin rahmet eylesin, âmin! Bu gaflet ve sıkıntılı ve usançlı mevsimde ve dünya meşgaleleri içinde bu fedakârane gayretiniz ve sa’yiniz, hakikaten bir inayet-i hâssadır ve bir keramet-i nuriyedir. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun, âmin!

Elmas kalemlerini bize yardım için yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecidlerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pür-nur olan Mehmed Zühdü’nün, berzahta dahi kalemini bizim hesabımıza istimal etmesi hükmünde, onun metrûkâtından nüshaları gönderilmesi; bizi derinden derine sürurla şükre sevk etti.

Eski talebeliğim zamanında mevsuk zatlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: “Ciddi, müştak, hâlis talebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi o âleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor.” diye o zaman talebe-i ulûm içinde çok defa medar-ı bahis oluyordu. Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risale-i Nur talebeleri olduğundan elbette merhum Mehmed Zühdü, Âsım ve Lütfü gibi zatların vazifeleri devam ediyor. Defter-i a’mallerine hasenat yazmak için manevî kalemleri inşâallah işliyorlar.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyoruz ki sizdeki fevkalâde gayret ve çalışmak, matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bu defa gönderdiğiniz risaleler çok güzel, çok mükemmel, çok da lüzumlu. Fakat ben sehvetmiştim. On Birinci Lem’a ile Telvihat-ı Tis’a’yı yazmadığımız halde, yazmışım zannediyordum. Minhacü’s-Sünne bizde var. On bir nükteden ibaret olan On Birinci Lem’a Mirkatü’s-Sünne ve Telvihat-ı Tis’a ile ve ona zeyl olarak dört hatveden ibaret, Risale-i Kader’in zeyli iken On Yedinci Söz’ün zeyline giren parça dahi Telvihat’a zeyl olarak yazılsa münasip olur. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin tecellisine bakan bir seyahat-i kalbiye-i hayaliyeye dair iki üç sahifelik Yirmi Dokuzuncu Mektup’un âhir kısımlarındaki parça dahi içlerinde bulunsa güzel olur.

Şimdi size, musibet yüzünden bir inayet-i hâssayı, fazla dua etmenize vesile olmak için yazıyorum:

Bugün dört saat evvel ben yalnız, Karadağ’ın hâlî ormanları içinde idim. Gayet titiz bir ata binmiştim. Ben binerken birden dizgin kayışı koptu. O da fena ürktü, ma’reke takıldı. Beni öyle fena bir tarzda çiftelerle yere düşürdü. Ben o halde sol elim ve sol ayağım kırılmış gibi ihtimal verdiğim gibi vaziyet de öyle gösteriyordu. At da başkasının malı. O hâlî orman içine daldı. Etrafta hiç kimse yok ki imdada yetişsin. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum, el ayağım kırılmamış, çok ziyade incinmiş iken yine şemsiye ile yürüyebildim. O titiz at da ormana dalıp yolsuz bir istikamete, benim yürüyüşümle yürüyerek on beş dakikalık bir mesafeye bir saatte yetiştik. At su içmekte iken Nuriye isminde bir kadın geldi. Elinde ekmek, bir parça ekmeği ata verip tutuldu. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükür, o vakit binebildim, odaya geldim. Birden öyle bir tufanlı yağmur oldu, hücremin önünde bir sel olarak gördük. Eğer o su, o Nuriye’ye rast gelmeseydi o hâlî yerde, o yağmur altında, at da başkasının malı, kaybolmak gibi çok musibetlerden Cenab-ı Hak muhafaza eyledi.

Bu küçük musibette dokuz cihette nimet olduğunu tasdik ettik. Ve bu nevi hıfz ve himayet, sizlerin samimi dualarınızın bir neticesi olduğu kanaatindeyiz. Ve bu dokuz cihetle medar-ı şükran hâdise dün aldığımız hediye-i nuriyenin çok faydalı olduğuna işarettir. Çünkü darb-ı meselde meşhurdur ki: Bir şeyde zahmet ve meşakkat, alâmet-i makbuliyettir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve dualarını istiyoruz.

***

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Bu mübarek eyyam ve leyali-i şerifede mübarek dualarınıza daha ziyade ihtiyacımı göstermek için bundan evvelki mektupta, titiz atın yüzünden gelen musibet gerçi ondan dokuzu nimete inkılab etti. Ondan birisi, eskiden beri bende bulunan kulunç illetine ve romatizma hastalığına iltihak edip beni yatağa düşürdü. Fakat merak etmeyiniz, ben kalkıyorum, geziyorum. Kat’iyen –bugün gönderdiğiniz risaleleri tashih ederken– kanaatim geldi ki o musibetin bâki kalan ondan birisi, on derece bir nimet hükmünde oldu. Ve on adetten ziyade faydalarından bir faydası şudur ki:

Ben tashihatta gerçi usanmıyordum fakat her tashihte yine ders alıp istifade etmek bir âdetimdi. Bazı çok zevk alıyordum. Bu mevsimde dağlarda, bağlardaki güzel sanat-ı İlahiyeyi temaşa zevki, o tashihteki zevkime galebe ediyordu. Bu yeni musibetteki mütemadiyen kendini ihsas eden hastalık, kemal-i zevk ve şevkle Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın Lem’ası’yla, Hastalık Lem’ası’nı her nüshada yeniden görüyorum gibi okuyup tashih ediyorum. Kat’iyen şüphem kalmadı ki o zahmetli hastalık, o lezzetli, rahmetli vazife-i nuriye için verilmiş. Gerçi harekâtımda, namaz ve abdestte sıkıntı veriyor fakat hastalıkla ubudiyet muzaaf sevabı olduğu gibi bu tashihat-ı nuriyedeki zevk, o sıkıntıları hiçe indirdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَ الضَّلَالِ

Sâniyen: Sizin nüshalarınızda bazen bir yanlış, birkaç nüshada aynen bulunur. Demek mana iyi anlaşılmamış, öyle kalmış. Mesela, İktisat’ın âhirlerinde Hüsrev’in hâşiyesinde beşinci satırında: “Ulema ise masraflarından mallarının kıymetini bilmedikleri” cümlesi yanlıştır. Sahihi ise “Ulema ise marifetlerinden mallarının kıymetini bildikleri için.” Hem bu satırın arkasındaki “arkasında” kelimesi yanlış, sahihi “arasında”dır.

***

Aziz, sıddık, mübarek, fedakâr kardeşlerim!

Dün altı ehemmiyetli mektuplarınızı aldım. Her mektubunuza uzun bir mektup yazmak cidden arzu ederdim hem de hakkınızdır. Fakat bu hurufatı yazan Feyzi şahittir ki altı gecedir, altı saat yatamadım. Yalnız bu altıncı gece, bir buçuk saat kadar yatabildim. Onun için bu ehemmiyetli mektuplara kısacık birer cümle ile iktifa ediyorum.

Evvela: Risale-i Nur santralı ve Hulusi, Hakkı, Süleyman’ı temsil eden Sabri kardeşim! Öşür, şer’î zekâttır. Zekât ise müstahaklaradır.

Sâniyen: Gül Fabrikası gülistanlarını ve merhum bedevî bülbüllerini konuşturan Hüsrev kardeş! Risale-i Nur, Isparta’yı âfat-ı semaviye ve arziyeden muhafazasına sebep olduğunu çok hâdisatla beraber, bu yeni zelzele hâdisesi ve muarız hocanın dolularla başının tokatlanması, yeni bir hücceti oluyor. Ve Mu’cizat-ı Kur’aniye lâhikasını sizin isabetli fikrinize havale ediyoruz. Hem siz yazdığınız miktarı gönderiniz. Biz burada tekmil eder, size de sonra haber veririz.

Sâlisen: Nur Fabrikasının sahibi Hâfız Ali kardeş! Senin Risale-i Nur’a karşı hârika ihlas ve irtibat ve itikadın, inşâallah o nurları o havalide daima parlattıracak. Senin, o büyük zelzelenin gürültüsünü işitmemen ve zelzeleyi hissetmemen; tokadını yiyen hoca gibi Risale-i Nur’un bir nevi kerametidir. Demek değil şakirdlere zarar vermek belki inayetkârane, vücudunu da bazı haslara bildirmiyor, korkutmuyor.

Râbian: Bizi ve Kastamonu şakirdlerini kıyamete kadar minnettar eden ve müstesna kalemiyle Risale-i Nur’un hemen umumunu bu havaliye yetiştiren ve evlat ve peder ve valideleri ve refikasıyla Risale-i Nur’a hizmet eden kahraman Tahirî kardeşim! Cenab-ı Hak hanenizdeki hemşireme hem bana şifa ihsan eylesin. Hastalığıma ait bir parça size geliyor. Peder ve validenize de benim tarafımdan deyiniz ki: “Tahirî gibi kahraman bir şakirdi Risale-i Nur’a yetiştiren ve o vasıta ile defter-i a’mallerine daima hasenat yazdıran bir şakirdi bize kardeş veren o mübarek zatlar, inşâallah bu saadeti daima idame ettirecekler. Dünyanın cam parçalarını, o elmaslara tercih etmeyecekler. Onlar, hususi dualarımızda dâhildirler.”

Hâmisen: Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakiki bir nâsihi ve Risale-i Nur’un hâlis muhlis bir şakirdi olan Hasan Âtıf kardeşim! Senin uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edibane, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus latîf tabiratın hoşuma gitti. Kardeşim, mübtedilerin ve hodfüruşların ve mülhidlerin ilişmelerinden teessüratın beni, senin hesabına müteessir etti. Evvelce size yazdığım mektup, inşâallah o teessüratı izale eder.

Risale-i Nur’un mesleği ise: Vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz. Vazifesi, tebliğdir. Kabul ettirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.

Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf’ı bulsan yüzü bulmuş gibidir. Merak etme.

Hem mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet verme fakat ihtiyat eyle. Bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet ibtilası zamanında, cüz’î bir iştigal de ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil, muvaffakıyetsiz mağlubiyet yok! Risale-i Nur’un her tarafta galibane fütuhatı var.

Sâdisen: Eski dost ve kardeş ve Risale-i Nur’un o zamanda ciddi bir talebesi ve Isparta hayatımda bana hüsn-ü hizmetle samimi bir arkadaş ve himmeti uzun, eli kısa aziz kardeşim Mehmed Celal!

Seni o zamandan beri unutmadım. Çok zaman Risale-i Nur dairesinde kalemiyle çalışanlar içinde isminle hissedar oluyordun. Senin yüksek istidadını ve ulüvv-ü himmetini Risale-i Nur’da istimal etmek arzuluyordum. Demek derd-i maişet, sizi bir derece kayıt altına aldı. Başta mübarek baban, hanenizde bulunanlara bi’l-mukabele selâm ediyorum. Ve bilhassa Mehmed Seyranî Hayyat’a çok selâm ile beraber; eğer benim orada iken tanıdığım ve Hüsrev sisteminde telakki ettiğim Mehmed Seyranî ise onun bin selâmına selâmla mukabele edip; o Seyranî o zamandan beri Risale-i Nur’un bir cüzüne bahsi girdiği ve silinmediği gibi hatırımda da silinmemiş. Çok defa bekliyordum ki Seyranî, Hüsrev’in arkasında koşup çalışsın. Demek onu da derd-i maişet bağlamış.

Sâbian: Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden Halil İbrahim’in on dört yaşındaki evlad-ı manevîsi, Risale-i Nur dairesindeki masum şakirdlerin dairesinde inşâallah ehemmiyetli mevki alacak. Ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakird ruhu görünüyor. Mektubunda çocukça konuşmamış, gayet müdakkikane büyük bir âlim gibi konuşması bizi çok sevindirdi. Mâşâallah, bârekellah dedirdi.

Sâminen: Evvelce haber aldığınız hastalığıma dair bir noksan parça, dualarınıza ve geçen ramazan gibi manen yardımlarınıza vesile olmak için o hastalık münasebetiyle yanımıza gelen bazı zatlara söylediğim ve noksan kalmış bir fıkrayı yazıyorum. Şöyle ki:

Halimi soranlara dedim ki: Hem nazar hem ervah-ı gayr-ı tayyibe cihetinden başıma gelen bu musibet, rahmet-i İlahiye ile on adetten bire indi; dokuzu, nimet oldu. Bâki kalan birisi de dokuz menfaati oldu:

Birinci menfaati: Hastalıkta her saat ibadeti, dokuz saat ibadet hükmüne getirdi.

İkinci faydası: On beş Hasta Risalesi’ni, tam zevk ile tashih etmek ve bu hastalık zamanında hastalara ve muhtaç olanlara çabuk yetiştirmeye sebep oldu.

Üçüncü faydası: Eski Said’i Yeni Said’e kalbeden eski bir hastalık gibi şimdi de Risale-i Nur’un parlak bir tarzda intişarı, Yeni Said’i de dünya ile bir derece alâkadar ettiği cihetle, o halin zararından kurtulmaya sebep oldu.

Dördüncüsü: Bu mübarek aylarda, pek çok iştiyak ve ihtiyaç ile fazla a’mal-i uhreviyede bulunmak arzusuyla beraber; mevsim ve bazı esbab cihetiyle muvaffak olamayarak fazla müteessir idim. Bu hastalık, tam bu aylara lâyık bir tarzda, hastalıktan gelen ihlas ve kesret-i sevap cihetiyle azîm bir menfaati oldu. Beni gündüzde dağ ve bağları gezmekten men’ettiği gibi gece, uyku ve gafletten kurtarıp kemal-i tazarru ve niyaz ile geceleri ihyaya sebep oldu.

Beşincisi: Geçenki ramazandaki hastalık gibi bu hastalık dahi fedakâr kardeşlerimin şefkatlerini heyecana getirip benim hesabıma a’mal-i uhreviyelerinin bir nevi zekâtını vermek; nâkıs, kusurlu sermayemi, birden ona belki yüze ve bine çıkarmaya sebep olmasıdır.

Altıncı faydası: Hastalara yirmi beş deva-i imanî veren risalenin ilaçlarını nefsimde tatbik ederek ayn-ı hakikat olduğunu tasdik edip, âsab ve sinirden gelen ziyade hassasiyetimden kıymetsiz fâni işleri, lüzumsuz ve endişeli meraktan ve faydasız ve zararlı alâkadan bir derece kurtulmaya sebep olmasıdır.

Umum kardeşler ve hemşirelerimize birer birer selâm ve selâmetlerine dua ve dualarını rica eden kardeşiniz

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Size, hastalığın dokuz faydasından bâki kalan üçünü yazıyorum ki o hastalığın bir meyvesi sâbık Arabî fıkradır.

Yedinci faydası: Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdinin ehemmiyetli bir hatasını tamir etmesidir. Şimdilik bu ehemmiyetli faydayı izah etmek münasip değil.

Sekizinci faydası: Gayet incedir, izah edilmez; yalnız kısa bir işaret ederiz: Nasıl ki Hüsrev, yazdığı Kur’an’ı fotoğrafla tabını kabul etmeyerek binler cazibedar Kur’anlar kendi hattı ile âlem-i İslâm’da intişarıyla, kutbiyet derecesinde bir mertebe-i ulviyeyi ve yüksek bir şeref-i imtiyazı bırakıp Risale-i Nur dairesindeki sırr-ı ihlası muhafaza ve hazz-ı nefisten teberri etmiştir. Aynen öyle de bu hastalık, ruhumda öyle bir inkılab yaptı ki Risale-i Nur’un parlak fütuhatını müteşekkirane temaşa etmek ve sevaptarane, mücahidane, bir nevi kumandan hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlas için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmarem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözünü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamaya tam kabul etmesidir.

Dokuzuncu faydası: Çoktan beri benim hususi bir virdim ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve bende çok defa maddî ve manevî hastalıkların bir nevi şifası olan ve ism-i a’zam ve Besmele ile dokuz âyât-ı uzmayı içine alan ve on dokuz defa şükür ve hamdi a’zamî bir tarzda ifade ile tahmidatın adetleriyle o eşyanın lisan-ı haliyle ettikleri hamd ü senayı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekûnünü kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmidname ve teşekkürname bulunan ve Sekine’deki esma-i sittenin muazzam yeni bir dersini izhar etmeye sebep olmasıdır.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ve beraetlerini tebrik ederiz.

***

(Medar-ı ibret ve hayret bir hâdisedir.)

Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zat yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayâsız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.”

Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat bugünlerde hem Hüsrev ve hem kahraman Çelebi zelzeleden haber vermeleri ve Hüsrev ve rüfekasının kanaatiyle, Isparta’nın gürültülü zelzelesi, karşısında Risale-i Nur’u kuvvetli bir kalkan bulmasıyla hiçbir zarar vermemesi ve Risale-i Nur’a muarız bir hocanın bütün hasılatını mahveden dolu o muarıza has kalması, başkasına ilişmemesi bir derece kanaat verir ki ekser vilayetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur onların yardımlarına koşmamış diye yalnız bu hâdiseye baktım.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. Çünkü ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasden istenilmez. İstenilse ihlas kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Yani çocuklar gibi dövüştükleri vakit Kur’an’ı başına siper eder. Başına gelen zarar Kur’an’a geldiği gibi; Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper istimal edilmemeli.

Evet, Risale-i Nur’a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur tokatlarda istimal edilmez ve niyet ve kasd ile tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlas ve sırr-ı ubudiyete münafîdir. Bizler, bize zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur’da istihdam eden Rabb’imize havale ediyoruz.

Evet, dünyaya ait hârika neticeler bazı evrad-ı mühimme gibi Risale-i Nur’a çokça terettüp ediyor. Fakat onlar istenilmez belki veriliyor. İllet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa illet olur, ihlası kırar, o ibadeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hâdiseyi teskin ediniz yoksa münafıklar istifade edecekler belki onların parmağı var.

Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı galibane mukavemeti, sırr-ı ihlastan ve hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarîkatın ehemmiyet verdikleri keşif ve keramat-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübra sahipleri olan sahabîler gibi veraset-i nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.

Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası her şeyin fevkindedir, başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle her bir hakiki sadık şakirdi; binler diller ile kalpler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir. Ve ramazan-ı şerifteki hakikat-i Leyle-i Kadir gibi kudsî ve ulvi hakikatleri, yüz bin el ile aramaktır.

İşte bu gibi netice içindir ki Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i Nuriyeyi velayet makamına tercih eder, keşif ve keramatı aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstahak oldukları şan ve şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar “Vazifemiz hizmettir. O yeter.” derler.

Ve sâniyen: Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve ramazan-ı şerifin mecmuunda gizlenen hakikat-i Leyle-i Kadri kazanmak için Risale-i Nur şakirdlerinin şirket-i maneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, her biri mütekellim-i maalgayr sîgasıyla اَجِرْنَا اِرْحَمْنَا وَاغْفِرْلَنَا gibi tabiratta biz dedikleri vakit, Risale-i Nur’un sadık şakirdlerini niyet etmek gerektir. Tâ her bir şakird, umumun namına münâcat edip çalışsın. Ve bu bîçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları yanlış çıkarmamak için geçen ramazan gibi yardımınızı rica ediyorum.

***

(Birden hatıra gelen bir meseledir.)

Her şeyde, her musibette hususan beşer eliyle gelen zulümlü musibetlerde, Risale-i Kader’de beyan edildiği gibi iki sebep var:

Biri: Zahiren esbaba bakan beşerdir.

Diğeri: Kader-i İlahîdir. Beşer zahirî esbaba bakar, bazen yanlış eder, zulmeder. Fakat kader başka noktalara bakar, adalet eder.

İşte bugünlerde elîm bir endişe ile Risale-i Nur dairesine temas eden üç mesele, adalet-i kaderiye noktasında manevî suale cevaben ihtar edildi.

Birinci Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide; bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi, kader müsaade eyledi?

Gelen cevap şu: Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarf etmeleridir ki evladım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye bütün kuvvetleriyle evlatlarını dünyaya, mekteplere sevk ediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa Kur’anî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.

İkinci Sual: Risale-i Nur’la münasebettar bazı zatlara acıdım. “Neden pederinin malından hakkı iki sülüs iken o haktan kısmen mahrumiyete kader-i İlahî neden müsaade etti?”

Gelen cevap: Şu asırda öyle acib bir aşılamakla, ebeveynine hürmet ve peder ve validesinin şefkatlerine mukabil bilâ-kayd u şart kemal-i hürmet ve itaat lâzım iken ekseriyetle o hakiki hürmet ve itaat bozulduğundan, iki sülüs almaktan zulmen mahrum edildiler. Kader, onların kusuruna binaen müsaade etti. Kızlar ise gerçi başka cihetlerde kusurları çok fakat zafiyetlerine binaen, himayetkâr ve şefkatkâr ellere ziyade muhtaç bulunduklarından hürmetlerini, peder ve validelerine karşı ihtiyaçlarını hassasiyetle bir cihette ziyadeleştirdiklerinden beşerin zalim eliyle, kardeşlerinin kısmen haklarını muvakkaten onlara vermeye müsaade etti.

Üçüncü Sual: Bazı mütedeyyin zatların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.

Gelen cevap: O mütedeyyin zatlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebâkisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı.

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bu mübarek ramazan-ı şerifteki dualar, ihlası bulmak şartıyla inşâallah makbuldür. Fakat maatteessüf ekseriyetçe Risale-i Nur şakirdlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için bazı taarruzlar yüzünden o ihlas, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, her şeyi Cenab-ı Hakk’a havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin. Âtıf’a da yazınız, merak etmesin ve müteessir olmasın. O da bir kaza-i İlahîdir. İnşâallah Sava Hâfız Mehmed’in hâdisesi gibi Risale-i Nur’un lehine dönecektir. (Hâşiye[1])

Hem Âtıf’ın parlak hizmeti tevakkufa uğraması (Hâşiye[2]) ve gerilemesi ve merhum Mehmed Zühdü Bedevî’nin yüksek ve geniş hizmetinin perdelenmesini düşünmesi beni ziyade mahzun ettiği hengâmda, elime bir mektup verildi. O mektup, o endişemi izale etti.

Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa daha mühim kapılar açılır diye kaide yine hükmünü icra etti ki Sabri gibi Risale-i Nur’un gayet büyük bir rüknünün büyük amcası ve Risale-i Nur’un bir kahramanı olan Tahirî’nin eniştesi ve Risale-i Nur’un saff-ı evvelinde ve şakirdlerinin başında bir zaman nâzırlık vazifesini gören ve şimdiye kadar da Risale-i Nur hakkında kalbini bozmayan Büyük Hâfız Zühdü’nün samimi kemal-i sadakat ve ihlası gösteren mektubuyla ve Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un hâşiyesinde tasdikle, bu eski ve yeni gayyur kardeşimiz Büyük Zühdü, resmiyete bakmayarak, Risale-i Nur’un mühim vazifelerinden olan masumlara Kur’an dersini vermekle gösterildi ki merhum Zühdü Bedevî yerine, bu Büyük Zühdü’yü yeni veriyor. Ve Âtıf’ın tevakkufu yerine, bu müdakkik ve muktedir ve hatip Büyük Hâfız Zühdü’yü faaliyete getirdi. Cenab-ı Hakk’a şükrediyoruz. Bugünden itibaren, Risale-i Nur’un has şakirdleri içinde şirket-i maneviye-i nuriyeden hissedar olmasını ve ismiyle duaya girdiğini selâmımla beraber tebliğ ediniz.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ § اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نَعْمَائِهٖ

Risale-i Nur’un silsile-i keramatından Mu’cizat-ı Ahmediye ve kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz ve İşaratü’l-İ’caz’ın himayetkârane ve mu’cizane yeni bir kerametleri şudur ki:

Bu ramazan-ı şerifin başında doktorun ihbarıyla ve kuvvetli emarelerin delâletiyle ve birden hararet kırk dereceden geçmesiyle tebeyyün eden, zehirlemekten gelen şiddetli hastalık hengâmında, kardeşimiz Âtıf’ın habbe gibi hâdisesini, hariç valiler kubbe yaparak buranın hem adliye hem zabıta hem vilayete şifrelerle Risale-i Nur aleyhine sevk edildiği aynı zamanda, iki saat evvel Mu’cizat-ı Ahmediye İstanbul’dan koşup imdada gelmiş. Masada iken Yirmi Dokuzuncu Söz ve kerametli İşaratü’l-İ’caz, Tosya kasabasından imdada gelmiş gibi aynı vakitte yaldızlı ciltleriyle masa üzerinde dururken, onların müsadere endişesi ve elliden ziyade sair risalelerin de namazsız ellerin zaptına geçmek ihtimali ve şiddetli hastalığın konuşturmamak vaziyetiyle beraber; Risale-i Nur’un o üç kerametli risaleleri, öyle hârika bir himayet ve muhafazaya vesile ve o zehirlendirmeye panzehir ve tiryak oldu ki bu hale muttali olan bizler şimdi de hayretteyiz. Güya hiçbir hastalık yokmuş gibi gayet kuvvetli hem şiddetli tokatlar vurarak o düşmanlık vaziyeti dostluğa çevrildi.

Hem adliyenin büyük memurları ve taharri komiserleri, şiddetli taharri ve müsadere için geldikleri halde; elliden ziyade kitaplardan hiçbirine el uzatmadan, yalnız o risalelerin kerametlerini kısmen dinleyerek onların manevî himayeti altında risaleler muhafaza edildi. Yalnız Müdafaat ve On Altıncı Mektup ve Ramazaniye Risalesi’ni mütalaa etmek için biz verdik.

Üçüncü günde, daha şiddetli arama ve taharri etmek, zabıtanın siyasî komiseri bir taharri komiseriyle geldiği vakitten iki üç saat evvel, üç kerametli risalelerin kumandasında bütün risaleler kendilerini ellere vermemek için ortada görünmediler. Bütün iki saat o taharri neticesinde, Ankara’dan gelen bir ramazan tebriğiyle, bir Ramazaniye Risalesi’ni elde ettiler. Mütalaadan sonra iade etmek vaadiyle aldılar.

Bütün bu hâlât, yüksekte duran Mu’cizatlı Kur’an-ı Azîmüşşan ile beraber, i’cazlı Hizb-i Kur’anî’nin nüshaları ve Hizb-i Nurî’nin risaleleri bu hârika vaziyeti gösterdiler. Cenab-ı Hakk’a onların hurufatı adedince ve şehr-i ramazanın dakikalarının âşireleri sayısınca hamd ü sena ediyoruz. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ

Hem hastalıktan gelen teessür ve Âtıf’ın hâdisesiyle kalbime gelen teellüm ve onlara acımak ve Isparta’ya sirayet etmek endişesinden neş’et eden sıkıntı ve bu mübarek şehirde Risale-i Nur’un سِرًّا تَنَوَّرَتْ perdesi altına girmesi ve üçüncü günde o iki taharriden sonra, akşama kadar gelen ve gidenlerin mütemadiyen tarassud edilmesi ve Emin’in hanesi de bir şey bulunmadan taharri edilmesi cihetiyle ziyade muzdarip ve müteellim iken Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’in rahmetiyle, şimdiye kadar devam eden inayet-i İlahiye himayeti ve rıza, teslim, tevekkül ve ihlasın verdikleri teselli, bütün o müz’iç şeyleri akîm bıraktı. Kemal-i ferah ve istirahatle “Görelim Mevla neyler / Neylerse güzel eyler.” deyip kemal-i teslimiyetle müsterih olduk. Siz de öyle olunuz, fütur getirmeyiniz.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz.

Hastalık devam ediyor fakat tahammül haricinde değil. O musibet de Risale-i Nur’un parlak neşriyatına tevakkuf vermek için idi.

Kardeşiniz Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Âtıf’a muaraza eden ve hücum eden tarîkatçı müftü ve taassuplu vaiz ve hoca ve ehl-i tarîkat, ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarîkat, bu muarazada, en son perdesi rejim hesabına ve tarafgirliğine ve himayesine dayanıp Âtıf’ın müdafaa ettiği sünnet-i seniye mesleğine taarruz suretine girdiğini ve Risale-i Nur’a muaraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil, bu defa adliyece benden sordular ki: Kürt Âtıf, rejim aleyhinde çalışıyor.

Demek onun muarızları, rejime dayandılar.

Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (ra) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasâra’ya ilişmiyordular. Demek kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.

İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerinden en müthiş bir muhalif ve rejim müessisini tel’in de etse bilfiil idareye ilişmese onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.

[2] Hâşiye: Şimdi aldığımız haber: Denizli valisi, ehemmiyetli bir şifre ile buranın valisine, Âtıf meselesini i’zam ederek şifre yazmış. Hâfız-ı Hakiki’nin hıfzına dayanıp telaş etmeyiniz fakat ihtiyat ediniz. Hapsolan Âtıf ve arkadaşlarına teselli veriniz. Ve merak etmesinler, Allah Kerîm’dir ve Rahîm’dir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir