NUR’UN İLK KAPISI

Risale-i Nur Külliyatı’ndan

NUR’UN İLK KAPISI

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

 

(Bu risalenin felsefeye vurduğu tokat, beşere zararlı ve dine zıt olan felsefe kısmıdır. Beşere menfaatli ve diyanete dost olan felsefe değildir. Hem ecnebi kâfirler tabiri, İslâmiyet ve din aleyhinde çalışanlara aittir.)

Mukaddime

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Gayet acib ve garib ve beni gayet hayrette bırakan bir hâdise-i Nuriyeyi beyan edeceğim:

Risale-i Nur’un birinci medresesi ve tarlası olan Barla karyesine, yirmi beş senelik bir müfarakattan sonra, aynen meskat-ı re’sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. Gördüm ki:

Aynen Nurs köyü vaziyetindeki o eski medresem gibi ve Nurs’taki babamın aynı hanesi gibi ve hakiki meskat-ı re’sim Nurs’a gelmişim gibi gayet hazîn ve lezzetli bir haleti hissettim. Birden ruhuma baktım ki Eski Said’in ve Yeni Said’in tarz-ı hayatını ve tarîk-i hakikatteki tarz-ı hareketlerini ve Risale-i Nur’un telif olunan merkezlerini bilmek için Risale-i Nur’un telifine merkez ve dershane olmuş olan yerleri gezdim.

Sonra gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. Açtım baktım ki eski Said ile yeni Said’in birbiriyle münazara edip nefs-i emmareyi susturan ve şuhud derecesindeki hakikatleri ihtiva eden on üç dersler olup bu on üç dersin doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âyetlerinden aynelyakîne yakın bir surette yeni Said’e ders olduğunu ve bütün bu derslerde doğrudan doğruya birinci muhatap Said olduğunu gördüm. Küçük Sözler’in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm.

Hususan bu risalenin âhirinden bir parça evvel, risalet-i Ahmediyeye (asm) ait olan On Dokuzuncu Söz gayet kısa olduğu halde, gayet büyük ve gayet kuvvetli olduğu için bu çekirdek olan risaleye aynen girmiş. Demek o Söz, gayet ehemmiyetli olduğu içindir ki aynen Nur’un bu çekirdeğine girdiği gibi Nur mecmualarında da mükerreren neşredilmiş.

Bu eser, bana çok ehemmiyetli geldi. Aslâ ve kat’â hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman’ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nevinden onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, bin bârekellah dedim.

İşte şimdi Risale-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risalenin içindeki hakikatler gerçi hem Küçük Sözler’de hem başka Sözlerde bir derece yazılıdır fakat Said’e karşı Kur’an’ın birinci dersi ve tam ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bir meşhudatı tarzında olmasından, telifindeki acemilikten gelen içindeki kusurata ve tekrarata bakmayıp Nur şakirdleri onu neşretseler inşâallah çoklar istifade edecekler.

Said Nursî

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى خَيْرِ خَلْقِهٖ مُحَمَّدٍ وَ اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ

Birinci Ders

اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

Ey insan! Nedendir ki şu azîm ticarete girmiyorsun? Rabb-i Kerîm, senin yanında emaneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ ki zayi olmaktan muhafaza etsin. Hem bin derece kıymeti yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor. Hem istifaden için senin elinde bırakıyor. Hem külfet-i idaresini kendisi deruhte ediyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr!

Halbuki ey gafil! Ona satmadığından emanette hıyanet ettin. Hem bütün bütün kıymetten düşürttün. Hem bilâ-fayda senin elinde zayi olacak. Hem o yüksek fiyat elinden gidecek. Hem senin zimmetinde, günahı ile tekâlif-i idaresi ve âlâmı ile zahmet-i muhafazası kalacak. İşte beş müthiş derecede hasaret içinde hasaret.

Şu muameledeki vaziyetin ile öyle miskin bir adama benzersin ki o adam bir dağda bulunur. O dağda öyle bir zelzele var ki bütün emsalini sıra ile derin derelere atıp ellerinde olan her şeyi parça parça ediyor. Nöbet, o adama gelmek üzeredir. Halbuki o adamın elinde bir emanet var. O emanet, öyle bir makine-i murassaa-i acibedir ki o makine içindeki hesapsız mizanlar ve âletlerle, nihayetsiz faydalar ve semereler verebilir.

O elîm halette iken gördü ki makinenin hakiki mâliki tarafından gelen bir adam der ki: Seyyidim, senden bu emaneti satın almak ister. Tâ ki bu dereye sukutun ile faydasız kırılmasın, muhafaza etsin. Ve sen dereden çıktıktan sonra, kırılmayacak bir surette yine sana teslim edecek.

Hem o âletleri ve mizanları, geniş bostanlarında ve kıymettar maden ve hazinelerinde istimal edeceği için o âletler ve o mizanlar gayet kıymettar neticeler ve çok ücret ve semereler verirler ki bütün o kârı sen alırsın. Şayet satmazsan kıymetsiz ve âdi birer âlet olarak kalacak. O acib ve nazik âletleri gayet daracık evinde ve küçücük haşin tarlanda istimal edip kıracaksın, ateşe atacaksın.

Hem sana büyük bir fiyat verecek. Hem dağda bulundukça senin elinde kalacaktır. Yalnız yukarı kulpunu, yukarıdan indirdiği bir zincir ile bağlamak ister. Tâ ki sıkletini senden alıp sana ağırlık vermesin. Külfeti seni taciz etmesin. Eğer bey’i kabul edersen seyyidimin hesabıyla, onun namıyla ve onun izni dairesinde güzelce tasarruf et. Ne hüzün çek ve ne de havf et.

Nasıl bir nefer atını devlete satar, kendi de asker olur. Atının üzerine biner. Masarifi devlete ait. Keyf ü safasını o nefer çeker. Eğer ölse devletimin canı sağ olsun, der. Şayet bu beş derece kârlı bey’i kabul etmezsen beş derece hasaret içinde emanete hıyanet edeceksin, zayi olunca mes’uliyeti kazanacaksın. İşte temsili anladın. Şimdi hakikate bak.

Evet o dağ, arzdır. Miskin adam da fakir insandır. Zelzele de zeval ve firaktır. Dere de kabir ile âlem-i berzahtır. O makine (havas ve cihazat ve letaif âletleriyle mücehhez) senin vücud-u hayattarındır. Görüyorsun ki bunlar bozuluyorlar, faydasız gidiyorlar. Satın almak isteyen, senin Hâlık’ındır. O Hâlık’ın, Resulü vasıtasıyla der ki: “Şu emanetimi güya senin malın imiş gibi bana sat tâ zayi olmasın. Hem zararlı bir surette fena bulmasın. Sen bâki ve meyvedar bir surette o malına tekrar kavuşabilesin. Hem o hayat içindeki cihazat ve letaif benim namım ve hesabımla istimal edildiği vakit, nihayetsiz kıymettar ve hadsiz semerat-ı bâkiye verecek.”

İşte o mizanlar ve âletler ise letaif ve havass-ı insaniyedir.

Mesela göz, Allah hesabına istimal edilse şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu müzeyyen mevcudatın bir seyircisi ve şu masnuatın çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve marifet ve muhabbet şehdinden yani balından nur-u şehadeti kalbe akıtıyor. Eğer nefis hesabına istimal edilse zâil, fâni bazı mehasini seyretmekle heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.

Mesela, lisandaki kuvve-i zaika satılsa Rahmanu’r-Rahîm’in hazain-i rahmetinin nâzırı ve matbaha-i nimetinin bir müfettiş-i âlîsi hükmünde bir vazifedardır. Satılmazsa mide tavlasının bir kapıcısı hükmüne sukut eder.

Mesela, akıl satılsa bütün künuz-u esma-i İlahiyenin miftahı ve kâinatın hakaikinin keşşafı hükmünde bir cevher-i âlî ve gâlî olur. Satılmazsa mazinin âlâm-ı hazînanesini ve müstakbelin ehval-i muhavvifanesini bîçare beşerin başına yükleten meş’um bir âlet hükmüne düşer.

İşte bütün âlât ve cihazat-ı beşeriyeyi bunlara kıyas et. Eğer o âlât ve cihazat Allah’a verilse bâki birer elmas olurlar. Eğer verilmezse fâni birer şişe olurlar.

Elhasıl: Cenab-ı Hak sana verdiği kendi mülkünü, senden gâlî bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.

Ey beşer bak! İki sadâ senin kulağına geliyor.

Biri, Kur’an-ı Hakîm’in sadâ-yı semavîsidir. Der ki: Sat, kârlısın اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ diyor.

Diğeri, küffarın felsefe-i medeniyesinin vesvesesidir ki “Sen kendine mâliksin.” der. Seni اِنْ هِىَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا diyenlerden etmek ister.

Bu münevver hüda ile şu müzevver dehanın mabeynlerindeki farkı gör tâ kör olmayasın.

وَمَنْ كَانَ فٖى هٰذِهٖ اَعْمٰى فَهُوَ فِى الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبٖيلًا

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّالّٖينَ اٰمٖينَ

İkinci Ders

وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقٖينَ وَبُرِّزَتِ الْجَحٖيمُ لِلْغَاوٖينَ

Ey insan-ı gafil! Ey dünya için dinini ihmal eden! Şu temsilî bir hikâyeyi dinle. Tâ dinsiz dünyanın hakikatini göresin.

Eski zamanda iki kardeş vardı. Bu iki kardeş seyahate çıktılar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yolun başında bir adamı gördüler. O adam onlara dedi ki:

— Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet var. Ve o tebaiyet külfeti içinde, bir emniyet ve saadet var. Sol yolda ise bir serbestiyet ve bir hürriyet var. Ve o serbestiyet ve hürriyet içinde bir tehlike ve şakavet var. İstediğiniz yola gidebilirsiniz.

Güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ deyip gitti. Ve o hafif külfeti ve nizam ve kanunu kabul etti. Sû-i hulk sahibi, âzade-ser kardeş, serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, manen gayet ağır bir vaziyette gitti. Biz de hayalen bunu takip ediyoruz.

İşte dağ ve sahradan gide gide tâ hâlî bir sahraya dâhil oldu. Birden müthiş bir sadâ işitti. Baktı ki dehşetli bir arslan meşelikten çıkıp kendisine hücum etti. O da kaçıp altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Havfından kendini içine attı. Yarısına kadar inmekle kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca rast geldi. O ağacı tuttu. Gördü ki o ağacın iki kökü var. Biri siyah renkte, diğeri beyaz renkte iki fare, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarı baktı, arslan kuyunun başında nöbetçi gibi bekliyor. Aşağıya baktı, dehşetli bir ejderha kuyunun içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıda ayağının yakınına kadar gelmiş. Ağzının genişliği ise bi’rin yani kuyunun ağzına benzer. Kuyunun duvarına bakar. Isırıcı, muzır haşerat etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki incir ağacıdır. Lâkin hârikadan olarak cevizden nara kadar çok muhtelif ağaçların meyveleri ve yemişleri var.

Sû-i fehminden ve sû-i tâli’inden bu dehşetli hâlâtın âdi ve kendi kendine olmuş bir şey olmadığını anlamadı. Ve bu ince iş içinde iş olduğuna intikal etmedi. Kalp ve ruhu ve akıl ve letaifi bu elîm ve dehşetli vaziyetten feryad u figan ederken nefs-i emmaresi tegafül ile tecahül etti. Kalp ve ruhun âh u enîn ve fîzarından kulağını kapayıp kendi kendini aldatarak bir bostanda bulunuyor gibi o meyveleri yemeye başladı. Fakat o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurdu ki: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى yani “Kulum beni nasıl tanırsa ona öyle muamele ederim.”

Şu bedbaht adam da sû-i zannıyla gördüğünü hakikat telakki etti. Öyle muamele gördü ve görüyor. Ne ölür ki kurtulsun ve ne de elemsiz kalır ki yaşasın. Şu miskin ahmak fehmetmedi ki bu tılsımlı ve acib işlerde tesadüf mümkün olmaz.

Biz de şu meş’umu şu azapta bırakıp döneceğiz. Mübarek ve yümünlü diğer kardeşin arkasından gideriz.

İşte şu zat, hüsn-ü sîretinden nâşi, hüsn-ü zannı ile ünsiyet ederek yolunda gidiyor. Bak, nasıl hüsn-ü nazarıyla kardeşinin mahrum kaldığı bostandan istifade ediyor. Şu bostanda çiçek ve yemişlerle beraber, murdar ve müstakzer şeyler de bulunur. Bu kardeş ise bu güzel şeylerden istifade etti. Mülevvesata bakmadı. İstirahat etti. Evvelki meş’um kardeşi ise murdar şeylerle meşgul oldu. Midesini bulandırdı.

Sonra bu güzel huylu arkadaş da gitgide öteki kardeşi gibi bir sahra-yı azîme dâhil oldu. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu lâkin kardeşinden daha az korkmuştu. Zira o arslanın, sahra sultanının bir memuru olduğu ihtimali kendisine teselli verdi. Lâkin yine kaçtı. Altmış arşınlık derinliğinde bir bi’r-i muattalaya yani susuz bir kuyuya rast geldi, kendini içine attı. Ortasında duran bir ağacı tuttu. O da kardeşi gibi gördü ki iki mahluk, o ağacın iki kökünü de kesiyorlar.

Sonra baktı, yukarıda arslan, aşağıda büyük bir yılan var. Yılan geniş ağzını açmış, ayağına takarrub etmiş olduğunu gördü. Bîçare o da havfından tedehhüş etti. Lâkin onun dehşeti, kardeşinin dehşetinden çok derece daha hafif idi. Çünkü güzel hüsn-ü zannıyla ve fehmiyle bu umûr-u acibeyi birbiriyle alâkadar ve bir emir ile hareket eder gibi görmekle anladı ki bu işlerde bir tılsım var. Bunlar bir hâkimin emriyle dönerler. O hafî hâkim; ona bakıyor, tecrübe ediyor, onu bir maksat için davet ediyor.

Şu tatlı havftan bir merak neş’et etti. Merakı da: “Acaba beni tecrübe edip ve kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile böyle acib bir maksada beni sevk eden kimdir?”

İşte şu merak-ı marifetten, sahib-i tılsımın muhabbeti neş’et etti. Ağacın başına baktı, gördü ki incir ağacıdır. Lâkin meyveleri ayrı ayrı çok ağaçların meyveleridir. O vakit tamamen korkusu zâil oldu ve o vakit anladı ki bunda bir tılsım var. O tılsım bunlara hükmediyor. Zira mümkün değil bu incir ağacı, böyle çok ağacın meyvesini versin. Belki o ağaç, liste ve fihristedir. Gizli olan hâkimin bostanına hem o melik-i kerîmin misafirlerine ihzar ettiği çeşit çeşit et’imeye işaret eder ve o taamların numuneleridirler.

Onun bu muhabbetinden, tılsımı açmak talebi ve tılsım sahibini razı etmek arzusu neş’et etti. Birden miftah ona ilham edildi. O da nida etti ki: “Sana itimat ediyorum ve her şeyi senin için terk ediyorum ve yalnız seninim ve seni istiyorum.” dedi. Birden kuyu duvarı yarıldı. Şahane ve nezih bir bahçeye bir kapı açıldı. Arslan ve yılan da iki mutî hizmetkâra dönüp onu o bahçeye girmek için davet ettiler. Hattâ o arslan kendisine musahhar bir at mesabesine döndü.

İşte ey hayal arkadaşım, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene et! Evvelki bedbaht, her vakit yılanın ağzına girmeye muntazırdır. Şu bahtiyar ise meyvedar ve revnaktar bir bahçeye davet edilir.

Hem evvelki bedbahtın, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Bu bahtiyar ise leziz bir ibret, tatlı ve mahbub bir havf ve şevk ve marifet içinde garaibi seyrediyor.

Hem o bedbaht, vahşet ve yeis içinde azap çekiyor. Şu bahtiyar ise ünsiyet ve ümit ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.

Hem o bedbaht, vahşi canavar düşmanların hücumlarına maruz bir mahpus hükmündedir. Şu bahtiyar bir aziz misafirdir ki misafir olduğu melik-i kerîmin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet ediyor.

Hem o bedbaht; zehirli, leziz yemişleri yemekle azabını tacil ediyor. Zira o meyveler, asıllarına müşteri olmak için numunelerdir. Tatmaya izin var, hayvan gibi yemeye izin yoktur. Şu bahtiyar ise tadar, işi anlar; yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder.

Eğer bedbaht kardeş olmamak ve bahtiyar kardeş olmak istersen Kur’an’ı dinle, mutî ol, ona yapış ve itaat et.

Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki dekaikı fehmettin ise hakikati ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini de sen istihraç et.

Bak! O iki kardeş, ruh-u mü’min ile ruh-u kâfirdir; kalb-i salih ile kalb-i fâsıktır. O iki tarîk ise tarîk-ı Kur’an ve iman ile tarîk-ı isyan ve tuğyandır. O yoldaki bostan ise cemiyet-i beşeriye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki şer ve hayır, çirkin ve güzel karışıktır. O sahra ise arz ve dünyadır. O arslan ise ölüm ve eceldir. O bi’r (kuyu) ise beden-i insan ve hayattır. O altmış arşın derinlik ise vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir. O ağaç ise müddet-i ömürdür. O beyaz ve siyah iki fare ise gece ve gündüzdür. O ejderha yılan ise ağzı kabir olan âlem-i berzaha giden yoldur. O haşerat-ı muzırra ise beliyyeler ve musibetlerdir. O ağaçtaki yemişler ise niam-ı dünyeviyedir ki niam-ı uhreviyenin listesi ve ihzar edici müşabihleri, müşterileri meyve-i cennete davet eden numuneleridir.

O ağaç, birliğiyle beraber başka başka yemişler vermesi ile sikke-i kudrete ve hâtem-i rububiyete ve turra-i uluhiyete işarettir. Çünkü bir şeyden her şeyi yapmak; bir topraktan bütün meyveleri yapmak, bir sudan bütün hayvanları halk etmek, bir basit gıdadan bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek hem her şeyi bir şey yapmak; bir zîhayatın yediği gayet mütebayin taamlardan bir lahm-ı mahsus (et) ve bir cild-i basit nescetmek (dokumak) gibi sanatlar, Ehad ve Samed olan Sultan-ı ezel ve ebed’in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusasıdır, taklit edilmez bir turrasıdır.

O zehirli bir kısım meyveler ise lezaiz-i muharremedir. O tılsım ise sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir. O miftah ise يَا اَللّٰهُ ve لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ve اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ kelimeleridir.

O su’ban ağzının yani yılan ve ejderha ağzının bostan kapısına inkılabı, kabre işarettir ki kabir ehl-i dalalet ve tuğyana, vahşet-i nisyan içinde zindan gibi bir berzah ve su’ban batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde; ehl-i Kur’an ve imana, dehliz-i cinandan rahmet-i Rahman’a ve zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya açılan bir kapıya döner.

Ve o müthiş arslanın munis bir hizmetkâra ve musahhar bir ata dönmesi ise mevte işarettir ki mevt ile ehl-i dalalet bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedî içinde, kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyelerinden ihraç ve vahşet ve infirad içinde zindan-ı mezara idhal olundukları halde; ehl-i hidayet ve Kur’an için o mevt müştak oldukları ahbaplarına visal ve hakiki vatanlarına vusul ve zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana davet ve Hannan, Mennan, Deyyan ve Rahman’ın rahmetinin fazlından, hizmetlerine mukabil ahz-ı ücret etmelerine vesiledir.

Elhasıl: Hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapan, zahiren cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Hayat-ı bâkiyeye müteveccih olan zat ise saadet-i dâreyne mazhardır.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ اٰمٖينَ

Üçüncü Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki Müslümanları –ecanib tarzında– hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lu’b ve heva içinde bir lehivden başka bir şey değildir.

Hem ne oluyorsun ki keyiflerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun. Ve muharremat ve habîsat dairesine duhûle teşci ediyorsun.

Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmiş bir sarhoşa benzer ki arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatli yarayı kırmızı gülden fark etmez.

Hem öyle zannettiği halde mürşid vaziyetini alır; muslih tavrını takınır. Müthiş bir vaziyete düşmüş bîçare bir adama ders verir. Bazı muzahrefatı ve aldatıcı hevesatı ve bazı lehviyatı irae etmekle, o bîçare adamı baştan çıkarmak ister. Çare-i necat taharri etmez.

İşte o adam, şöyle bir vaziyettedir: Arkasında, her an ona hücuma müheyya bir arslan duruyor. Önünde, bir darağacı dikilmiş onu bekliyor. Sağ tarafında, derin bir yara açılmış. Sol canibinde, müz’iç bir çıban, cerahat akıttırıyor. Şu vaziyetle beraber, mühim bir sefere sevk ediliyor. Şu adam ise bu müvesvisin tamamen zıddı olan bir hayırhah zatın irşadıyla iki ilacı elde etmiş. Eğer güzelce istimal etse o iki cerahat, iki adet rayihalı gül olur.

Hem o mübarek zatın işaretiyle iki tılsım bulmuş, kalp ve lisanına takmış. Eğer güzelce istimal etse o müthiş arslan, musahhar bir ata döner ve ona biner, bir Kerîm-i Rahîm’in ziyafetine gider. O darağacının ipi dahi seyir ve tenezzühe âlet ve salıncak olur. Halbuki şeytan, onu sarhoş etmek ister. O müthiş vaziyette iken şeytan-ı insî o adama der ki: “Bırak bu tılsımları, at bu ilaçları, gel keyfedelim. Beraber oynayalım. Şu lezaiz ve güzel suretlerden istifade edelim, ömrümüzü hoş geçirelim.”

Diğer mübarek zat kendine diyor ki ey çare-i necatı bulmuş musibetzede adam! Şu boşboğaza de ki: İlaçların hıfzı ve tılsımların muhafazası lâzım. Kerîm-i Rahîm’in müsaade ettiği daire-i meşrua keyfime kâfi, lezzet-i hayatıma vâfidir. Hem hakiki lezzet ve saadet, şu daire haricinde mümkün değildir.

Hem de ki: Bu ölüm arslanını öldürmek ve firak ve zevali izale etmek ve acz ve fakr yaralarını beşerden kaldırmak çaresini bulmuşsan, yani dünyayı cennete ve arz-ı fâniyeyi arz-ı bâkiyeye tebdil ve acz-i mutlak-ı beşerîyi bir iktidar-ı mutlakaya tahvil ve nihayetsiz fakr-ı beşerîyi bir gına-yı mutlakaya kalbetmek çaresi varsa söyle, dinleyelim. Yoksa çare-i necatını bırakıp sana aldanacak, senin gibi bir sarhoş lâzım ki gülmeyi ağlamaktan, bekayı fenadan, derdi dermandan, hevayı hüdadan fark ve temyiz etmez olsun. Ben ise o mübarek zatın sözünü dinlerim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ der, tılsım ve ilaçları hıfzederim ve hırz-ı can ederim.

Eğer şu temsilin sırrını anlayıp hakikatin suretini görmek istersen dinle: Şu dalalet-âlûd ve sefahet-perver medeniyetin şakirdleri ve idlâl edici sakîm felsefenin talebeleri, acib ihtirasat ve pek garib tefer’unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip desiseler ile Müslümanları, ecnebilerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Halbuki her şeairde nur-u İslâm’a bir şuur ve bir iş’ar vardır.

Kur’an-ı Hakîm’in tilmizleri ise bunlara mukabele edip derler ki: “Ey dalalete dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa dinden ve dinin şeairlerinden istiğna edebilirsiniz. Yoksa susunuz… Zira ölüm, acz, zeval, fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye; yüksek sadâlarıyla dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına davet ediyorlar.

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا ۞ وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ

âyetlerini kıraat ediyorlar ve beşerin başında dört beş cihette, her biri birer melek-i ra’d gibi na’ralarıyla beşeri ikaz edip Kur’an’a davet ederlerken sizin vesveseleriniz bunlara nisbeten sivrisinek sadâsı gibi kalır.”

Evet, hakikatbîn göz sahibi böyle mukabele eder. Der ki:

Arkama bakıyorum görüyorum ki ecel arslanı arkamda duruyor. Daima beni tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur’an sadâsını dinlesem o arslan, güzel bir ata; o firak ise buraka dönerler. Beni rahmet-i Rahman’a vusule ve Seyyid-i Kerîm’imin huzuruna îsale vasıta olurlar. Yoksa yırtıcı birer canavar ve beni bütün sevdiklerimden ebedî firak ile tefrik edici birer esed hükmünde kalırlar.

Sonra önüme bakıyorum, görüyorum ki: Gece gündüz dönmesinden, fena ve zevalin âlâtı sallanıyor.

Hem o fusul ve usûrun emvacından firaklar ve helâketten zevaller temevvüc ediyor. Şu âletler, beni ve hem bütün sevdiklerimi mahvetmek için dikilmiş bir darağacı görünüyor. Eğer sem’-i îkan ile irşad-ı Kur’anîyi dinlesem, o müthiş âletler, salıncak ve merakibe ve seyir ve tenezzühe dönerler ki dünya denizinde, zaman seylinde, hayal ve akl-ı beşer onlara biner, Cenab-ı Kadîr-i Zülcelal’in tecelliyat-ı şuunat-ı sanatını müşahede ederler.

Evet, Kur’an gösterir ki şu mevcudat-ı seyyale, Hâlık-ı Zülcelal’in esma-i hüsnasının âyineleri ve kalem-i kudretinin elvah-ı mütehavvilesidir. Bunların tahvilinden, teceddüd-ü sanat-ı Rabbaniye ve cilve-i cemal-i mücerred-i esma-i İlahî müşahede edilir. Merayanın tebeddülünde, cemal-i esma tazelenir.

Sonra sağ tarafıma bakıyorum görüyorum ki: Nihayetsiz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaçtan dehşetli bir çıban duruyor. Zira en âciz bir hayvandan daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakir olduğum halde, dünya kadar ihtiyacatım var. İktidarım ise bir serçe kuşunun faaliyetinden çok aşağıdır. Eğer Kur’an-ı Kerîm’in şifa-i kâfisine itimat ederek tedavi etsem o elîm müz’iç fakr, rahmetin ziyafetinden gelen leziz bir şevke ve semeratından gelen latîf bir iştihaya döner. Şu acz ve fakrın lezzeti, istiğna ve kuvvetten gelen lezzetin fevkinde bir lezzet verir. Yoksa o fakr; gayet müz’iç, elemli zillet ve tezellüle vasıta bir yara olarak kalır.

Sonra sol tarafıma bakıyorum görüyorum ki: Nihayetsiz bir acz ve o hadsiz aczden neş’et eden derin bir yaram var ki o mutlak aczimle, kalp ve ruhumun ve aklımın cihetinden hadsiz darbeler bana vurulabilir. Şu elem ise lezzet-i hayat-ı dünyeviyeyi cidden izale eder. Eğer teslimiyetle Kur’an-ı Kerîm’in dersini dinlesem o aczim, bir tezkereye döner. Beni sırr-ı tevekkül ile öyle bir Kadîr-i Mutlak’a istinada davet eder. Ve öyle bir nokta-i istinadı buldurur ki o noktada bütün a’dadan emn ü emanı temin eder. Evet “Emr-i kün feyekûn”e mâlik ve bütün eşya ona musahhar ve hâdim olan bir Sultan-ı Cihan’a acz tezkeresiyle istinad eden adam, ne gibi şeyden perva eder. Yoksa müthiş aczimle, merhametsiz ve hadsiz düşmanlar içinde pek çok ızdırap çekmeye mecbur kalacağım.

Hem halime bakıyorum, görüyorum ki: Ben misafirim, uzun bir sefere sevk ediliyorum. Yolum kabir, berzah ve haşir üstünden geçip ebedü’l-âbâda kadar gider. O karanlık yolda, zâd ile ziya ister. Halbuki Kur’an haricinde hiçbir akıl ve hikmet ve hiçbir ilim ve felsefe o yolun zulümatını izale edecek bir nur ve o uzun sefere zâd olacak bir rızık vermiyor. Ancak onu ışıklandıracak yalnız şems-i Kur’an’dan iktibas edilen ziyadır. Ve o sefere zâd olacak, yalnız hazine-i Rahman’dır. Ve delâlet-i Kur’an ile ahzedilen gıdadır.

Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburi seferden beni halâs edecek bir çare bulmuş isen söyle. Fakat bulduğun çare kātıu’t-tarîklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalalet ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan; şu kātıu’t-tarîklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyle ise sus! Tâ Kur’an-ı Hakîm dediğini desin…

Acaba bu beş müthiş azap kapılarını Kur’an-ı Hakîm’in beş saadet kapısına tahvilinden neş’et eden lezzet ve saadet-i maneviyeye mukabil gelecek, dünyada bir lezzet ve saadet var mıdır? Mesela, firak-ı ebediye kapısının visal-i hakikiye kapısına inkılabı, her lezzetin fevkindedir.

İşte kitab-ı âlemin bu âyât-ı hamsesinin her biri, her bir beşerin başında bu hakikatleri okuyor.

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

İşte bu beş hatibin yüksek ikazlarını dinleyen, nasıl sana tabi olacaktır ve sözüne uyacaktır?

Evet, ey gururlu ve mağrur adam! Senin meşrebini ihtiyar edecek öyle bir sarhoş lâzım ki ya şarab-ı siyaset veya hırs-ı şöhret veya rikkat-i cinsiye veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya gurur ve enaniyet veya derd-i maişet gibi müskirat-ı maneviye ile zarar ve nef’ini fark etmeyecek derecede sarhoş olsun. Halbuki insanın başına inen müthiş darbeler ve beliyyat ve beşerin yüzünü tokatlayan şu ehval ve musibat, elbette şu sekri beşerden kaçırıp beşerin aklını başına toplattıracaktır.

Ey fâsık ve sefih! Deme ki ben de Frenk gibi olacağım. Dikkat et! Sen, Frenk gibi olamazsın. Zira bir Frenk, Peygamberimizi (asm) kabul etmezse de İsa (as) ve Musa (as) ve sair enbiyaları bir derece kabul edebilir. Ruhunda, maâliyata medar kendince bir esas kalabilir. Fakat sen, Peygamber-i âhir zaman’ın (asm) derslerini terk ettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki hiçbir kemalât ve ahval-i âliyeye ve mesudiyete yer kalmayacaktır. Meğer insaniyetini söndüresin ve zaman-ı hal ile mukayyed sırf bir hayvan olasın ve hayvan gibi bir muvakkat muzahref lezzeti göresin. Halbuki insan, müstakbelin ehvali ve mazinin ahzanı ile giriftar olmuştur. Bu ikisi, onu pek ciddi düşündürür, başını mütemadiyen döverler. İnsanı bu havf ve hüzünden kurtarıcı tek bir mededkâr var. O da Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.

Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak kalmamak istersen, sükût et. İmanın kulağıyla, Kur’an’ın beşaretini ve şu ilanlarını dinle:

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ۞ اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ۞ لَهُمُ الْبُشْرٰى فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدٖيلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ

Üçüncü Dersin Zeyli

Ey Said-i kāsır, âciz ve fakir! Bilmelisin ki: Senin mahiyet-i nefsinde; nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl dercedilmiş. Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki açlık ve susuzluğu midene vermiş tâ ihsanatını ve lezaiz-i nimetini tanıyasın. Onun gibi seni kusur ve fakr u ihtiyaçtan terkip etmiş tâ mirsad-ı kusurun ile Fâtır-ı Zülcelal’in süradikat-ı cemal ve kemaline ve mikyas-ı fakrın ile derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı aczin ile meratib-i iktidar ve kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile enva-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin.

Bundan bil ki: Gaye-i fıtratın, ubudiyettir. Ve ubudiyet odur ki sen, Fâtır-ı Zülcelal’in dergâh-ı rahmetinde اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ ve سُبْحَانَ اللّٰهِ ile kusurunu ve حَسْبُنَا اللّٰهُ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile fakrını ve اَللّٰهُ اَكْبَرُ ve لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ ile ve istimdad ile aczini ilan etmek ve âyine-i ubudiyetin ile cemal-i rububiyetini izhar etmektir.

Dördüncü Ders

اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ ۞ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ

Ey Said-i gafil! Herkes için şu hayat denilen süratli seferde, kabre iki yol vardır. O iki yol, uzun ve kısalıkta müsavidirler. Lâkin birisinde zararsız olmakla beraber, bir menfaat-i azîme olduğu, mütevatir ehl-i şuhud ve ihtisasın şehadet ve icmalarıyla sabittir. O yolun on yolcusundan dokuzu, o menfaat-i azîmeye nâil olduğu yine ehl-i şuhudun tevatürüyle sabittir.

İkinci yol ise ittifaken menfaatsiz olduğu halde, pek azîm bir zararı olduğu ehl-i hibre ve şuhudun icmaıyla sabittir. Bu ikinci yolda, onda dokuz ihtimal zarar vardır. Şu tehlikeli yolu ihtiyar edenler bedbaht ve eblehlerdir ki zahirî bir hafiflik için silah ve zâdı beraber kaldırmıyorlar. Vakıâ bir batman ağırlıktan kurtuluyorlar. Lâkin bilmiyorlar ki kalpleri yüz batman minneti kaldırıyor. Kantarlarla ehval ve mehavifi ruhlarına yüklüyorlar.

Temsil, makul şeyleri mahsûs gösterdiği için şu hakikati bir misal ile izah ve beyan edelim.

Mesela, sen istiyorsun ki şu şehirden İstanbul’a gideceksin veyahut ona gönderiliyorsun. Fakat yolunu, sen ihtiyar edeceksin.

İşte İstanbul’a giden yolun biri sağda, diğeri solda. Bu iki yol, uzun ve kısalıkta müsavidir. Bu iki yolun birisinde menfaat ve zahirî bir külfet var; diğerinde, zarar ve surî bir hiffet var. Sağ taraftaki yoldan gitsen bi’l-ittifak zararsızdır. Ehl-i ihtisasın icmaıyla bir menfaat-i azîmeyi kazanacaksın. Yalnız her düşmana mukabele edecek, her gıdanın hülâsasını câmi’ dört kıyyelik bir çanta ve iki kıyyelik bir silah ki mecmuu bir batman ağırlığı kaldıracaksın. Lâkin ruh ve kalbin, minnet ve haşyet sıkletlerinden kurtulacak. Herkese dilenci ve her şeyden çekinmekten kurtulacaksın.

Sol taraftaki yol ise milyonlar ehl-i şuhudun şehadatıyla, azîm zararlı olduğunu ve muvafık ve muhalifin ittifakıyla, menfaatsiz olduğunu ve bu yola gitsen yalnız bir hiffet-i zahirî ve bir surî serbestlik var. Ve o lâzım olan silahı almayacaksın ve o elzem olan zâd-ı lezizi terk edeceksin. Lâkin bu zahirî hiffetin sana, gayet ağıra mal olur ki ruhunun omuzuna yükleyeceği iki kıyyelik silah bedeline, korkudan gelen kantarlarla ağırlığı taşıyorsun. Ve zahrına yükleyeceğin dört kıyyelik zâda bedel, yüzer batman minneti o kalbine yükletirsin.

Böyle yollarda, âdi bir muhbirin zayıf bir ihbarı nazar-ı itibara alınır. Halbuki –tevatür derecesinde– kâmil şahid-i sadıklar ihbar ediyorlar ki yümn-ü imanla yemin cihetinde gidenler, müddet-i seferlerinde emn ü emandadırlar. Şehre yetiştiklerinde, on yolcudan dokuzuna, herhalde bir nef’-i azîm vardır.

Hem ihbar ediyorlar ki: Dalalet ve betalet ve belâhet şu’muyla (uğursuzluğuyla) sol yolda gidenler, müddet-i seferlerinde, açlık ve korkudan azîm bir ızdırap çekiyorlar. Her şeyden titriyorlar. Çünkü aczleri içinde zayıftırlar. Her şeye tezellül ederler. Çünkü fakirlikleri içinde muhtaçtırlar. Şehre yetiştiklerinde, bir iki tanesi müstesna ya hapis veya katledilirler.

Şimdi edna bir aklı olan, ihtimal-i zarar bulunan yolu zararsız yola, bir hiffet-i zahirî için tercih etmez. Nasıl oluyor ki kendini mükemmel ve âkıl zannettiği halde, öyle bir yolu tercih eder ki o yolda yüzde doksan dokuz a’zam zarar ihtimali vardır. Hem öyle bir yolu terk eder ki yüzde doksan dokuz a’zamü’n-nef’ ihtimali o yolda vardır. Acaba ne için bunu terk, onu tercih ederler? Sırf tembellik için yalnız sureten cüz’î bir hiffet-i zahirî için… Halbuki külliyetli bir sıkleti çekerler.

İşte misali anladın. Hakikati şudur ki: Misafir sensin. İstanbul, âlem-i âhiret ve berzahtır. Sağ yol tarîk-i Kur’an’dır ki imandan sonra, salâta yani namaza emreder. Sol yol, tarîk-i ehl-i fısk ve tuğyandır. Ehl-i şuhud dediğimiz ehl-i hibre, enbiya ve evliyadır. Çünkü hakiki veli, zevk-i şuhudî sahibidir. Âmînin itikad ettiği gaybî şeyleri bazen veli, aynı şeyi gözüyle veyahut kalp ile görüyor. Silah ve zâd ise iman-ı billahtan neş’et eden tevekkül ve itimattır ki bütün mehalik ve hâcata karşı bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdaddır.

Evet, bir Kadîr-i Hafîz-i Alîm’e ve bir Ganiyy-i Kerîm-i Rahîm’e tevekkül etmekte öyle bir nokta-i istinad ve bir nokta-i istimdad bulunuyor ki o noktalar, kelime-i tevhidin zımnında münderic; o da namazda mündemic; o da ubudiyetin içinde; o da teklifin zımnındadır.

Demek ubudiyeti iltizam eden, derecesine göre tenezzül ve tezellülden kurtulur. Her şeye tezellül, her şeye dilenci olmaktan necat bulur. Çünkü لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i kudsiyesi ifade eder ki: Nef’ ve zarar verici ancak Allah’tır. Ve hem zarar ve nef’ de onun izniyledir.

Beşinci Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

Ey ihtiyarsız, süratle kabre, haşre, ebede giden Said-i şakî! Bil ki: Uzun ve kısalığı nisbetinde iki hayatın levazımatını tahsil etmek için Mâlik-i Kerîm sana, bir sermaye-i ömür verdiği halde sen o sermayenin kısm-ı a’zamını, hayat-ı bâkiyeye nisbeti bir bahrin bir katre seraba nisbeti gibi olan şu hayat-ı fâniye katresinde zayi ettin. Eğer aklın varsa elde kalan kısmının yarısını veya üçte birini veya lâekall onda birisini, deniz gibi hayat-ı bâkiyeye sarf et. Yoksa eyvahlar olsun diyeceğin bir zaman gelecek. Acayiptendir ki senin gibi ahmaklara âkıl ve zîfünun deniliyor. Şu temsili dinle.

Mesela, şu bir hizmetçi kuldan daha ahmak görünüyorsun ki onun seyyid-i kerîmi ona yirmi dört altın veriyor. Onu Burdur’dan Antalya’ya, oradan da Şam’a ve Yemen’e gönderiyor. Ve emrediyor ki:

O altınları, levazım-ı seferinde sarf et! Lâkin Antalya’ya kadar –cebren– iki gün yayan gideceksin. Hem bir nevi ihtiyarın var. O altınları bir şeyde sarf etsen de etmesen de yine gideceğin yere yetişebilirsin. Lâkin Antalya’dan sonraki sair menzillere gitmekte bir cihette ihtiyar senin elindedir. Eğer bir vesika veya bir bilet alabilir ve bir vapura veya bir trene veya bir tayyareye binebilirsen bir aylık mesafeyi, bir günde katedebilirsin. Yoksa hem yayan hem yalnız hem mütehayyir hem matrud bir surette yoluna devam edeceksin.

Halbuki o ebleh ahmak yolcu, yirmi üç altınını, iki günlük mesafede sarf etti. Ona denildi ki: Şu bâki kalan bir altını, o uzun yolun için bir zâd ve bir bilete ver. Ümit edilir ki seyyidin sana merhamet eder, rahatla gidersin.

O dedi ki: Yok, lezzet-i hazıramı terk etmem. Bir ihtimal var ki fayda vermez.

Ona denildi: Acaba bu derece belâhet olur mu ki senin aklın sana nasıl fetva veriyor? Yarı malını, bin adam iştirak eden bir piyango kumarına atarsın. Halbuki o kumarda, bin ihtimalden bir ihtimal ile belki bin lirayı kazanabilirsin.

Hem nasıl oluyor ki şu menfaat-perest aklın sana fetva vermiyor ki yirmi dört parça malından tek bir cüzünü verirsen binde dokuz yüz doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın, milyonlar ehl-i hibre ve ehl-i ihtisasın şehadatıyla kat’iyet kesbetmiştir? Halbuki böyle cesîm menfaatler için bir tek âmînin ihbarı dahi nazar-ı itibara alınır. Halbuki muhbirler, nev-i beşerin şümus ve nücumu hükmünde mütevatir ehl-i şuhuddurlar ki o müsbitlerden ikisi, binler ehl-i nefiy ve münkirlere tercih edilir. Çünkü hilâl-i ramazanın rü’yetini dava eden iki şahit, binler nâfî fikirlerin hükmünü ıskat eder. Şöyle ehl-i şuhudun ihbaratı nasıl oluyor ki sana tesir etmiyor? Cehalet ve gafletin ne kadar kalınlaşmış!

Ey târikü’s-salât! Misali anladınsa hakikati dinle:

O abd-i misafir sensin. Burdur, dünyadır. Antalya, kabir. Şam, berzah ve haşirdir. Yemen, mâba’dü’l-haşirdir. Yirmi dört lira da yirmi dört saattir. Sen o yirmi dört saatin yirmi üçünü şu hayat-ı fâniyeye bilâ-tereddüt ve bilâ-perva sarf ediyorsun. Pek uzun seferin için elzem-i zâd olan beş vakit namazın edasına, bir saatin sarfında tehavün gösteriyorsun. Yani ağır davranıyorsun. Hattâ sarf ettiğin vakitte bir hisse de dünyaya çıkarıyorsun ki namaz içinde dünyanı da düşünüyorsun.

Hallak-ı Kerîm’in bu kadar az bir şeyle şu kadar büyük şeyleri sana verdiği halde sen yapmazsan, senin bu insafsızlığın ile cehennem sana lâyık olmaz mı ve sen ona müstahak olmaz mısın ey gafil ve ey târikü’s-salât?

عَجِّلُوا بِالصَّلٰوةِ قَبْلَ الْفَوْتِ وَ بِالتَّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ

Altıncı Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ

Ey zaafıyla beraber mağrur ve işlemediği şeyle müftehir bîçare Said! Senin fahir ve gurura hiç hakkın yok. Çünkü senin nefsinde, kusur ve şerden başka yoktur. Eğer hayır olsa o hayır da cüz-i ihtiyarın gibi cüz’îdir. Lâkin deme ki şerrim de cüz’îdir. Hayır sen, o cüz-i ihtiyarın ile bir şerr-i küllîyi işleyebilirsin. Çünkü sen işlediğin bir kusur ile senin maksuduna müteveccih olan sair esbabın semerat-ı sa’ylerini, hükümden ıskat ederek bir hasaret-i külliyeye sebep ve bir hacalet-i daimîye müstahak olursun.

Hakikat böyle iken şeytanın bir cihette şakirdi olan nefsin, kaziyenin aksine olarak hayrı küllî, şerri cüz’î tasavvur eder, firavunlaşırsın. Bilir misin misalin neye benzer?

Mağrur ahmak bir adam, bir gemi ile ticaret eden bir cemaate şerik olur. O cemaatin her biri bir kısım sermaye verip gemide bir vazifeyi deruhte eder. Herkes kendi vazifesini îfa eder. Yalnız o mağrur, hareket-i sefineye medar olan vazifesini terk ederek geminin garkına sebebiyet verir. O cemaatin hepsi bin lira zarar ederler.

Ona denildi: Hak olan odur ki bütün hasareti sen çekeceksin. Çünkü bizim sa’yimizi de heba ettin.

O dedi: Yok, kabul etmem. Belki bu hasaret taksim edilerek hissem miktarınca çekebilirim.

Sonra ikinci seferde, o dahi onlar gibi vazifesini îfa etti. Bin lira kâr ettiler. Dediler ki: Hasaret vazifeye bakar. Kâr, re’sü’l-mala bakar. Öyle ise re’sü’l-mal nisbetinde taksim edelim.

O mağrur dedi ki: Yok, belki bütün kâr benimdir. Çünkü çendan evvelce hasaret sana râcidir demiştiniz, ben kabul etmemiştim. Öyle ise bütün kâr da bana olmalı.

O vakit ona denildi: Ey cahil nâdan! Bir şeyin vücudu, bütün ecza ve şeraitinin vücuduna tevakkuf eder. Öyle ise vücudun semeresi, bütün esbab-ı vücuda verilir. Kâr ise vücudun semeresidir. Hasaret ise ademin semeresidir. Halbuki bir şeyin ademi, bir cüz-i vâhidin ademiyle veya bir şartın fıkdanıyla oluyor. Öyle ise ademin semeresi, in’idamın sebebine verilecektir.

Elhasıl: Yâ Said –aslahakellah– senin fahre ve gurura hakkın yoktur. Çünkü:

Evvelen: Şer, senden; hayır ise gayrıdandır.

Sâniyen: Şerrin küllî, hayrın cüz’îdir.

Sâlisen: Sen amel-i hayrın ücretini, amelden evvel almışsın. Belki bütün hasenatın seni, insan-ı müslim yapan Mün’imin in’amına karşı, öşr-i mi’şar-ı öşrüne de yani onda birin onda birinin onda birine de mukabil gelmez. Öyle ise daha gururun nedendir? Fahrin ne içindir?

İşte bu sırdandır ki cennete girmek, mahz-ı fazıldır. O dehşetli cehennem, ceza-yı amel ve ayn-ı adildir. Çünkü beşer bir şerr-i cüz’î ile bir cinayet-i külliye-i daimeyi işleyebilir.

Râbian: Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa o vakit kat’î onun izniyledir. Tevfik onundur. Minnet onadır. Senin hakkın şükürdür, fahir değildir.

Çünkü fahir, irae yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise hayrı şer eder. Şer ile iftihar edersen et. İşte bu hakikati bilmediğindendir ki nefsinden mağrur, gayriye de gururlu oldun.

Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer’una vasıta ve vesile oluyorsun. Belki Allah’ın malını ve ef’alini, esbaba ve tağutlara taksim ediyorsun.

Hem şu cehildendir ki nefsin ile sana aidiyeti olan seyyiatı kadere vererek mes’uliyetten kaçıyorsun.

Hem nass ile sabit olan Fâtır’ın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun. Tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur’an ile edeplen. Kur’an-ı Kerîm diyor ki: مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ Malına sahip ol. Başkasının malını gasbetme.

Hem Kur’an-ı Kerîm diyor ki:

مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزٰٓى اِلَّا مِثْلَهَا

Mademki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adâveti, müsi’den müsi’in akaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i aliyye-i âdile-i Kur’aniye ile edeplen! Kur’an’ın edebiyle edeplenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.

Yedinci Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ۞ مَٓا اُرٖيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَ مَٓا اُرٖيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ

Ey Said-i gafil! Nedendir ki vazifeni terk edip Hâlık’ının vazifesiyle fuzulî iştigal ediyorsun? Zalûm ve cehûl vasfına liyakat kesbediyorsun ki daire-i iktidarında olan hafif ubudiyet vazifesini terk ediyorsun. Halbuki zayıf beline, tahammülsüz başına, tâkatsiz kalbine Hâlık ve Rezzak’ına mahsus vazife-i rububiyeti yükletiyorsun. Saadet ve istirahat istersen vazifene sahip ol, Hâlık’ın vazifesini ona tefviz et. Yoksa sen, şakî bir âsi, fuzulî bir hain olursun. Bilir misin neye benzersin? Misalin bir nefer asker gibidir ki o nefer, iki vazife karşısındadır.

Biri: Vazife-i asliyedir ki o da talim ve cihaddır. Sultan ise şu vazifede ona muavenet eder. Levazımatını ihzar eder.

İkinci vazife: Sultana mahsus vazifedir ki o neferin erzakını ve tayinatını, libasını ve silahını, atını ve devasını vermektir. Lâkin bazen neferi, şu vazife-i şahanede istihdam eder ki o hizmeti de devlet hesabına yapar.

Şu sırdandır ki taamı pişiren veya karavanayı yıkayan nefere denilse: “Arkadaş ne yapıyorsun?”

O nefer der: “Hükûmet ve devletin angaryasını çekiyorum.”

Demiyor: “Rızkım için çalışıyorum.” Zira bilir ki o, vazife-i asliyesi değil belki rızkı devlete aittir. Hattâ hasta olsa ağzına lokmayı koymaya kadar devlete aittir.

İşte şöyle bir nefer, rızkını tedarik niyetiyle, ticaret ile iştigal etse cahil bir şakî olur. Tezyif olunur, te’dib edilir. Talim ve cihadı terk ettiği için hain ve âsi olur. Ta’nif ve darbedilir.

Ey Said-i şakî! Misali anladınsa dinle! Sen, o nefersin. Salât ve ibadatın, talimattır. Terk-i kebair ile nefis ve şeytan ile mücaheden, harptir. Senin vazife-i fıtratın budur. Fakat Cenab-ı Hak, senin vazifende muvaffık ve muîndir.

Amma rızkın ve hayatın idamesi, emval ve evladın muhafazası, Hâlık’ına aittir. Fakat bazen seni şu vazifede istihdam eder ki hazain-i rahmetinin kapılarını kavil ve hal ve fiil ve sual ile dakk-ı bab etmek (*[1]) ile ubudiyet suretinde hizmet edersin.

Hem nimetlerinin matbahlarına vâsıl edecek yollarda sülûk etmekle seni istimal eder. Tâ ki ya istidat veya ihtiyaç veya fiil veya kāl lisanıyla sen, kader ile tayin olunan tayinatını ve levazımatını alasın.

Bununla beraber ne derece bir cehle düştüğünü anla ki ihtiyarsız ve iktidarsız olduğun tufuliyet zamanında, en leziz rızkı sana ve hem rızkını tedarik edemeyen bütün zayıf hayvanlara erzaklarını ihsan eden Rezzak-ı Hakiki’yi ittiham ediyorsun ki ol Rezzak her bir duayı işitir ve her bir hâcatı bilir ve her bir şeye kudreti erişir. Öyle bir ganidir ki yeryüzünü, yaz zamanında, zîhayat olan misafirlerine bir matbaha-i Rabbaniye yapar ki her bir bostan bir kazandır. Ve her bir müsmir meyveli ağaç, bir kaptır. Bütün onları, feyiz ve rahmetinden et’ime-i lezize ile doldurur. İncecik sicim gibi iplerle indirip bizlere ikram ediyor.

Madem iş böyledir. Vazife-i asliyeni yaptıktan sonra seni istimal ettiği vakit, onun hesabıyla çalış, onun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen olan ubudiyetle vazife-i ârıziye muaraza etseler sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakiki olan Cenab-ı Hakk’a tefviz et ve حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَ نِعْمَ النَّصٖيرُ de.

Sekizinci Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادٖى عَنّٖى فَاِنّٖى قَرٖيبٌ اُجٖيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ ۞ اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ ۞ قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ

Şu âyetler, duanın mühim bir esas-ı ubudiyet olduğunu gösteriyor.

Ey hakikat-i halden gafil müddeî! Dava ediyorsun ki: “Dua ediliyor, cevap verilmiyor. Âyet ise âmmdır.”

Evvelen: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Belki cevap vermek daimîdir. Fakat is’af-ı hâcet, mücîbin hikmetine tabidir.

Mesela sen, tabibi çağırıyorsun. Dersin ki: “Ey hekim!”

O da cevaben: “Lebbeyk!” der. Sonra dersin: “Bana şu taamı veyahut şu dermanı ver.”

Hekim bazen münasip gördüğü matlubu aynen verir, bazen istediğinden daha a’lâsını verir, bazen de senin hastalığına zarar olduğu için cevap verdiği halde sana bir şey vermez.

Dua, bir nevi ibadet olduğu için hâlis olmak gerektir tâ ki kabul olunsun. İbadetin semeratı ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibadatın evkat-ı mahsusalarıdır.

Mesela yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz’edilmemiştir. Umûr-u dünyeviye niyet edilse o ibadet olan dua hâlis olmadığı için kabule lâyık olmaz.

Evet nasıl ki gurûb, mağrib namazının vaktidir. Ay ve güneşin tutulmaları da salâtü’l-küsuf ve’l-husuf denilen iki ibadat-ı mahsusanın vaktidir. Yoksa gaye değil ki namaz kılmakla tâ güneş ve kamer açılsınlar. Çünkü güneş ve kamerin açılmaları zamanı muayyendir. Fâtır-ı Zülcelal, bu iki âyât-ı azîmin nikabı zamanında yani perdelendikleri zamanda ibadını, ibadete davet eder.

Onun gibi yağmursuzluk da yağmur namazının vaktidir. Yağmurun gelmesinin gayesi değil. Yağmursuzluk devam ettikçe –ol vechile– Allah’a ibadet devam eder. Yağmur geldiği vakit, vakti kaza olur.

Onun gibi zalimlerin tasallutu ve beliyyelerin nüzulü zamanları, bazı ed’iye-i mahsusanın evkatıdır. Belki de o beliyyeler, o duaları söylettirmek içindir. Yoksa o dualar, sırf o beliyyelerin def’i için değildir. Belki bir nevi ubudiyet olan o dualar, o beliyyelerin devamı müddetince devam ederler. Eğer duaların berekâtıyla beliyyeler def’ ve ref’ olunsalar نُورٌ عَلٰى نُورٍ Şayet ref’ olunmazlarsa denilemez ki: “Dua kabul olunmadı.” Belki “Duanın vakti bitmedi.” denilir.

Dokuzuncu Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ ۞ وَطُورِ سٖينٖينَ ۞ وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمٖينِ ۞ لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ ۞ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلٖينَ

Ey insan! Senin önünde iki yol var: Birisinden gitsen kâinatın esfel-i safilînine gidersin. Diğer yoldan gidersen a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe çıkabilirsin. Şu hakikati dokuz mukaddime ile beyan ederiz.

Birinci Mukaddime: İnsanın, en cüz’î bir küçük cüzden tâ en küllî bir küll-ü ekbere kadar alâkat ve hâcatı intişar ettiğinden o insana lâyık değil ki her şeyin melekûtu elinde, her şeyin hazaini yanında, hiçbir mekânda olmadığı ve hiçbir şey onun yanında bulunmadığı halde her mekânda ve her şeyin yanında olan Zat-ı Zülcelal’den başka şeylere ibadet etsin. Zira nihayetsiz hâcat-ı insaniyeyi îfaya muktedir ancak nihayetsiz bir kudret ve nihayetsiz bir ilim sahibi olabilir. Öyle de ubudiyete şâyan dahi yalnız odur.

İkinci Mukaddime: İnsanda iki cihet var.

Birinci Cihet: Vücud ve icad, hayır ve fiil cihetidir.

İkinci Cihet: Naks ve kusur cihetidir.

İnsan birinci cihette; karınca ve arıdan daha aşağı, ankebut ve sivrisinekten daha zayıftır. Fakat ikinci cihette; adem ve tahrip, şer ve infial cihetinde, semavat ve arz ve cibalden daha büyüktür. Mesela, iyilik ettiği vakitte, yalnız vüs’ati nisbetinde eli ulaşır, kuvveti yettiği miktarınca iyilik edebilir. Fakat fenalık ettiği vakitte, fenalığı tecavüz ve intişar eder.

İşte küfür, bir seyyiedir. Fakat mecmu kâinatın tahkirini tazammun eder. Çünkü şu mevcudatı ve şu mektubat-ı Rabbaniyeyi derecelerinden ve kıymetlerinden düşürüp abesiyet ve tesadüfün oyuncağı ve zeval ve firak ile süratle mütegayyir mevadd-ı vâhiye derekesine ve hiçliğe sukut ettirir. Ve insan denilen ve esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden ve bir kaside-i mevzune-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi’ olan mu’cize-i kudret bir çekirdeği ve haml-i emanetle, a’zam-ı mevcudata tefevvuk eden bir halife-i arzı, en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil ve daha zayıf, daha âciz, daha fakir ve seriü’z-zeval ve’t-tahavvül bir levha derekesine indirir.

Demek nefs-i emmare, şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Hayır ve vücudda iktidarı pek cüz’îdir. Fakat enaniyeti bırakıp hayrı, vücudu ve tevfiki Allah’tan istese şerden ve tahripten ve itimad-ı nefisten içtinab edip istiğfar ederek tam bir abd olsa يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrınca nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra inkılab eder; a’lâ-yı illiyyîne çıkar.

Üçüncü Mukaddime: İnsanda iki vecih var.

İnsan, şu hayata nâzır birinci vechiyle öyle bir mahluktur ki ona ihtiyardan bir şa’re yani saç gibi cüz’î, iktidardan bir zerre, hayattan bir şule, ömürden bir dakika, mevcudiyetten bir cüz-ü cüz’î verilmiş ki tabakat-ı kâinatta serilmiş hadsiz envadan, adetsiz efraddan küçük, nazik, zayıf bir ferttir.

Fakat ubudiyete nâzır ikinci vechiyle, hususan acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs’ati var. Çünkü mahiyet-i maneviye-i insanîde nihayetsiz azîm bir acz, hadsiz cesîm bir fakr mündericdir ki bu cihetle, kudreti nihayetsiz bir kadîrin, gınası nihayetsiz gani bir zatın hadsiz tecelliyatına câmi’ geniş bir âyine olmuştur.

Dördüncü Mukaddime: İnsan hayat-ı hayvaniye-i maddiye-i dünyeviye cihetinde öyle bir çekirdeğe benzer ki kudretten mühim cihazlar, kaderden dakik programlar insana verilmiş. Tâ ki insan, toprak altında dar âlemden çıkıp geniş olan âlem-i fezada bir ağaç olmasını Hâlık’ından o istidat lisanıyla istesin.

Halbuki o insan sû-i mizacından, o cihazatı ve o programları bazı mevadd-ı muzırra-i vâhiyenin celbine sarf edip o dar yerde, cüz’î bir telezzüz içinde, kısa bir zamanda faydasız tefessüh ettirir. Mes’uliyet-i maneviyeyi yüklenip gider.

Fakat insan hayat-ı maneviye-i ubudiyet cihetinde âmâlinin dalları ebede uzanmış bir şecere-i bâkiyenin makinesi ve şu şecere-i kâinatın bir münevver meyvesidir.

Beşinci Mukaddime: İnsanın fiil ve sa’y-i maddî cihetiyle daire-i tasarruf ve mâlikiyeti, bir hayvan-ı zayıf ve âcizin daire-i tasarruf ve mâlikiyetinden daha dardır. Çünkü insan, elini uzatsa ona yetişir. Fakat insan, infial ve dua ve sual cihetinde şu misafirhane-i dünyada, bir misafir-i azizdir. Hem öyle bir Kerîm’e misafirdir ki o Kerîm, bütün hazain-i rahmetini insana açmış ve bedayi’-i sanatını ona musahhar etmiş. Hem öyle bir daire-i azîmeyi onun tenezzühüne müheyya etmiş ki nısf-ı kutru, medd-i nazarı kadar kılmış. Yani gözü gidinceye kadar geniştir belki hayalinin gittiği yere kadar kabiliyet vermiş, belki daha geniş kılmış.

Altıncı Mukaddime: İnsan, hayat-ı hayvaniye lezzetinde ve kemalinde ve selâmetinde ve metanetinde, serçe kuşundan üç derece aşağıdır. Zira geçmiş zamanın hüzünleri, gelecek zamanın korkuları insanın her bir lezzetinde bir elem izi bırakıyor. Hayvanda ise o yok. Lezzeti, elemsizdir. Fakat insan, sermaye cihetinde çok derece en a’lâ kuştan daha âlî, daha zengindir. Zira cihazat-ı maneviyesi pek çok ve akıl vasıtasıyla hâssalarında bir inkişaf, bir tafsil, bir vüs’at var. Ve kesret-i hâcat vasıtasıyla hayvanda bulunmayan fevkalâde bir tenevvü-ü hissiyat ve câmiiyet-i fıtrat içinde kesret-i makasıd ve vezaif vasıtasıyla inbisat-ı âlât ve enva-ı ibadata müstaid ve her bir tohuma câmi’ istidadatında, ekser-i meratib peyda olmuş.

İnsandaki şu tarz-ı zenginlik gösteriyor ki insanın vazife-i asliyesi: Aczini ve fakrını ve kusurunu derk ederek ubudiyetle ilan etmek ve hâcatının celbi için dua etmek ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek ve ibret içinde bakmaktır. En edna aklı olan anlar ki şu cihazat, şu hayat-ı fâniyenin idamesi için verilmemiştir. Belki bir hayat-ı bâkiyenin sermayesidir.

Temsil, hakikati fehme takrib eder. Mesela bir zat, bir hâdimine on altın verdi. Tâ mahsus güzel bir kumaştan kendine bir kat libas satın alsın. O hâdim gitti, o kumaşın en a’lâsından mükemmel bir libas aldı. Sonra o zat, diğer bir hâdimine bin altın verdi. Bir kâğıt içinde bazı şeyler yazdı, cebine koydu. Bir ticarete gönderdi. Her aklı başında olan bilir ki o sermaye, bir kat libas almak için değil. Zira evvelki hâdim, on altın ile en a’lâ kumaştan bir kat libas almış. Bu bin altın bir kat libasa sarf edilmez. Şayet bu hâdim kâğıdı okumayıp evvelki hâdime bakarak bütün parayı bir kat libasa verse hem o kumaşın en çürüğünden hem evvelkinin daha ednasından alsa elbette böyle yapan ahmak hâdim şiddetle tazip ve hiddetle te’dib edilecektir.

Ey Said! Aklını başına topla. Sermaye-i ömrünü ve hayat-ı istidadını hayvan gibi belki hayvandan daha aşağı şu hayat-ı fâniye-i maddiyeye sarf ve hasretme. Yoksa en a’lâ hayvandan yüz derece yüksek olduğun halde en edna hayvandan yüz derece aşağı düşersin.

Yedinci Mukaddime: İnsan bir nazik, nâzenin çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını anlayıp dua etse, aczini bilip istimdad etse metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki iktidar-ı zatîsiyle, öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Nasıl ki nazdar bir çocuğun ağlamasıyla matlubuna öyle muvaffak olur ve öyle kavîler ona musahhar olurlar ki bin defa kendi kuvvetçiğiyle onlara yetişemez.

Demek ki saltanat-ı insaniyet, celb ve gasbetmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin sebebi: Şefkat ve rahmet ve hikmet-i Hâlık’tır ki eşyayı, insana musahhar etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir kurttan ipeği giydiren ve bir böcekten balı yediren, zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanîdir. Yoksa netice-i iktidarı değildir.

Ey Said! Mademki iş böyledir, gurur ve enaniyeti bırak. Dergâh-ı uluhiyetinde acz ve zaafını, fakr ve fâkatini istimdad ve lisan-ı tazarru ve ubudiyetle ve dua ile ilan et. Ve de: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

Sekizinci Mukaddime: Evet insan, çendan nefsinde ve suretinde hiçtir ve hiç hükmündedir. Fakat vazife ve mertebe noktasında, şu kâinat-ı muhteşemenin seyircisi ve şu mevcudatın lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin mütalaacısı ve şu müsebbih ve âbid mahlukatın nâzırı ve ustabaşısı hükmündedir.

Evet, insan, şu dünyaya bir misafir olarak gönderilmiş. Ve insana mühim istidadat ve o istidadata göre mühim vezaif tevdi edilmiş.

Hem insan –insan olmak için– kendine göre bir derece bu gayeye çalışmalıdır. Bu gayeler ise:

Evvelen: Şu kâinatta saltanat-ı rububiyetini tasdik ile mehasin-i kemalâtına nezaret etmektir.

Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuş-u bedayi’kâranelerini birbirine gösterip dellâllık etmektir.

Sâlisen: Künuz-u mahfiye olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini mizan-ı idrak ile tartmak ve kıymet vermektir.

Râbian: Kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ile tefekkür etmektir.

Hâmisen: Fıtratın letaif ve müzeyyenatını temaşa etmekle, Fâtır’ın marifetine ve rü’yetinin temaşasına iştiyak göstermektir.

Sâdisen: Sâni’-i Zülcelal’in sanatının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmasına ve bildirmesine mukabil, iman ve marifet ile mukabele etmektir.

Sâbian: Rahîm-i Kerîm’in semerat-ı rahmetinin müzeyyenatı ile kendini teveddüd suretinde sevdirmesine mukabil, ona hasr-ı muhabbet ve taabbüd ile tahabbüb etmektir.

Sâminen: Mün’im-i Hakiki’nin maddî ve manevî nimetlerin lezaizi ile insanı perverde etmesine mukabil, fiil ve hal ve kāl ile hattâ elinden gelse bütün havassı ve letaifi ile o Mün’im-i Hakiki’ye şükür ve hamdetmektir.

Tâsian: Celil-i Mutlak’ın (Celle Celaluhu) ve Cemil-i Mutlak’ın (Azze Cemaluhu) kâinatın mezahirinde ve mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini, celal ve cemalini izhar etmesine mukabil; tekbir ve tesbih ile ve mahviyet içinde ubudiyet ile ve hayret ve muhabbet içinde secde ile mukabele etmektir.

Âşiren: O Rahman’ın rahmetinin derece-i vüs’atini ve servetinin derece-i kesretini ve itkan ve intizam içinde cûd-u mutlakını göstermesine mukabil, tahmid ve tazim içinde iftikar ile sual etmektir.

Hem sanatının letaif ve antikalarını sath-ı zeminde teşhir etmesine mukabil, takdir ve tahsin ve istihsan ile mukabele etmektir. Hem şu kasr-ı kâinatta, taklit edilmez sikkeleriyle ve ona mahsus hâtemleriyle ve ona münhasır turralarıyla ve ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koymasına ve âyât-ı tevhidi nakşetmesine ve aktar-ı âfakta bayrak-ı vahdaniyetini ilan etmesine mukabil; tasdik ile iman ve tevhid ile iz’an ve şehadet ve ubudiyet ile mukabele etmektir.

İşte bunlar gibi vücuh-u ibadat ve tefekkürat ile insan hakiki insan olur. Ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. Yümn-ü iman ile emanete mâlik emin bir halife-i arz olur.

Dokuzuncu Mukaddime: İnsan cismaniye-i nebatiye ve maddiye-i hayvaniye cihetinde; sağir bir cüz’î, hakir bir cüz, fakir bir mahluk, zayıf bir hayvandır ki mevcudat-ı dehhaşe-i seyyale-i mütemevvicenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyor. Fakat muhabbetullahı tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyet’in terbiyesiyle tekemmül eden insaniyet cihetinde, ubudiyeti içinde bir sultan ve cüz’iyeti içinde bir küllî; hakareti içinde makamı pek büyük ve daire-i nezareti pek geniş bir nâzırdır ki diyebilir: “Dünya hanemdir, güneş lambamdır, bu nebatat ve hayvanat hattâ insanlar, şu hanemin levazımatı ve müzeyyenatıdır.” Eğer ubudiyetinde tam bu kasra mâlik olsa sultanlar ve güneşler, onun kasrının ecza ve ahcarı hükmüne girerler.

İşte şu sırdandır ki bazı böyle fakir bir kimse kendini, kendinden çok mertebe a’lâ olandan a’lâ görür. Nasıl ki bir adam elindeki bir âyineyi güneş ile mütele’le olan yani parlayan bir denize mukabil tutsa hem deniz hem güneş hem dağlar âyinesinin içine girer. Eğer aşk veya istiğrak ile bir nevi sekri de varsa avucundaki âyinesini, denizden daha büyük tevehhüm eder. Hem her makamın bazı zılleri bulunur. Zılli asıl zannetse şatahata düşer.

Şu tahkikattan anlaşıldı ki insanın önünde iki yol var. O yoldan birinde nefsi ve şeytanı dinleyip gitse esfel-i safilîne düşer. Diğerinde, hak ve Kur’an’ı dinleyip gitse a’lâ-yı illiyyîne çıkar. Kâinatın bir takvim-i zîşanı olur.

Onuncu Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنَّ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فٖى شُغُلٍ فَاكِهُونَ ۞ هُمْ وَ اَزْوَاجُهُمْ فٖى ظِلَالٍ عَلَى الْاَرَٓائِكِ مُتَّكِؤُنَ ۞ لَهُمْ فٖيهَا فَاكِهَةٌ وَ لَهُمْ مَا يَدَّعُونَ ۞ سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحٖيمٍ ۞ وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ ۞ اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَنٖٓى اٰدَمَ اَنْ لَاتَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبٖينٌ ۞ وَ اَنِ اعْبُدُونٖى هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقٖيمٌ

Şu âyetin hazinesinden bir cevherine temsil ile bir işarettir.

Ey nefsini unutmuş, vazife-i hayatını anlamamış ve hilkat-i insanın hikmetinden gaflet etmiş ve şu masnuat-ı müzeyyenede Sâni’-i Hakîm’in tevdi ettiği ve şu kitab-ı kebirde nakşettiği âyâtına cahil kalmış Said-i bîçare! Şu temsili güzel dinle: Bu âlemin halk ve binası ve insanı içine idhal etmesi, bunun misali şuna benzer ki:

Bir zaman bir sultan varmış. Onun çok hazineleri varmış. O hazinelerde her çeşit cevahir bulunurmuş. Hem o sultanın gizli mühim kenzleri (hazineleri) varmış. Hem sanayi-i garibede mahareti hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti ve ihatası hem nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı varmış. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki bir meşher açsın; enzar-ı nâsta saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının hârikalarını, marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ kendi cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin.

Biri: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla baksın.

Diğeri: Başkaların nazarlarıyla baksın.

İşte bu hikmete binaen, gayet cesîm ve gayet geniş bir kasrı yapmaya başladı. O kasrı öyle şahane bir surette dairelere ve menzillere taksim etti. Ve o menzilleri hazinelerinin enva-ı murassaatıyla tezyin etti. Ve sanatının en latîf en güzel eserleriyle süslendirdi. Ve fünun-u hikmetinin en dakikleriyle tanzim ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle tersim ve tekmil etti.

Sonra her taam ve nimetlerin bütün envaından en lezizlerini câmi’ sofralar kurdu. Herkese lâyık bir sofra tayin etti. Gayet sehavetkârane ve sanat-perverane bir surette, her bir lokma yüz sanayi-i latîfenin eseri ile vücud bulmuş gibi musanna bir ziyafet-i âmme ihzar ettirip aktar-ı memleketindeki raiyetini seyre, tenezzühe, ziyafete davet etti.

Sonra, bir üstad-ı alîm tayin etti. Tâ kasrın sâni’ini kasrın müştemilatıyla nâsa tarif etsin. Ve kasrın nakışlarının remizlerini ve sanatlarının işaretlerini ve murassaatının manzumelerini ve nukuşunun mevzunelerini ve ne olduklarını ve ne cihetler ile kasrın sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini seyircilere talim etsin. Hem âdab-ı duhûlü ve seyri ve sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifatı tarif etsin.

İşte o üstad, her bir dairede bulunan aveneleri içinde ve büyük dairede şakirdleri içinde durmuş. Bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor; diyor ki:

“Ey ahali! Şu kasrın meliki, bu şeylerin izharıyla kendini sizlere tanıttırmak istiyor. Siz de onu tanıyınız. Hem bu tezyinatıyla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi takdir ve istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem şu ihsanatıyla size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi ona muhabbet ediniz. Hem bu in’amlar ve ikramlarla size şefkat ve rahmetini gösteriyor. Siz dahi ona şükür ile hürmet ediniz. Hem şu âsâr-ı kemalâtıyla cemal-i manevîsini size göstermek istiyor. Siz de rü’yetine iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer sikke, birer hâtem, birer turra koymakla her şey ona has ve kendisinin tek olduğunu ve istiklal ve infiradını size göstermek istiyor. Siz de onu, tek ve yekta ve misilsiz tanıyınız ve kabul ediniz.”

Daha bunlar gibi o sultana münasip ve o makama lâyık sözleri seyircilere söyledi.

Sonra o kasra dâhil olanlar iki güruha ayrıldılar.

Bir güruh: Kendini tanımış, aklı başında olanlardır. Kasır içindeki acayibe baktılar, dediler ki: “Bunda büyük bir iş var.” Ve o acayibin beyhude olmadığını anladılar. Merak ettiler. “Acaba nedir?” dediler. Birden o üstad-ı muallimin bahsettiğimiz nutkunu işittiler. Anladılar ki bütün esrarın miftahı ondadır. Ona müteveccih oldular. Dediler: “Esselâmü aleyke ya üstad! Şöyle bir kasrın, senin gibi bir muarrifi lâzım ki seyyidimiz, sana ne bildirmiş ise bize de bildir.”

O da onun evvelce bahsettiğimiz nutkunu onlara dedi. Onlar da dinlediler. Kabul edip istifade ettiler. Melikin marziyatı dairesinde amel ettiler. Onların şu edepli muameleleri melikin hoşuna gitti. Melik de has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir kasra onları davet etti. Öyle bir cevvad-ı melike lâyık ve öyle mutî ve edepli misafirlere has ve öyle âlî bir kasra lâyık bir tarzda onlara ikramlar etti.

İkinci güruh ise: Kasra girdikleri vakit, nefislerine mağlup oldukları için et’ime-i lezizeden başka bir şeye iltifat etmediler. Mehasinden gözlerini kapadılar. İrşadat ve ikazattan kulaklarını tıkadılar. Uykuya daldılar. Bazı şeyler için ihzar edilmiş olan ve içilmeyen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar ki seyirci misafirleri bütün taciz ettiler. Sahib-i kasrın askerleri de onları tutup öyle edepsizlere lâyık olan hapislere attılar.

Ey Said! Biliyorsun ki o melik; bu kasrı, şu mezkûr maksatlar için bina etmiştir. Şu makasıdın husulü ise iki şeye mütevakkıftır:

Biri: Şu gördüğümüz üstadın vücududur. Çünkü o üstad olmazsa maksat beyhude olur.

İkincisi: İnsanların onun sözlerini kabul edip dinlemesidir.

Demek vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâîsi; istima-ı nâs, kasrın bekasının sebebidir. Öyle ise denilebilir ki: “Eğer şu üstad olmasaydı melik, şu kasrı bina etmezdi. Hem o üstad-ı mübelliğin talimatını raiyet dinlemediği vakit, o kasır tahrip ve tebdil edilir.”

Ey Said-i gafil! Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak hakikatin yüzünü de gör.

O kasır, şu âlemdir ki sakfı, mütebessim misbahlarla tenvir edilmiş sema yüzüdür. Zemini, gûnagûn çiçeklerle tezyin edilmiş zemin yüzüdür. O melik ise ezel ve ebed sultanı olan öyle bir Zat-ı Mukaddes’tir ki yedi kat semavat ve arz ve onlarda olan her şey elsine-i mahsusalarıyla onu takdis ve tesbih ediyorlar.

Hem o melik, öyle bir Melik’tir ki semavat ve arzı altı günde halk ederek arş-ı rububiyetinde kaim, gece ve gündüzü birbirinin arkasında döndürür. Şems ve kamer ve nücum emrine musahhar zîhaşmet ve zîkudret bir zattır. O kasrın menazili ise şu on sekiz bin âlemdir ki her biri kendine lâyık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiş. Kasırda gördüğün sanayi-i garibe ise şu âlemdeki kudretin mu’cizeleridir. Orada gördüğün et’ime ise rahmetinin semerat-ı hârikalarına işarettir. Oradaki tandır ve matbah ise burada arz ve sath-ı arzdır. Orada gördüğün künuz-u mahfiye cevherleri ise burada esma-i kudsiyeye ve cilvelerine misaldir. Oradaki nukuş ve o nukuşun rumuzları ise burada manzume ve mevzune olan masnuatın nakkaşlarının esmasına delâletlerine misaldir.

Amma üstad ve muallim ve aveneleri ve tilmizleri ise Seyyidimiz Muhammedüni’l-Mustafa ve sair enbiyalar aleyhi ve aleyhim efdalü’s-salavati ve’s-selâm ve evliya radıyallahu anhüm hazeratına misaldirler. Kasırdaki melikin hizmetkârları ise melaike aleyhimüsselâma işarettir. Seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise cin ve insan ve insanlara hizmetkâr olan hayvanlara işarettir. O iki fırka ise birisi ehl-i iman ve kitab-ı kâinatın âyâtlarının müfessir-i âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’in tilmizleridir. Diğer fırka ise ehl-i küfür ve tuğyan, nefis ve şeytana tabi ve yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan ve hayvan gibi belki daha aşağı صُمٌّ بُكْمٌ sağır dilsiz olan mağdub ve dâllîn güruhudur.

Birinci kafile olan süeda ve ebrar, zülcenaheyn olan üstadı dinlediler. O üstad hem abddir; ubudiyet noktasında, Cevşenü’l-Kebir ve emsali ile Rabb’ini tavsif ve tarif eder. Hem resuldür; risalet noktasında, Rabb’inin ahkâmını Kur’an vasıtasıyla tebliğ eder. Şu fırka, resulü dinleyip Kur’an’a kulak vermekle kendilerini çok makamat-ı âliye içinde, çok vezaif-i latîfe ile mütelebbis gördüler.

Evvelen: Saltanat-ı rububiyetin mehasinini temaşager makamında, tekbir ve tesbih vazifesini eda ettiler.

Sâniyen: Esma-i kudsiye cilvelerinin bedayi’ine dellâllık makamında, takdis ve tahmid vazifesini îfa ettiler.

Sâlisen: Rahmetin hazinelerindeki müddeharatı zahir ve bâtın hâssalarıyla tartıp fehmetmek makamında, şükür ve sena vazifesini edaya başladılar.

Râbian: Esma-i mütecelliye-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri, cihazat-ı maneviyelerinin mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve takdis ve medih vazifesine başladılar.

Hâmisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudret ile yazılan mektubat-ı Rabbaniyeyi mütalaa makamında tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.

Sâdisen: Fıtrat ve sanatındaki latîf incelikleri ve güzellikleri temaşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal’lerine ve Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

Sonra Sâni’-i Hakîm’in sanatının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmasına karşı –hayret içinde– marifet ile mukabele ettiler. Dediler ki: سُبْحَانَكَ “Ey Sübhan’ımız! Seni hakk-ı marifetinle nasıl tanıyabiliriz. Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.”

Sonra rahmetinin meyvelerinin müzeyyenleriyle kendini sevdirmesine karşı, aşk ve muhabbet ile mukabele ettiler.

Sonra nimetinin lezizleriyle terahhum ve taattufunu göstermesine karşı, şükür ve hamd ile dediler ki: سُبْحَانَكَ “Ey Sübhan’ımız! Senin hakk-ı şükrünü nasıl eda ederiz?” diyerek bütün kâinattaki bütün ihsanatın fasih lisan-ı halleriyle ettikleri şükür ve senalarını hem çarşı-yı âlemde dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilanatıyla yaptıkları hamd ve medihlerini hem rahmet ve nimetin semerat-ı manzume ve mevzunelerinin cûd u keremine şehadetleriyle ettikleri şükürlerini kendi namlarına enzar-ı mahlukat önünde eda ederler.

Sonra şu kâinatın mezahirinde ve şu mevcudat-ı seyyalenin âyinelerinde cemal ve celal ve kemal-i kibriyasının izharına karşı, mahviyet içinde muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler.

Sonra servetinin kesretini ve rahmetinin vüs’atini irae etmesine karşı fakr ve hâcetlerini izhar ve sual etmekle mukabele ettiler.

Hem sanatının latîfelerini ve hârikalarını ve antikalarını sergilerle meşhergâh-ı enamda teşhir etmesine karşı, takdir ve istihsan ve müşahede ve şehadet ve işhad ile mukabele ettiler.

Hem kâinatın aktarında, rububiyetinin saltanatını ilan etmesine karşı tevhid, tasdik, itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

Hem izhar-ı rububiyetine karşı zaafları içinde aczlerini, hâcetleri içinde fakrlarını ilan olan ubudiyetle mukabele ettiler. Daha bunlar gibi çeşit çeşit çok vezaifle şu dâr-ı dünyada vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Ve bütün mahlukat üstünde öyle bir mertebeye çıktılar ki yümn-ü iman ve emanetle mücehhez emin birer halife-i arz oldular.

Şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra Rabb-i Kerîm, onları saadet-i ebediyeye ve Dârü’s-selâm’a davet ederek onlara öyle bir surette ikramlar etti ki hiç gözler görmemiş ve kulaklar işitmemiş ve kalb-i beşere hiç hutur etmemiş gayet parlak ikramlarla onları rahmetine mazhar etti.

Evet, ebedî ve sermedî bir cemalin seyirci müştakı ve âyinedar âşığı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte hizbü’l-Kur’an’ın âkıbeti öyledir inşâallahu teâlâ.

Amma füccar ve eşrar olan güruh ise: Şu kasr-ı âleme girdikleri vakit, bütün delail-i vahdaniyete karşı küfür ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele edip bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane bir itham ile tahkir ettiler. Bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatına karşı red ile mukabele ettiklerinden mütenahî bir vakitte, gayr-ı mütenahî bir cinayet işlediler; gayr-ı mütenahî bir ikaba müstahak oldular.

Ey miskin Said! Âyâ zannediyor musun ki senin vazife-i hayatın yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefsine veya ayıp olmasın batnın hizmetlerine mi münhasırdır? Veyahut zannediyor musun ki makine-i hayatında dercolunan şu letaif ve maneviyatın ve şu aza ve âlâtın ve şu cevarih ve cihazatın ve şu havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi, şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezile ve deniyenin hevesat-ı süfliyesinin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki senin vücudunda bunların hikmet-i derci ve fıtratında gaye-i idhali iki esastır:

Biri: Cenab-ı Mün’im-i Hakiki (amme nevalühü) bütün nimetlerinin çeşit çeşit envaını sana ihsas etmekten ve ettirmekten ibarettir. Sen de hissedip şükür ve ibadetini etmelisin.

İkincisi: Âleme tecelli eden esma-i kudsiyesinin bütün aksam-ı tecelliyatını birer birer sana o cihazatla tanıttırmaktır. Sen de zevk ile tanıyıp iman getirmelisin ki bu iki esas üzerinde senin kemalât-ı insaniyen neşv ü nema bulsun.

Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmali dokuz emirdir:

Birincisi: Vücudunda dercolan mizanlarla rahmetin hazinelerindeki müddeharatı tartmaktır.

İkincisi: Fıtratındaki cihazatın anahtarlarıyla, esma-i kudsiyenin gizli definelerini açmaktır.

Üçüncüsü: Kardeşlerin olan diğer mevcudatın enzarında, esma-i İlahiyenin garib cilvelerinin numunelerini hayatınla teşhir ve izhar etmektir.

Dördüncüsü: Hal ve kālin ile dergâh-ı rububiyetinde ubudiyeti ilan etmektir.

Beşincisi: Bir padişahtan çeşit çeşit nişanlar almış ve o nişanlarını takıp padişahının nazarında görünmek gibi; sen de esmasının cilvelerinin verdikleri murassaat ile süslenmiş olduğunu bilerek Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına görünmektir.

Altıncısı: Zevi’l-hayatların tezahürat-ı hayatları olan tahiyyatlarıyla ve tesbihatları olan rumuzat-ı hayatlarıyla, Vâhibü’l-hayat’a arz-ı ubudiyetlerini fehmedip müşahede ederek görüp göstermektir.

Yedincisi: Hayatına verilen ilim ve kudret ve iradet gibi sıfat ve hallerinden cüz’î numuneleri mikyas ederek, Hâlık’ın sıfât-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini fehmetmektir. Mesela nasıl ben, cüz’î ilim ve irade ve iktidarımla bu evi böyle muntazam yaptım ise bu kasr-ı âlemin bânisi de kasr-ı âlemin büyüklüğü nisbetinde kadîr ve alîm ve hakîmdir.

Sekizincisi: Şu mevcudatın her birinin kendine mahsus bir lisan ile söylediği tevhid ve rububiyet-i Sâni’e dair kelimatını fehmetmektir.

Dokuzuncusu: Acz ve fakr derecelerinin emsaliyle, kudret-i Sâni’in ve gına-yı İlahiyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacatın envaı miktarınca lezzet-i taamın enva-ı derecatı anlaşılıyor. Öyle de gayr-ı mütenahî acz ve fakrın ile Sâni’in gayr-ı mütenahî kudret ve gınasının derecatını fehmetmektir.

Hem senin gaye-i hayatın bunlar olduğu gibi mahiyet-i hayatın da şunlardır:

1- Âsâr-ı esma-i İlahiyenin garaibinin fihristesi,

2- Şuun ve sıfat-ı İlahiyenin fehmine bir mikyas,

3- Âfakî âlemlere bir mizan,

4- Âlem-i kebirin bir enmuzeci,

5- Kâinatın bir haritası,

6- Şu kitab-ı kebirin bir fezlekesi,

7- Defâin ve künuz-u mahfiyeyi açacak anahtarların mahzenidir. İşte mahiyet-i hayatın budur.

Hayatın sureti ise şudur: Hayatın bir kelime-i mektube ve hem mesmuadır. Esmaü’l-hüsnaya delâlet eder.

Hakikat-i hayatın da budur: Tecelli-i ehadiyete âyinelik etmektir. Hayatın saadet ve kemali ise hayatın âyinesine temessül edene karşı, şuur ile muhabbet ve şevk ile ibadet etmektir.

Ey Said-i bîçare! Hayat böyle gayata müteveccih olduğu halde ne akıl ve ne insaf ile hayatını hiç-ender hiç hükmünde olan huzuzat-ı nefsaniyeye sarf ediyorsun? Sair zevi’l-hayat hattâ nebatat dahi bahsettiğimiz gayelerin bazısında sana şeriktirler. Evet nar, elma ve dut gibi musanna meyveler birer kelime-i kudrettirler. Esma-i İlahiyeyi ilan edip okutturuyorlar. Onların hayatlarının gayeleri bu gibi emirlerdir. Yoksa bu meyvelerin suretlerinin gayeleri olan yenilmek, gaye-i hayatları değildir. Ancak gaye-i mevtleri olabilir. Yani ölümlerinin bir gayesidir. Fakat sair zevi’l-hayat, bütün gayelerde sana müsavi olamaz. Çünkü câmi’ âyine sendedir. Sen dahi senden çok aşağı olanlardan daha aşağı olma. Mü’minin kıymetini ilan eden şu hadîs-i kudsî sana kâfidir:

لَا يَسَعُنٖى اَرْضٖى وَلَا سَمَائٖى وَلٰكِنْ يَسَعُنٖى قَلْبُ عَبْدِ الْمُؤْمِنِ

Ve hem yine bu beyte nazar et:

مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمٖينْ § اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنٖينْ

On Birinci Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰى ۞ وَالنَّهَارِ اِذَا تَجَلّٰى ۞ وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَ الْاُنْثٰى ۞ اِنَّ سَعْيَكُمْ لَشَتّٰى ۞ فَاَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَ اتَّقٰى ۞ وَ صَدَّقَ بِالْحُسْنٰى ۞ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰى ۞ وَ اَمَّا مَنْ بَخِلَ وَ اسْتَغْنٰى ۞ وَ كَذَّبَ بِالْحُسْنٰى ۞ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰى

Ey Avrupa! Sen sağ elinle, sakîm ve mudill yani dalalete sevk eden bir felsefeyi, sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup “Beşerin saadeti bu iki şey iledir.” deyip dava edersin ve beşeri bunlara davet edersin. Senin bu iki elin kırılsın. Senin bu iki hediyen, senin başını yesin.

Ey nâşir-i küfür ve küfran! Âyâ hiç caiz olur mu ki bir adamın akıl ve kalbi ve vicdan ve ruhu müthiş bir derecede musibet içinde olduğu halde, cismen zahirî bir derece refah ve ziynet içinde bulunmasıyla o adama mesud denilsin ve saadetine hükmedilsin? Görüyoruz ki bir adam inkisar-ı hayale uğrasa veya bir emel-i vehmîden meyus olsa veya bir emr-i cüz’îden ümidi kesilse nasıl dünya ona darlaşır. Onun tatlı şeyleri, ona nasıl acı gelir. Acaba bütün âlâmın menşei ve bütün âmâlin hēdimi olan senin bu şeametin ve bu dalaletin ile hasta olup yeis ve yetimlikle manevî bir cehenneme düşen bir kalp ve bir ruh sahibi, nasıl bir cennet-i kâzibe-i zâile içinde mesud olabilir?

Ey beşeri ifsad eden müfsid Avrupa! Beşerin başına getirdiğin binler belalardan bir tekini söylüyorum, dinle! Ve onu izah eden bu temsile bak:

Ey felsefe-i Avrupa tilmizi! Seninle ikimiz şimdi tenezzüh için bir seyahate çıkıyoruz. İşte önümüzde iki yol var. Gel bak! Biz, şu gafil medenilerin gittikleri yola gidiyoruz. İşte şurada burada her yerde, hattâ gözümüzün yetiştiği yerlerde belki bütün seyahatimiz müddetince böyle göreceğiz ki her adım başında bir âciz adam duruyor. Bir kısım kavî ve galip insanlar o bîçareye hücum edip öyle bir surette mal ve hayvanatını gasbediyorlar ve hanesini tahrip ediyorlar ve bazen onu öyle bıçaklayıp cerh ediyorlar ki haline sema ağlıyor.

İşte her nereye baksan bu hal taammüm etmiş. Her yerde zalimlerin velvelelerinden ve mazlumların vaveylâlarından başka bir şey işitilmiyor. Bütün yol boyunca bir matemhane-i umumî şeklini alan bu hal devam ediyor. Mademki insanız, insan insaniyeti cihetiyle başkasının elemiyle müteellim olur. Bu hadsiz âlâm-ı beşere nasıl tahammül ederiz? Vicdan, nasıl bu hale dayanabilir? Yalnız şu azab-ı vicdaniyeden bizi kurtaracak iki çaremiz var.

Birisi: Gayet sarhoş olmalıyız.

Diğeri: İnsaniyetten tecerrüd edip vahşi, hodendiş bir kalbi taşımalıyız ki selâmetimiz için bu iki çare bize bütün halkın helâketini unuttursun ve bizi müteessir etmesin. Hem bir parça ahmak da olmalıyız ki bütün halka şâmil bir beladan kendimizi hariç zannetmeliyiz.

Ey Avrupa! Senin bir gözü kör dehan ile ruh-u beşere hediye ettiğin şu cehennemî haleti sen de anladın. Sen şu müthiş derde bir derman aradın. Bu derde şifa ve ilaç olan hüda-i Kur’an’dan gözünü yumdun. Muvakkaten elemi hissetmemek için cazibedar lehviyatı, parlak ve okşayıcı hevesatı ilaç olarak buldun. Ve bunlarla beşerin hissini iptal ettin. Senin bulduğun bu derman, senin başını yesin ve yiyecek!

Ey hayal arkadaşım! Elbette anladın; şu yol, hayat yoludur ki ehl-i gaflet ve dalalet o yolda giderler. Bütün zîhayat onların nazarında o bîçare adama benzer. Mevt ve musibetler, o zalimlere benzer. Daha başka noktaları sen tatbik edebilirsin.

Ey yoldaş ve ey tilmiz-i Avrupa! Gel, diğer yoldan, Kur’an’ın talebelerinin arkalarından gidiyoruz. İşte bak! Her menzilde, her yerde, her adım başında bütün yol boyunca birer asker, her kulübecik önünde vazife başında nöbet bekliyor. İşte bak, kanun zabitleri geliyorlar. Herkese terhis tezkereleri veriyorlar. İşte her yerde bir sürurdur kopuyor. O memurlar, terhis olunan neferlerden silahlarını, varsa atlarını ve mîrî libaslarını alıyorlar. Neferlerden, ameliyata muhtaç olanlar varsa ameliyat-ı cerrahiye yapıyorlar. Sonra terhis tezkeresini veriyorlar. Bu neferler, çendan ülfet ettikleri eşyalarından ayrılmak için zahiren bir hüzün gösteriyorlar. Fakat bâtınen mesrur oluyorlar. Zira o vazifenin külfet ve mes’uliyetinden kurtuluyorlar. Hem ettikleri hizmetlerine mukabil mükâfatlarını almak için vatan-ı aslîlerine dönüyorlar. Hem sultanlarına kavuşuyorlar. İşte bak! O memurlar, bazen acemi ve kaba bir nefere rast geliyorlar. Nefere “Silahını, atını teslim et! Sana izin vereceğiz.” diyorlar. Nefer onlara diyor: “Ey efendiler! Sizi tanımıyorum. Ben devletin askeriyim, padişahın hizmetindeyim, sonra huzuruna çıkacağım, yanına döneceğim. Eğer onun izin ve rızası ile gelmiş iseniz baş ve göz üstüne. Yok, cesaretimi tecrübe için emir etmiş de rızası yoksa yanlış geldiniz. Bendeki emanetini muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye yolunda bütün kuvvetimle sizinle müdafaa edeceğim.”

İşte bu yolda, baştan başa hal bu minval üzere gidiyor. Her taraftan sürur ve şenlik sadâsı geliyor. Bir taraftan sürur içinde tahşidat-ı askeriye tekbir ve tehlil ile başlamış. Evet, hayvanat cinsindeki bütün tevellüdat, tahşidata benzer. Diğer taraftan yine sürur ile terhisat-ı askeriye bir velvele-i tekbir ve teşekkür içinde başlamış. Evet, zîhayat cinsindeki bütün vefiyat bu terhisata benzer.

İşte Kur’an-ı Hakîm beşere böyle bir hediye getirmiştir. Eğer beşer bu hediyeyi kabul edip güzelce istimal etse hayat-ı dünyevîde cennet-i maneviyeyi andıran bu ikinci yoldan gidecektir. Ne geçmişten hüzün eder ve ne de gelecekten havf ve perva eder.

Ey Avrupa! Evvelki cehennemî yol, senin açtığın yol olduğu, senin desatirin ile sabittir. Çünkü senin nazarında hayatın düsturu: “Her zîhayat, kendi nefsine mâliktir ve kendi zatı için çalışır, lezzeti için sa’y eder, bir hakk-ı hayatı vardır. Hayatının gayesi, kendisine aittir.” dersin. Ve netice-i himmeti: “Hıfz-ı beka ve temin-i hayata münhasırdır. Ve kuvvetine güvenmelidir. Zira medar-ı hayat olan, düstur-u cidaldir. Belki hayat, cidaldir.” diye hükmediyorsun. Daha bunlar gibi çok esasat-ı bâtıla ile beşeri evvelki yola sevk ettin.

Acaba medar-ı hayat olan düstur-u teavün ezharü’n-mine’ş-şems (güneşten daha zahir) olduğu halde, nasıl kör oldun görmüyorsun? Evet, şems ve kamerden tut tâ nebatatın hayvanatın imdadına ve hayvanatın insanların imdadına ve mevadd-ı gıdaiyenin semeratın imdadına hattâ taamın zerratı, hüceyrat-ı bedenin tagaddisi için kemal-i intizam ile koşmaları bir Rabb-i Kerîm’in emriyle bir vazife-i muavenet ve teavün ve uhuvvet olduğunu ve kavînin zayıfa musahhariyeti olduğunu kör olmayan görür.

Amma düstur-u cidal ise bir kısım hayvanat-ı zalimenin sû-i istimallerinden neş’et eden bir düstur-u cüz’î-yi gayr-ı fıtrîdir. Mesela, âkilü’l-lahm canavarların vazifeleri, sıhhiye neferleri gibi hayvanatın cenazelerini toplamak; berr ve bahrin yüzünü temizlemektir. Onların sağ olan hayvanları yemeleri, sû-i istimaldir, gayr-ı meşrudur. Cezasını çekeceklerdir. Bu düsturun çürüklüğünü gördün. Şimdi her zîhayat, nefsine mâliktir diye olan düsturun mahiyetini gör:

Zîhayat içinde en eşref ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Halbuki insanın ef’al-i ihtiyariyesi içinde en hafifi ve en zahiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Halbuki insanın bunlarda dest-i ihtiyarının müdahalesi ne kadar az olduğu azıcık düşünmekle anlaşılır. Halbuki mahlukatın en eşrefi olan insanın eli, tasarruf-u hakikiden bu derece bağlı olsa başka hayvanat ve cemadat, sırf birer memlûkten ve Hâlık’ın hesabıyla dönen ve çalışan birer mahluk-u musahhardan başka bir şey değillerdir.

Sair esasatın, bu iki esasın gibi esassızdırlar. Seni bu hataya düşüren, senin yekçeşm dehandır. Çünkü sen, Rabb’ini unuttun. Hikmet-i sanat-ı Rabbaniyeye, kör tabiat namını taktın, âsâr-ı rahmeti, o mevhum tabiata istinad ederek esbaba isnad ettin, küfrana başladın. Allah’ın malını, bazı şeytan tağutlara taksim ettin, küfre girdin. İşte bu dalaletindendir ki senin nazarında her bir insan belki her bir hayvan, nihayetsiz hâcatının tahsili için hesapsız düşmanlarına karşı tek başıyla mücadele ve musaraa etmeye muztardır. Fakat ne ile hangi silah ile? Evet zerre gibi bir iktidar, saç gibi bir ihtiyar, zevale maruz lem’a gibi bir şuur, intıfaya maruz şule gibi bir hayat, kısalıkta dakika gibi bir ömür ile musaraa etmek lâzım gelir. Halbuki bütün elinde olanı sarf etsen, hadsiz metalibinden birisini de tahsile kâfi değil. Bir musibete düşsen kör, sağır esbabdan istimdad edersin. İşte karanlıklı dehan, beşerin edyan-ı semavî nuruyla gündüz rengini almış ömrünü geceye tebdil etti. Yalnız o muzlim geceyi, yalancı ve müstehzi bazı ışıklarla tenvir etmişsin.

İşte her bir zîhayat, evvelki yolda gördüğümüz bîçare adama benzer ki sahipsiz ve âciz oldukları halde, hadsiz merhametsiz zalimlerin hücumuna maruzdur. Bütün dünya bir matemhane-i umumî, yani zikirhane olan dünyayı, bir matemhane şeklinde gösterdin. Tesbihat olan asvatı, elîm firak ve zeval vaveylâları tarzında işittiriyorsun.

Şimdi senin felsefen tilmizleri ile Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerinin muvazenelerine bak! Senin hâlis tilmizin, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis bir şeye de ibadet eder bir firavun-u zelildir. Her nâfi’ şeyi, kendine Rab tanır.

Kur’an’ın hâlis tilmizi ise abddir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Ve a’zam-ı menfaat olan cenneti gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir.

Hem senin tilmizin, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden ve bir menfaat-i hasise için şeytan gibi şahısların ayağını öpmekle zillet gösteren bir miskin-i zelildir.

Kur’an’ın tilmizi ise mütevazi, heyyin yani âsan ve leyyin yani yumuşaktır. Fakat Fâtır’ının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez.

Hem senin tilmizin, cebbar ve mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zatında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur.

Kur’an’ın tilmizi ise fakir ve zayıftır. Fakr ve zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîm’i ona iddihar ettiği servet ile müstağnidir. Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.

Hem senin tilmizin menfaat-perest ve hodendiştir ki o tilmizin gaye-i himmeti, nefis ve batnın hevesatını tatmindir. Ve menfaat-i şahsiyesini –bazen– kavminin menfaati içinde kavminin menfaati namıyla ve menfaat-i nefsini, menfaat-i millet namıyla arar. Ya rikkat-i cinsiye eleminden kurtulmak ister veya hırsını veya gururunu veya hubb-u câhını o milliyet-perverlik cihetinde teskin eder.

Elhasıl, nefsinden başka hakiki hiçbir şeye muhabbet etmez. Her şeyi kendi nefsine feda eder.

Kur’an’ın tilmizi ise yalnız livechillah ve rıza-yı İlahî için ve fazilet için o derece nefsinin menfaatinden tecerrüd eder ki cennet-i ebediyeyi dahi hakiki maksat ve gaye-i ibadet yapmaz. Nerede kaldı ki bu dünya-yı zâilenin fâni olan menafii onu, hakiki maksat ve gayesinden çevirsin.

İşte o iki hâlis tilmizin himmetlerinin birbirinden ne derece mütefavit ve mugayir olduğu bununla anlaşılır.

Evet Kur’an’ın tilmizi, en büyük şeyleri, arş ve şems gibi mevcudları birer memur, birer mahluk-u musahhar, birer âciz tanır. Ruhunda, bütün ehl-i semavat ve arz salihlerine karşı öyle bir alâka-i şedide-i uhuvvetkârane hisseder ki ehl-i beytine dua ettiği gibi an samimi’l-kalp onlara da dua edip saadetleriyle mesud olduğunu gösterir.

Bu iki tilmizin mürüvvetlerinin derece-i farkına bak ki: Senin tilmizin, nefsi için kardeşinden kaçar. Kur’an’ın tilmizi ise bütün ibadı, belki bütün mahlukatı kendine kardeş görür.

Kur’an-ı Kerîm’in, tilmizlerine verdiği ulviyet ve kıymet bununla anlaşılır ki: Bu küçük insan, küçük bir mikroba mağlup ve edna bir kerb ile yere düştüğü ve o kadar zayıf olduğu halde Kur’an-ı Kerîm’in feyiz ve irşadıyla o derece yükseklenir ve o derece letaifi inbisat eder ki dünya mevcudatını ve zerrat-ı kâinatı tesbih tanesi edip Mabud’unu o adetle zikreder. Hattâ bir kısımları bunları da az görüp Mabud-u Zülcelal’in liyakatini göstermek için gayr-ı mütenahî adetle, gayr-ı mütenahî tesbih ile Mabud-u Zülcemal’i zikrediyorlar. Dünya zerratının, virdlerine kâfi bir tesbih olmadığını ve nâkıs olduğunu gören ve cenneti zikirlerine gaye tanımayan ulüvv-ü himmet sahibi o tilmizler; kendi nefislerini, en edna bir mahluk-u İlahîden efdal görmediklerini gösteren bir hal ile nihayet derecede tevazu ve mahviyet gösteriyorlar.

O şecere-i tûba-i Kur’aniyenin hadd ü hesaba gelmez münevver meyvelerinden Kutb-u Geylanî, Rufaî, Şazelî gibi zâkirleri dinle. Nasıl tesbih tanelerine bedel zerrat-ı kâinatın silsilelerini ellerinde tutmuşlar, öylece Mabud’un zikrini çekiyorlar.

Ey Avrupa’nın ruh-u habîsi! Felaket-i maneviye-i beşeriyenin sebebi olan desatirinden bazılarını sâbıkan zikrettik. Şimdi beşerin saadet-i maneviyesine menşe olan desatir-i Kur’aniyenin yalnız bir ikisine işaret edeceğiz:

Evet, hüda-yı Kur’anî böyle insana hitaben der: Ey insan! Senin elinde olan hayatın ve vücudun ve nefsin ve malın emanettir. Onlar, her şeye kadîr ve her şeye alîm bir Mâlik-i Kerîm’in mülküdür. O Mâlik-i Kerîm ve Rahîm, kemal-i kereminden, sende emanet olan kendi mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin. Senin elinde beyhude zayi olmasın. Sonunda sana büyük fayda versin. Sen bir memursun, asker gibi muvazzafsın. Öyle ise onun namıyla çalış, onun hesabıyla sa’y et. Muhtaç olduğun bütün şeyleri sana bahşeden ve rızkını veren, muktedir olmadığın şeylerden seni hıfzeden odur. Senin gaye-i hayatın, Mabud’un tecelliyatına ve esma ve şuunatına mazhariyettir.

Sana bir musibet geldiği vakit de ki: اِنَّا لِلّٰهِ “Ben, onun hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Rabb’imin izin ve rızasıyla gelmiş isen merhaba safa geldin. وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Biz ona gideriz ve onun rü’yetine müştakız. Günün birinde elbette bizi hayatın vazife ve tekâlifinden âzad edecektir. Ne var, o âzadlık bugün olsun. Hem ey musibet! Senin elinde olsun. Yok, eğer Rabb’imin irade ve emriyle beni tecrübe ve imtihan için gelmiş isen fakat Rabb’imin beni âzad etmeye izin ve rızası yoksa kuvvetim yettikçe ben, emaneti emin olmayana teslim etmeyeceğim. Haydi git ey zalim musibet!..”

Ey hayalî arkadaşım! Hakikat-i hal, iki tarafta bu minval üzeredir. Lâkin hidayet ve dalalette derecat-ı insan mütefavittir. Meratib-i gaflette insanlar muhteliftir. Şu zamanın gafleti o derecede kalınlaşmış ve öyle uyutucu bir tarzda iptal-i his etmiş ki medeniler evvelki yolun elîm elemini hissetmiyorlar. Lâkin hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdü ile ve mevt-âlûd inkılabatın ikazatıyla şu perde-i gaflet parçalanacaktır.

Binlerle veyl o Müslüman evlatlarına ki ecnebilerin tağutlarına ve felsefelerine aldanıp Kur’an-ı Kerîm’in dersini unutur.

Ey gençler ve ey İslâm evlatları! Avrupa’nın size karşı olan merhametsiz zulüm ve adâvetine ve bâtıl efkârına ne akıl ile muhabbet edip onları taklit ediyorsunuz ve onlara ittibaen sefahetlerine iştirak ve saflarına iltihak ile mukabele ediyorsunuz? Onları taklit ve onlara ittiba ile beraber, dava-yı hamiyet yalandır. Milleti istihfaf ve milliyetle istihzadır.

Cenab-ı Hak, bizi de sizi de tarîk-i müstakimden ayırmayıp hidayette kılsın, âmin!

On İkinci Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِ

Ey birader! Küffar ve ehl-i dalaletin kesret-i adediyle beraber bazı hakaik-i imaniyenin inkârlarında ittifakları seni sarsmasın. Çünkü kıymet, kesrette değildir. Zira insan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur. Ecnebiler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki ettikçe hayvaniyeti şiddetlenir, daha ziyade hayvan olur. Hayvanatın kemiyetçe kesreti ve insanın hayvanata nisbeten kılleti malûm. Halbuki hayvanat, insan için halk olunmuştur.

Küffarın tarifi ise: Küffar, hayvanat-ı İlahîden bir nevi habîstirler ki imaret-i dünyaya ve hem mü’minlere derecat-ı niam-ı İlahiyeyi anlamaya bir vâhid-i kıyasî olmak için halk edilmişler ve imhal edilmişlerdir. Şu küffar denilen bu nevi hayvanatın, hakkı inkâr edip nefyetmekte ittifakları kuvvetsizdir. Evet küfür, çendan ispat suretinde de olsa nefiydir, inkârdır, cehildir, ademdir. Binler ehl-i nefiy ve inkârın iki ehl-i ispata karşı sözleri bâtıldır, sukut eder.

Mesela bütün bir şehrin ahalisi, ramazan ayına bakıyorlar. Binler insan, yok diye nefiy ve inkâr etseler iki adam da ispat edip şehadet etse bütün inkâr edenlerin sözleri hiçe iner. Acaba kâr-ı akıl mıdır ki sen desen: “Bu kadar binlerle insanların tevatürlerini kabul ederim, o iki adamın şehadetlerini reddederim.”

Aynen bunun gibi biri çıksa dese: “Koca Avrupa’nın bu kadar hükeması şu hakikat-i imaniyeyi inkâr ediyorlar. Bizim iki hocamızın sözü nasıl tercih ediliyor?”

Ey bîçare nâdan! Mesele hiç öyle değil. Bu söze hiç hakkın yok. Belki bu mesele, hiç ehil olmadıkları meselelerde nâ-ehil birkaç fuzulînin hadsiz ehl-i ihtisasa karşı söz söylemesidir.

Bir iki hoca dediğin, milyarlar beşerin güneşleri hükmünde olan Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî gibi ehl-i ihtisasın icmalarıdır ki o hakikati görmüşler, gösteriyorlar. Koca Avrupa hükeması dediğin; madde-perest, akılları gözlerine sukut etmiş, maneviyattan uzaklaşmış, şems-i hakikatten ve hilâl-i haktan âmîleşmiş; hakkı görmedikleri için hakkı nefyeden, haddinden tecavüz etmiş sanatkârlardır.

قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ § وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ

Yani bazı gözü hasta olan kimse güneşin ziyasını ve vücudu hasta olan kimse de suyun tadını inkâr ediyorlar.

On Üçüncü Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا

Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfüruş! Hikmet, hayr-ı kesîr olduğunu işittin. Fakat yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın hikmetini, maânîsinde aramadın. Gittin, nukuşunda taharri ettin. Hikmet-i kudsiye-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefe-i insanın farklarını görmek istersen şu temsile güzel bak:

Bir zaman dindar, sanatkâr bir hâkim Kur’an’ı acib bir tarzda yazmış. Bazı hurufatını elmas ve zümrüt ile bir kısmını altın ve gümüş ile bir kısmını daha kıymettar cevherler ile yazıp öyle müzeyyen ve münakkaş etmişti ki o Kur’an’ı, kıraatını bilen ve bilmeyen herkes temaşa edip istihsan ederdi. Fakat o Kur’an’ın manasındaki ziynet ve güzellik, zahirî ziynetinden milyon mertebe daha âlî, daha gâlî belki nisbet kabul etmez derecededir.

O hâkim, şu musanna ve murassa Kur’an-ı Hakîm’i, bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Ve emretti ki: “Her biriniz buna dair birer eser yazınız.” Her biri, o Kur’an’a dair birer kitap telif etti.

Fakat feylesofun kitabı, yalnız hurufun nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Zira o ecnebi adam, Arapça okumasını hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’an’ın kitap olduğunu bilmiyor. Ve ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin o ecnebi feylesof, her ne kadar Arapça bilmiyor fakat iyi bir mühendistir, güzel bir musavvirdir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir.

Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit, o Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir anladı. Tezyinat-ı zahirîsine ehemmiyet vermedi. Hurufunun nakışlarıyla iştigal etmedi. Belki öyle bir şey ile meşgul oldu ki ötekinin meselelerinden milyon mertebe daha âlî ve daha gâlî, daha latîf, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi’. Çünkü o Müslüman âlim, o Kur’an’ın perde-i nukuşu altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar u esrarından bahsederek bir güzel tefsir yazdı.

Sonra ikisi de eserlerini hâkime takdim ettiler. Hâkim, evvel feylesofun eserine baktı gördü ki: O hodpesend, tabiat-perest adam çok çalışmış fakat hiç hikmetini ve manasını anlamamış belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik belki edepsizlik etmiş. Manasız nukuş zannederek kıymetsizlik ile tahkir etmiş. Hâkim dahi eserini başına vurdu. O feylesofu huzurundan çıkardı.

Sonra öteki âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel nâfi’ bir tefsirdir ve hakîmane ve mürşidane bir teliftir. Âferin! Dedi. İşte âlim ve hakîm buna derler. Öteki, haddinden tecavüz etmiş bir sanatkârdır. Eğer temsili fehmettin ise bak hakikati gör:

Amma o müzeyyen Kur’an ise şu musanna kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelî’dir. O iki adam ise birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefedir ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve tilmizleridir. Kur’an-ı Hakîm şu Kur’an-ı azîm-i kâinatın bir müfessiridir, bir tercümanıdır.

Evet, Furkan-ı Hakîmdir ki şu sahaif-i kâinatta kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi beşere ders verir. Mevcudata, mana-yı harfiyle bakar. “Ne güzel yapılmış, ne güzel delâlet ediyor.” der. Kâinatın hakiki güzelliğini gösterir.

İlm-i hikmet dedikleri felsefe ise sahaif-i kâinatın hurufunun tezyinat ve münasebatına dalmış, sersemleşmiş. Hurufata, mana-yı harfiyle bakmak lâzım gelirken, mana-yı ismiyle bakmış. “Ne güzel yapılmış.” diyecek yerde “Ne güzeldir.” deyip çirkinleştirmiş. Kâinatı tahkir edip kendisine müşteki etmiştir.

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ

Ey Said! Saadet istersen tevekkül et. Fakat tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki müsebbebatı ve netaicini Hâlık’tan istemektir.

Esbaba teşebbüs, bir nevi dua-yı fiilîdir. Vesait ise perde-i dest-i kudrettir.

Evet, tevekkül etsen dünyada istirahatin, âhirette istifaden kat’îdir. Mütevekkil ile sözü anlamayan gayr-ı mütevekkilin misalleri şu hikâyeye benzer ki:

İki adam, bellerine ve başlarına ağır yükler yükletip bir sefineye bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bıraktı. Üstünde oturdu, nezaret etti. Diğeri hem ahmak hem mağrur, yükünü yere bırakmadı. Ona denildi: “Şu ağır yükünü gemiye bırak, rahat et.” O dedi: “Yok, ben kuvvetliyim. Yükümü hem belimde hem başımda muhafaza ederim.” Ona denildi: “Bizi ve seni kaldıran şu gemi daha kuvvetlidir, daha güzel muhafaza eder. Hem gittikçe kuvvetten düşen belin ve akılsız başın, şu gittikçe ağırlaşan yüklere tâkat getiremeyecek. Hem dahi gemi kaptanı seni böyle görse ya “Divanedir.” der, seni tard eder ya “Haindir.” der “Gemimizi ittiham ediyor ve bizimle istihza ediyor, hapsediniz!” der. Seni hapsettirir. Hem herkese de maskara olursun. Çünkü zafiyetini gösteren tekebbürün ile aczini gösteren gururun ile riyayı gösteren tasannuun ile kendini mudhike yaparsın. Herkes sana gülecek.”

O bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh! Allah senden razı olsun! Zahmetten ve hapisten ve maskaralıktan kurtuldum.” dedi.

On Dördüncü Ders

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكٖيلٌ ۞ لَهُ مَقَالٖيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ۞

فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ ۞ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ۞

مَا مِنْ دَٓابَّةٍ اِلَّا هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبّٖى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ

Tevhid-i hakikinin hâlis güneşinden on dört lem’adır. Yani on dört lambadır.

BİRİNCİ LEM’A: Ey gafil esbab-perest insan! Esbab, bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celal öyle ister. Sultan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetinin icraatçıları değildirler belki dellâlları ve nâzırlarıdırlar. Çünkü memurlar ve vesaitler, izzet-i kudretini ve haşmet-i rububiyetini izhar içindirler. Yoksa sultan-ı insanî gibi acz ve ihtiyacı için memurlarını saltanatına şerik etmiş değildir. Esbab, haksız şekvalar Âdil-i Mutlak’a tevcih edilmemek için vaz’edilmiştir.

Evet, izzet ve azamet ister ki esbab, perdedar-ı dest-i kudret olsun aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki esbab-ı dâmenkeş, ellerini çeksin tesir-i hakikiden.

İKİNCİ LEM’A: Evet, Sâni’-i Zülcelal’in her masnû üstünde bir Hâlık-ı külli şey’e has bir sikkesi; her mahluku üstünde bir Sâni’-i külli şey’e mahsus bir hâtemi ve kalem-i kudretinin menşuru üstünde taklit kabul etmez mükemmel bir turra-i garrası vardır. Mesela, hesapsız sikkelerinden hayat üstünde koyduğu sikkeye bak ki: Bir şeyden her şeyi yapar hem her şeyden bir şey yapar.

Evet, bir içilen sudan hesapsız aza ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar. Hem ekl edilen bütün muhtelif et’imeden hayvanî olsun, nebatî olsun, bir cism-i has ve belki bir cild-i mahsus, belki bir cihaz-ı basit yapar. Evet, sen de aklın varsa anlarsın ki: Bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyden bir şey yapmak, her şeyin Sâni’ine has ve Hâlık-ı külli şey’e mahsus bir sikkedir.

ÜÇÜNCÜ LEM’A: Hem mesela, zîhayat üstünde koyduğu hâteme bak. O zîhayat, âdeta kâinatın bir misal-i musağğarı ve şecere-i âlemin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi enva-ı âlemin ekseri numunelerini câmi’. Güya o zîhayat, gayet hassas mizanlarla, mecmu kâinattan süzülmüş bir katredir. Demek, şu zîhayatı halk etmek için bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir.

İşte aklın varsa anlarsın ki bir şeyi mesela bal arısını, ekser eşyaya bir nevi fihriste yapmak; bir şeyde mesela insanda, şu kitab-ı kâinatın hemen bütün mesailini yazmak; bir şeyde, mesela küçücük incir çekirdeğinde, koca incir ağacının programını ve kalb-i beşerde, şu âlem-i kebirin bir nevi programını ve kuvve-i hâfızada, hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini dercetmek, elbette Hâlık-ı külli şey’e has ve bu kâinatın Rabb’ine mahsus bir hâtemdir.

DÖRDÜNCÜ LEM’A: İhya üstünde koyduğu turrasına bak! Mesela güneş, her bir şeffaf üstünde, seyyarattan tut tâ katarata tâ zerrat-ı zücaciyeye ve tereşşuhatına kadar her biri üstünde cilve-i misaliyesini gösteren turrası olduğu gibi; Şems-i sermed’in ve tecelli-i ehadiyetin ihya cihetinde her bir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki faraza bütün esbab toplansa yine o turranın taklidini yapamaz. Nasıl ki katrelerde görünen güneşin timsalleri güneşin tecellisine verilmediği vakit, her bir katrede ve ziyaya maruz her bir cam parçasında ve her bir zerre-i şeffafede, tabiî ve hakiki bir güneşin vücudunu bi’l-asale kabul etmek lâzım gelir. Bu hal ise belâhetin nihayetsiz derekesidir.

Öyle de Şems-i Ezelî’nin şuâları olan ve esmasının nokta-i mihrakıyesi hükmünde olan her bir zîhayat üstündeki tecelli-i ehadiyeti, Ehad ve Samed olan Zat-ı Akdes’e verilmediği vakit her bir zîhayatta hattâ sinekte ve çiçekte nihayetsiz bir kudret-i Fâtıra, bir ilm-i muhit, bir irade-i mutlaka hem Vâcibü’l-vücud’a mahsus sair sıfatları o zîhayatın içinde kabul etmek ve âdeta o zîhayatın her bir zerresine bir uluhiyet vermek gibi dalaletin en eblehçesini kabul etmek lâzımdır. Zira zerrelere, hususan tohum zerreleri olsa öyle bir vaziyet verilmiş ki o zerreler cüz olduğu zîhayata, belki o zîhayatın nevine, belki muhtaç olduğu bütün mevcudata karşı öyle bir mevki alıyorlar ki eğer o zerrelerin nisbeti Kadîr-i Mutlak’tan kesilse o vakit o zerrelerin her birine, her şeyi görür bir göz, her şeyi muhit bir şuur vermek lâzım gelir.

Elhasıl: Nasıl ki katrelerde olan güneşçikler, güneşin cilvesine verilmezse nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım geliyor. Öyle de her şeyi, Kadîr-i Mutlak’a vermezsek gayr-ı mütenahî ilaheleri kabul etmek lâzım gelir.

BEŞİNCİ LEM’A: Evet, nasıl ki bir kitap olsa hususan o kitap yazma olsa o kitabı yazmak için bir kalem kâfidir. Eğer o kitap, basma veya matbu olsa hurufatı adedince kalemler yani demir harfler lâzım ki tabedilebilsin. Şayet o kitabın bazı harflerinde ince hat ile kitabın ekseri yazılmış ise bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım tâ o kitap tabedilebilsin.

Aynen öyle de şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudretin, Zat-ı Ehad’in mektubu desen vücub derecesinde suhulet ve makuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata isnad etsen imtina ve muhal derecesinde bir suubet ve hiçbir vehmin kabul etmeyeceği bir hurafat yoluna gidersin. Çünkü tabiat için her bir cüz toprakta ve suda ve havada, milyarlarla medeni matbaalar, fabrikalar bulunması lâzım ki hesapsız ezhar ve esmarın teşekkülatına mazhar olabilsin. Zira her bir cüz toprak, ekser nebatata menşe olabilir. Hususan meyveli olsalar çiçekli olsalar teşekkülatları o kadar muntazam, o kadar mevzun, o kadar mümtaz, o kadar ayrıdır ki her birisi için yalnız ona mahsus birer ayrı fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek tabiat her bir şeyde, her bir şeyin makinelerini bulundurmaya mecburdur. İşte şu hurafeden, hurafeciler dahi utanıyorlar.

ALTINCI LEM’A: Elhasıl: Nasıl bir kitabın her bir harfi, kendi nefsini ve kendi vücudunu bir harf kadar gösterir ve bir vecihle kendi nefsine ve vücuduna delâlet eder. Lâkin kâtibini, on kelime ile tarif eder ve birkaç vecih ile gösterir. Öyle de şu kitab-ı kebir-i âlemin her bir harfi kendi vücuduna cirmi kadar delâlet eder ve gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelî’nin esmasını bir kaside kadar tarif eder, gösterir. Demek hem kendini hem bütün kâinatı inkâr eden bir ahmak, yine Sâni’in inkârına gitmemelidir.

YEDİNCİ LEM’A: Nasıl ki her bir mahluk-u cüz’î üstünde ehadiyetin sikkesi olduğu gibi; her bir nevi üstünde, her bir küll üstünde tâ mecmu âlem üstünde sikke-i ehadiyet ve hâtem-i vâhidiyet ve turra-i vahdet gayet parlak bir surette vaz’edilmiştir. İşte bak, sath-ı arzın sahifesinde, bahar mevsiminde, Nakkaş-ı Ezelî en ekall üç yüz bin nebatat ve hayvanat envaını haşir ve neşreder. Nihayetsiz ihtilat ve karışıklık içinde, nihayet derecede imtiyaz ve intizam ile bunları iade edip haşrediyor. Çendan bir kısmını aynen iade etmiyor. Fakat ayniyet derecesinde bir müşabehet ve bir misliyetle iade ediyor.

Demek haşr-i bahar, tevhide sikke olduğu gibi haşr-i kıyamete dahi tamamen misal olabilir. Demek baharda, ihya-yı arz içinde üç yüz bin haşrin numunelerini kemal-i intizam ile icad edip sahife-i arzda karışık bir halde üç yüz bin muhtelif envaı hiç hatasız ve hiç sehivsiz ve hiç karıştırmadan gayet mevzun ve muntazam ve manzum olarak yazmak, nihayetsiz kudret ve ilim ve iradeye mâlik bir Zat-ı Zülcelal’in sikke-i mahsusası olduğunu her zîşuurun derk etmesi lâzım gelir. Kur’an-ı Kerîm ferman ediyor ki:

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Evet, ihya-yı arz içinde üç yüz bin haşrin numunelerini birkaç gün zarfında yapan kudret-i Fâtıraya, insanın haşri elbette gayet hafif gelir. Sübhan Dağı’nı bir işaretle kaldıran bir zata, bu kaleyi nasıl kaldıracak demek, belâhettir.

SEKİZİNCİ LEM’A: Evet, yeryüzündeki gayet basîrane ve hakîmane şu tasarruf-u azîm içinde gayet aşikâre bir hâtem-i vâhidiyet görünüyor ki vüs’at-i mutlaka içindeki sürat-ı mutlaka içindeki sehavet-i mutlaka içindeki intizam-ı mutlak ve hüsn-ü sanat ve mükemmeliyet-i hilkat her bir fert için öyle bir hâtemdir ki bu hâtem ancak gayr-ı mütenahî bir ilim ve bir kudret sahibine mahsustur.

Evet görüyoruz ki: Bütün yeryüzünde, bir vüs’at-i mutlaka içinde bir sürat-i mutlaka hem o sürat ve vüs’at-i mutlaka içinde bir suhulet-i mutlaka hem o suhulet ve sürat ve vüs’at-i mutlaka ile beraber bir cûd ve sehavet-i mutlaka içinde, nevilerde olduğu gibi her bir fertte görülen gayet mükemmel bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü sanat ve gayet mükemmeliyet-i hilkat hem bir anda ve her yerde ve bir tarzda, her fertte müşahede edilen bir sanat-ı hârika, elbette ve elbette öyle bir zatın hâtemidir ki o Zat-ı Akdes, hiçbir yerde olmadığı halde her yerde hazırdır ve hiçbir şey ondan gizlenemediği gibi hiçbir şey ona ağır gelemez. Zerreler ve yıldızlar, onun kudretine nisbeten müsavidirler.

DOKUZUNCU LEM’A: Evet, nasıl ki sahife-i arz üstünde Ehad ve Samed’in hâtemlerini görebiliyorsun. Bak kitab-ı kâinat üstünde de büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile hâtem-i vahdet okunuyor. Çünkü şu mevcudat, bir fabrikanın ve bir kasrın ve bir muntazam şehrin eczaları gibi birbirine karşı muavenet ellerini uzatmış, birbirinin sual-i hâcetlerine “Lebbeyk!” derler. El ele verip bir intizam ile çalışırlar. Baş başa verip zevi’l-hayata hizmet ederler. Omuz omuza verip bir gayeye müteveccihen bir müdebbire itaat ederler. Evet şems ve kamerden, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut tâ nebatat hayvanların imdadına, hayvanlar insanların imdadına, zerrat-ı gıdaiye semeratın imdadına, mevadd-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına koşup gelmelerine kadar cari olan düstur-u teavün ile bütün mevcudat, Kerîm bir Mürebbi’nin emriyle hareket ettiklerini gösteriyorlar.

İşte şu kâinat içinde cari olan bu tesanüd, bu teavün, bu tecavüb, bu teanuk, bu musahhariyet, bu intizam bir tek Müdebbir’in terbiyetiyle idare ve bir tek Mürebbi’nin tedbiriyle sevk edildiğine kat’iyen şehadet eden bu meşhudumuz hikmet-i âmme içindeki inayet-i tamme ve o inayet içindeki rahmet-i vâsia ve o rahmet içindeki rızk-ı âmm ve her müterezzika lâyık bir tarzda rızık vermek öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki bütün bütün kör olmayan görür.

ONUNCU LEM’A: Evet, nasıl ki bir tarlada ekilen bir nevi tohum; o tarlanın, tohum sahibinin taht-ı tasarrufunda olduğunu ve o tohum da tarla mutasarrıfının taht-ı tasarrufunda olduğunu gösterir. Öyle de şu anâsır denilen mezraa-i masnuatın, vâhidiyet ve besatet ile beraber külliyet ve ihataları ve şu mahlukat denilen semerat-ı rahmet ve mu’cizat-ı kudret ve kelimat-ı hikmetin mümaselet ve müşabehetleriyle beraber çok yerlerde intişarları ve her tarafta bulunup tavattun etmeleri, bir Sâni’-i Mu’ciz-nüma’nın taht-ı tasarrufunda olduklarını gösterir. Güya her bir çiçek, her bir semere, her bir hayvan; o Sâni’in birer sikkesidir, birer hâtemidir, birer turrasıdır. Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, lisan-ı hal ile derler ki: “Biz kimin sikkesiyiz, bu yerler dahi onundur.”

En edna bir mahluka rububiyet, bütün anâsırı kabza-i tasarrufunda tutan zata mahsustur. En basit bir unsuru, tedbir ve tedvir etmek, bütün hayvanat ve nebatatı ve masnuatı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu kör olmayan görür.

Her bir fert misliyet lisanıyla der: “Kim bütün nevime mâlik ise bana mâlik olabilir. Yoksa olamaz.” Her nevi, intişarları lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı arza mâlik ise bize mâlik olabilir, yoksa olamaz.”

Arz, tesanüd lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise bana öyle mâlik olabilir, yoksa olamaz.”

ON BİRİNCİ LEM’A: Cüzde cüz’îde, küllde küllîde, bütün âlemde, hayatta, zîhayatta, ihyada olan sikkelerden, hâtemlerden bazılarına işaret ettik. Şimdi nevilerdeki hesapsız sikkelerden bir sikkeye işaret edeceğiz.

Evet, nasıl meyvedar bir ağacın hesapsız semereleri bir terbiye ile ve bir kanun-u vahdetle bir merkezden idare edildiklerinden, o ağacın terbiye ve idaresindeki külfet ve meşakkat ve masraf o kadar suhulet peyda eder ki şirket ve kesretle terbiye edilen tek bir meyveye müsavi olurlar. Demek şirket-i kesret ve taaddüd-ü merkez, her meyve için kemiyetçe, yani adetçe bütün ağaç kadar külfet, masraf ve cihazat ister. Fark, yalnız keyfiyetçedir. Nasıl ki bir tek nefere lâzım olan teçhizat-ı askeriyeyi yapmak için orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır. Demek iş, vahdetten kesrete geçse kemiyet cihetiyle efrad adedince külfet ziyadeleşir. İşte her nevide bilmüşahede görülen suhulet-i fevkalâde, vahdetten ve tevhidden gelen bir yüsr ve suhuletin eseridir.

Elhasıl: Bir cinsin bütün envaının ve bir nev’in bütün efradının aza-yı esasîde muvafakat ve müşabehetleri nasıl ispat eder ki tek bir Sâni’in masnularıdırlar. Çünkü vahdet-i kalem ve ittihad-ı sikke öyle ister. Öyle de bu meşhud suhulet-i mutlaka ve külfetsizlik, vücub derecesinde icab eder ki bir Sâni’-i Vâhid’in eserleri olsun. Yoksa imtina derecesine çıkan bir suubet, o cinsi ve o nev’i in’idama, ademe götürecekti.

Velhasıl: Bütün eşya Cenab-ı Hakk’a isnad edilse bir tek şey kadar suhulet peyda eder. Eğer esbaba isnad edilse her bir şey bütün eşya kadar suubet peyda eder. Kâinatta fevkalâde ucuzluk ve mebzuliyet, sikke-i vahdeti güneş gibi gösterir.

ON İKİNCİ LEM’A: Cemalli olan hayat nasıl bir bürhan-ı ehadiyettir, celalli olan memat dahi bir bürhan-ı vâhidiyettir. Evet, nasıl ki güneşe karşı parlayan büyük bir nehr-i carinin kataratı ve yeryüzünün müteceddid şeffafatı güneşin misalî ışığını göstermekle güneşe şehadet ediyorlar. Esbab-ı zahirîleriyle birlikte zevale gitmeleriyle ve gurûb ve ufûl ve fena ve mevtleriyle beraber arkalarında gelenlerin üstünde yine cilvelerinin devamı, tecelli-i ziyanın istimrarına kat’iyen şehadet ederler ki o misalî güneşcikler; bir bâki, âlî, daimî müstemirrü’t-tecelli tek bir güneşin cilveleridir. Zuhurlarıyla güneşin vücudunu, gurûblarıyla güneşin beka ve devamını gösteriyorlar.

Öyle de şu mevcudat-ı seyyale vücudlarıyla Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücuduna şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle ezeliyetine, sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ederler. Zira gece ve gündüzün, kış ve yazın, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurûb ve ufûl ile teceddüd eden masnuat-ı cemile ve mevcudat-ı latîfe; âlî, sermedî, daimü’t-tecelli bir cemal-i mücerredin vücudunu ve bekasını ve vahdetini gösteriyorlar. Hem müsebbebatıyla beraber zeval bulan esbab-ı süfliyenin hiçliğini gösteriyorlar. Belki bütün sanatlar, bütün esması kudsiye ve cemile olan Cemil-i Mutlak Zat-ı Zülcelal’in müteceddid sanatları, mütehavvil nakışları, müteharrik âyineleri, müteakip sikkeleri, mütebeddil hâtemleri olduklarını gösteriyorlar.

ON ÜÇÜNCÜ LEM’A: Evet her şey, zerrattan tâ seyyarata tâ şümusa kadar, acz-i zatîsiyle, Hâlık’ın vücub-u vücuduna şehadet ettiği gibi; o acz-i mutlak ile beraber nizam-ı umumîde hayret verici vezaifi deruhte etmeleri, o Vâcibü’l-vücud’un vahdetine şehadet eder.

Hem bununla beraber kâinatın bütün eczaları, her bir cüz elli beş lisan ile Zat-ı Ehad ve Samed’e şehadet eder. Kur’an-ı Hakîm’den fehmettiğim o elsineleri icmalen Katre namında bir risale-i Arabîde beyan etmişim. İstersen ona müracaat et.

Hem o Hâlık-ı Zülcelal’in vücub ve vahdeti gibi bütün evsaf-ı kemaliyesine ve cemaliye ve celaliyesine şu mevcudat şehadet ettikleri gibi; kusursuz, noksaniyetsiz kemal-i zatîsini de ispat ederler. Çünkü eserde kemal, fiilin kemaline; fiilin kemali, ismin kemaline; ismin kemali, sıfatın kemaline; sıfatın kemali, şe’nin kemaline; şe’nin kemali, zatın kemaline hadsen, zarureten, bedaheten delâlet eder.

Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel nukuş ve tezyinatı, arkalarındaki ef’alin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, fâilin esmasının mükemmeliyetini gösterir. Esmanın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetini gösterir. Sıfâtın mükemmeliyeti, müsemmanın şuun-u zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Şuunun mükemmeliyeti, o nakkaşın zatının mükemmeliyetini gösterir.

Aynen öyle de şu kusursuz, futursuz âsâr-ı meşhudedeki kemal, bilmüşahede müessirin kemal-i ef’aline delâlet eder. Kemal-i ef’al ise bilbedahe fâilin kemal-i esmasına, kemal-i esma ise bizzarure müsemmanın kemal-i sıfâtına, kemal-i sıfât ise bi’l-yakîn mevsufun kemal-i şuununa, kemal-i şuun ise bihakkalyakîn zîşuunun kemal-i zatına delâlet eder. Âmennâ ve saddaknâ.

ON DÖRDÜNCÜ LEM’A: On Dört Reşha’yı tazammun eder.

Birinci Reşha: Rabb’imizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var.

Birisi: Kitab-ı kâinattır ki bir nebze şehadetini işittin.

Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü’l-enbiya aleyhissalâtü vesselâmdır.

Birisi de: Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.

Şimdi biz, şu ikinci bürhan-ı nâtıkı aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız ve dinlemeliyiz.

Evet, bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber, Peygamberimiz (asm) bütün ehl-i imana imam, bütün insana hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri. Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki her bir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira o bürhan-ı nâtık (aleyhissalâtü vesselâm) لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ der, dava eder. Bütün sağ ve sol, mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nurani zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma ile manen صَدَقْتَ صَدَقْتَ وَ بِالْحَقِّ نَطَقْتَ derler. Hangi vehmin haddi var ki böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir iddiaya parmak karıştırsın?

İkinci Reşha: Evet şu nurani bürhan-ı tevhid, nasıl ki iki cenahın icma ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de Tevrat, İncil gibi kütüb-ü semavînin işaratı ve irhasatın rumuzatı ve hâtiflerin beşaratı ve kâhinlerin şehadatı ve şakk-ı kamer gibi binler mu’cizatının delâlatı ve şeriatının hakkaniyetiyle teyid ve tasdik edildiği gibi; zatındaki gayet kemalde ahlâk-ı hamîdesi ve vazifesindeki secaya-yı âliyesi ve kemal-i emniyeti ve kuvvet-i imanı ve gayet itminanı ve nihayet vüsukunu gösteren fevkalâde takvası ve fevkalâde ubudiyeti ve fevkalâde ciddiyeti ve fevkalâde metaneti, şu bürhan-ı nâtıkın davasında sadık olduğunu aşikâre gösteriyorlar.

Üçüncü Reşha: Eğer istersen gel asr-ı saadete, Ceziretü’l-Arab’a gidelim. Hayalen olsun o zatı vazife başında görüp ziyaret edelim. İşte bak: Hüsn-ü sîret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde mu’ciz-nüma bir kitap tutmuş, lisanında hakaik-aşina bir hitap ile bütün benî-Âdem’e, belki cin ve ins ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlemin muamma-yı acibanesini hall ve şerh edip sırr-ı hikmet-i kâinatın tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfediyor. Bütün mevcudattan sorulan ve bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden şu üç müşkül ve müthiş sual-i azîme ki: “Necisin, ne yerden geliyorsun ve ne yere gidiyorsun?” suallerine, mukni ve makbul cevab-ı savab veriyor.

Dördüncü Reşha: O bürhan-ı nâtık, öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki âdeta kâinatın şeklini değiştiriyor. İşte onu dinlemediğin vakit, bak kâinat bir matemhane-i umumî hükmünde; mevcudatı birbirine ecnebi belki düşman, camidatı dehşetli cenazeler, bütün zevi’l-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayıcı yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi o zatın neşrettiği nur ile bak! O matemhane-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılab etti. O ecnebi düşman mevcudat, birer dost, birer kardeş şekline girdi. O camidat-ı meyyite-i sâmite, birer munis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı. O ağlayıcı, şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretini giydi. Ve kâinattaki harekât ve tenevvüat ve tagayyürat, manasızlıktan ve abesiyet ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.

İnsanı bütün hayvanatın mâdûnuna düşüren, insanın hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacı hem insanı bütün hayvanlardan daha bedbaht hale getiren, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem-i havf ve gam olan insanın aklı o nur ile nurlandığı vakit; insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstünde, o nurlanmış acz ve fakr ve akıl ile niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzar ile nazdar bir halife-i zemin olur.

Demek o muarrif bürhan-ı nâtık olmazsa kâinat da insan da hattâ her şey de hiçe iner. Elbette böyle bir bedî’ kâinatta, böyle bir muarrif zat elzemdir. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.

Beşinci Reşha: İşte o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i bînihayenin kâşifi, ilancısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u hafiye-i esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan böyle baksan onu bir bürhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün. Şöyle baksan onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat görürsün.

İşte bak, nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru şark ve garbı tuttu. Nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun getirdiği hediye-i hidayeti kabul edip hırz-ı can etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın bütün davalarını hem davalarının esası olan لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ kelime-i kudsiyesini bütün meratibiyle kabul etmesin?

Altıncı Reşha: İşte bak şu cezire-i vâsiada, vahşi ve âdetlerine mutaassıp, inatçı, muhtelif akvamın, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini büsbütün def’aten kal’ u ref’etti. Ve onları bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümmetlere üstad eyledi. Bak hem zahirî bir tasallut ile değil, belki akıllarını, ruhlarını, kalplerini, nefislerini fetih ve teshir ederek hem kendisi mahbub-u kulûb hem muallim-i ukûl hem mürebbi-i nüfus hem sultan-ı ervah oldu.

Yedinci Reşha: Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir. Halbuki bak bu zat (asm) çok büyük âdetleri hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden, küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle bir secaya-yı âliyeyi dem ve damarlarına karışmış olarak vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunlar gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor.

İşte şu asr-ı saadeti görmeyenlere Ceziretü’l-Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Yüz feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın (asm) o zamana nisbeten bir senede yaptığı icraat-ı âliyenin yüzde birisini acaba yapabilirler mi?

Sekizinci Reşha: Hem bilirsin ki küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir davada; hicabsız, pervasız, küçük fakat hacaletâver bir yalanı düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zata (asm); pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar olarak pek büyük bir haysiyetle, pek büyük bir emniyete muhtaç olduğu bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük bir davada, büyük bir serbestiyetle, bilâ-perva, bilâ-tereddüt, bilâ-hicab, telaşsız, samimi bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit ve ulvi bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği, hileden müstağnidir; hakikatbîn gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın…

Dokuzuncu Reşha: İşte bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaiki gösteren mesaili ispat eder. Bilirsin ki en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ eğer sana denilse: “Yarı ömrünü, yarı malını versen Kamer’den, Müşteri’den biri gelecek; Kamer’de, Müşteri’de ne var, ne yok sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve senin başına ne geleceğini gösterecek.” Elbette bilâ-tereddüt vereceksin.

Bak şu zata ki (asm) her haber verdiği şeyleri, ehl-i şuhud ve ehl-i ihtisas olan bütün enbiya (as) ve evliya imza edip icma ve tevatür ile tasdik ediyorlar.

Hem o zat (asm) öyle bir Sultan’ın haberlerini doğru olarak söylüyor ki: O Sultan’ın memleketinde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. Arz olan o pervane ise bir lamba etrafında pervaz eder. Güneş olan o lamba ise o Sultan’ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, yüz binler misbahları içinde bir lambasıdır.

Hem öyle bir acayip âlemden hakiki olarak bahseder, öyle bir inkılabdan haber verir ki binler küre-i arz bomba olsa patlasalar o kadar acib olmaz. Bak onun lisanından اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ۞ اِذَا السَّمَٓاءُ انْفَطَرَتْ ۞ اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri işit…

Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber verir ki şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber verir ki bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten, bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gibidir.

Onuncu Reşha: Evet, böyle acib ve muamma-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında elbette ve elbette böyle acayip bizi bekliyor. Böyle acayibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciz-nüma bir zat (asm) lâzımdır. Bu zatın (asm) gidişatından görünüyor ki o görüyor, sonra gördüğünü söylüyor.

Hem bizi ve bu dünyamızı halk eden ve bizi nimetleriyle perverde eden şu semavat ve arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir? Pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem daha bunlar gibi pek çok merak-âver, lüzumlu hakaiki ders veren bu zata (asm) karşı her şeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup kör olmuşlar belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar ve hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

On Birinci Reşha: İşte şu zat (asm) vahdaniyetin, hakkaniyet derecesinde hak bir bürhan-ı nâtıkı ve bir delil-i sadıkı olduğu gibi; haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kātı’ı ve bir delil-i sâtııdır.

Evet, nasıl ki o zat (asm) hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de duasıyla, niyazıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.

İşte bak o zat (asm) öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki güya bu cezire belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak hem öyle bir cemaat-i uzmada niyaz ediyor ki güya benî-Âdem’in, Âdem’den asrımıza ve kıyamete kadar bütün nurani kâmil insanlar ona ittiba ediyorlar, iktida ediyorlar, duasına âmin diyorlar.

Bak hem öyle bir hâcet-i âmme için dua ediyor ki değil ehl-i arz belki ehl-i semavat belki bütün mevcudat, niyazına “Evet, yâ Rabbenâ ver, biz de istiyoruz.” diyorlar.

Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane dua ediyor ki bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki insanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilîne sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan kurtarıp a’lâ-yı illiyyîne, kıymete, bekaya, ulvi vazifeye çıkarıyor.

Bak hem öyle yüksek bir fîzar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki güya bütün mevcudata, semavat ve arşa işittirip onları vecde getirip duasına “Âmin, Allahümme âmin!” dedirtiyor.

Bak hem öyle Semî’, Kerîm bir Kadîr’den hem öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hâcetini istiyor ki bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hâcetini, en hafî bir niyazını işitir, görür, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini, velev lisan-ı hal ile bile olsa verir. Hem öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki bu terbiye ve tedbir, öyle Semî’ ve Basîr’e ve öyle Kerîm ve Rahîm’e has olduğunda şüphe bırakmaz.

On İkinci Reşha: Acaba bütün benî-Âdem’i arkasına alıp, arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman Fahr-i kâinat (asm) ne istiyor? Bak, saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, cennet istiyor… Bu meraya-yı mevcudatta cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi, şu zatın (asm) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti. Nasıl ki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi.

Acaba ehl-i akıl ve ehl-i tahkike لَيْسَ فِى الْاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dedirten şu meşhud intizam-ı faik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü sanat ve misilsiz cemal-i rububiyet hiç böyle bir çirkinliği ve böyle bir merhametsizliği ve böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki en cüz’î bir mahlukundan, en ehemmiyetsiz arzuları ve sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin; en ehemmiyetli mahlukundan, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ! Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

On Üçüncü Reşha: Gel arkadaş şimdilik kâfi, geri gidelim. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak o zatın garaib-i icraatının, acayib-i vezaifinin yüzde birisini tamamen ihata edemeyiz ve temaşasından doyamayız.

Şimdi gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bak. Nasıl o asırlar, o Şems-i Hidayet’ten aldıkları feyizle çiçek açmışlar. Ebu Hanife, Şafiî, Ebu Yezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî, Şeyh-i Geylanî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Gazalî, Ebu’l-Hasan-ı Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveleri veriyor.

Meşhudatımızın tafsilatını başka vakte ta’lik edip o zata bir salavat getirmeliyiz.

عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكٖيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهٖ ٠ عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَ الْاِنْجٖيلُ وَ الزَّبُورُ ٠ وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ الْاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ الْاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ ٠ وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ ٠ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ سَلَامٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهٖ ٠ عَلٰى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهٖ مِأٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهٖ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّٰهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الذِّئْبَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ وَ الشَّجَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ ٠ سَيِّدِنَا وَ شَفٖيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ سَلَامٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فٖى كُلِّ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فٖى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَ اغْفِرْلَنَا وَ ارْحَمْنَا يَا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلَاةٍ مِنْهَا اٰمٖينَ

On Dördüncü Reşha: Şuâat-ı Marifeti’n-Nebi namında Türkçe bir risalede delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) beyan etmişim. Hem onda, Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazını icmalen zikretmişim. Yine Lemaat namında Türkçe bir risalede, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu beyan edip kırk vücuh-u i’cazına işaret etmişim. O kırk vecihten yalnız nazmındaki belâgatı, İşaratü’l-İ’caz namında bir tefsir-i Arabîde, yüz yirmi sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.

Birinci bürhan-ı tevhidin müfessiri, ikinci bürhan-ı nâtıkın musaddıkı olan üçüncü bürhanımız, Kur’an-ı Hakîm’dir.

Geçmiş derslerden anlarsın ki Rabb’imizden gelen ve Rabb’imizi bize tarif eden Kur’an: Şu kitab-ı kebir-i kâinatın tercüme-i ezeliyesi, şu sahaif-i arz ve semada müstetir künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, şu sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı, şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi, şu avâlim-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi ve âlem-i uhreviyenin haritası, zat ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kātı’ı, tercüman-ı sâtıı; şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşidi, hâdîsi.

İnsana hem bir kitab-ı hikmet hem bir kitab-ı şeriat hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet hem bir kitab-ı emir ve davet hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı fikir gibi insanın bütün hâcat-ı maneviyesine karşı birer kitap hem bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin her birinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddestir.

Tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki Kur’an kitab-ı zikir, kitab-ı dua, kitab-ı davet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki eblağdır. Zira zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile tekiddir. Hem herkes, her vakit bütün Kur’an’ı okumaya muktedir olamaz veya muvaffak olmaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için mühim makasıd-ı Kur’aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek her bir sure, birer küçük Kur’an hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için Kıssa-i Musa (as) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismanî ihtiyacat gibi manevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes ona muhtaç olur. Cisme hava, ruha hû gibi. Bazısına her saat, Bismillah gibi ve hâkeza… Demek tekrar-ı âyât, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş. O ihtiyaca işaret etmek hem ihtiyacı uyandırıp teşvik etmek hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için Kur’an’da bazı kıssalar tekerrür ediyor.

Hem Kur’an müessistir, bir din-i mübinin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyet’in temelleridir ve içtimaat-ı beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakatın mükerrer suallerine cevaptır. Müessise tesbit için tekrar lâzımdır. Tekid için terdad lâzımdır. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.

Hem öyle mesail-i azîmeden ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki umumun kalplerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber sureten tekrardır. Fakat manen her bir âyette, her bir kıssada çok maânî, çok fevaid, çok vücuh, çok tabakat vardır. Her bir makamda ayrı ayrı mana ve fayda ve maksat için zikrediliyor. Kur’an’ın mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise irşadî bir lem’a-i i’cazdır.

Eğer desen: Acaba neden Kur’an-ı Hakîm mevcudattan, felsefenin bahsettiği gibi bahsetmiyor? Bazı mesaili mücmel, mübhem bırakıyor. Bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane ve zahiranede söylüyor?

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış. Geçmiş derslerden anladın ki Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahseder. Tâ zat ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin, yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlatıp tâ Hâlık’ı tanıttırsın. Demek Kur’an mevcudata, kendileri için değil; mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata, mevcudat için bakıyor. Hem havassa ve ehl-i fenne hitap ediyor. Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor, delil zahir olmak ve nazar-ı umumîde çabuk anlaşılmak gerektir.

Hem mademki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitap ediyor. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. İrşad ister ki lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin; dakik şeyleri, temsil ile takrib etsin. Mağlatalara düşürmemek için nazar-ı zahirîlerinde bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmesin.

Mesela güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira güneşten, güneş için ve mahiyeti için bahsetmiyor; belki bir nevi intizamın zembereği ve merkezi ve intizam ve nizam ise Sâni’in âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet تَجْرِى الشَّمْسُ der. Yani “Güneş döner.” Bu döner tabiri ile kış ve yazın, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder. Bu dönmek hakikati ne olursa olsun maksud olan; mensuc, meşhud intizama tesir etmez.

Hem وَجَعَلْنَا (الشَّمْسَ) سِرَاجًا der. Şu tabir ile bu âlemin bir kasır suretinde olduğunu; içinde olan eşyanın, insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifham eder.

Şimdi bak! Şu sersem, geveze felsefe ne der? Diyor ki: “Güneş, bir kütle-i azîme-i mayia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürür. Cesameti bu kadardır. Mahiyeti böyledir, şöyledir.” der. Ruha, muvahhiş bir dehşetten ve bir hayretten başka bir kemal-i ilmî vermiyor. Güneşin en mühim olan vazifesinden, en büyük, en güzel, en tatlı bir hakikat-i ilmiyeyi ruha veren bahs-i Kur’an gibi bahsetmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anla. Onun şaşaa-i surîsine aldanıp Kur’an’ın gayet âlî ve fehme gayet karib olan beyan-ı mu’ciz-nümasına karşı hürmetsizlik etme.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

(Hâşiye[2])

Ey birader! Düşman hariçte olsa insan silahsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve gizlense o vakit o düşmana karşı silahlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek hem pek ciddi sebat etmek lâzımdır. Tâ ki hayat-ı ebediyesini hafî darbelerden kurtarabilsin.

Ey kardeş! Zırh ve silah, namaz ve takvadır. Kur’an’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldatmasın.

Şu zamanın gafil sarhoşları içinde, seni terk-i şeaire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki:

Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil. Zira benim arkamda tâ kulağımın dibine kadar yakınlaşan ecel arslanı beni tehdit ediyor. Ve önümde bir darağacı dikilmiş ki gece gündüzün dönmesinden –zeval ve firak ağacı tesmiye edilen bu firak-ı elîm– benimle bütün sevdiklerimi asıp mahvetmektedir. Ve sağ tarafımda, ciğerlerime kadar işleyen bir acz yarası var. Nihayetsiz zaaf ve aczimle, nihayetsiz düşman ve mehalikin hücumuna maruzum. Sol tarafımda, kalbimin içine kadar girmiş bir fakr yarası var. Nihayetsiz fakr ve iflasa ve nihayetsiz hâcat ve âmâle müptelayım. En zelil hayvandan daha âciz, daha zayıf iken dünya kadar metalibe ve makasıda muhtacım. Bunlarla beraber, öyle bir yolcuyum ki önümde ebedü’l-âbâda giden uzun bir yol var. Bu uzun yolda birinci menzilim dünya, ikinci menzilim kabirdir. Bu yolda zâd ister, ziya ister.

İşte mukaddes Kur’an, bana bu dehşetleri izale ediyor. Helâkete, âlâma açılan bu beş kapıyı; saadete, rahmete açılacak beş kapıya tebdil edecek iki tılsım-ı imanîyi ve iki ilac-ı İslâmîyi ve bir nur-u Kur’anîyi Kur’an bize vermiştir.

O tılsım-ı imanînin biri, o müthiş ecel arslanını musahhar bir ata döndürür ve üzerine bizi bindirir. Ve bizi zindan-ı dünyadan kurtarır, huzur-u Rahman’a götürür, cennet-i bâkiyeye koydurur.

İkinci olan tılsım-ı imanî ile o darağacını yani zeval ve firakın ellerini tutup tazelenen güzel manzaralar üstünde yapılmış bir salıncak hükmüne getirir. Yani nehr-i zaman ve bahr-i dünyada tazelenen elvah-ı sanat-ı Rabbaniyeyi seyretmek için bir merkeb-i seyir ve tenezzüh olur.

Kur’an-ı Hakîm’in bir ilacıyla o acz yarası, tevekkül gülüne ve teslim çiçeğine döner. Bütün ağırlıklarımı, beni kaldıran tevekkül sefinesine koyup aczin iz’acatından beni kurtarıyor. “Emr-i kün feyekûn”e mâlik olan bir Sultan-ı cihan’a, acz tezkeresiyle istinad eden bir insana, ne gibi bir şey ağır olabilir?

Kur’an-ı Kerîm’in ikinci ilacı, fakr yarasını, vesile-i rızık ve rahmet-i bînihayeye ve iştiha-i lezzet-i nimet-i bîgayeye tebdil ve tashih eder.

Evet, nihayetsiz semerat-ı rahmete aç olan ruh ve letaif-i beşer, o nihayetsiz semerat-ı rahmete fakr ve ihtiyacını hissettikçe, lezzet-i saadeti tezayüd eder. Böyle fakire, fakir namı ağır gelebilir fakat اَلْفَقْرُ فَخْرٖى bu sırra işaret eder.

Hem Kur’an-ı Kerîm’in verdiği zâd ve takva ile ve nur-u hidayetle, zulümat-ı berzah ve ehval-i haşir âsân olur. Ve o vesika-i Kur’aniye ile insan, bin senelik bir yolu bir günde kat’ eder.

Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve kātıu’t-tarîklik yapmak için zîhayatın hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin.

Yoksa ey sersem! Sus, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın dediğini dinle.

Evet bu beş emir, beş âyât-ı uzmadır. Ra’d gibi müthiş sadâlarıyla فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ âyetini okuyorlar ve وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ âyetinin hakikatine hükmediyorlar.

İşte bu sadâlara karşı vesvese-i medeniyet olan senin medeniyetçi sözlerin, sivrisineğin vızıltısı kadar da olmuyor. Öyle ise ihtiyarıyla Kur’an’ın tılsım ve ilaçlarını terk edip senin ile dalalet yoluna gidecek ancak senin gibi bir sarhoş lâzım ki ya heves-i nefsî veya hırs-ı şöhret veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya derd-i maişet veya kin ve intikam veya gurur gibi bir müskiratla o derece sarhoş olmalı ki her şeye kendini muktedir ve mâlik bilsin ve her şey benimdir desin ve kendini lâyemut tahayyül etsin.

Hem sen “Ben de Frenk gibi olacağım.” diyemezsin ve Frenk gibi olamazsın. Çünkü bir Frenk, Muhammed (asm) Hazretlerini kabul etmezse de İsa ve Musa aleyhimesselâmı veya sair enbiyaların birini bir derece her nasılsa kabul eder. Sen ise Nebi-yi âhir zaman (aleyhissalâtü vesselâm) Hazretlerinin zincirinden çıktığın ve derslerini terk ettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacak. Ve senin ruhunda hiçbir kemalât ve ahlâk-ı âliyeye yer kalmayacak. Meğer insaniyetini söndürüp zaman-ı hal ile mukayyed sırf bir hayvan olabilesin.

Halbuki insan; müstakbelin korkusuna, mazinin hüznüne giriftardır. Bu ikisi insanı pek ciddi düşündürür. İnsanın başını mütemadiyen döver. İnsanı bu havf ve hüzünden kurtaracak ancak bir tek mededkâr var, o da Kur’an-ı Azîmüşşan’dır ki ilan eder: اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ der, beşaret verir.

Bu kısım, ehl-i dalaletin sahife-i zulmaniyesini tasvir eden levhadır

Beni dünyaya çağırma

Ona geldim fena buldum

Demâ gaflet hicab oldu

Ve nur-u Hak nihan gördüm

Bütün eşya-i mevcudat

Birer fâni muzır gördüm

Vücud desen onu giydim

Âh ademdi çok bela gördüm

Hayat desen onu tattım

Azap-ender azap gördüm

Akıl ayn-ı ikab oldu

Bekayı bir bela gördüm

Ömür ayn-ı heva oldu

Kemal ayn-ı heba gördüm

Amel ayn-ı riya oldu

Emel ayn-ı elem gördüm

Visal, nefs-i zeval oldu

Devayı ayn-ı dâ’ gördüm

Bu envar, zulümat oldu

Bu ahyayı mevat gördüm

Bu savtlar, na’y-ı mevt oldu

Bu ahbabı yetim gördüm

Ulûm, evhama kalboldu

Hikemde bin sekam gördüm

Lezzet, ayn-ı elem oldu

Vücudda bin adem gördüm

Habib desen onu buldum

Âh! Firakta çok elem gördüm

Bu sahife, ehl-i hidayetin sahife-i nuraniyesini tasvir eden levhadır

Demâ gaflet zeval buldu

Ve nur-u Hak ayân gördüm

Vücud, bürhan-ı Zat oldu

Hayat, mir’at-ı Hak’tır gör

Akıl, miftah-ı kenz oldu

Fena, bab-ı bekadır gör

Kemalin lem’ası söndü

Fakat Şems-i Cemal var gör

Zeval, ayn-ı visal oldu

Elem, ayn-ı lezzettir gör

Ömür nefs-i amel oldu

Ebed ayn-ı ömürdür gör

Zalâm, zarf-ı ziya oldu

Bu mevtte, hakk-ı hayat var gör

Bütün eşya, enis oldu

Bütün asvat, zikirdir gör

Bütün zerrat u mevcudat

Birer zâkir müsebbih gör

Fakrı, kenz-i gına buldum

Aczde tam kuvvet var gör

Eğer Allah’ı buldun ise

Bütün eşya senindir gör

Eğer Mâlik’e memlûk isen

Bütün mülkü senindir gör

Eğer kendine mâlik isen

Bilâ-addin beladır gör

Bilâ-haddin azaptır tat

Bilâ-gayet ağırdır gör

Zâilim, zâil olanı istemem

Fâniyim, fâni olanı istemem

Âfilim, âfil olanı istemem

Âcizim, âciz olanı istemem

Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem

İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim

Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim

Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı birden isterim

Maraz-ı Vesveseye Müptela Olanlara Derstir

Ey maraz-ı vesvese ile müptela! Bilir misin vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder. Korkmasan hafif olur, hafî kalır. Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider. Öyle ise bu marazın devasından beş vechini beyan edeceğim. Belki sana da şifa olur. Zira cehil onu davet eder, ilim onu tard eder.

Birinci Vecih: Şeytan, şüpheyi kalbe atar. Eğer kalp kabul etmezse o şüpheden şetme döner. Hayale karşı, şetme benzer bazı hatıraları ve bazı münafî-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe eyvah dedirtir, yeise düşürttürür. Vesveseli adam zanneder ki kalbi Rabb’isine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.

Ey bîçare, telaş etme! Çünkü o, şetim değil belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi tahayyül-ü şetim dahi şetim değildir. Zira şetim, hükümdür. Tahayyül, hüküm değildir. Hem onunla beraber o sözler, senin kalbin sözleri değil. Çünkü kalbin o sözlerden müteessir ve müteessiftir. Belki o sözler, kalbe yakın olan lümme-i şeytaniyeden gelen sözlerdir. Bunun zararı, yalnız tevehhüm-ü zararla mütezarrır olmaktır. Çünkü tahayyülü, hakikat tevehhüm eder. Şeytanın işini kalbine mal eder. Zarar diye anlar, zarara düşer. Şeytanın dahi istediği odur.

İkinci Vecih budur ki: Manalar kalpten çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler. Suretleri, hayalde giyerler. Hayal ise her vakit bir sebep tahtında bir nevi suretleri dokur. Ehemmiyet verdiği şeylerin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse ona giydirir. Ya takar ya bulaştırır ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur fakat temas vardır. Vesveseli adam teması telebbüsle iltibas eder “Eyvah!” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu hısset-i nefis beni matrud eder.”

Bu yaranın merhemi ise ey bîçare! Bak, nasıl ki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnın bâtınındaki necaset tesir etmez. Öyle de maânî-i mukaddesenin suver-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.

Mesela sen, âyât-ı İlahiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz veya bir iştiha veya bevl gibi müheyyic bir hal şiddetle senin hissine dokunur. Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hâcet levazımatını görecek ve onlara münasip süflî suretleri nescedecek. O süflî suretlerin ortalarından geçecek olan maânî-i mukaddeseye ne televvüsü var, ne zararı var, ne hatarı var ve ne de beis var. Yalnız hata, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.

Üçüncü Vecih: Eşya mabeynlerinde bazı münasebat-ı hafiye bulunur. Hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur veya senin hayalin o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış olur. Bu sırrın münasebatındandır ki bazen bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir.

Fenn-i beyanda beyan olunduğu gibi: “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” Yani iki zıddın suretlerinin cem’ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle olan tahattura, tedai-i efkâr tabir edilir. Mesela sen namazda, münâcatta, Kâbe karşısında, huzur-u Rab’de iken şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevk eder. Sen intibaha geldiğin anda dön. “Aman ne kusur ettim!” deyip tetkikle meşgul olup durma! Tâ zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira sen teessür gösterdikçe ve ehemmiyet verdikçe o tahattur, bir melekeye döner; bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değildir. Şu nevi tahattur ise galiben ihtiyarsızdır. Hassas asabîlerde daha galiptir.

Şu yaranın merhemi ise nasıl ki şeytan ile melek-i ilhamın kalp taraflarında mücaveretleri ve füccar ile ebrarın karabetleri ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de tedai-i efkâr sâikasıyla istemediğin sevimsiz, pis hayalatın nezih efkârların içine girmesi zarar vermez. Meğer kasden ola veya zarar zannıyla onunla meşgul olasın.

Dördüncü Vecih: Amelin en iyi suretini taharriden neş’et eden bir vesvesedir ki takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ öyle bir dereceye varır ki o amelin daha evlâsını ararken harama girer. Bazen bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettirir. Bu gibi vesvese Ehl-i İtizal’e lâyıktır. Çünkü onlar derler ki: “Eşyanın zatında hüsnü var. Sonradan, o hüsne binaen emredilmiş. Eğer kubhu varsa sonradan o kubha binaen nehyedilmiş.”

Demek, eşyada hüsün ve kubuh zatîdir. Emir ve nehy-i İlahî ona tabidir. Bu mezhebe göre insana, her işlediği amelde bir vesvese gelebilir. “Acaba amelim, nefsü’l-emirdeki güzel suretle yapılmış mıdır?” diyebilir.

Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat derler ki: “Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Demek hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına bakar. Mesela sen, namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep nefsü’l-emirde varmış. Lâkin sen, ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir hem hasendir. Hakikatte senden kabul edilir, çünkü mazursun.

Öyle ise zahiren şeriata muvafık işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe girme. Mademki dinde harec yoktur, mademki dört mezhep haktır; öyle ise istiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amele müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmekten ise kusurunu görse istiğfar etse daha evlâdır.

Sen vesveseyi at. Şeytana de ki: “Şu hal, harecdir. Yüsr-ü dine münafîdir. Hakikat-i hale muttali olmak güçtür. En ekall bu amelim, bir mezheb-i hakka muvafıktır. Ben lâyık-ı vechile eda-yı ibadette aczimi itiraf ederek istiğfar ile tazarru ile merhamet-i İlahîye dehalet ediyorum. Aczim, kusurumun af olunması ve kāsır amelimin kabul olunması için bir vesilem olur.” de.

Beşinci Vecih: Şüphe suretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli, bazı tahayyülî hâlâtı, taakkulî hâlât ile iltibas eder. Hayale gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm edip itikadına halel gelmiş zanneder. Bazen tevehhüm ettiği şüpheyi, şek zanneder. Bazen tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî zanneder. Bazen bir emr-i küfrîde tefekkürü, hilaf-ı iman zanneder. “Eyvah! Kalbim bozulmuş.” der.

Halbuki tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, iz’an-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür; şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar peyda etseler bazen bir nevi şüphe-i hakiki onlarda tevellüd eder.

Şu nevi vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zatî ile imkân-ı zihnîyi iltibas eder. Yani bir şey zatında mümkün ise onu zihnen, ilmen mümkün ve meşkuk olduğunu tevehhüm eder. Halbuki imkân-ı zatî yakîn-i ilmîye ve zaruret-i zihnîye münafî değildir. Mesela, bu dakikada –zatında– Karadeniz’in yere batması mümkündür, muhtemeldir. Halbuki yakînen yerinde olduğunu hükmediyoruz. O ihtimal ve o imkân-ı zatî bize bir şek vermez.

Mesela, güneş mümkündür ki bugün gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki bu imkân ve bu ihtimal, ilm-i yakînimize zarar vermez. Demek, bazı hakaik-i imaniyede yani hayat-ı dünyeviyenin gurûbu ve hayat-ı uhreviyenin tulûu gibi imkân-ı zatî cihetinde gelen evham, yakîn-i imanîye zarar vermez.

Bütün bunlarla beraber asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharriye dâîdir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, tehavünü def’eder. O şart ile ki ifrata varmasın, galebe çalmasın.

On Üçüncü Lem’a’nın On İkinci İşaret’inden Dördüncü Sual

Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidayete galebeleri gösteriyor ki onlar bir hakikate ve bir kuvvete istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette zaaf var veya onlarda bir kuvvet var?

Elcevap: Hâşâ! Ne onlarda hakikat var ne de ehl-i hakikatte zaaf var. Fakat maatteessüf kāsıru’n-nazar, muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor. Çünkü diyorlar: Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsaydı bu derece mağlubiyet ve zillet olmamak lâzımdı. Çünkü hakikat kuvvetlidir. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلٰى عَلَيْهِ olan kaide-i esasiye ile kuvvet haktadır. Eğer ehl-i hakka mukabil galibane gelen ehl-i dalaletin, hakiki bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı onlarda bu derece galibiyet ve muvaffakıyet olmaması lâzım gelecekti?

Elcevap: Ehl-i hakkın mağlubiyeti kuvvetsizlikten ve hakikatsizlikten gelmediği, sâbık işaretlerde kat’î ispat edildiği gibi; ehl-i dalaletin galebesi de kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad bulduklarından gelmediği, yine o işaretlerde kat’î ispat edildiğinden bu sualin cevabı, sâbık işaretlerin heyet-i mecmuasıdır. Yalnız burada desiselerinde istimal ettikleri bir kısım silahlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Bu zamanda bazen yüzde on ehl-i fesat, yüzde doksan ehl-i salahati mağlup ediyor. Hayretle merak ettim, tetkik ederek kat’iyen anladım ki:

O galebe, kuvvetten ve kudretten gelmiyor belki ifsaddan ve alçaklıktan ve tahripten ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmelerinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zayıf damarlarını tutmaktan ve fesadı aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyelerini ve ağraz-ı şahsiyelerini tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidatları işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkesin korkmasından ileri geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler.

Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقٖينَ sırrıyla اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلٰى عَلَيْهِ düsturuyla onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinde onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, cehennemi kendilerine ve cenneti ehl-i hakka kazandırmalarına sebeptir.

İşte dalalette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları için ve hodfüruş ve şöhret-perest, riyakâr insanların az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Tâ görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan belki terk ve ataletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlardan bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ o telvis edenden lanetle de bahsedilmiş de şöhret-perestlik damarı kendisine bu lanetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı mesel olmuş.

On Üçüncü Lem’a’nın On Üçüncü İşaret’inin Üçüncü Nokta’sından

Şeytan, bu desisesine benzer diğer bir desise ile insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor. Hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-i muhakemesini bozuyor ve istikamet-i fikrini ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delail-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir iki şahidin hükmü, yüzler nâfîlere racih oluyor. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray var. O sarayın yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapının açılmasıyla o saraya girilebilir. Öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa bir iki tanesi kapalı olsa o saraya girilemez diye söylenemez.

İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilmez. Şeytan ise bazı esbaba binaen ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan ıskat ediyor. “İşte bu saraya girilmez belki bu saray değildir, içinde bir şey yoktur.” der kandırır.

İşte ey şeytanın desiselerine müptela olan bîçare insan! Hayat-ı diniyenin ve hayat-ı şahsiyenin ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalp istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve sünnet-i seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’an’ı ve sünnet-i seniyeyi rehber yap ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ de, Cenab-ı Hakk’a iltica et!..

Nur’un bir kahramanı Mehmed Kaya’nın Risale-i Nur hakkında bir takrizidir

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok şefkatli, pek kerîm, hayatımdan çok aziz Üstadım Efendim Hazretleri!

Müptedi ve pek acemi bir çocuğun, üstadından aldığı dersi tekrarı misillü, cehl-i mürekkeb içerisinde pûyan olan şu âciz talebenize Risale-i Nur’un feyz-i nâmütenahîsinden süzülen iksir-i hayat, ruh ve kalbimi, akıl ve idrak ve şuurumu, hissiyat-ı sefihenin istilasından vikaye ederek, en mübarek bir mürşid-i a’zam gibi himmet-i nâmütenahîsiyle, en mühim bir kuvve-i dâfia olarak, vücud mülkünden nefs-i emmare ve heva şerlerini def’ ve tard ederek, aşılmaz ve yıkılmaz bir sedd-i Kur’anî ve bir sedd-i imanî tesis ediyor.

Risale-i Nur, nebatatın hattâ cemadatın dahi lisan-ı halleriyle olan tesbihatını, kâinatın medar-ı mefhareti olan lisan-ı Âdem’le beyan ederek Hâlık-ı kâinat’a takdim etmesinden –Risale-i Nur– bütün mahlukat ve bütün zîruh ile de yakînen alâkadar ve münasebettardır.

Bu kadar ihatalı, câmi’, manidar bir hayat-ı nâmütenahînin feyyaz nurlarıyla kâinatlar ışıklanırken, zulümatlar dağılırken, asırlar yıkanırken, gözleri felsefe bataklığının çamurlarıyla kapalı, kalpleri mühürlü, beşer çehreli mütemerridlerin كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ sırrının mazharı o zavallı dâllîn güruhunun hakaik-i Kur’aniyeye karşı kör, sağır, gafil olarak Hâlık-ı kâinat’a isyanları, hiç şüphesiz kâinatı emsalsiz bir gazapla gazaplandırıyor تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ sırrıyla cehennemi çileden çıkarıyor; mevcudata, lisan-ı haliyle “Yaşasın azab-ı cehennem!” dedirtiyor.

Risale-i Nur bütün mizanlarıyla ve riyazî kat’iyetiyle, her türlü hakaiki tam ispat etmesiyle; maddî ilim ve firavunane düşüncelerin neticesi ruhları zifiri karanlıkta olan bu zümrelerin mes’uliyetleri, geçen asırlardaki mütemerrid küfre nisbetle daha katmerli bir surette eşedd bir azaba inkılab edeceği sarahatle tezahür ediyor. Zira bu dehşetli asrın zındıkları, itiraz veya inkâr ettikleri hakaikin riyazî kat’iyetini, iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle, Risale-i Nur’da bizzat müşahede ettiklerinden ve onlar daha dünyada iken teslime mecbur olduklarından, sırf bir küfr-i inadî ile küfrü iltizam etmelerinden iblise tabi bu bedbaht iblis hizmetçilerinin azabını, küfürleri gibi eşedd-i azaba lâyık kılmaktadır.

Risale-i Nur; tebşiratıyla, ihbar-ı gaybîleriyle, geçmiş asırların sakinlerinin nazarlarını gıpta ve tahsin ile asrımıza baktırmaktadır. Veraset-i Nebevî yoluyla pek ulviyeti haiz ve ümmetin en mübecceli olan ve birinci safını teşkil eden ashab-ı kiramın, hususuyla Hazret-i Ali’nin (ra) keramet-i Aleviyeleri ve daha sonra muhakkikînin ve asfiyanın serfirazı Hazret-i Gavs’ın (ks) keramet-i Gavsiyeleriyle ve Necmeddin-i Kübra ve Muhyiddin-i Arabî (ks) gibi kümmelînin kendilerinden sonraki asırlara ait işaretlerinin emsalsiz sarahatleriyle, ziyanın güneşi ve hararetin ateşi göstermesi gibi Risale-i Nur’dan en kat’î ve en sarîh ve en ziyadar bir surette tebşiratlarıyla ve ihbarat-ı gaybiyeleriyle beyanları; ihsanat-ı İlahiyenin emsalsiz hamd ü senaya lâyık bir ikramıdır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Risale-i Nur; malûm Sözleriyle ve bütün eczalarıyla cadde-i kübra-yı Kur’aniyeyi göstermesi itibarıyla, kemalin hadd-i kusvasına îsale vesile olduğu gibi; mâyesi harc-ı Kur’anî ile müzeyyen, müsenna, muazzam, muhteşem olan Risale-i Nur’a lâkaytlık etmek, temerrüd ve inkârda bulunmak, insanı a’lâ-yı illiyyînin mukabili olan esfel-i safilîne düşürür.

Üstadım Efendim Hazretleri! Kāsır fehmim, nâkıs ifadem, çok mahdud ihatamla; iman ve irfan ağacının en son ve en nefis meyvesi Risale-i Nur’un teşrihi ve izahını ben yapamıyorum. Zaten onu tam hakikatiyle sekene-i arzın hiçbiri ve hiçbir unsuru, mükemmel yapamaz. O semavî ilham mecmuasının tarifi ve teşrihi ve izahı; kendisinin kendisine has, mümtaz ve serâpa sehl-i mümteni olan selasetli, haşmetli, ziyadar, münakkaş, müzeyyen olan ifade ve beyanlarında nümayan ve orada ziya-bahş ve nur-efşandır.

Ey Risale-i Nur, ey mu’cize-i Kur’an!

Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman

Işıklandı kalpler, doldu nurunla cihan

Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’an

Ey Risale-i Nur, ey dertlilere derman

Yangın gönüllere âb-ı kevser sen oldun

Âşık bîçarelere vird-i seher sen oldun

Gönüllere takılı inci cevher sen oldun

Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman

Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’an

Yanık gönüllere sanki zemzem pınarı

Cennet-misal ortası, bağ-ı Firdevs kenarı

Ruşen âlem, nurunla ey hidayet serdarı

Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman

Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’an

***

Çok müşfik, çok kerîm Üstadım Efendim!

Huzur-u Hazretinizde, manen rahle-i tedrisinizde, irfanınıza müştak, feyzinizle serap şu fakir, şu âciz talebenizin, Nur’un derslerinden aldığı intibah ile hakaik-i Kur’aniyenin i’cazkâr ve nâmütenahî ulvi hakikatlerinden ve mübarek feyzinizin tereşşuhatı olarak şöyle bir hakikat kalbime geldi:

Kur’an-ı Azîmüşşan’dan dersimi okurken Sure-i Lokman’daki وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ âyetini kıraat ederken –gayr-ı ihtiyarî– kalbim, ruhum, aklım bu kudsî kelâmın pek derin, pek ulvi manasına saplandı. Başta asr-ı pâk-i Muhammedî (asm) olduğu halde bütün asırlarla konuşan bu âyet-i kerîme, asrımıza da elbette bakmaktadır. Hususuyla bu âyet-i celilenin asrımızdaki tam mâsadakı olacak bir manevî zata şifreli mükâlemesi ve hitabı var diyerek şiddetli bir ihtarın sâikiyle baktım.

O kudsî cümle-i Kur’aniye ki فَقَدِ اسْتَمْسَكَ nazm-ı celiline kadar, Risale-i Nur müellifinin doğduğu tarihe veya Risale-i Nur’un mukaddimatını tahsiline başladığı tarihe, makam-ı cifrîsiyle parmak basmaktadır. وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُٓ اِلَى اللّٰهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ (1292) ediyor. ى harfi iki defa sayılırsa (1302) ediyor.

Dört و 24, dört م 160, iki ن 100, bir ى 10, dört س 240, dört ل 120, bir ج 3, dört ه 20, üç elif 3, bir ح 8, bir ف 80, bir ق 100, bir د 4, bir ك 20, bir ت 400. Yekûn 1292 ederek müellifin doğum tarihini göstermektedir.

ى iki defa sayıldığı takdirde (1302) tarihi eder ki bu tarih, Risale-i Nur müellifinin tahsile yani Nur’un basamaklarına başladığı zamanı gösteriyor. İleride Kur’an’a yapılacak taarruzlarda Nur şakirdleri Kur’an’ın emsalsiz elmas kılıncı Risale-i Nur ile yapılacak mücahedede, müellifin küfrü te’dib için lüzumlu Kur’anî cephane ve teçhizatı taallüm ve iddihar ile meşgul bulundukları tarihe parmak basıyor.

بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى nazm-ı celili pek latîf bir tevafuk eseri olarak makam-ı cifrîsi (1347) ederek, tam tamına Risale-i Nur müellifinin beyne’l-avam ve beyne’l-İslâm en çok kullanılan ism-i mübareği olan Üstad Bedîüzzaman ismine parmak bastığından وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ nazm-ı celili ile her şeyi câmi’ olan Kur’an-ı Azîmü’l-Beyan, elbette ve elbette gerek işarî manasıyla ve gerek hesab-ı cifrîsiyle, Risale-i Nur müellifinin doğum tarihine veya tahsile başladığı tarihe ve isimlerine işaret etmektedir.

Risale-i Nur cüzlerinde, Sure-i Bakara’daki لَٓا اِكْرَاهَ فِى الدّٖينِ…إلى اٰخر âyet-i kerîmesinin hakikatli, hikmetli, muhteşem tefsiri; işarî mana ve hesab-ı cifrîsiyle beyan edildiğinden o hakikatli ve haşmetli tefsirin Risale-i Nur’a ve mübarek müellifine latîf işaretleri arasında بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى nazm-ı celil-i Sübhanîsi, cifirce (1347) rakamını göstererek, “Üstad Bedîüzzaman” ismine cifren tevafuku gösteriyor ki: Bu âyetin Sure-i Lokman’daki âyetle münasebeti ve iki yerde bu hakikatin tekrarı, Risale-i Nur’a çok kuvvetli bir işaret ve îma teşkil etmektedir.

Risale-i Nur kendi şakirdleriyle kopmaz bir zincir, bir hablü’l-metin vasfına tam lâyık olarak, bu dehşetli asrın savletli bid’alarına karşı emsalsiz bir kahramanlıkla göğüs gererek pişva-yı âlem-i İslâm olmuş ve Kur’an-ı Azîm’in dellâlı sıfatıyla aktar-ı İslâmiyenin her yerinde hattâ küre-i zeminde meşale-i imanı, Kur’an’ın ezelî ve ebedî ışığıyla parlatmış olması, elhak bu vasfa tam lâyık olduğunu nice bürhanlarla teyid etmiş bulunuyor.

Bu kudsî âyetlerin tafsilatlı tefsiri Risale-i Nur Külliyatı’nda beyan edilmiş bulunduğundan, bu yüksek hakaiki ona havale ederek dersime hâtime veriyorum.

Çok mübarek Üstadım efendim! Haddimin milyon kere fevkinde olan bir meselede küçüklüğüme, nihayetsiz aczime, sonsuz fakrıma ve cehlime bakmayarak cüretli hareketimden dolayı bendenizi affediniz. Yalnız şurasını tekraren arz edeyim ki rahle-i tedrisinizde ahz-ı mevki ettim, huzur-u irfanınıza baş koydum.

Ey tabib-i hâzıkım, ey mübarek Üstadım! Beni affediniz. Derece-i kemaldeki şefkatinizden ve ikramınızdan ancak af dilerim. En büyük edep ve hürmetlerimle mübarek ellerinizden öper, mübarek dualarınızı istirham eylerim efendim hazretleri…

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Pek kusurlu, duanıza muhtaç talebeniz

Mehmed

Evvelce bir bayram tebriği olarak arz edilen şu nazmın, mevzu ile alâkasından dolayı buraya derci münasip olur kanaatiyle tekrar takdim edilmiştir.

Burc-u enversin efendim, kale-i İslâm’a sen

Nâil olmuşsun bugün Kur’an ile ikrama sen

Sensin ol dellâl-ı Kur’an, yoluna canlar feda

İltifat-ı Şahımerdan ile sensin mukteda

Vasfını resmetmeye yok tâkatim, gelmez dile

Sen müeyyedsin efendim, ol keramat-ı Gavs ile

Sensin ol Nur nâşiri, feyzin demâdem aşikâr

Oldu mülhidler tahassungâhı, seninle târumar

Kıl keremler bendene kim, çâr u nâçâr söyledim

Sen müceddid-i kâriban hâtemisin seyyidim

Lütfunu bekler gedayım, affedip hüddamını

Aldı feyzinden bu Mehmed, daima ilhamını

Fırka-i naciyeyiz biz, râh-ı tevhid cephemiz

Pişva-yı âlem-i İslâm sensin şüphesiz

Günlerin olsun mübarek, hatırın bulsun safa

İsm-i pâk-i hakkiçün Ahmed-i Muhammed Mustafa (asm)

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Ankara Üniversitesinde Okunan Bir Konferanstır

Risale-i Nur’un dersiyle ve aziz ve kıymetli Üstadım Bedîüzzaman’ın himmetiyle yazılabilen bu konferans, Risale-i Nur hakkında tatlı ve zevkli bir sohbettir. Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek değildir, buna cesaretim yoktur. Zira ben Risale-i Nur’un en müptedi, en âciz bir talebesiyim. Milletler içinde şöhret kazanmış bir şaheserin değerini anlatmaya kültürüm kifayetsizdir. Bu büyük şeref Risale-i Nur’un münevver, idrakli ve takdirkâr okuyucularına mahsustur.

Ben, Risale-i Nur’a kavuşuncaya kadar matbuatımızda ve kitaplarımızda, Kur’an-ı Kerîm’in kıymetini anlatan tek bir yazı okumamıştım. Sonradan anladım ki Kur’an-ı Kerîm’i yarım asırdan fazladır, bizde yetişen ediblerden ziyade ecnebi büyükleri takdir ediyorlarmış. Amerika’da Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’an-ı Hakîm yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkiye konuyormuş. Mûcidler, feylesoflar, psikologlar, sosyologlar, pedagoglar Kur’an-ı Kerîm’i esas tutarak yazılmış olan eserleri okuyorlar; o şahsiyetler bu mukaddes kitaptan aldıkları malûmat ile eserler yazarak dünya çapında şöhret kazanıyorlar; insanlığa, milletlerine hizmet ediyorlarmış.

İsveç, Norveç ve Finlandiya’da en büyük ilim adamlarından müteşekkil bir heyet meydana getirmişler, gençlerin kurtuluşunu sağlayacak halâskâr bir kitabı senelerce aramışlar; nihayet gençliği en yüksek ahlâk ile ahlâklandırmak ve dünyada açık fikirli, müstakim ilim adamı yapmak için Kur’an-ı Kerîm’i okutmanın yegâne çare olduğu neticesine varmışlar.

İslâmiyet’i ve Kur’an’ı takdir eden yabancılar çoktur, daha birçok misaller vermek mümkündür.

İşte Müslüman olmayan kimseler, İslâm Kitabı’nın kıymetini takdir edip istifade ederlerse uyanık Müslüman Türk gençliği acaba daha fazla durabilir mi? Kat’â ve aslâ duramaz ve uyuyamaz.

Mabud-u Zîşanımız olan Cenab-ı Hak, gençliğimizin en ulvi ve en kudsî ihtiyaçlarına tam cevap verecek bir ilm-i hakikat hazinesini yirminci asırda da meydana getirmiştir. İşte bu zengin define-i ilmiye, Kur’an-ı Kerîm’in hakiki ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Bu eserler, Kur’an-ı Hakîm’den tereşşuh etmiş ve onun esasları dairesinde yazılmıştır. Eseri telif eden, Bedîüzzaman’dır. Bütün hakiki ilim adamları müttefikan Risale-i Nur’un bu muhteşem müellifinin “Bedîüzzaman” denmeye lâyık bir şahsiyet olduğunu tasdik etmişlerdir. Risale-i Nur eserlerinin millet ve gençliği dalalet ve sapkınlık girdaplarından kurtaracak bir tefsir-i Kur’an olduğunu takdir ve tahsinlerle tasdik etmişlerdir. Böyle olduğu halde, bu kadar büyük bir şaheserin müellifini bugün herkes tam tanımıyor denilebilir.

Evet arkadaşlar, içimizde on beş yirmi senedir komünistler ve din düşmanı cereyanlar çoklukla çalışıyorlarmış. Böyle dâhîlerimizi tanıtmak şöyle dursun, türlü türlü isnadlarla kötülemişler; buna muvaffak olmak için de bütün imkânlardan istifade etmeye çalışmışlar; hakiki ve mücahid ilim adamlarımızı millete fena göstermek için bütün gayretlerini sarf etmişler. Bu feci halin böyle olduğunu, demokrasinin memleketimizde şu yıllarda gelişmeye başlaması sayesinde anlamış bulunuyoruz. Meğer aldanmışız ve aldatılmışız. Şimdiye kadar din adamlarımız hakkında bize yapılan uydurma telkinatları ve yalan yanlış propagandaları, bu hakikatlere vâkıf olduktan sonra kafamızdan çıkarabildik. Menfî intibalarımızı sildik, hakiki münevverlerin istifade ettikleri kudsî kitabımız Kur’an’a sarıldık ve Kur’an-ı Hakîm’in bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’dan Kur’an ve iman hakikatleriyle münevver olmaya başladık.

Evet, Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Gazalî ve Mevlana Celaleddin-i Rumî gibi İslâmiyet’in birer güneşi olan dâhî büyüklerimizin eserlerini ve hakiki kıymetlerini bugünkü gençlik nasıl bilemiyorsa, Bedîüzzaman Said Nursî gibi misilsiz bir müfessir-i Kur’an’ı da tam tanıyamamıştır. Esasen gizli ve aşikâr din düşmanlarının birtakım kasd-ı mahsuslarıyla tanınmasına meydan verilmemiştir. Fakat böyle büyük bir müfessirin ve bir İslâm dâhîsinin bu asırda da mevcud olduğunu şahsî gayretleriyle öğrenenler, Bedîüzzaman’ın tarihî ve cihan-şümul değerini derhal idrak etmekte ve eserlerinden faydalanmak için can atmaktadırlar.

Evet arkadaşlar, kat’î ve kâmil bir kanaatle diyebiliriz ki bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak, onları aklen ve kalben ikna edecek eser ancak Risale-i Nur’dur. Bu hüküm, Nur Risalelerini okuyan münevverlerin kat’î bir hükmüdür. Hem bu kanaatin isabetini, Risale-i Nur’daki ilmî kudret ve orijinallik açıkça göstermektedir.

Arkadaşlar!

Nasıl Kur’an-ı Kerîm’e sarılanların dünya ve âhiretleri mamur olursa onun parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okuyup amel edenler de hakiki saadete erişeceklerdir. Bu imanî eserleri okuyan gençlerin imanı kuvvetlenecek, istikballeri parlayacak; ilim ve irfan sahibi olacaklardır. Hem vatana hem millete hem anne ve babalarına faydalı, yüksek ahlâka sahip gençler olarak temayüz edeceklerdir. Allah’ın hâlis bir kulu, Peygamber’in hakiki bir ümmeti haline gelmek bahtiyarlığına nâil olacaklardır.

Risale-i Nur hakkında bilgi soran arkadaşlarımıza gelince bu hususta bir fikir edinebilmek için hiçbir yerden izahat almaya lüzum yoktur. Siz bu feyyaz eserleri okuyun, bizzat kendi cehd ve şahsî gayretinizle onu anlamaya ve tanımaya çalışın. O ilim ve irfan hazinesine bizzat giriniz. İşte ancak o zaman, arzu ettiğiniz malûmatı hakkıyla elde etmiş olacaksınız.

Evet, Risale-i Nur’u okudukça Kur’an nuru içinize dolacak, o Kur’anî hakikatler aklınızı ve kalbinizi tenvir edecek ve imanınızı inkişaf ettirip kuvvetlendirecektir. Nur Risalelerini okudukça İlahî bir feyiz, ruh ve maneviyat âleminizi kaplayacaktır. Hayatta sizlere büyük bir huzur ve saadetin refahı içinde yaşayabilmenin kapıları açılacaktır. Dünyanın bir âhiret mezraası olduğunu ve bu fâni dünyaya, ebedî bir hayatın kazanılması için geldiğinizi bu eserlerden öğrenecek ve bu iman cihetinden dünyanın cennetten daha zevkli olduğunu hissedeceksiniz. İşte böyle sonsuz ve manevî bir şevk ve aşkla dünyayı, şu geçici hayat için değil; ebedî bir hayatı ve bâki bir saadeti kazanmak için seveceksiniz.

Hem namaz kılmanın ve ibadetin büyük ve kudsî bir zevk olduğunu bir kat daha anlayacaksınız. Namazda Rabb-i Rahîm’imizin, Allah’ımızın huzurunda durmaktan o kadar derin ve İlahî bir zevk duymaya başlayacaksınız ki namazsız geçen günleriniz ızdırap ve sıkıntılarla dolacak, en sevinçli en mesud anlarınızı Allah’a ibadet ve taatte bulacaksınız.

Arkadaşlar!

Risale-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müthiş dalalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyarıyla değil, bir ihsan-ı İlahî olarak yazılmış olan ilhamî bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak, teenni ile ve lügatların manalarını öğrenerek, dikkatle okuyabilseniz geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Hem gayet cevval ve faal bir hale gelirsiniz. O kudsî eserleri günlerce okuyabilmenin İlahî hazzı ile çırpınırsınız. Bu gibi kıymeti ölçüye sığmayan eserlerle meşgul olabilmek için beş dakikayı bile boşa geçirmezsiniz. Ve hem daima cebinizde, çantanızda Nurları taşımak, okumak, daima okumak için zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, Nurları okumak heyecanıyla, Nurları okumak ihtiyacıyla yanacaksınız.

Evet arkadaşlar, Risale-i Nur öyle cazibedar bir eserdir ki Risale-i Nur’la Kur’an’a ve imana hizmet etmenin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri cennete davet etseler böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvi bir saadeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İman cihetiyle ve imanı kurtarmak davasına hizmet etmek gayesiyle, dünyanın bir manevî cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.

Risale-i Nur’a çalışanlar, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki onlarda menfaat-i şahsiye denilen âdi ve bayağı maksatlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur talebelerinde en birinci maksat ve en büyük gaye, rıza-i İlahîdir. Allah’a hadsiz şükürler olsun; Risale-i Nur’a çalışmanın, mukaddes kitabımız Kur’an-ı Azîmüşşan’a hizmet olduğunu öğrenen uyanık ve kıymettar ve fedakâr arkadaşlarımız milyonları geçmiştir. Aklı yerinde olanlar için pek aşikâr olarak görünen bu hakikati hiçbir fert inkâr edememektedir. Allah için bir çalışma olan Risale-i Nur faaliyetlerinde, İlahî bir aşk ve şevkle, kalbî ve ruhî bir sevgiyle gece uykularını dahi feda edenler olmaktadır.

Bakınız! Risale-i Nur’a hizmet eden Nur’un öyle hakiki talebeleri var ki onlardan birisine denilse: “Risale-i Nur yerine şu kitapları istinsah et de Amerikalı milyarder Ford’un servetini sana verelim.” Risale-i Nur’un satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan o bahtiyar talebe şöyle cevap verecektir:

“Dünyayı servetiyle ve saltanatıyla verseniz kabul etmem. Çünkü Cenab-ı Hak, bize Risale-i Nur’un mütalaası ve hizmetiyle tükenmez, bâki bir hazine verecektir. Acaba sizin o dünyevî servetiniz beni mesud edecek midir? Bu şüphelidir. Fakat Rabb’imizin ihsan edeceği bâki servet ile hakiki bir saadete kavuşacağımızda şek ve şüphe yoktur.”

Kıymetli kardeşlerim!

Risale-i Nur’un yüksek değerini anlamakta veya onu işitip tanımakta biraz gecikmiş olan gençler, içleri sızlaya sızlaya şöyle demektedirler: “Şu geç uyanan kıymettar gençliğimi fâni, geçici şeylerle zayi etmeyeceğim. Ancak ve ancak Kur’an’a ve imana hizmet uğrunda, sevgili Allah’ım ve sevgili Peygamber’imin emirlerine itaat yolundaki hizmetlere vakfedeceğim. Ancak böylelikle, bu muvakkat gençliğimde bâki bir gençliği elde etmiş olacağım.”

Risale-i Nur’a bu kadar bağlanıldığını görünce dünyadan alâkamızın kesildiği zannına varılmasın. Bilakis bu cihet, şu hatt-ı hareketimizle tebarüz eder: Mücerred isek işlerimizi, talebe isek derslerimizi, memur isek vazifemizi, tüccar isek ticaretimizi yapıyoruz. Dünyevî meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur’a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz, zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasıl ki her gün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de bunlardan daha fazla olarak her gün Kur’an ve iman hakikatlerinden manevî gıdalarımızı almaya muhtacız.

Evet, Risale-i Nur’la olan iştigalimiz, iş ve derslerimizdeki muvaffakıyeti kat kat artırarak bize kuvvet ve heves veriyor. Bizde, dünyaya din için çalışmak fikrini uyandırıyor. Bize vaktin kıymetini idrak ettiriyor. Takvim yapraklarının geri dönmeyeceğini kalp ve aklımıza tesirli bir surette ihtar ederek ömür sermayesi olan zamanımızı kıymetlendirmek şevk ve azmini veriyor. Çalışma saatlerinde şurada burada boşu boşuna veya lüzumlu zannına kapıldığımız ve fakat bizce faydasız şeylerle vakitlerimizi öldürmekten bizi kurtarıyor. Hattâ istirahat zamanlarında dahi iman hakikatlerine çalışma sevgisini husule getirerek rahmet-i İlahînin hareket içine dercettiği faaliyet zevkini tattırıyor, böylece fâni bir ömürde bâki bir hayatı kazanmanın yolunda yürütüyor.

Kıymetli kardeşlerim!

Risale-i Nur’un yüksek değerini tam beyan etmek mümkün değildir. Onun kıymeti onu daimî ve sadakatle okuyanların ruhunu o kadar sarıyor, o kadar kendine râm ve meftun ediyor ki tahkikî iman mertebelerinde terakki eden o fedakârlardan birinin başına bütün din düşmanları toplanıp Risale-i Nur’dan vazgeçirmeye çalışsalar yine muvaffak olamazlar ve olamadılar.

Ben ki Risale-i Nur’u telif ile vazifelendirilen ve istihdam edilen Üstadın hizmetçisi olmayı en büyük bir nimet bilirim. Hizmetçisinin hizmetçiliğini yapmayı bir şeref addederim. Bu kalbî ve samimi bağlılığı çok görenler olabilir fakat hiç de fazla bulmamalıdır.

Mesela, kıymetli bir eser okuruz, müellifine karşı içimizde az çok bir takdir hissi belirir. Molyer’in, Hügo’nun, Göte’nin eserlerine bir hayranlık duyarız. Acaba İslâm dininin rehberi olan Kur’an-ı Hakîm’i tefsir eden bir İslâm dâhîsinin şahsına karşı bağlılığın derecesi nasıl olmalıdır? O meşhurlardan birinin eseri kâğıda yazılırsa Bedîüzzaman Said Nursî’nin Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini altın sahifelere nakşetmek lâzımdır. Dine muarız olmayan müstakim bir filozofun eserini tetkik için saatlerce çalışılırsa iki cihanın saadetini ders veren Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak için uykularımızı terk etmek gerektir. Evet, dünyevî bir kitaba beş lira ödersek Risale-i Nur gibi dünya ve âhirette insanı mesud kılan ve en yüksek bir mevki ve şerefe nâil olan bir tefsir-i Kur’an’a yüz lira veririz ve veriyoruz. İcab ederse onun neşri uğrunda servetimizi de feda etmek, İslâm cengâverlerinin torunları olan biz gençlere lâzım ve elzemdir arkadaşlar!

Öyle ise geliniz kardeşlerim!

Nurların dersinde diz dize, hizmetinde el ele, cihad-ı diniyede omuz omuza verelim. Nurlardan nur almaya, imanî derslerinden ders almaya şiddetle muhtaç olduğumuz Nur Risalelerine beraberce çalışalım, görüşelim, konuşalım. Allah yolunda, din yolunda koşalım. Dinsizlere karşı mücadele bayrağını açarak, cihad-ı diniye meydanlarında hizmet-i imaniye muhitlerinde tatlı canlarımızı feda edelim.

Kıymetli kardeşlerim!

Risale-i Nur’da çok üstün meziyet ve hususiyetler vardır. O mümtaz ve müstesna hâsiyetler şimdiye kadar telif edilmiş olan hiçbir eserde görülmüyor. Ömrünü okumakla geçiren hakiki ilim adamlarından Risale-i Nur’u okuyanlar bu hakikati izhar ediyorlar. Ve o kadirşinas ve üstün şahsiyetler bu zamanda yaşayan insanların, ilmi ne kadar zengin olursa olsun, Risale-i Nur’u okumaya muhtaç oldukları kanaatine varıyorlar. Enaniyet ve ilmî kıskançlık gibi hastalıklara müptela olmaktan korkan faziletli âlim ve münevverler Risale-i Nur’a derhal sarılıyorlar. Bazıları altmış yetmiş yaşlarında olduğu halde yine Nur Risalelerine talebe olmak şeref ve nimetini kazanmaya çalışıyorlar.

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: “Risale-i Nur başka kitaplar gibi yalnız ilim vermiyor, onun manevî dersi de vardır.”

İşte bu manevî dersin tesiridir ki Risale-i Nur’u okuyanların ruh ve kalpleri, vicdan ve latîfeleri o feyyaz dersten hisselerini ve gıdalarını alıyorlar. Bu manevî dersin nüfuzu değil midir ki Nur Risalelerini okuyanların manevî âlemleri İlahî nurlarla yıkanıyor ve İlahî bir cazibe ve İlahî bir tesir ile iman hakikatlerine musahhar ve meftun ve meclub bir hale gelerek Allah ve Resulullah yolunda yükseliyorlar.

İlm-i iman âşıkları Risale-i Nur okuyor. Dinî malûmat meraklıları Risale-i Nur okuyor. Hakikat arayıcıları Risale-i Nur okuyor. Mücadeleci mücahid fıtratlar Risale-i Nur okuyor. Hamaset, bahadırlık ve kahramanlığın şâhikasına erişmek isteyen kabiliyetler Risale-i Nur okuyor. Milliyetçiler Risale-i Nur okuyor. Fen ve sanat erbabı Risale-i Nur okuyor. Müsbet ilim hayranları Risale-i Nur okuyor. Ehl-i tasavvuf Risale-i Nur okuyor. Edebiyat meraklıları Risale-i Nur okuyor. Demek, her bir tabaka-i insaniye Risale-i Nur’a ruhunda büyük bir ihtiyaç duymakta ve ondan istifade etmektedirler.

Arkadaşlar!

Risale-i Nur’u okuyanların ikna kabiliyeti artar, akıl ve mantığı işler ve kuvvet bulur. Herhangi bir mevzuyu seviyesi nisbetinde mukni bir surette ifade edebilmek meziyetine sahip olur. Zira o Nurcu baştan başa aklî, mantıkî ve mukni bir şaheserin şahane dersleriyle tenevvür ve tefeyyüz etmektedir.

Hakiki medeniyetin ve yüksek içtimaiyatın, insanlık kanunlarının menbaı ve esası Kur’an’dır. Kur’an, umum nev-i beşere hitap eden bir hatib-i umumîdir. Kur’an-ı Hakîm’in hakiki ve berrak ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’da, aradığınız imanî ve İslâmî, aklî ve fikrî, kalbî ve ruhî birçok ihtiyaçlarınızın tatmin edildiğini göreceksiniz. Kafanızdaki bir kısım istifhamların tam ikna edici bir tarzda cevaplandırıldığını, büyük bir hayranlık ve şükran hisleri içinde müşahede edecek ve Risale-i Nur’un kendinize hitap eden İlahî hakikatler mecmuası olduğuna kani olarak sonsuz bir huzur içinde mesudane bir hayat yaşamaya başlayacaksınız. O Nurları defalarca ve hattâ bir ömür boyunca okumak zevk ve sevgisinden kendinizi kurtaramayacaksınız.

Risale-i Nur mevzuunu büyük bir alâka ile takip eden uyanık arkadaşlarım!

Kur’an-ı Kerîm’in manası bilinmese de okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki manevî ve derûnî bir tesir husule gelir. Zira kelâm Allah kelâmıdır. Bu kelâmullahtaki ve İslâmiyet’teki mananın kudsiyetidir ki Türkler İslâmiyet’le cihangir oldular, kıtalar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmaktadırlar.

Aynen öyle de Kur’an’ın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevî tesiri ve manevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istila eder, kat’iyen istifadesiz kalmazsınız. Ve kalmıyoruz.

Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalp, ruh, sır ve vicdan gibi manevî latîfe ve cihazata da mâliktir. Aklınız her bir mesele-i imaniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalp ve ruh ondan hissesini alır. Risale-i Nur’un bu manevî tesiridir ki Risale-i Nur’un ilk telifi zamanında sekiz on Nur talebesi varken şimdi milyonlar olmuştur. Dünya fikir cereyanları içinde en kuvvetli bir iman cereyanı olarak Anadolu’yu istila etmiş; Avrupa, Amerika, Asya kıtalarına kadar varlığını ve kuvvetini kabul ettirmiş, din düşmanlarını dehşete düşürerek mağlubiyete düçar etmiş, iman ve İslâmiyet’e hayat ve hareket vermiş, nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf ettirerek cihad-ı İslâmiye meydanlarında her şeyini iman uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet dünyanın ve âlem-i İslâmın fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar olmuş ve olmaktadır.

Bunun için devamlı okumaya her gün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar, zevkle ve şevkle okutan bu şaheser külliyatını okudukça anlayışınız ziyadeleşecektir. Anlamanın tek çaresi: Nurlarla baş başa kalıp, zihnî cehd sarf ederek tekrar tekrar okumak sevgisiyle pâyidar olmaktır.

Muhterem arkadaşlarım!

Risale-i Nur’un üslubu emsalsiz ve hiçbir üslupla kabil-i kıyas olmayan cazip bir üsluptur. Bedîüzzaman Said Nursî, bir müfessir-i Kur’an olmakla beraber asrımızın en büyük edibi ve kuvvetli bir beliğidir. Fakat lafzın gösteriş ve tantanasına değer veren ediblerden değildir. Bilakis en fazla manaya ehemmiyet ve kıymet verip lafzın hatırı için manadan fedakârlık yapmayan, elbise için vücuddan kesmeyen bir müelliftir. O, zatına has ve gayet müessir ve gayet cazibedar bir üslub-u beyana sahiptir.

Bunun için Nur Risalelerinde Kur’an ve iman hakikatleri en berrak ve en mükemmel, en cazip ve en müessir bir tarzda izah ve ispat edilmiştir.

Risale-i Nur câmi’ hakikatler ve veciz sözler hazinesidir; bir cümlede bir sahifelik, bir sahifede on sahifelik, bir risalede bir kitaplık mana ifade eden ve câmiü’l-kelim hususiyetine mâlik olan bir şaheserdir. Bunun içindir ki dersleri çok tesirlidir ve gayet nâfizdir. Mütehassıs zatlarca malûmdur ki imanî meselelerde fazla tafsilat, dersin tesir ve tefhimini zorlaştırabilir. O derslerin kanaat verici ve tatminkâr olmasında çok defa faydalı bir netice elde edilemez. Bu hakikate binaen bilhassa imanî hakikatlerin mücmel olarak ders verilmesi, daha tesirli ve daha verimli ve daha anlayışlı olur ve olmaktadır. Bu düstura istinaden, Risale-i Nur tafsilata ve teferruata dalmamıştır. Zihni, teferruatla dağıtmamak metodunu esas tutmuştur.

İman ilmine müştak arkadaşlarım!

Bedîüzzaman Said Nursî, İhlas Risalesi’nin sonunda bizlere çok büyük bir müjde veriyor. O kadar hârika bir kolaylığı beşere takdim edebilmek, asrımıza kadar hiçbir müellifte görülmemiştir kanaatindeyiz.

Diyor ki: “Bu risaleleri anlayarak ve kabul ederek bir sene okuyan, bu zamanın hakikatli bir âlimi olabilir.” Evet, fen bütün hızıyla ilerlemektedir. Maneviyatta yükselmek de bununla muvazidir. Maddî alanda bir saatlik yolun bir saniyeye indirildiği bir devri yaşıyoruz. Maneviyat sahası ise daha süratli ve daha vüs’atlidir. Eski zamanda yarım asırda elde edilebilen ilm-i hakikat, şimdi kısa bir zamanda kazanılabiliyor. Belki de daha az bir müddette aynı semere ve netice hasıl oluyor. Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle bu asır Müslümanlarına ve insanlarına lütuf buyurduğu bu kadar selâmetli ve kolay elde edilebilecek İslâmî bir maarifin, imanî bir neticenin mevcudiyetini işiten ve aklı başında olan her insan, hususan her Müslüman, bu zengin servete mâlik olmak için Nur Risalelerine büyük bir sadakat ve sevgi ile çalışmaktan nasıl geri kalabilir?

Gayretli arkadaşlarım!

O kadar değerli, o kadar kıymettar bir eser külliyatını bir an evvel okumak ve onlardan her gün imanî ve İslâmî gıdalarınızı almak için bütün himmet ve varlığınızla çalışacağınızdan eminim; böyle olmanızı temenni ediyorum. Zira gençlik gidiyor… Ömür geçiyor… Zamanlar geri gelmiyor…

Evet, biz ne muallimlerimizden bir meded ve ne de peder ve validelerimizden bir teşvik beklemiyoruz ve beklemeyiz. Biz ancak Allah’ın inayetiyle kendi kendimizi yetiştirmek zaruret ve sebatındayız. İnşâallah devam ve sadakatle çalışarak mutlaka yükseleceğiz. Tâ iman ve İslâmiyet meratibinin zirvesine ulaşacağız. Kalbimizi nur-u Kur’an’la, kafamızı ilm-i imanla aydınlatacağız. Kalp ve aklımızı çalıştıracağız. Allah’ın has ve hâlis fakat mücahid bir kulu, Resulullah’ın ihlaslı fakat fedakâr ve cengâver bir ümmeti olmak yolunda Nur Risaleleriyle yürüyeceğiz ve ilerleyeceğiz.

Risale-i Nur’dan eskimez yazı öğrenmeye gelince:

Kur’an yazısıyla olan Nur Risalelerini yazmaktaki kazancımız çok büyüktür. Eskimez yazıyı kısa bir zamanda öğreniyoruz. Hem yazarken malûmat elde ediyoruz. Hem Risale-i Nur eczalarını çoğaltmakla imana ve Kur’an’a hizmet edildiği için pek büyük manevî kazançlar kazanıyoruz. Hem yazılarak edinilen bilgi hâfızaya daha esaslı yerleşiyor. Bunun için şimdiye kadar binlerle genç, Risale-i Nur’u yazarak Kur’an yazısını öğrenmiş ve öğrenmektedir.

Kıymetli kardeşlerim!

Risale-i Nur’un birçok meziyet ve hususiyetlerinden birkaçını daha sizlere nakledeceğim:

Risale-i Nur’daki hârikulâde ilmî kuvvet, taklidî imanı tahkikî imana çeviriyor; insanı salabetli ve kuvvetli bir Müslüman, ilmiyle amel eden bir mü’min-i kâmil olmaya doğru götürüyor. Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvi ve en temiz, ebedî ve sermedî zevk ve hazlar verecek hareketlere sevk ediyor. İnsana hayatı sevdiriyor. Bedbinlikten kurtarıp imanlı bir nîkbînlik veriyor. Uyuşuk ve tembelleri cevval yapıyor, ruhî bir cevelan insanın iç âleminde hüküm-ferma oluyor. Orta halli değil, en ileri ve en yüksek bir insan olmak hevesini uyandırıyor. Gurur ve kibir gibi kötü ahlâkları kaldırıyor. İnsanı tevazu, mahviyet ve vakar gibi faziletlerle değerlendiriyor. Hasım tarafları barıştırıyor. Fenalığa fenalıkla değil, iyilikle mukabele etmek dersini veriyor. Siz gibi temiz ve terbiyeli gençleri, fena bir muhitin fena görenekleriyle ahlâksız hale düşmek felaketinden muhafaza ediyor.

İşte bunun içindir ki Risale-i Nur’u sadakat ve devamla okuyan hakiki bir Nur talebesi, ahlâken düşük insanlar arasında kalsa da ahlâkını bozmadan onlardan uzaklaşıp kendini kurtarıyor.

Hem ahlâk ve terbiyesini yükseltmek için nefis mücadelesine girişiyor. Risale-i Nur’dan aldığı malûmat ve imanî kuvvetle muvaffak oluyor. Hem kendini o bozuk cemiyete ve kimselere kaptırmıyor, bilakis Risale-i Nur’u neşrederek imanî esasların zayıflaması neticesi olarak bozulan bir cemiyeti ikna ve ıslah etmek cehdine sahip oluyor. İçtimaî yüksek esaslarla mücehhez bir ıslahatçı gibi gaye ve prensibinde terakkiler kaydediyor. Davasını yürütmekte ve yerleştirmekte âdeta zaferden zafere koşmaya başlıyor.

Evet arkadaşlar, bugün içtimaî dert ve yaralarımızı halledip tedavi edecek en esaslı ve en tesirli faktör ve nizamı hâvi olan bir hakikat kaynağı vardır. O da Risale-i Nur’dur. Bunun içindir ki hakikati idrak edebilen hakiki münevverler ve uyanık mektepliler, büyük bir çoğunlukla Risale-i Nur’a sarılmaktadırlar.

Evet, düşüncemiz daima terakki etmekte olacaktır. Bu muvakkat dünyanın, ebedî saadeti kazanmak için bir ticarethane olduğunu Risale-i Nur bize ders veriyor. Biz de bütün hakiki ilimlerin madeni, esası, nuru ve ruhu olan iman ilmini tahsil ve iktisab etmek için ve mukaddes davamızda muvaffak ve kudsî mücadelemizde muzaffer olmak için aza kanaat etmeyeceğiz. Daima yükselmek, daima ilerlemek, daima terakki etmek için Nur Risalelerine çalışacağız ve çalıştıracağız.

1947

Konya Nur Talebeleri namına

Zübeyr Gündüzalp

Hasta mübarek Üstadımız, bütün kardeşlerimizin hem Leyle-i Kadirlerini hem bayramlarını tebrik ediyorlar.

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Âlem-i İslâm’da Leyle-i Kadir telakki edilen bu ramazan-ı şerifin yirmi yedinci gecesinde bir nevi tesemmüm ile şiddetli bir mide hastalığı içinde sinirlerimi ve vicdan ve kalbimi istila eder gibi manevî bir diğer dehşetli hastalık hissettim. Bu maddî ve manevî iki dehşetli hastalık içinde şefkat hissi ile bütün zîhayatların elemleri hatıra geldi. Şahsî hastalığımdan daha ziyade elîm bir halet-i ruhiyeyi hissettim. Bununla beraber seksen küsur seneye varan ömrümün en sonunda seksen sene bir manevî ibadeti kazandıran en son Leyle-i Kadrime lâyık çalışamayacağım diye sâbık iki dehşetli hastalıktan daha şiddetli hazîn bir meyusiyet içinde âsaba gelen ve nefs-i emmarenin vazifesini gören bir elîm his beni ezdiği aynı zamanda Âyet-i Hasbiye’nin bir sırrı imdadıma geldi. Bu üç hastalığımı izale edip Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki hilaf-ı me’mul bir tarzda dayandım. O üç hastalığıma da böyle üç merhem sürüldü:

Maddî hastalığım –Hastalar Risalesi’nde ispat edildiği gibi– bir saat hastalık, sâbir ve mütevekkil insanlara, hiç olmazsa on saat ibadet ve Leyle-i Kadirde ise daha ziyade ibadet hükmüne geçtiğinden; benim de bu Leyle-i Kadirdeki hastalığım, iktidarsızlığımla yapamadığım Leyle-i Kadirdeki hizmetim yerine geçmesi ile tam şifa verici bir merhem oldu.

Ve bütün zîhayatın hastalık ve elemlerinden şefkat sırrıyla bana gelen teellüm marazını birden rahîmiyet-i İlahiyenin tecellisiyle yani o mahlukatları yaratanın şefkat ve rahîmiyeti ve rahmeti tam kâfi olmasından onların elemlerini, onlar için bir nevi lezzete veya mükâfata çevirdiğinden, o rahmet-i İlahiyeden daha ileri şefkati sürmek manasız ve haksız olduğundan o şefkatten gelen elemi, bir manevî sürura ve lezzete çevirdi. Yalnız merhem değil belki şifa verdi.

Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar manevî bir hazineyi kaybetmekteki manevî eleme karşı, Nur’un has şakirdlerinin her birisi şirket-i maneviye sırrıyla umum namına dahi dua ile ve amel-i salih ile çalıştıklarından hem Hüccetü’z-Zehra’da hem Nur Anahtarı’nda izah edilen teşehhüdde ve Fatiha’da bütün mevcudat ve zîhayat cemaatinin dualarına ve tevhiddeki davalarına iştirak suretiyle hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübarekât ve tebrikat ve havadan şükür ve ibadetin temessülleri ve nur unsurundan maddî manevî tayyibatlar, güzellikler tarzında, teşehhüdde ve Fatiha’da kâinattaki bütün nimetlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlukatın hususan zîhayatların küllî ibadetleri ve bütün istianeleri ve doğru yoldan giden bütün ehl-i hakikate ve ehl-i imanın yolundan gidenlere manevî refakat etmekle ve onların dualarına ve davalarına tasdik suretinde âminlerle iştirak ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi.

Gayet hasta, zayıf ve meyus bir halde cüz’î bir hizmet edememekteki manevî elîm hastalığıma öyle bir tiryak oldu ki ben hakikaten en sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda bulmadığım bir manevî sürur hissettim. Ve hadsiz şükür edip o dehşetli hastalığıma razı oldum. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ فٖى كُلِّ زَمَانٍ‌ dedim.

Çok hasta Üstadımızın hizmetinde bulunan

Bayram, Ceylan, Zübeyr, Tahirî, Sıddık Süleyman

(Hâşiye): Üstadımız diyorlar ki: Benim kanaatim var ki benim âfiyetim için mübarek kardeşlerimin ettikleri dualarının makbuliyetinin bir neticesidir ki böyle acib bir hal, garib bir tarza döndü. Bu mübarek ramazan-ı şerifin mübarek bir hediyesi olan bu mübarek risalenin hâtimesine, mübarek Üstadımızın Leyle-i Kadirdeki elemli ve ızdıraplı hastalıklarına ait bu mektubun ilhakı münasip görülerek ilâve edilmiştir.

Hüsrev

Ecnebi Feylesofların Kur’an’ı tasdiklerine dair şehadetleri

(Bu feylesofların Kur’an hakkındaki senalarının bir hülâsası, Küçük Tarihçe-i Hayat’ta ve Nur Çeşmesi mecmuasında yazılmıştır.)

Prens Bismarck (Bismark)ın Beyanatı

Sana muasır bir vücud olamadığımdan müteessirim ey Muhammed (asm)!

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı lahutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin Kur’an’ı, bu kayıttan âzadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin düşmanları, bu kitap Muhammed’in (asm) zâde-i tabı olduğunu iddia ediyorlarsa da en mükemmel hattâ en mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki Muhammed (asm) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (asm)! Muallimi ve nâşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.

Prens Bismarck

*

En temiz ve en doğru din müslümanlıktır

Meşhur muharrir, müsteşrik, Edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur’an-ı Kerîm’in mütercimi Doktor Maurice (Moris) şöyle diyor:

Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvi makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. O yüksek din ki onun hakkında, Godfrey Higgins gibi muhakkik bir fâzıl, şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyan-ı teberrük eşya, esnam ve azizler yahut a’mal-i salihadan mücerred imanı müfid tanıyan akideler yahut sekerat-ı mevt esnasında nedametin bir fayda vereceğini ifade eden sözler yahut başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünkü bu gibi akideler, onları kabul edenleri alçaltmıştır.”

*

Zamanlar geçtikçe Kur’an’ın ulvi sırları inkişaf ediyor

Doktor Maurice (Moris), Le parler Française Roman (Löparle Franses Roman) unvanlı gazetede Kur’an’ın Fransızca mütercimlerinden Salomon Reinach’ın tenkidatına verdiği cevapta diyor ki:

Kur’an nedir? Her tenkidin fevkinde bir fesahat ve belâgat mu’cizesidir. Kur’an’ın, üç yüz elli milyon Müslüman’ın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı hüsn-ü ifade etmesi itibarıyla, münzel kitapların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hayır, daha ileri gidebiliriz: Kur’an, kudret-i ezeliyenin, inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur’an’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ziyade ulvidir.

Kur’an, arz ve semanın Hâlık’ına hamd ve şükranla doludur. Kur’an’ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi haiz olduğu kabiliyete göre sevk ve irşad eden Zat-ı Kibriya’nın azametinde mündemicdir.

Edebiyat ile alâkadar olanlar için Kur’an, bir kitab-ı edeptir. Lisan mütehassısları için Kur’an, bir elfaz hazinesidir. Şairler için Kur’an, bir ahenk menbaıdır. Bundan başka bu kitap, ahkâm ve fıkıh namına bir muhit-i maariftir. Davud’un (as) zamanından, Jan Talmus’un devrine kadar gönderilen kitapların hiçbiri, Kur’an-ı Kerîm’in âyetleriyle muvaffakıyetli bir şekilde rekabet edememiştir. Bundan dolayıdır ki Müslümanların yüksek sınıfları, hayatın hakikatini kavramak nokta-i nazarından ne kadar tenevvür ederlerse o derece Kur’an ile alâkadar oluyorlar ve ona o kadar tazim ve hürmet gösteriyorlar.

Müslümanların Kur’an’a hürmetleri daima tezayüd etmektedir. İslâm muharrirleri, Kur’an âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o yazılar o âyetlerden mülhem olurlar. Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe fikirlerini o nisbette Kur’an’a istinad ettiriyorlar. Müslümanlar, kitaplarına âşıktırlar ve onu kalplerinin bütün samimiyetiyle mukaddes tanırlar. Halbuki kütüb-ü İlahiyeye nâil olan diğer milletler, ne kitaplarına ehemmiyet verirler ve ne de onlara hürmet gösterirler. Müslümanların Kur’an’a hürmetlerinin sebebi; bu kitap pâyidar oldukça, başka bir dinî rehbere arz-ı ihtiyaç etmeyeceklerini anlamalarıdır.

Filhakika Kur’an’ın fesahat, belâgat ve nezahet itibarıyla mümtaziyeti, Müslümanları başka belâgat aramaktan vâreste kılmaktadır. Edebî dehaların ve yüksek şairlerin, Kur’an huzurunda eğildikleri bir vakıadır. Kur’an’ın her gün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, her gün daha fazla anlaşılan fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan Müslümanları, üslubunun nezahet ve ulviyeti huzurunda diz çökmeye mecbur etmektedir. Müslümanlar, Kur’an’ı tâ rûz-i haşre kadar pâyidar kalacak kıymet biçilmez bir hazine addeylerler ve onunla pek haklı olarak iftihar ederler. Müslümanlar, Kur’an’ı en fasih sözlerle, en rakik manalarla coşan bir nehre benzetirler. Şayet Monsieur Renaud (Mösyö Reno), İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa münevver ve terbiyeli Müslümanların, Kur’an’a karşı en yüksek hürmeti perverde ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamaya gayret ettiklerini görürdü. Yeni nesiller ve asrî mekteplerin mezunları da Kur’an’a ve Müslümanlığa karşı müstehziyane bir cümlenin sarfına tahammül etmemektedirler. Çünkü Kur’an, iki sıfatla bu ehliyeti haizdir:

Bunların birincisi: Bugün ellerde tedavül eden Kur’an’ın Hazret-i Muhammed’e (asm) vahiy olunan kitabın aynı olmasıdır. Halbuki İncil ile Tevrat hakkında birçok şüpheler ileri sürülmektedir.

İkincisi: Müslümanlar, Kur’an’ı Arapçanın en kuvvetli muhafızı ve esasat-ı diniyenin amelî bir mahiyet almasının en kuvvetli menbaı telakki ederler. Binaenaleyh Monsieur Renaud (Mösyö Reno) eserini tashih edecek olursa bu tercümesiyle, insanları tenvir hususunda insanlığa büyük bir muavenette bulunur ve bâtıl itikadların hudutlarını târumar etmeye hâdim olur.

Doktor Maurice

*

(Nur Çeşmesi’nde ve Risale-i Nur’da yazılan bu nevi feylesoflardan kırk altıncısıdır.)

Zat-ı Kibriya hakkındaki âyetlerin ulviyeti ve Kur’an’ın kudsî nezaheti

Mister John Davenport “Hazret-i Muhammed (asm) ve Kur’an-ı Kerîm” unvanlı eserinde Kur’an-ı Kerîm’den bahsederken şu sözleri söylüyor:

Kur’an’ın sayısız hususiyetleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir:

1- Zat-ı Kibriya’yı ifade eden âyâtın ahengindeki ulviyettir. Kur’an-ı Kerîm, beşerî zaaflardan herhangi birisini Zat-ı Kibriya’ya isnaddan münezzehtir.

2- Kur’an, başından sonuna kadar gayr-ı beliğ, gayr-ı ahlâkî yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir.

Halbuki bütün bu nakîseler, Hristiyanların ellerindeki muharref kitab-ı mukaddeste mebzuliyetle vardır.

John Davenport

*

Kur’an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur

Carlyle (Karlayl) şöyle diyor:

Kur’an’ı bir kere dikkatle okursanız onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’an’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’an’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatime göre Kur’an, serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (asm) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattir.

Carlyle

*

Müslümanlık, tecessüd ve teslis akidesini reddeder

İngiltere’nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon (Edvor Gibon) “Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukutu” adlı eserinde şöyle diyor:

Ganj Nehri ile Bahr-i Muhit-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur’an’ı bir kanun-u esasî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur’an’ın nazarında, satvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşri vücuda getirmiştir ki dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlığın esasatı, teslisiyet ve Allah’ın tecessüdiyetini ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Bu mutasavvıfane akideler üç kuvvetli uluhiyetin mevcudiyetini ve Mesih’in Allah’ın oğlu –hâşâ– olduğunu öğretmektedir. Fakat bu akideler ancak mutaassıp Hristiyanları tatmin edebilir. Halbuki Kur’an bu gibi karışıklıklardan, ibhamlardan âzadedir.

Kur’an, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofane bir dimağa mâlik olan bir muvahhid, İslâmiyet’in nokta-i nazarını kabul etmekte hiç tereddüt etmez. Müslümanlık belki bugünkü inkişaf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.

Edward Gibbon

*

Hâlık’ın hukukuyla mahlukatın hukukunu en mükemmel surette ancak Müslümanlık tarif etmiştir

Kur’an’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esasattan mükemmel bir ahlâk mecellesi vücud bulur. Esasat-ı Kur’aniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrub etmek isteyen insanları Cenab-ı Hakk’a rabtettiğini inkâr etmek mümkün değildir. Hâlık’ın hukuku ile mahlukun hukuku ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar.

Marmaduke Picktahall (Marmadük Piktol)

*

Kur’an ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk vardır

Yeni keşfiyatın veyahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mesele yoktur ki İslâmiyet’in esasatıyla taâruz etsin. Bizim, Hristiyanlığı kavanin-i tabiiye ile telif için sarf ettiğimiz mesaiye mukabil, Kur’an-ı Kerîm ve Kur’an’ın talimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur’an, her hürmete şâyan olan eserdir.

Levazaune (Lövazon)

*

Kur’an, bütün iyilik ve fazilet esaslarını muhtevidir. İnsanı her türlü dalaletlerden korur.

Kur’an, insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlukatın Hâlık’tan ne bekleyeceğini, mahlukatın Hâlık’la münasebatını en sarîh şekilde öğretmiştir. Kur’an ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi’dir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın mahiyet-i hakikiyesi, hülâsa her mevzu Kur’an’da ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar; bunların hepsi Kur’an’da vardır. Kur’an, insanı iktisat ve itidale sevk eder, dalaletten korur, ahlâkî zaafların karanlığından çıkarır, teali-i ahlâk nuruna ulaştırır; insanın kusurlarını, hatalarını i’tilâ ve kemale kalbeyler.

Müsteşrik Sedillot

*

Kur’an öyle bir Peygamber sesidir ki onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar!

Kur’an şiir midir? Değildir fakat onun şiir olup olmadığını tefrik etmek müşküldür. Kur’an şiirden daha yüksek bir şeydir. Maamafih Kur’an ne tarihtir ne tercüme-i haldir, ne de İsa’nın (as) dağda îrad ettiği mev’ize gibi bir mecmua-i eş’ardır. Hattâ Kur’an, ne Buda’nın telkinatı gibi bir mâba’de’t-tabiiye yahut mantık kitabı ne de Eflatun’un herkese îrad ettiği nasihatler gibidir. Bu bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar! Bu sesin tebliğ ettiği din, evvela nâşirlerini bulmuş, sonra teceddüd-perver ve imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir. Bu sayededir ki Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı, Avrupa’nın zulümat-âbâd olan karanlıklarını yarmış ve bu hâdise Hristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku bulmuştur.

Dr. Johnson

*

Kur’an’ın cihan-şümul hakikati: Kur’an, Allah’ın birliğine inanmak hakikat-i kübrasını ilan eder

İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatların muharriri Doktor Steingass Kur’an hakkında şu sözleri söylüyor:

Kur’an, insanların yed-i istifadesine geçen eserlerin en büyüklerinden biridir. Kur’an’da büyük bir insanın hayal ve seciyesi, en vâzıh şekilde görülmektedir. Carlyle “Kur’an’ın ulviyeti, onun cihan-şümul hakikatindedir.” dediği zaman, şüphesiz doğru söylemişti. Muhammed’in (asm) doğruluğu, faaliyeti, hakikati taharride samimiyeti, sarsılmayan azmi, imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikati dinletmek yolundaki sebatı; bana kalırsa onun o cesur ve azimkâr Peygamberin hâtem-i risalet olduğunun en kat’î ve en emin delilleridir. Kur’an akaid ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakıyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Bütün bu esasatın üssü’l-esası, âlemin bütün mukadderatını yed-i kudretinde tutan Zat-ı Kibriya’ya imandır.

Allah’ın birliğine iman etmek hakikat-i kübrasını ilan ediyorken Kur’an, lisan-ı belâgatın en yükseğine ve nezahetin şâhikasına varır. Kur’an, Allah’ın iradesine itaati, Allah’a isyanın neticelerini izah ederken, insanların muhayyilesini elektrikleyen en seyyal lisanı kullanır. Resul-i Kibriya’ya teselli vermek ve onu teşvik etmek yahut halkı sair peygamberlerin ahvaliyle, milletlerinin âkıbetiyle korkutmak icab ettiği zaman, Kur’an’ın lisanı en kat’î ciddiyeti almaktadır.

Mademki Kur’an’ın birbirine düşman kabileleri, yekdiğeriyle mücadele eden unsurları derli toplu bir millet haline getirdiğini, onları eski fikirlerinden daha ileri bir seviyeye yükselttiğini görüyoruz; o halde belâgat-ı Kur’aniyenin mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünkü Kur’an’ın bu belâgatı, vahşi kabileleri medeni bir millet haline getirmiş; dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir. Zaman ve mekân itibarıyla birbirinden çok uzak oldukları gibi fikrî inkişaf itibarıyla da birbirinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden ve muhalefeti hayrete ve istihsana kalbeden Kur’an, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur’an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için tetebbua şâyan en faydalı mevzu sayılır.

Doktor Steingass

*

Kur’an’ın lisanı, nezahet ve belâgat itibarıyla nazirsizdir. Kur’an bizatihî muhteşem bir mu’cizedir

Kur’an’ın mutaassıp münekkidi ve mütercimi George Sale diyor ki:

Kur’an, Arapçanın en mükemmel ve pek mevsuk bir eseridir. Müslümanların itikadı vechile bir insan kalemi, bu i’cazkâr eseri vücuda getiremez. Kur’an bizatihî daimî bir mu’cizedir hem öyle bir mu’cize ki ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavî olduğunu ispata kâfidir. Muhammed (asm) bu mu’cizeye istinaden, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şair ve hatiplere meydan okuyan Kur’an, bir âyetine bir nazire istemiş; hiçbir kimse bu tahaddîye karşı gelememişti. Burada yalnız bir misal îrad ederek bütün büyük adamların, Kur’an’ın belâgatına baş eğdiklerini göstermek isterim:

Hazret-i Muhammed’in (asm) zamanında, Arabistan şairlerinin şehriyarı Şair Lebid idi. Lebid, muallakattan birinin nâzımıdır. O zaman putperest olan Lebid; Kur’an’ın belâgatı karşısında lâl kalmış, bu belâgatı en güzel sözlerle ifade etmişti. Kur’an’ın belâgatı karşısında hayran kalan Lebid, Müslümanlığı kabul etmiş, Kur’an’ın ancak bir peygamber lisanından duyulacağını söylemiştir.

Kur’an’ın lisanı beliğ ve hârikulâde seyyaldir. Cenab-ı Hakk’ın şan ve celaletini, azamet sıfatlarını ifade eden âyetlerin ekserisi, müstesna bir güzelliği haizdir. Kur’an’ı bîtarafane tercümeye gayret ettim ise de kārilerim, Kur’an’ın metnini sadakatkârane bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir. Bu kusuruma rağmen kāriler tercümemde bahis mevzuu ettiğim muhteşem âyetlerin birçoklarını okuyacaklardır.

George Sale

*

Kur’an, beşeriyete İlahî bir lütuftur. Kur’an, muzaffer cumhuriyetler meydana getirmiştir

Kur’an âyetlerini nüzul tarihine göre tercüme ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell (Radvel), şu hakikatleri itiraf ediyor:

Kur’an Arabistan’ın basit bedevîlerini öyle bir istihaleye uğratmıştır ki bunların âdeta meshur olduklarını zannedersiniz. Hristiyanların telakkisine göre Kur’an’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu söyleyecek olsak bile Kur’an putperestliği imha; Allah’ın vahdaniyet akidesini tesis; cinlere, perilere, taşlara ibadeti ilga; çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri izale; bütün hurafeleri istîsal; taaddüd-ü zevcatı tahdid ile bütün Araplar için İlahî lütuf ve nimet olmuştur. Kur’an bütün kâinatı yaratan, gizli ve aşikâr her şeyi bilen Kādir-i Mutlak sıfatıyla Zat-ı Kibriya’yı takdis ve tebcil ettiğinden her sitayişe şâyandır.

Kur’an’ın ifadesi veciz ve mücmel olmakla beraber; en derin hakikati, en kuvvetli ve mülhem hikmeti takrir eden elfaz ile söylemiştir. Kur’an, devamlı memleketler değilse de muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevi olduğunu ispat etmiştir. Kur’an’ın esaslarıyladır ki fakr u sefaletleri ancak cehaletleriyle kabil-i kıyas olan, susuz ve çıplak bir yarımadanın sekenesi, yeni bir dinin, hararetli ve samimi sâlikleri olmuşlar, devletler kurmuşlar, şehirler inşa etmişlerdir. Filhakika Müslümanların heybetidir ki Fustât, Bağdat, Kurtuba, Delhi bütün Hristiyan Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir.

Rodwell

*

Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir

Fransa’nın en maruf müsteşriklerinden Gaston Care (Gaston Kar) 1913 senesinde Figaro gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa müsalemetin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:

“Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’an, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevidir. O kadar ki bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından vücud bulduğunu söyleyebiliriz. Filhakika bu âlî din; Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyet’in bu faikiyetini teslim ederek, ona medyun olduğumuz şükranı tanımıyorsak da hakikatin bu merkezde olduğunda şek ve şüphe yoktur.”

Fransız muharriri, daha sonra Kur’an’ın umumî müsalemeti muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki:

İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur!

Gaston Care

*

Kur’an bütün dinî kitaplara faiktir

Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim Du Rulph (Yoahim Dü Raf) Kur’an’ın sıhhate verdiği ehemmiyetten bahsederken şu sözleri söylüyor:

İslâmiyet’in şimdiye kadar Avrupa muharrirlerinden hiçbirinin nazar-ı dikkatini celbetmeyen bir safhasını bahis mevzuu etmek istiyorum. İslâmiyet’in bu safhası, onun sıhhati muhafaza için vuku bulan emirleridir. Evvela şunu itiraf etmek lâzımdır: Kur’an, bu nokta-i nazardan bütün dinî kitaplara faiktir. Kur’an’ın tarif ettiği basit fakat mükemmel sıhhî kaideleri nazar-ı dikkate alırsak bu mukaddes kitap sayesinde bütün dünyanın bazı kısımlarıyla, haşerat mahşeri olan Asya’nın, müthiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz. Müslümanlık nezafeti, temizliği, nezaheti bütün sâliklerine farz etmekle, birçok tahripkâr mikropları imha etmiştir.

Jochahim

*

Kur’an âyetleri İslâmiyet’in muhteşem bünyesinde altın bir kordon gibi işlenmiştir

Chambers Encyclopedia namıyla intişar eden İngilizce muhitü’l-maarifte, Müslümanlıktan şu suretle bahsolunmaktadır:

İslâm Peygamberinin seciyesini aydınlatan Kur’an âyetleri, son derece mükemmel ve son derece müessirdir. Bu kısım âyetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder. Fakat bu kaideler, bir iki sureye münhasır değildir. Bu âyetler, İslâmiyet’in muhteşem bünyanında, altından bir kordon gibi işlenmiştir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’an tarafından en şiddetli surette takbih olunmuş ve bunlar, reziletin tâ kendisi tanınmıştı.

Diğer taraftan hüsn-ü niyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, sulh-perverlik, hakperestlik, her şeyden fazla Cenab-ı Hakk’a itimat ve tevekkül, Allah’a itaat… Müslümanlık nazarında hakiki iman esasları ve hakiki bir mü’minin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir.

*

Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir

Profesör Edouard Montet “Hristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” unvanlı eserinin 17 ve 18’inci sahifelerinde diyor ki:

Rasyonalizm, yani akliye kelimesinin müfâdını ve tarihî ehemmiyetini tevsi edebilirsek, Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdâkıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyet’e tamamıyla mutabık olduğunu teslim etmekte tereddüt etmez. Resul-i Ekrem şuur ve idrak timsali olduğu, dimağının iman ışıkları ve kâmil bir yakîn ile pür-nur olduğu muhakkaktır. Resul-i Ekrem muasırlarını aynı heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla teçhiz etmiştir. Hazret-i Muhammed (asm) başarmak istediği ıslahatı, İlahî bir vahiy olarak takdim etmiştir. Bu, İlahî bir vahiydir. Hazret-i Muhammed’in (asm) dini ise akıl kaidelerinin ilhamlarına tamamıyla muvafıktır.

Ehl-i İslâm’a göre İslâmiyet’in esas akaidi, şu suretle hülâsa olunabilir: Allah birdir, Muhammed (asm) onun peygamberidir. Filhakika İslâmiyet’in esaslarını sükûnetle ve derin bir teemmül ile tetkik ettiğimiz zaman, bunların Allah’ın birliğine ve Muhammed’in (asm) risaletine, sonra haşir ve neşre ve itikada müntehî olduklarını görürüz. Bizzat dinin esasları tanınan bu iki akide, bütün dindar insanlarca akıl ve mantığa müstenid telakki olunmakta ve bunlar Kur’an’ın akidelerinin hülâsası bulunmaktadır. Kur’an’ın ifadesindeki sadelik ve berraklık, Müslümanlığın intişar ve i’tilâsını bilâ-tevakkuf temadi ettiren sâik kuvvet olmuştur. Resul-i İslâm tarafından tebliğ olunan mukaddes talimatın cihan-şümul terakkisine rağmen, Müslümanların ilham kaynağı ve en kuvvetli ilticagâhı Kur’an olmuştur. En takdiskâr ve kanaat-bahş bir lisanla, başka bir kitab-ı münzelin tefevvuk edemeyeceği bir ifade ile takrir eden kitap, Kur’an’dır. Bu kadar mükemmel ve esrarengiz, her insanın tetkikine bu kadar açık olan bir din; muhakkak insanları kendisine meclub eden i’cazkâr kudreti haizdir. Müslümanlığın bu kudreti haiz olduğunda şüphe yoktur.

Edouard Montet

Daha bu çeşit meşhur çok feylesoflar var. Kur’an’ı tam tasdik ve takdir etmişler…

Said Nursî

 

[1] * Kapı çalmak demektir.

[2] Hâşiye: Bu kısım, Üçüncü Ders’ten tâ Sekizinci Ders’in nihayetine kadar tafsilen yazıldığı halde, ehemmiyeti için burada bir hülâsası tekrar yazılması münasiptir.

NUR ÇEŞMESİ

Risale-i Nur Külliyatı’ndan

Asâ-yı Musa’dan akan bir

NUR ÇEŞMESİ

Müellifi:

Bedîüzzaman Said Nursî


Tamirci Atom Bombasından Bir Numune

Nur talebeleri tarafından soruldu ki Nur Risalelerinde denilmiş: “Küfr-ü mutlakın dehşetli tahribatına karşı tamirci bir atom bombası Risale-i Nur’dur.” Bunun bir numunesini isteriz.

Elcevap: Asâ-yı Musa mecmuaları hususan bir numunesi Altıncı, Yedinci, Sekizinci Meseleler ve Sekizinci ve On Birinci Hüccet-i İmaniye ki en derin bir feylesofla bir çocuk, onlardan en derin hakikati anlayabilir ve vehim ve vesveseleri bırakmaz.

Said Nursî

***

Altıncı Mesele

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünün binler küllî bürhanlarından bir tek bürhana kısaca bir işarettir.

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlık’ımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” dediler.

Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Mesela, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.

Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

Hem mesela, nasıl bir hârika fabrika ki binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor. Şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.

Öyle de küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse o derecede okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

Hem mesela, nasıl ki gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.

Öyle de bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp baharı bir büyük vagon gibi binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe ambarı ve bu sefine-i Sübhaniye ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla o kat’iyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silahı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu ve ordugâh, şüphesiz bedahetle o hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir.

Aynen öyle de zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silah altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhanîde, nebatat ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak bir tek kumandan-ı a’zam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasıyla, dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın hâkimini ve Rabb’ini ve müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

Hem nasıl ki bir hârika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası; şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.

Aynen öyle de bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı –kozmoğrafyanın dediğine bakılsa– küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor.

Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için her gün küre-i arzın denizleri kadar gaz yağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin.

Ve onu ve onun gibi ulvi yıldızları gaz yağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir, o derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı kâinatın sultanını, münevvirini, müdebbirini, sâni’ini, o nurani yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.

Hem mesela, nasıl ki bir kitap bulunsa ki bir satırında bir kitap ince yazılmış ve her bir kelimesinde ince kalemle bir sure-i Kur’aniye yazılmış, gayet manidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acib mecmua; şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifini kemalâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. “Mâşâallah, bârekellah” cümleleriyle takdir ettirir.

Aynen öyle de bu kâinat kitab-ı kebiri ki bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek forması olan baharda, üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel, muntazam ve bazen ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi; ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz manidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve manidar ise o derecede sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyaslarıyla ve dürbün gözleriyle bu kitab-ı kâinatın nakkaşını, kâtibini hadsiz kemalâtıyla tanıttırır. “Allahu ekber” cümlesiyle bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah” senalarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.

İşte bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan çok tekrar ile en ziyade رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ve خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ âyetleriyle Hâlık’ımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek: “Hadsiz şükür olsun Rabb’imize ki tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun.” dediler. Ben de dedim:

İnsan, binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal’e intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcatına medar bir nokta-i istimdad bularak herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişah’a iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz.

O mektepli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: “Ben idam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ‌ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

Yedinci Mesele

Denizli Hapsinde bir cuma gününün meyvesidir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ۞ مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ۞ فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Bir zaman Kastamonu’da “Hâlık’ımızı bize tanıttır.” diyen lise talebelerine sâbık Altıncı Mesele’de mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından âhirete bir iştiyak hissedip “Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın.” dediler. Ve Denizli Hapsindeki Risale-i Nur şakirdlerinin ve sâbıkan Altıncı Mesele’yi okuyanların arzuları ile âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısacık hülâsa ile derim:

Nasıl ki Altıncı Mesele’de biz Hâlık’ımızı arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlık’ımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabb’imizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’an’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melaikelerden, sonra kâinattan soracağız.

İşte birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla “Evet, âhiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum.” ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatler ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen gayet kısa bir işaret ederiz.

Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata iman ile intisap ve taat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatı; o rahmet ve cemale, o izzet ve celale lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü’l-âlemîn ve Sultanü’d-Deyyan isimleri cevap veriyorlar.

Hem madem güneş gibi gündüz gibi zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Mesela, o rahmet her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları cennet hurileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip, bizlere uzatıp “Haydi alınız, yeyiniz.” dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahîresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki:

Bu derece nâzeninane beslediği bu sevimli ve minnettarları ve perestişkârları olan mü’min insanları idam etmez. Belki onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder, diye Rahîm ve Kerîm isimleri sualimize cevap veriyorlar ‌اَلْجَنَّةُ حَقٌّ‌ diyorlar.

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahluklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Mesela, insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisatı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a’malinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî hikmet ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile azalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü sanat yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemal-i mizanla veren; iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem (as) zamanından beri tâğî ve zalim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şüphe getirmez ki:

Güneş gündüzsüz olmadığı gibi o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler, diye Hakîm ve Hakem ve Adl ve Âdil isimleri bizim sualimize kat’î cevap veriyorlar.

Hem madem bütün zîhayat mahlukların elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hâcatlarını, bütün fıtrî matlablarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtrî ve ihtiyac-ı zarurî dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybî tarafından verildiğinden ve ihtiyarî olan daavat-ı insaniyenin, hususan havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı yedisi hilaf-ı âdet makbul olmasından kat’î anlaşılıyor ki:

Her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî’-i Mücîb perde arkasında var, bakar ki en küçük bir zîhayatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder.

Elbette ve her halde hiçbir şüphe ihtimali kalmaz ki mahlukların en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatı ve umum esma ve sıfât-ı İlahiyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına “Âmin âmin!” dedirten ve ümmetinden her gün, her ferd-i mütedeyyin hiç olmazsa kaç defa ona salavat getirmekle onun duasına “Âmin, âmin!” diyen ve belki bütün mahlukat o duasına iştirak ederek “Evet, yâ Rabbenâ! İstediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz.” diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerait altında beka-i uhrevî ve saadet-i ebediye için Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın –haşrin hadsiz esbab-ı mûcibesinden– yalnız tek duası, cennetin vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir, diye Mücîb ve Semî’ ve Rahîm isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar.

Hem madem gündüz bedahetle güneşi gösterdiği gibi; zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve dirilmekte, perde arkasında bir mutasarrıf gayet intizamla koca küre-i arzı bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek suhuletinde ve mizanlı ziynetinde ve zemin sahifesinde üç yüz bin haşir ve neşrin numune ve misallerini gösteren üç yüz bin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini onda yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatasız, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir kalem-i kudret, bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi; koca kâinatı bir hanesi misillü insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sair zîhayatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve sohbetine müşerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semavî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat’î vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki:

Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek, diye Muhyî ve Mümît ve Hay ve Kayyum ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlık’ımızdan sormamıza cevap veriyorlar.

Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebatî ve hayvanî üç yüz bin nevi haşrin ve neşrin numunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Musa aleyhimessalâtü vesselâmların her birinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa haşrin ve neşrin bin misalini ve bin delilini iki bin baharda (*[1]) gösterdiği görülecek. Ve böyle bir kudretten haşr-i cismanîyi uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.

Hem madem nev-i beşerin en meşhurları olan yüz yirmi dört bin peygamberler ittifak ile saadet-i ebediyeyi ve beka-yı uhrevîyi Cenab-ı Hakk’ın binler vaad ve ahidlerine istinaden ilan edip, mu’cizeleriyle doğru olduklarını ispat ettikleri gibi hadsiz ehl-i velayet, keşif ile ve zevk ile aynı hakikate imza basıyorlar. Elbette, o hakikat güneş gibi zahir olur, şüphe eden divane olur.

Evet, bir fende ve bir sanatta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o sanata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın –hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar– muhalif fikirlerini hükümden ıskat ettikleri gibi bir meselede, mesela, ramazan hilâlini yevm-i şekte ispat etmek ve “Süt konservelerine benzeyen ceviz-i Hindî bahçesi rûy-i zeminde var.” diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i Hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca davayı kazanır.

Onu nefiy ve inkâr eden, bütün rûy-i zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle davasını ispat edebildiği gibi; cenneti ve dâr-ı saadeti ihbar ve ispat eden yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle davayı kazandığı halde; onu nefiy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini ispat ile davayı kazanabilir.

Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki hususi bir yere bakmayan ve imanî hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, inkârlar –zatında muhal olmamak şartıyla– ispat edilmez, diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.

İşte bu kat’î hakikate binaen binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sadıka karşı hiçbir şüphe hattâ vesvese vermemek lâzım iken, yüz yirmi dört bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sadıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede; aklı gözüne inmiş, kalpsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz.

Hem madem gözümüzle, gündüz gibi hem nefsimizde hem etrafımızda bir rahmet-i âmme ve bir hikmet-i şâmile ve bir inayet-i daime müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet ve dikkatli bir adalet-i âliye ve izzetli icraat-ı celaliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve her bir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in’amları ona bağlamış bir rahmet ve kavm-i Nuh ve Hud ve Salih aleyhimüsselâm ve kavm-i Âd ve Semud ve Firavun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet ve وَمِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِهٖ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyeti, azametli bir îcaz ile der:

Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silah başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi aynen öyle de bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semavat ve küre-i arz, Sultan-ı Ezelî’nin askerlerine iki mutî kışla gibi ne vakit Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve her halde ve hiç şüphe getirmez ki:

Onuncu Söz’de ispatına binaen, o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla; o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolması ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir.

Çünkü nâzenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalp gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedî idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faydaları bulunan istidadatını âkıbetsiz bir ölümle faydasız, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek ne derece hilaf-ı hikmet ve binler vaad ve ahidlerini yerine getirmemek ile –hâşâ– aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemal-i rububiyete zıttır, her zîşuur anlar. Bunlara kıyasen, inayet ve adaleti tatbik eyle.

İşte Hâlık’ımızdan sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahman ve Hakîm ve Adl ve Kerîm ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatle cevap veriyorlar, şeksiz şüphesiz, güneş gibi âhireti ispat ediyorlar.

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz, öyle ihatalı ve azametli bir hafîziyet hükmeder ki zîhayat her şeyin ve her hâdisenin çok suretlerini ve gördüğü fıtrî vazifesinin defterini ve esma-i İlahiyeye karşı lisan-ı hal ile tesbihatına dair sahife-i a’malini misalî levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve levh-i mahfuzun numunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hâfızasında ve sair maddî ve manevî in’ikas âyinelerinde kaydeder, yazdırır; zapt ederek muhafaza altına alır. Sonra mevsimi geldikçe bütün o manevî yazıları maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misaller ve deliller ve numuneler kuvvetiyle وَ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetindeki en acib bir hakikat-i haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilan eder.

Ve başta nev-i insan olarak bütün zîhayatlar ve bütün eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer olarak zîhayatlar idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedî vazifeye istidadıyla girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli ispat eder.

Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde her bir ağaç her bir kök her bir çekirdek her bir tohum وَ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetini okuyup bir manasını, bir ferdini kendi diliyle geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyete şehadet eder. هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ âyetindeki dört muazzam hakikatleri her şeyde gösterip hafîziyeti a’zamî derecede ve haşri bahar kolaylığında ve kat’iyetinde bizlere ders verir.

Evet, bu dört ismin cilveleri, en cüz’îden en küllîye kadar cereyan ederler. Mesela, nasıl ki bu ağacın menşei olan bir çekirdek اَلْاَوَّلُ ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel programını ve icadının noksansız cihazatını ve teşekkülünün bütün şeraitini câmi’ bir kutucuktur ki hafîziyetin azametini ispat eder.

وَالْاٰخِرُ ismine mazhar olan meyvesi ise çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtrî vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı sâniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçadır ki a’zamî derecede hafîziyete şehadet eder.

وَالظَّاهِرُ ismine mazhar olan o ağacın suret-i cismaniyesi ise öyle tenasüplü ve sanatlı ve süslü bir hulle, bir libas ve ayrı ayrı nakışlar ve ziynetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin edilmiş, güya yetmiş renkli bir huri elbisesidir ki hafîziyet içinde azamet-i kudret ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmeti gözlere gösterir.

وَالْبَاطِنُ ismine âyine olan o ağacın içindeki makinesi ise öyle muntazam ve mükemmel ve mu’cizatlı bir fabrika, bir tezgâh, bir kimyahane ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki hafîziyet içinde kemal-i kudret ve adalet ve cemal-i rahmet ve hikmeti güneş gibi ispat eder.

Aynen öyle de küre-i arz, senevî mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlahî emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki bilbedahe bir Hafîz-i Zülcelali ve’l-ikram’ın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.

Ve senevî zemin ağacının âhiri ise ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esma-i İlahiyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahaif-i a’mallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup Hafîz-i Zülcelal’in dest-i hikmetine teslim eder. هُوَ الْاٰخِرُ ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

Ve bu ağacın zahiri ise haşrin üç yüz bin misallerini ve emarelerini gösteren üç yüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz rahmaniyet ve rezzakıyet ve rahîmiyet ve kerîmiyet sofralarını sererek zîhayatlara ziyafetler vermekle هُوَ الظَّاهِرُ ismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlarıyla zikredip medh ü sena eder, gündüz gibi وَ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ hakikatini gösterir.

Bu haşmetli ağacın bâtını ise hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlı fabrikaları kemal-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtır ki bir dirhemden bin batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. هُوَ الْبَاطِنُ ismini zeminin içyüzüyle yüz bin dil ile tesbih eden bazı melaike gibi yüz bin tarzlarda ilan edip ispat eder.

Hem arz, senevî hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi aynen öyle de dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki genişliğini ihataya ve tabire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz:

Nasıl ki bir saatin saniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini ispat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeye mecbur olur.

Aynen öyle de semavat ve arzın Hâlık-ı Zülcelal’inin bir saat-i ekberi olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini ispat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat’iyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedî bir sabahı geleceğini hadsiz emarelerle haber verir diye Hafîz ismi ile هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimleri, biz Hâlık’ımızdan sorduğumuz haşir meselesine, mezkûr hakikatle cevap veriyorlar.

Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki:

İNSAN

Şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi.

Ve hakikat-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi.

Ve kâinat Kur’an’ının âyet-i kübrası.

Ve ism-i a’zamı taşıyan âyetü’l-kürsisi.

Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri.

Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru.

Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler sanatlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı.

Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı ezel ve ebed’in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı.

Ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı.

Ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî.

Ve kâinat Sultanı’nın ism-i a’zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi’ bir âyinesi.

Ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı.

Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı.

Ve istidatça en zengini.

Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde.

Ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstahak.

Ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran.

Ve bütün dünya lezzetleri ona verilse onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen.

Ve ona ihsanlar eden zatı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu’cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat.

Ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden…

Böyle yirmi küllî hakikatler ile Cenab-ı Hakk’ın Hak ismine bağlanan ve en küçük zîhayatın en cüz’î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelal’in Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef’alleri o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her halde ve hiçbir şüphe getirmez ki bu yirmi hakikatin hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak. Ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz’î küllî kayıt altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şakavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazen karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.

Yoksa sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatler lisanları ile edilen ve arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatlerin bağlandıkları insanî istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlerini bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zalimane bir çirkinliktir ki Hak ve Hafîz ve Hakîm ve Cemil ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhal ve bin vecihle mümtenidir derler.

İşte biz Hâlık’ımızdan haşre dair sorduğumuz suale Hak, Hafîz, Hakîm, Cemil, Rahîm isimleri cevap verip derler: “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.”

Hem madem…

Daha yazacaktım fakat güneş gibi malûm olmasından kısa kestim.

İşte geçmiş misallerde ve mademlerdeki maddelere kıyasen, Cenab-ı Hakk’ın yüz, belki bin esmasının kâinata bakan isimlerinin her birisi, nasıl ki mevcudattaki âyine ve cilveleriyle müsemmasını bedahetle ispat eder. Aynen öyle de haşri ve dâr-ı âhireti de gösterirler ve kat’iyetle ispat ederler.

Hem nasıl Hâlık’ımızdan sorduğumuz sualimize, o Rabb’imiz bütün fermanlarıyla ve nâzil ettiği bütün kitaplarıyla ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsî ve kat’î cevap veriyor. Aynen öyle de melaikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir:

“Sizin zaman-ı Âdem’den beri hem ruhanîlerle hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var. Ve bizim ve ruhanîlerin vücudlarına ve ubudiyetlerine delâlet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller, hiç şüphemiz yoktur ki gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat’î beyan ediyoruz.” diye sualimize cevap veriyorlar.

Hem madem Hâlık’ımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmı tayin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere her şeyden evvel bu üstadımızdan, Hâlık’ımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünkü o zat, Hâlık’ımız tarafından her biri birer nişane-i tasdik olan bin mu’cizatıyla, Kur’an’ın bir mu’cizesi olarak Kur’an’ın hak ve kelâmullah olduğunu ispat ettiği gibi; Kur’an dahi kırk nevi i’caz ile o zatın bir mu’cizesi olup onun doğru ve resulullah olduğunu ispat ederek ikisi beraber, biri âlem-i şehadet lisanı –bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında– diğeri âlem-i gayb lisanı –bütün semavî fermanların ve kâinat hakikatlerinin tasdikleri içinde– binler âyâtıyla iddia ve ispat ettikleri hakikat-i haşriye, elbette güneş ve gündüz gibi bir kat’iyettedir.

Evet, haşir gibi en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mesele ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.

Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İptidaî derslerde izah az olur.

Elhasıl: Madem Cenab-ı Hakk’ın ekser isimleri âhireti iktiza edip isterler. Elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette âhiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler.

Ve madem melaikeler âhiretin ve âlem-i bekanın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler.

Ve madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en daimî davası ve müddeası ve esası âhirettir. Elbette o zatın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, bir cihette, dolayısıyla âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.

Ve madem Kur’an’ın dörtten birisi haşir ve âhirettir ve bin âyâtıyla onun ispatına çalışır ve onu haber verir. Elbette Kur’an’ın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısıyla âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.

İşte bak, bu rükn-ü imanî ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu gör.

***

Sekizinci Meselenin Bir Hülâsası

Yedinci’de haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlık’ımızın isimleriyle verdiği cevap o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki daha başka sorgulara ihtiyaç bırakmadığından orada kısa kestik.

Şimdi bu meselede, âhiret imanının hem âhiretin saadetine hem dünya saadetine dair temin ettiği faydalar ve neticelerinden yüzden biri hülâsa edilecek. Saadet-i uhreviyeye ait kısmı, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın izahatı daha hiçbir beyana ihtiyaç bırakmamış, onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye ait kısmı izah cihetini Risale-i Nur’a bırakıp yalnız kısa bir hülâsa ile insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine ait yüzer neticelerinden üç dört tanesini beyan ederiz.

Birincisi:

İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü dünya ile alâkadardır ve akaribiyle münasebettar olduğu gibi nev-i beşer ile de ciddi ve fıtrî münasebettardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalp ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi bir zaman, küçüklüğümde hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Âh!” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim.” dedi.

İşte madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi’ mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faydadır ki onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faydası:

Üçüncü Mesele’de izah edilen ve Gençlik Rehberi’nde bir hâşiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.

Evet, her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o idamhaneye girmek keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o bîçare insanın; binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat içinde idam olmalarını tevehhüm edip cehennem azabından beter bir elem –o düşünmek ucundan– göründüğü vakit, âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı. Bak, dedi. O imanla baktı. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurane bir nurani âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı. Risale-i Nur’da bu netice hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesiyoruz.

Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir faydası:

İnsanın sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise yüksek seciyeleri ve cem’iyetli istidatları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî daireleri itibarıyladır. Halbuki o insan hem ma’dum hem ölü hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.

Mesela, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlasa pek nadir muvaffak olabilir, o nisbette kemalâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvisi belki baş aşağı, akıl cihetiyle en bîçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir.

Babasını, dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini, tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuddaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlasa muvaffak olarak kemalâtı ve hasletleri, o nisbette derecesine göre yükselmeye başlar. İnsaniyeti teali eder.

Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan; bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i kâinat’ın en mahbub ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur’da hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesildi.

Dördüncü bir faydası ki insanın hayat-ı içtimaiyesine bakıyor:

Risale-i Nur’dan Dokuzuncu Şuâ’da beyan edilen o neticenin bir hülâsası şudur:

Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünkü her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azap ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub’unu teşkil eden ihtiyarlar; yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi ancak ve ancak âhiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli, muhterem babalar ve fedakâr, şefkatli analar; öyle bir vaveylâ-yı ruhî ve bir dağdağa-i kalbî çekeceklerdi ki dünya onlara meyusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olurdu.

Fakat âhiret imanı onlara der: “Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek. Ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zayi ettiğiniz evlat ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş, mükâfatlarını göreceksiniz.” diye iman-ı âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları meyus etmez.

Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlup, cüretkâr, akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve cehennem azabını tahattur etmezlerse; hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı bir dakika lezzeti için bir mesud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer.

Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim fakat cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım.” diye birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mananın dahi Risale-i Nur’da bürhanlarıyla izahına iktifaen kısa kesiyoruz.

Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar; eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zalimin mağrurane ihaneti ve büyük musibetlerde boşu boşuna malını, evladını kaybetmekle gelen elîm meyusiyeti ve bir iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o bîçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir.

Eğer âhirete iman imdatlarına yetişse birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri derece-i imanına göre kısmen ve bazen tamamen zâil olur.

Hattâ diyebilirim ki benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret yardım etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziya’ları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde, sizi kasemle temin ederim ki:

İman-ı bi’l-âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve teselli ve metanet, belki mücahidane, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki ben bu risalenin başında dediğim gibi kendimi Medrese-i Yusufiye unvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Ara sıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasa idi, mükemmel ve rahat-ı kalp ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise… Bu makam münasebetiyle saded harici girdi, kusura bakılmasın.

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse o aile efradı, her biri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Deve kuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat, iptal-i his nevinden bir çare bulur.

Çünkü mesela, valide ruhunu feda ettiği evladını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belalardan kurtaramayan evlatlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız hayat-ı dünyeviyede o mesud zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karabet dahi hakiki sadakati ve samimi ihlası ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder.

Eğer âhirete iman o haneye girse birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil belki dâr-ı âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakiki insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. Bu mana dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.

Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.

Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir.

Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.

Zalime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.

İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.

Bunlara kıyasen cüz’î ve küllî her bir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!

İşte iman-ı âhiretin binler faydalarından işaret ettiğimiz beş altı numunelerine sairleri kıyas edilse kat’î anlaşılır ki iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.

***

Münâcat Risalesi

Yâ İlahî ve yâ Rabbî!

Ben, imanın gözüyle ve Kur’an’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.

Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nurani tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i uluhiyetine ve vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.

Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı uluhiyetine işaret etmesin!

Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla derece-i bedahette –ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı!– senin vücub-u vücuduna öyle zahir şehadet –ve ey zerratı, muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!– senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nurani bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.

Hem bu safi, temiz, güzel gökler; fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik lambalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve her şeyi icad eden kudretinin azametine zahir delâlet ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve her bir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlukat-ı semaviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümulüne şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar zahirdir ki güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nurani delilleridirler.

Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise mutî neferler, muntazam sefineler, hârika tayyareler, acayip lambalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı uluhiyetinin şaşaasını gösteriyorlar.

Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla, güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

Ey Vâcibü’l-vücud! Ey Vâhid-i Ehad!

Bu hârika yıldızlar, bu acib güneşler, aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişler. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden bir tek Hâlık’a tesbih ederler, tekbir ederler; lisan-ı hal ile “Sübhanallah, Allahu ekber” derler.

Ben dahi onların bütün tesbihatıyla, seni takdis ederim ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelal!

*

Ey Kādir-i Mutlak!

Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar, senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.

Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi ancak senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi lisan-ı kāl ile konuşarak seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.

Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi cevvi, âdeta bir hikmete binaen “levh-i mahv ve ispat” ve “yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, senin vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.

Ey Mutasarrıf-ı Faal ve ey Feyyaz-ı Müteâl!

Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber; birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem koca fezayı mahşer-i acayip yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulattırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve her bir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün mahlukatına cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şeye yetişmelerine delâlet eder.

Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faydalarda istimal olunur ki her şeye ihata eden bir ilim ve her şeye şâmil bir hikmet olmazsa o istimal, o istihdam olamaz.

Ey Fa’alün limâ yürîd!

Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir numune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.

Ey Kadîr-i Zülcelal!

Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet süratli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.

*

Ey arz ve semavatın Hâlık-ı Zülcelali!

Senin Kur’an-ı Hakîm’inin talimiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla senin vücub-u vücuduna ve senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de arz bütün mahlukatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler.

Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül cüz’î olsun, küllî olsun yoktur ki intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.

Hem hiçbir hayvan yoktur ki zafiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatın hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki sanat-ı acibesiyle ve latîf ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîm’lerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istila edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettah-ı Allâm! Ey Fa’al-i Hallak!

Nasıl arz, bütün sekenesiyle Hâlık’ının Vâcibü’l-vücud olduğuna şehadet eder. Öyle de senin –Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannan-ı Mennan! Ey Vehhab-ı Rezzak!– vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine şehadet, belki mevcudat adedince şehadetler eder.

Hem nasıl zemin bir ordugâh, bir meşher, bir talimgâh vaziyetiyle ve nebatat ve hayvanat fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan, rahîmane, kerîmane verilmesi ve hadsiz o efradın kemal-i musahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin her şeye şümulünü ve hâkimiyetinin her şeye ihatasını gösteriyor.

Hem zeminde değişmekte bulunan mahlukat kafilelerinin sevk ve idareleri, mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi her şeye taalluk eden bir ilim ile ve her şeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevî cihazat ile teçhiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.

Ey Hâlık-ı külli şey!

Zeminin bütün mahlukatı, senin mülkünde, senin arzında, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ve iradetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve şümul gösteriyor. Ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır. Ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki tecezzi kabul etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rububiyet olduğunu bildiriyor.

Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zahir hadsiz lisanlarla Hâlık’ını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelal’inin hamd ve medh ü senasını ediyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zat-ı Akdes!

Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.

*

Ey Rabbü’l-berri ve’l-bahr!

Kur’an’ın dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin senin birliğine ve varlığına şehadet ederler. Öyle de bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler.

Evet, bu dünyamızın menba-ı acayip buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud, hattâ hiçbir katre su yoktur ki vücuduyla, intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlık’ını bildirmesin.

Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hilkatleri gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi, bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki hilkatiyle ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzak’ına şehadet etmesin.

Hem denizde kıymettar, hâsiyetli, ziynetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki güzel hilkatiyle ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin.

Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve icadca gayet kolay ve efradca gayet çokluk noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit denizlerini muallakta durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istila ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halk etmek ve erzak ve sair umûrlarını küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, senin varlığına ve Vâcibü’l-vücud olduğuna mevcudatı adedince işaretler ederek şehadet eder.

Ve senin saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve her şeye muhit olan kudretinin azametine pek zahir delâlet ettikleri gibi göklerin fevkindeki gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar her şeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve intizamatıyla ve faydalarıyla ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin her şeye muhit ilmine ve her şeye şâmil hikmetine işaret ederler.

Ve senin, bu misafirhane-i dünyada, yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine ve gemisine ve istifadesine musahhar olması işaret eder ki yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zat, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki bunlar onların fâni ve küçük numuneleridirler.

İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile senin mülkünde, senin emrine musahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlık’ını takdis edip “Allahu ekber” derler.

*

Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelal!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım ki nasıl denizler acayipleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de dağlar dahi zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envaından ve muhtelif hastalıklara ilaç olan maddelerin aksamından ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faydalarıyla hususan madeniyatın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle ve bilhassa nebatatın basit bir topraktan çeşit çeşit envalarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe ve mesken ve hilkat ve sanatça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, o Sâni’in vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnûlar, zeminin her tarafında, her bir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mani olmadan, sair neviler ile beraber karışık iken, karıştırmaksızın icadları; Senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder.

Öyle de zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlukların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delâlet ve toprak tabakatı içinde, gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde; bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle, senin her şeye taalluk eden ilminin ihatasına ve her bir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve ilaçların ihzaratı ve madenî maddelerin iddiharatıyla rububiyetinin rahîmane ve kerîmane olan tedabirinin mehasinine ve inayetinin ihtiyatlı letaifine pek zahir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehadet eder ki bu kadar Kerîm ve misafirperver ve bu kadar Hakîm ve şefkat-perver ve bu kadar Kadîr ve rububiyet-perver bir Sâni’in, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ey Kādir-i külli şey!

Dağlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar ve müddehardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshir eden Hâlık’ını takdis ve tesbih ederler.

*

Ey Hâlık-ı Rahman! Ve ey Rabb-i Rahîm!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin dersiyle anladım: Nasıl ki sema ve feza ve arz ve deniz ve dağ, müştemilat ve mahluklarıyla beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar.

Ve umum eşcarın ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve ziynetleriyle Sâni’inin isimlerini tavsif ve tarif eden çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden her birisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika sanat içindeki nizam ve nizam içindeki mizan ve mizan içindeki ziynet ve ziynet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taalluk eden icad fiilleri ve Rabbanî isimlerde muvafakat ve o yüz bin envaın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalarıyla, o Vâcibü’l-vücud Sâni’in bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.

Hem nasıl ki onlar senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüz binler tarzda iaşe ve idareleri; şaşırmayarak, karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, senin rububiyetinin vahdaniyetteki haşmetine ve bir baharı, bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine ve her şeye taallukuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in’amlar ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemal-i intizamla cereyanları ve her şey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle, hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine kat’î delâlet etmekle beraber o ağaçların ve nebatların ve her bir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi her birisinin her bir şeyini, her bir işini bilerek, görerek; faydalara, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, senin ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her şeye şümulüne pek zahir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve senin gayet kemaldeki cemal-i sanatına ve nihayet cemaldeki kemal-i nimetine hadsiz dilleriyle sena ve medhederler.

Hem bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymettar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret belki şehadet eder ki:

Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zat-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlukat tarafından “Bize tattırdı fakat yedirmeden bizi idam etti.” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı uluhiyetini ıskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise müşterilere göstermek için numunelerdir.

Hem ağaçlar ve nebatlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve tesbih ve tahmid ettikleri gibi o kelimelerden her birisi dahi ayrıca seni takdis eder. Hususan meyvelerin bedî’ bir surette, etleri çok muhtelif, sanatları çok acib, çekirdekleri çok hârika olarak yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların başlarına koyarak zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal olan tesbihatları, zuhurca lisan-ı kāl derecesine çıkar. Bütün onlar senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsanatınla, senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar ve senin her bir emrine mutîdirler.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni’-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm!

Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerinin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.

*

Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki nasıl nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar. Öyle de zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî azalarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faydalar ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet sanatlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir muvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin.

Çünkü bu kadar basîrane nazik sanat ve şuurkârane ince hikmet ve müdebbirane tam muvazeneye, elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünkü o halde her bir zerresi; her bir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu her şeyini bilecek, görecek, yapabilecek âdeta ilah gibi ihatalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra teşkil-i ceset ona havale edilir ve “Kendi kendine oluyor.” denilebilir.

Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta birlik ve her bir nev’in efradı simalarında görülen sikke-i hikmette ittihat ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki senin vahdetine kat’î şehadette bulunmasın. Ve her bir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.

Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envaı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetinin derece-i haşmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet sanatlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla, kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine ve her biri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silaha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delâlet ederler.

Hem nasıl ki hayvanattan her birisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musağğarı hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmayarak, hatasız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin her şeye şümulüne, adetlerince işaretler ederler.

Öyle de her biri birer mu’cize-i sanat ve birer hârika-i hikmet olacak kadar sanatlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin sanat-ı Rabbaniyenin kemal-i hüsnüne ve gayet derecede güzelliğine işaret ve her birisi, hususan yavrular, gayet nazdar, nâzenin bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, senin inayetinin gayet şirin cemaline hadsiz işaretler ederler.

Ey Rahmanu’r-Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Emin! Ey Mâlik-i Yevmi’d-din!

Senin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’inin irşadıyla anladım ki: Madem kâinatın en müntehab neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehab hülâsası ruhtur. Ve zîruhun en müntehab kısmı zîşuurdur. Ve zîşuurun en câmii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar, zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar, insanlara musahhardır, onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlık’ını pek ciddi severler ve Hâlık’ları onları hem sever hem kendini onlara her vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı ve cihazat-ı maneviyesi, başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor. Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor. Ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için Hâlık’ına yalvarıyor.

Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mesudane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.

Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.

Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-ü Süleymanî (as) ve Neml’i; ve Naka-i Salih (as) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa hem ruhu hem cesediyle bâki âleme gideceği ve her bir nev’in ara sıra istimal için bir tek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler.

Ey Kādir-i Kayyum!

Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur; senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle ve ancak senin irade ve tedbirinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin emirlerine teshir ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil belki fıtraten insanın zaafı ve aczi için rahmet tarafından ona musahhar olmuşlar. Ve lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile Sâni’lerini ve Mabud’larını kusurdan, şerikten takdis ve nimetlerine şükür ve hamdederek, her biri ibadet-i mahsusasını yapıyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zat-ı Akdes!

Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ diyorum.

*

Yâ Rabbe’l-âlemîn! Yâ İlahe’l-evvelîne ve’l-âhirîn! Yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn!

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahir, şecer, nebat, hayvan; efradıyla, eczasıyla, zerratıyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalplerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracat ile, yüzer icma ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla haberlerini ispat ediyorlar.

Evet kalplerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zata bakan hiçbir hatırat-ı gaybiye ve ilham edici bir zata baktıran hiçbir ilhamat-ı sadıka ve hakkalyakîn suretinde sıfât-ı kudsiye ve esma-i hüsnanı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne ve enbiya ve evliyada bir Vâcibü’l-vücud’un envarını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nurani kalp ve asfiya ve sıddıkînde, bir Hâlık-ı külli şey’in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.

Ve bilhassa bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve sıddıkînin imamı ve reisi ve hülâsası olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarını tasdik eden hiçbir mu’cizat-ı bâhiresi ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-i âliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatli kitapların hülâsatü’l-hülâsası olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hiçbir âyet-i tevhidiye-i kātıası ve mesail-i imaniyeden hiçbir mesele-i kudsiyesi yoktur ki senin vücub-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma ve sıfâtına şehadet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.

Hem nasıl ki bütün o yüz binler muhbir-i sadıklar, mu’cizatlarına ve keramatlarına ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlığına ve birliğine şehadet ederler. Öyle de her şeye muhit olan arş-ı a’zamın külliyat-ı umûrunu idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î hatıratını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden hiçbir fiil, bir fiile; bir iş, bir işe mani olmadan, en büyük bir şeyi, en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icma ile ittifak ile ilan ve ihbar ve ispat ediyorlar.

Hem nasıl ki bu kâinatı, zîruha hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatı unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren ve Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihatasına ve her bir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ her bir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve her bir zîhayatta azaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takip eden hattâ insanın lisanını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mizancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin her bir şeye şümulüne hem bu dünyada numuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde numuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icma, bi’l-ittifak şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu’cizat-ı bâhiresine ve âyât-ı kātıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-ü nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalalet için cehennem bulunduğunu haber verip ilan ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadıku’l-Va’di’l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal!

Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzip edip, saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını ve sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaatle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve davalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve seni vaadinde tekzip etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin!

Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten, senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum! سُبْحَانَهُ وَ تَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبٖيرًا âyetini, vücudumun bütün zerratı adedince söylemek istiyorum!

Belki senin o sadık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatın –hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde– senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler. Ve bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-i ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin ibadına ders veriyorlar.

Ey Rabbü’l-enbiya ve’s-sıddıkîn!

Bütün onlar; senin mülkünde, senin emrin ve kudretin ile senin irade ve tedbirin ile senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzaftırlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile küre-i arzı bir zikirhane-i a’zam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe’s-semavati ve’l-aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı külli şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’an’a ve imana hizmet için insanların kalplerini Risale-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi Risale-i Nur’a kalpleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve cehennem ateşinden muhafaza eyle ve cennetü’l-firdevste mesud kıl, âmin âmin âmin!

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Kur’an’dan ve münâcat-ı Nebeviye olan Cevşenü’l-Kebir’den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîm’imin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’an’ı ve Cevşenü’l-Kebir’i şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum.

Said Nursî

***

On Birinci Hüccet-i İmaniye

(Yirmi İkinci Söz’ün Birinci Makamı)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ ۞ وَ تِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki acib bir âleme götürülmüşler. Öyle bir âlem ki kemal-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. Kemal-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor. Bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır. Şu acayip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki bir kısım mahluklar var, bir tarz ile konuşuyorlar fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız işaretlerinden anlaşılıyor ki mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: “Şu acib âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musanna sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü anlaşılıyor ki bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize meded verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahluklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında, bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenatın envaıyla tezyin eden ve ibret-nüma mu’cizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır.”

Öteki adam dedi: “İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin.”

Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak menfaati hiç yok; zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak meşakkati pek hafiftir, menfaati olursa pek azîmdir. Onun için ona karşı lâkayt kalmak, hiç kâr-ı akıl değildir.”

O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karmakarışık işlerdir, kendi kendine dönüyor; benim neme lâzım.”

Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün beni de belki çokları da belaya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden bazen olur ki bir memleket harap olur.”

Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya kat’iyen bana ispat et ki bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sâni’i vardır. Yahut bana ilişme.”

Cevaben arkadaşı dedi: “Madem inadın divanelik derecesine çıkmış, o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana on iki bürhan ile göstereceğim ki bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır ve o usta, her şeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihette noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve her şeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu’cize ve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahluklar onun memurlarıdır.”

Birinci Bürhan

Gel, her tarafa bak, her şeye dikkat et! Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü bak, bir dirhem (Hâşiye[2]) kadar kuvveti olmayan bir çekirdek küçüklüğünde bir şey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuru olmayan, (Hâşiye[3]) gayet hakîmane işler görüyor. Demek, bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu’cize, her şey mu’cizekâr bir hârika olmak lâzım gelir. Bu ise bir safsatadır.

İkinci Bürhan

Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstüne dikkat et! Her birisinde o gizli zattan haber veren işler var. Âdeta her biri birer turra, birer sikke gibi o gaybî zattan haber veriyorlar. İşte gözünün önünde, bak; bir dirhem pamuktan (Hâşiye[4]) ne yapıyor. Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki bizim gibi binler adam giyse ve yese kâfi gelir. Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçası (Hâşiye[5]) yaptı; bak, gör. İşte ey akılsız adam! Bu işler öyle bir zata mahsustur ki bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mu’cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

Üçüncü Bürhan

Gel, bu müteharrik antika (Hâşiye[6]) sanatlarına bak! Her birisi öyle bir tarzda yapılmış, âdeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor. Hiç mümkün müdür ki bu sarayın ustasından başka birisi gelip bu acib sarayı küçük bir makinede dercetsin? Hem hiç mümkün müdür ki bir kutu kadar bir makine bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfî veyahut abes bir iş içinde bulunsun? Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zatın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilanname hükmündedirler. Lisan-ı halleriyle derler ki: “Biz öyle bir zatın sanatıyız ki bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır.”

Dördüncü Bürhan

Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor, bir halette durmuyor. Dikkat et ki bu gördüğümüz camid cisimler, hissiz kutular birer hâkim-i mutlak suretini aldılar. Âdeta her bir şey, bütün eşyaya hükmediyor. İşte bu yanımızdaki bu makineye bak, (Hâşiye[7]) güya emrediyor. İşte onun tezyinatına ve işlemesine lâzım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte oraya bak, o şuursuz cisim (Hâşiye[8]) güya bir işaret ediyor, en büyük bir cismi kendine hizmetkâr ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor. Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Âdeta her bir şey, bütün bu âlemdeki hilkatleri musahhar ediyor.

Eğer o gizli zatı kabul etmezsen bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahluklarda; o zatın bütün hünerlerini, sanatlarını, kemalâtlarını, birer birer (o şeylere) vereceksin. İşte aklın uzak gördüğü bir tek mu’ciz-nüma zatın bedeline, milyarlar onun gibi mu’ciz-nüma hem birbirine zıt hem birbirine misil hem birbiri içinde bulunsun; bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar.

Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa karıştırır. Çünkü bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun!

Beşinci Bürhan

Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azîm sarayın nakışlarına dikkat et ve bütün bu şehrin ziynetlerine bak ve bütün bu memleketin tanzimatını gör ve bütün bu âlemin sanatlarını tefekkür et! İşte bak, eğer nihayetsiz mu’cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zatın kalemi işlemezse bu nakışları sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse o vakit ya bu memleketin her bir taşı, her bir otu, öyle mu’ciz-nüma nakkaş, öyle bir hârikulâde kâtip olması lâzım gelir ki bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar sanatı dercedebilsin. Çünkü bak bu taşlardaki nakşa, (Hâşiye[9]) her birisinde bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilat programları var. Demek, bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır. Öyle ise her bir nakış, her bir sanat, o gizli zatın bir ilannamesidir, bir hâtemidir.

Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. Sanatlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?

Altıncı Bürhan

Gel, bu geniş ovaya çıkacağız (Hâşiye[10]). İşte o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün. Hem her şeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acib memlekette, acib işler oluyor. Her saatte hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor. İşte bak, bu dağlar ve ovalar ve şehirler birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor, öyle bir tarzda ki milyonlarla birbiri içinde işler gayet muntazam surette değişiyor. Âdeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi pek acib tahavvülat oluyor. Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular. Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler. Âdeta şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor. İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki kendi kendine olsun.

Evet, nihayet derecede sanatlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki kendilerinden ziyade, sanatkârlarını gösteriyorlar. Hem bunları işleyici öyle mu’ciz-nüma bir zattır ki hiçbir iş, ona ağır gelmez. Bin kitap yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir. Bununla beraber her tarafa bak ki hem öyle bir hikmetle her şeyi yerli yerine koyuyor ve öyle mükrimane herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor hem öyle ihsan-perverane umumî perdeler ve kapılar açıyor ki herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehavet-perverane sofralar kuruyor ki bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, her bir taifesine has ve lâyık, belki her bir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-yı nimet veriliyor.

İşte dünyada bundan muhal bir şey var mı ki bu gördüğümüz işler içinde tesadüfî işler bulunsun veya abes ve faydasız olsun veya müteaddid eller karışsın veya ustası her şeye muktedir olmasın veya her şey ona musahhar olmasın! İşte ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir bahane bul!

Yedinci Bürhan

Ey arkadaş! Gel, şimdi bu cüz’iyatı bırakıp saray şeklindeki bu acib âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz. İşte bak, bu âlemde o derece intizam ile küllî işler yapılıyor ve umumî inkılablar oluyor ki âdeta bütün bu saraydaki mevcud taşlar, topraklar, ağaçlar, her bir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün âlemin nizamat-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler, birbirinin imdadına koşuyor.

İşte bak, gaibden acib bir kafile (Hâşiye[11]) çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-yı erzak taşıyorlar. İşte bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar. Hem de bak, bu kubbede o azîm elektrik lambası (Hâşiye[12]) onlara ışık verdiği gibi bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor; yalnız, pişirilecek taamlar bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıp (Hâşiye[13]) ona karşı tutuluyor. Bu tarafa da bak, bu bîçare zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar; nasıl onların başı önünde, latîf gıda ile dolu iki tulumbacık (Hâşiye[14]) takılmış, iki çeşme gibi yalnız o kuvvetsiz mahluk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.

Elhasıl, bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor. Bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et, ta’dad ile bitmez.

İşte bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki şu saray-ı acibin ustasına yani şu garib âlemin sahibine her şey musahhardır. Her şey onun hesabına çalışır. Her şey ona bir emirber nefer hükmündedir. Her şey onun kuvvetiyle döner. Her şey onun emriyle hareket eder. Her şey onun hikmetiyle tanzim olur. Her şey onun keremiyle muavenet eder. Her şey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş! Haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

Sekizinci Bürhan

Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun! Halbuki her şey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkâr et ve “Âlem yok, memleket yok.” de, kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle!

İşte bak, şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var (Hâşiye[15]). Âdeta memleketten çıkan her şey, o maddelerden yapılıyor. Demek, o maddeler kimin mülkü ise bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise mahsulat da onundur. Deniz kimin ise içindekiler de onundur.

Hem bak, bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, bir tek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette bilbedahe birdir. Çünkü o iş, iştirak kabul etmez. Öyle ise bütün nescolunan sanatlı şeyler, ona mahsustur. Hem de bak, bu dokunan, yapılan şeylerin her bir cinsi, bütün memleketin her tarafında bulunuyor; bütün ebna-yı cinsleriyle öyle intişar etmiş; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek, tek bir zatın işidir, tek bir emirle hareket ediyor. Yoksa böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir. Öyle ise bu sanatlı şeylerin her birisi, o gizli zatın bir ilannamesi hükmünde, onu gösteriyor.

Güya her bir çiçekli kumaş, her bir sanatlı makine, her bir tatlı lokma; o mu’ciz-nüma zatın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde. Lisan-ı hal ile her birisi der: “Ben kimin sanatıyım, bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve her bir nakış der: “Beni kim dokudu ise bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Her bir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa bulunduğum kazan dahi onundur.” Her bir makine der: “Beni kim yapmış ise memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek, memleketin mâliki de odur. Öyle ise bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.” Mesela, nasıl mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut bir tek düğmeye mâlik olmak için onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzımdır ki onlara hakiki mâlik olsun. Yoksa o boşboğaz başıbozuktan “Mîrî malıdır.” diye elinden alınıp tecziye edilir.

Elhasıl, nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik bir tek zat olabilir. Öyle de bütün memlekette intişar eden sanatlar, birbirine benzediği ve bir tek sikke izhar ettikleri için bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, her bir şeye hükmeden tek bir zatın sanatları olduğunu gösteriyorlar.

İşte ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alâmeti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken ihatası var. Bir kısım, müteaddid ise –fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için– bir vahdet-i neviye gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek ustası da mâliki de sahibi de sâni’i de bir olmak lâzım gelir.

Bununla beraber sen buna dikkat et ki bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor. (Hâşiye[16]). Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Her bir ipin başına bak, birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki böyle garib bir gayb perdesinden, böyle acib ihsanatı, hedâyâyı şu mahluklara uzatan zatı tanımamak, ona teşekkür etmemek, ne kadar divanece bir harekettir? Çünkü onu tanımazsan bilmecburiye diyeceksin ki: “Bu ipler; uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık manasını vermek lâzım gelir. Halbuki gözümüzün önünde bir dest-i gaybî, o ipleri dahi yapıp o hedâyâyı onlara takıyor.

Demek, bütün bu sarayda her şey, kendi nefsinden ziyade, o mu’ciz-nüma zatı gösteriyor. Onu tanımazsan bütün bu şeyleri inkâr etmekle hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.

Dokuzuncu Bürhan

Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib’ad ediyorsun. Onun acib sanatlarını ve hâlâtını, akla sığıştıramadığından inkâra sapıyorsun. Halbuki asıl istib’ad, asıl müşkülat ve hakiki suubetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır.

Çünkü onu tanısak bütün bu saray, bu âlem bir tek şey gibi kolay gelir, rahat olur; bu ortadaki ucuzluk ve mebzuliyete medar olur.

Eğer tanımazsak ve o olmazsa o vakit her bir şey, bütün bu saray kadar müşkülatlı olur. Çünkü her şey, bu saray kadar sanatlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzuliyet kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi. Sen, yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak (Hâşiye[17]). Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciz-nümasından çıkmasa idi, şimdi kırk para ile aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.

Evet, bütün istib’ad, müşkülat, suubet, helâket belki muhaliyet, onu tanımamaktadır. Çünkü nasıl bir ağaca bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor. Binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi suhulet peyda eder. Eğer o ağacın meyveleri, ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla rabtedilse her bir meyve bütün ağaç kadar müşkülatlı olur.

Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıksa kemiyetçe bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer her bir neferin ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa her bir neferin teçhizatı için bütün ordunun teçhizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır.

Aynen bu iki misal gibi şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakki memlekette, şu muhteşem âlemde, bütün bu şeylerin icadı bir tek zata verildiği vakit; o kadar kolay olur, o kadar hiffet peyda eder ki gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzuliyete ve sehavete sebebiyet verir. Yoksa her şey o kadar pahalı, o kadar müşkülatlı olacak ki dünya verilse birisi elde edilemez.

Onuncu Bürhan

Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündür (Hâşiye[18]) biz buradayız. Eğer şu âlemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak cezaya müstahak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira on beş gün güya bize mühlet verilmiş gibi bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz. Bu derece nazik sanatlı, mizanlı, letafetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız, bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir.

O zat ne kadar kudretli, haşmetli bir zat olduğunu şununla anlayınız ki şu koca âlemi, bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi, bir hane gibi hiçbir şey noksan bırakmayarak idare ediyor. İşte bak, vakit be-vakit bir kabı doldurup boşaltmak gibi; şu sarayı, şu memleketi, şu şehri kemal-i intizamla doldurup kemal-i hikmetle boşalttırıyor. Bir sofrayı kaldırıp indirmek gibi koca memleketi baştan başa, çeşit çeşit sofralar (Hâşiye[19]) bir dest-i gaybî tarafından kaldırır, indirir tarzında mütenevvi yemekleri sıra ile getirip yedirir. Onu kaldırıp başkasını getirir. Sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki o dehşetli haşmet içinde hadsiz sehavetli bir kerem var.

Hem de bak ki o gaybî zatın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi öyle de kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakiki perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılablar, bu tahavvülatlar; o zatın devamına, bekasına şehadet eder. Çünkü zeval bulan eşya ile beraber esbabları dahi kayboluyor. Halbuki onların arkasından onlara isnad ettiğimiz şeyler, tekrar oluyor. Demek, o eserler, onların değilmiş; belki zevalsiz birinin eserleri imiş.

Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor, arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki onları parlattıran, daimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de bu işlerin süratle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki zevalsiz daimî bir tek zatın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, sanatlarıdır.

On Birinci Bürhan

Gel, ey arkadaş! Şimdi sana geçmiş olan on bürhan kuvvetinde kat’î bir bürhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz; (Hâşiye[20]) şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan bir şeyler bekliyor, oradan emirler alıyorlar.

İşte bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin bir reisi var. Gel daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte bak, ne kadar parlak ve binden (Hâşiye[21]) ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor. Ne kadar tatlı bir sohbet ediyor. Şu on beş gün zarfında, bunların dediklerini ben bir parça öğrendim. Sen de benden öğren. Bak o zat, şu memleketin mu’ciz-nüma sultanından bahsediyor. O sultan-ı zîşan, beni sizlere gönderdi söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor ki şüphe bırakmıyor ki bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur. Sen dikkat et ki bu zatın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahluklar dinliyorlar, belki hârikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü uzaktan uzağa herkes buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor, belki hayvanlar da hattâ bak dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar, ondan âb-ı hayat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlîsinde mühim lamba, (Hâşiye[22]) onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor.

Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla onun memuriyetini tanıyor. Onu, o gaybî zat-ı mu’ciz-nümanın has ve doğru bir tercümanı, bir dellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evamirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyorlar gibi onu dinleyip itaat ediyorlar.

İşte bu zatın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar: “Evet, evet doğrudur.” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lambası, (Hâşiye[23]) onun işaret ve emirlerine baş eğmesiyle, “Evet, evet her dediğin doğrudur.” derler.

İşte ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hâssasına mahsus bin nişan taşıyan şu nurani, muhteşem ve ciddi zatın bütün kuvvetiyle bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir Zat-ı Mu’ciz-nümadan ve zikrettiği evsafından ve tebliğ ettiği evamirinde, hiçbir vecihle hilaf ve hile bulunabilir mi? Bunda hilaf-ı hakikat kabilse; şu sarayı, şu lambaları, şu cemaati hem vücudlarını hem hakikatlerini tekzip etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa buna karşı itiraz parmağını uzat. Gör, nasıl parmağın bürhan kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak.

On İkinci Bürhan

Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir bürhan kuvvetinde bir bürhan daha göstereceğim. İşte bak, yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemal-i dikkatle bakan, şu nurani fermana (Hâşiye[24]) bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın mealini umuma beyan ediyor.

İşte şu fermanın üslupları öyle bir tarzda parlıyor ki herkesin nazar-ı istihsanını celbediyor ve öyle ciddi, ehemmiyetli meseleleri zikrediyor ki herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acayibi izhar eden zatın şuunatını, ef’alini, evamirini, evsafını birer birer beyan ediyor. O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i a’zam olduğu gibi bak her bir satırında, her bir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği manalar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zata mahsus birer manevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor.

Elhasıl, o ferman-ı a’zam, güneş gibi o zat-ı a’zamı gösterir; kör olmayan görür.

İşte ey arkadaş! Aklın başına gelmiş ise bu kadar kâfi. Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.

O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben, senin bu bürhanlarına karşı yalnız derim, Elhamdülillah inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki şu memleketin tek bir mâlik-i zülkemali, şu âlemin tek bir sahib-i zülcelali, şu sarayın tek bir sâni’-i zülcemali bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin bürhanların her birisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat her bir bürhan geldikçe daha revnaktar daha şirin daha hoş daha nurani daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”

Tevhidin hakikat-i uzmasına ve “âmentü billah” imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahman, feyz-i Kur’an, nur-u iman sayesinde tevhid-i hakikinin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki on iki bürhana mukabil, on iki lem’a ile bir mukaddimeyi göstereceğiz.

***

Üçüncü Hüccet-i İmaniye

Tabiat Risalesi

Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîr ü zeber ediyor.

İhtar

Şu notada, tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâekall doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bazı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için birdenbire, bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor.

Evet onlar, mesleklerinin içyüzünü görememişler. Hem hakikat-i meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki yazılmış her bir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul (Hâşiye[25]) hülâsa-i mezhepleri, mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu gayet bedihî ve kat’î bürhanlarla şüphesi olanlara tafsilen beyan ve ispat etmeye hazırım.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

Şu âyet-i kerîme, istifham-ı inkârî ile “Cenab-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı.” demekle; vücud ve vahdaniyet-i İlahiye, bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor.

Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar

1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları, bazı risalelerde tam izah edildiğinden burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddid bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihat ediyor; her biri bunun bir cüzü hükmüne geçiyor.

Mukaddime: Ey insan! Bil ki insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:

Birincisi: اَوْجَدَتْهُ الْاَسْبَابُ Yani, esbab bu şeyi icad ediyor.

İkincisi: تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ Yani, kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.

Üçüncüsü: اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani, tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud, sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu mesela, bu hayvanı ya diyeceksin ki esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor veyahut tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor veyahut bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat’î ispat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şüphesiz sabit olur.

Amma Birinci Yol ki:

Esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlukattır. Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

Birincisi: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayattar hârika bir tiryak onlardan yapılmak icab etti. Geldik, o eczahanede, zîhayat macunu ve hayattar tiryakı çoklukla efradını gördük. O macunlardan her birisini tetkik ettik. Görüyoruz ki o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan-ı mahsus ile bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hâkeza muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Her bir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hâssasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, her birisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir şey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa “Bu fikri kabul etmem!” diye kaçacaktır.

İşte bu misal gibi her bir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur ve her bir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki çok müteaddid eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve “Esbab icad etti.” denilse aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.

Elhasıl, şu eczahane-i kübra-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî’nin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve her şeye şâmil bir irade ile vücud bulabilir. “Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anâsır ve tabâyi ve esbabın işidir.” diyen bedbaht “O tiryak-ı acib, kendi kendine şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur.” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet o küfür; ahmakane, sarhoşane, divanece bir hezeyandır.

İkinci Muhal: Eğer her şey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse, belki esbaba isnad edilse lâzım gelir ki âlemin pek çok anâsır ve esbabı, her bir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki sinek gibi bir küçük mahlukun vücudunda, kemal-i intizam ile gayet hassas bir mizan ve tam bir ittifak ile muhtelif ve birbirine zıt, mübayin esbabın içtimaı, o kadar zahir bir muhaldir ki sinek kanadı kadar şuuru bulunan “Bu muhaldir, olamaz!” diyecektir.

Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve esbabı ile alâkadardır, belki bir hülâsasıdır. Eğer kudret-i ezeliyeye verilmezse, o esbab-ı maddiye onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lâzım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki cisminin küçük bir numunesi olan gözündeki bir hüceyresine girmeleri icab ediyor. Çünkü sebep maddî ise müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hüceyrecikte erkân-ı âlem ve anâsır ve tabâyiin, maddeten içinde bulunup usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor.

İşte, sofestaînin en eblehleri dahi böyle bir meslekten utanıyor.

Üçüncü Muhal: اَلْوَاحِدُ لَا يَصْدُرُ اِلَّا عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle: “Bir mevcudun vahdeti varsa elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.” Hususan o mevcud, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi’ bir hayata mazhar ise bilbedahe sebeb-i ihtilaf ve keşmekeş olan müteaddid ellerden çıkmadığını; belki gayet Kadîr, Hakîm olan bir tek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve camid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine, hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilat ile o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.

Haydi bu muhalden kat’-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki o esbab-ı tabiiyenin temasları, zîhayat mevcudların zahirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını, on defa zahirinden daha muntazam, daha latîf, sanatça daha mükemmeldir.

Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zahirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahluklardan daha ziyade sanatça acib, hilkatçe bedî’ bir surette oldukları halde; o camid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur!

Amma İkinci Mesele:

تَشَكَّلَ بِنَفْسِهٖ dir. Yani kendi kendine teşekkül ediyor. İşte bu cümlenin dahi çok muhalatı var. Çok cihetle bâtıldır, muhaldir. Numune için muhalatından üç tanesini beyan ederiz.

Birincisi: Ey muannid münkir! Senin enaniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki yüz muhali birden kabul etmek derecesinde hükmediyorsun. Çünkü sen mevcudsun. Ve basit bir madde ve camid ve tagayyürsüz değilsin. Belki daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine ve hârika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan beka-i nev’i itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebatı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar. Öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar. Senin münasebatını kâinatta görüp öylece vaziyet alıyorlar. Sen zahirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o hârika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelî’nin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları, her bir zerre bir kalem ucu veya kalem-i kudretin noktaları, her bir zerre bir nokta olduğunu kabul etmezsen; o vakit senin gözünde çalışan her bir zerreye öyle bir göz lâzım ki senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir göz ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının menbalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflatun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir!

İkinci Muhal: Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünkü o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalp ve manevî letaiften kat’-ı nazar, yalnız cesedindeki her bir aza, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i muvazene ve intizam ile baş başa verip hârika bir bina, fevkalâde bir sanat, göz ve dil gibi acib birer mu’cize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tabi birer memur olmasalar; o vakit her bir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem her birisine mahkûm-u mutlak hem her birisine misil hem hâkimiyet noktasında zıt hem yalnız Vâcibü’l-vücud’a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri olabilen gayet muntazam bir masnû-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derk eder.

Üçüncü Muhal: Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektup olmazsa ve tabiata, esbaba mensup matbu ise o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillü, binler mürekkebler adedince tabiat kalıplarının bulunması lâzım gelir.

Çünkü mesela, bu elimizdeki kitap eğer mektup olsa bir tek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip bütün onları yazar. Eğer o, mektup olmazsa ve onun kalemine verilmezse, kendi kendine olmuş denilse veya tabiata verilse o vakit, matbu kitap gibi her bir harfi için bir demir kalem lâzımdır ki tabedilsin. Nasıl ki matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücud bulur; o vakit bir tek kaleme bedel, o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurufat içinde bazen olduğu gibi küçük kalem ile bir büyük harfte bir sahife –ince hatla– yazılmış ise binler kalem bir tek harf için lâzım geliyor. Belki birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle, senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa o vakit, her bir dairede, her bir cüz için o mürekkebat adedince kalıplar lâzım geliyor.

Haydi, yüz muhal içinde bulunan bu tarzı, mümkün desen dahi bu muntazam sanatlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için yine bir tek kaleme verilmezse o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için onların adetlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım. Çünkü onlar da yapılmışlar ve onlar da muntazam sanatlıdırlar. Ve hâkeza müteselsilen gittikçe gidecek…

İşte sen de anla! Bu öyle bir fikirdir ki senin zerratın adedince muhalat ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan, bu dalaletten vazgeç!

Üçüncü Kelime

اِقْتَضَتْهُ الطَّبٖيعَةُ Yani tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor. İşte bu hükmün çok muhalatı var. Numune için üçünü zikrediyoruz.

Birincisi: Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen basîrane, hakîmane olan sanat ve icad, Şems-i Ezelî’nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse lâzım gelir ki tabiat; icad için her şeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulundursun veyahut her şeyde, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin.

Çünkü nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zahiren küçük, manen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi…

Aynen bu misal gibi mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelî’nin cilve-i esmasına verilmezse her bir mevcudda, hususan her bir zîhayatta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdeta bir ilahı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise kâinattaki muhalatın en bâtılı en hurafesidir. Hâlık-ı kâinat’ın sanatını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan; elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.

İkinci Muhal: Eğer gayet intizamlı, mizanlı, sanatlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zata verilmezse, belki tabiata isnad edilse lâzım gelir ki tabiat; her bir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun. Tâ o parça toprak, menşe ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin.

Çünkü çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor.

Eğer Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse o vakit, o kâsedeki toprakta, her bir çiçek için manevî, ayrı, tabiî bir makine bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise nutfeler ve yumurtalar gibi maddeleri birdir. Yani müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza, karbon, azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber hava, su, hararet, ziya dahi her biri basit ve şuursuz ve her şeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilatları ayrı ayrı ve gayet muntazam ve sanatlı olarak o topraktan çıkması, bilbedahe ve bizzarure iktiza ediyor ki o kâsede bulunan toprakta, manen Avrupa kadar, manevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulundursun. Tâ ki bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.

İşte tabiiyyunların fikr-i küfrîleri, ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “Mütefennin ve akıllıyız.” diye dava ettikleri, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!

Eğer desen: Mevcudat, tabiata isnad edilse böyle acib muhaller olur, imtina derecesinde müşkülat olur; acaba Zat-ı Ehad ve Samed’e verildiği vakit, o müşkülat nasıl kalkıyor? Ve o suubetli imtina, o suhuletli vücuba nasıl inkılab eder?

Elcevap: Birinci Muhal’de nasıl ki güneşin cilve-i in’ikası, kemal-i suhuletle, külfetsiz en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse o vakit her bir zerrecikte, tabiî ve bizzat bir güneşin haricî vücudu imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi, kabul edilmek lâzım gelir.

Öyle de her bir mevcud, doğrudan doğruya Zat-ı Ehad ve Samed’e verilse vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık ile ve bir intisap ve cilve ile her bir mevcuda lâzım olan her bir şeyi, ona yetiştirilebilir.

Eğer o intisap kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve her bir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina derecesinde yüz bin müşkülat ve suubetle sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan ve gayet hârika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, bu kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farz etmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil belki binler muhaldir.

Elhasıl, nasıl ki Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un şerik ve naziri mümteni ve muhaldir. Öyle de rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zatî gibi mümteni ve muhaldir.

Amma ikinci muhaldeki müşkülat ise müteaddid risalelerde ispat edildiği gibi eğer bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse bütün eşya, bir tek şey gibi suhuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse bir tek şey, umum eşya kadar müşkülatlı olduğu, müteaddid ve kat’î bürhanlarla ispat edilmiş. Bir bürhanın hülâsası şudur ki:

Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap etse o memur ve o asker o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına bazen bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu; o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler, bir ordu eseri misillü hârika olabilir.

Nasıl ki karınca, o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harap ediyor. Ve sinek, o intisap ile Nemrut’u gebertiyor. Ve o intisap ile buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor. (Hâşiye[26])

Eğer o intisap kesilse, o memuriyetten terhis edilse yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvveti ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki güldürmek için acib hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar!..

Elhasıl: Vâcibü’l-vücud’a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

Üçüncü Muhal: Bu muhali izah edecek bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

Birinci Misal: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâlî bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya; gayet vahşi bir adam girmiş, içine bakmış. Binler muntazam sanatlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, hariçten kimse müdahale etmeyip o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı müştemilatıyla beraber yapmıştır diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki o şey bunları yapsın.

Sonra o sarayın teşkilat programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi sair içindeki şeyler gibi hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak bilmecburiye, eşya-yı âhere nisbeten, kavanin-i ilmiyenin bir unvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden “İşte bu defterdir ki o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş.” diyerek vahşetini; ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı uluhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşi bir insan girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i’raz ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i İlahînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlahiyenin kavanin-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “Tabiat” namı verilen bir mecmua-i kavanin-i âdât-ı İlahiye ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki:

“Madem bu eşya bir sebep ister, hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem Sâni’-i Kadîm’i kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim.” der. Biz de deriz:

Ey ahmaku’l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla onun vücuduna şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni’-i Zülcelal’i gör ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelî’nin cilvesini müşahede et, fermanına bak, Kur’an’ını dinle, o hezeyanlardan kurtul!

İkinci Misal: Gayet vahşi bir adam muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbirine bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünüp hayrette kalır.

Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, cuma gününde dâhil olur. O cemaat-i müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde eder, oturduklarını müşahede eder. Manevî ve semavî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte aynı bu misal gibi Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının manevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “Tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadîr telakki etmek; misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!

Elhasıl, tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise ancak bir sanat olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kādir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.

Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Nota’nın başında denildiği gibi mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün her birinin üç zahir muhaller ile butlanı, kat’î bir surette ispat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan vahdet yolu, kat’î bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise baştaki اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyeti, şeksiz ve şüphesiz bedahet derecesinde Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un uluhiyetini ve her şey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.

Ey esbab-perest ve tabiata tapan bîçare adam! Madem her şeyin tabiatı, her şey gibi mahluktur çünkü sanatlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi zahirî sebebi dahi masnûdur. Ve madem her şeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki âciz vesaiti, rububiyetine ve icadına teşrik etsin. Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için bir tertip ve tanzim ile zahirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zahirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.

Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın; sonra saati çarklarla tertip edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa hârika bir makineyi, o çarklar içinde yapsın; sonra saatin yapılmasını o makinenin camid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır? Acaba imkân haricinde değil midir? Haydi o insafsız aklınla sen söyle, sen hâkim ol!

Veyahut bir kâtip; mürekkep, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzat o kitabı yazsa daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıt, mürekkep, kalem içinde o kitaptan daha sanatlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin; sonra o şuursuz makineye “Haydi sen yaz!” desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır? Acaba yüz defa yazıdan daha müşkül değil midir?

Eğer desen: Evet, bir kitabı yazan makinenin icadı, o kitaptan yüz defa daha müşküldür. Fakat o makine, aynı kitabın birçok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?

Elcevap: Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i esmasını her vakit tazelendirmekle, ayrı ayrı şekilde göstermek için eşyadaki teşahhusları ve hususi simaları öyle bir surette halk etmiştir ki hiçbir mektub-u Samedanî ve hiçbir kitab-ı Rabbanî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor. Alâküllihal, ayrı manaları ifade etmek için ayrı bir siması bulunacak.

Eğer gözün varsa insanın simasına bak, gör ki zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu küçük simada, aza-yı esasîde ittifak ile beraber her bir sima, umum simalara nisbeten, her birisine karşı birer alâmet-i farikası var olduğu kat’iyen sabittir.

Bunun için her bir sima, ayrı bir kitaptır. Yalnız sanatın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve telif ister. Ve maddelerini hem getirmek hem yerleştirmek ve hem de vücuda lâzım olan her şeyi dercetmek için bütün bütün başka bir tezgâh ister.

Haydi, farz-ı muhal olarak tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Fakat bir matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani muayyen intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül bir zîhayatın cismindeki maddeleri, aktar-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlak’ın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek, bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün manasız bir hurafedir.

İşte bu saat ve kitap misalleri gibi Sâni’-i Zülcelal, Kādir-i külli şey’, esbabı halk etmiş; müsebbebatı da halk ediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavanin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir âyine ve bir ma’kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan vechini, kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halk etmiş, birbirine mezcetmiş. Acaba gayet derecede makul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatin kabulü mü daha kolaydır? –Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir?– Yoksa camid, şuursuz, mahluk, masnû, basit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, her bir şeyin vücuduna lâzım olan hadsiz cihazat ve âlâtı verip hakîmane, basîrane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? –Acaba imtina derecesinde, imkân haricinde değil midir?– Senin, o insafsız aklının insafına havale ediyoruz.

Münkir ve tabiat-perest diyor ki:

Madem beni insafa davet ediyorsun. Ben de diyorum ki şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sâbık tahkikatınızdan zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki esbaba, tabiata icad vermek mümtenidir, muhaldir. Ve her şeyi doğrudan doğruya Vâcibü’l-vücud’a vermek vâcibdir, zarurîdir. Elhamdülillahi ale’l-iman deyip iman ediyorum.

Yalnız bir şüphem var: Cenab-ı Hakk’ın Hâlık olduğunu kabul ediyorum fakat bazı cüz’î esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?

Elcevap: Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi; hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ en edna bir hâkim, bir memur; daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar –halife oldukları halde– masum evlatlarını katletmeleri, bu “redd-i müdahale kanunu”nun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklaliyetin iktiza ettiği “men’-i iştirak kanunu” tarih-i beşerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiş.

Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men’etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklaliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör, sonra hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde ve âmiriyet-i mutlaka uluhiyet derecesinde ve istiklaliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde ve istiğna-yı mutlak kādiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zat-ı Zülcelal’de, bu redd-i müdahale ve men’-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcib bir muktezası olduğunu kıyas edebilirsen et.

Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz’iyatın bazı ubudiyetlerine merci olsa, o Mabud-u Mutlak olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a müteveccih zerrattan seyyarata kadar mahlukatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîm’i, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip en mükemmel meyvesini zîşuur ve zîşuurun içinde en câmi’ meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti; o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ… Hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda mahlukatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi, hiç müsaade eder mi? Hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’aliyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlukatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubudiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir mi? Ey tabiat-perestlikten vazgeçen arkadaş! Haydi sen söyle!

O diyor: Elhamdülillah, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdaniyet-i İlahiyeye dair ve Mabud-u Bi’l-hak o olduğuna ve ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki onları inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir.

***

Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

Bir ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin on bir cümlesinin her birinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız لَا شَرٖيكَ لَهُ deki manayı, basit avamın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hali, lisan-ı kāl suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymettar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:

Bütün tabiat-perest, esbab-perest ve müşrik gibi umum enva-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden bir şeye Rab olmak istiyor ve hakiki mâlik olmak dava etmektedir.

İşte o müddeî, evvela mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakiki mâlik olmakta olduğunu zerreye, tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle söyler.

O zerre dahi hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: “Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa hem benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Hâşiye[27]) iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa hem kemal-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, mesela kandaki küreyvat-ı hamraya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen bana Rab olmak dava et; beni, Cenab-ı Hak’tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi müdahale dahi edemezsin. Çünkü vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa karıştıracak. Halbuki senin gibi camid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”

Zerre ona cevaben der: “Eğer güneş gibi bir dimağım ve ziyası gibi ihatalı bir ilmim ve harareti gibi şümullü bir kudretim ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dava ederdim. Haydi def’ol git, sen benden iş bulamazsın!”

İşte şeriklerin vekili, zerreden meyus olunca küreyvat-ı hamradan iş bulacağım, diye kandaki bir küreyvat-ı hamraya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana Rab ve mâlikim.” O küreyvat-ı hamra, yani yuvarlak kırmızı mevcud, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye dili ile der: “Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen hem gezdiğimiz ve kemal-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene mâlik olacak bir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa göster ve gösterebilirsen belki senin davanda bir mana bulunabilir. Halbuki senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak belki zerre miktar karışamazsın. Çünkü bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki ancak her şeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zat bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki senin ile senin böyle karmakarışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok.” der, onu tard eder.

Sonra onu kandıramadığı için o müddeî gider, bedendeki hüceyre tabir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvat-ı hamraya söz anlattıramadım, belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen, gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve ben sana hakiki mâlikim.” der.

O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki: “Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim ve bedenin bütün hüceyratına ve heyet-i mecmuasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerayin damarlarına ve hassase ve muharrike âsablarına ve cazibe, dâfia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsalim ve sanatça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrat-ı bedeniyeye tasarruf edecek nâfiz bir kudret, şâmil bir hikmet, sende varsa göster, sonra ben seni yapabilirim diye dava et. Yoksa haydi git! Küreyvat-ı hamra, bana erzak getiriyorlar. Küreyvat-ı beyza da bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme. Hem senin gibi âciz, camid, sağır, kör bir şey, bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam (Hâşiye[28]) var ki eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”

Sonra o müddeî, onda da meyus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla (tabiiyyunun dedikleri gibi) der ki: “Sen benimsin, seni yapan benim. Veya sende hissem var.”

Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı haliyle der ki: “Eğer bütün emsalim ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakiki mutasarrıf olacak olan bir kudret ve ilim sende varsa hem sudan ve havadan tut, tâ nebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalp, akıl gibi letaif-i maneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemal-i hikmet ile istihdam edip ibadet ettirecek sende böyle nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa göster, sonra ‘Ben seni yaptım.’ de. Yoksa sus! Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delâletiyle, benim Sâni’im her şeye Kadîr her şeye Alîm her şeyi görür ve her şeyi işitir bir zattır. Senin gibi sersem, âcizin parmağı, onun sanatına karışamaz. Zerre miktar müdahale edemez.”

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz, gider, insanın nevine rast gelir. Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karmakarışık olan cemaat içinde; şeytan, onların ef’al-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi belki ben de ahval-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yol bulup beni tard eden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim.” Onun için beşerin nevine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık bir şey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim veyahut hissedarım.” der.

O vakit nev-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki: “Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nevimiz gibi bütün hayvanat ve nebatatın yüz bin envaından, rengârenk atkı ve iplerden kemal-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat envaından nescolunan ve gayet nakışlı bir surette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemal-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa hem eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mizan-ı hikmetle aktar-ı âlemden bize gönderecek muhit bir kudret ve şâmil bir hikmet sende varsa ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa belki bana rububiyet dava edebilirsin. Yoksa haydi sus! Benim nevimdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünkü bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.”

“Hiç mümkün müdür ki bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini sanatkârane yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun. Hem bir meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun. Hem çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâni’inden başkası olsun. Hem gözün kördür. Yüzümdeki mu’cizat-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârık-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen anlarsın ki benim Sâni’im öyle bir zattır ki hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar suhuletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini, kemal-i intizamla benim mahiyetimde derceden bir zattır. Böyle bir zatın sanatına senin gibi camid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus! Def’ol git!” der, onu tard eder.

Sonra o müddeî gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var.” diye dava eder.

O vakit o gömlek (Hâşiye[29]) o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: “Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden gelecek zamanlarda giydirilen ve kemal-i intizam ile kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve sanat sende varsa hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki manevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün fertleri icad edecek kemal-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rububiyet dava et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”

Sonra o müddeî gider. “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum.” der. Gider, küre-i arza (Hâşiye[30]) yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin.”

O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki: “Halt etme! Ben, nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve sanatsız görmüş müsün ki bana sahipsiz, serseri dersin. Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmi beş bin senelik (Hâşiye[31]) bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemal-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm o daire-i azîmeye hakiki mâlik olabilirsen ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve kemal-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa bana rububiyet dava et. Yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki bizim ustamız öyle bir zattır ki bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelal ve Hâkim-i Mutlak’tır.”

Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider güneşe. Kalbinden der ki: “Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup bir yol açarım. Yeri de musahhar ederim.” güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, Mecusilerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.”

Güneş ise Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der: “Hâşâ yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle manevî cevherler ve göz, kulak gibi antika sanatlar var ki benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir.” der, müddeîyi tekdir eder.

Sonra o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin.” der.

O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubudiyet lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki bütün emsalim olan ulvi yıldızları icad eden ve semavatında kemal-i hikmetle yerleştiren ve kemal-i haşmetle döndüren ve kemal-i ziynetle süslendiren bir zat olabilir.”

Sonra o müddeî, kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim namına bir şey kazanırım.” der. Onların içine girer. Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücum-perest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki: “Sizler, pek çok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz.”

O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannedersin. Bizler öyle bir zatın sanatıyız ve hizmetkârlarıyız ki bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lambaları gibi onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilan eden ışıklı bürhanlarız. Her bir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvi, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.

Evet, her birimiz kudret-i Vâhid-i Ehad’in birer mu’cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lambası, birer güneşi ve saltanat-ı rububiyetin birer şahidi ve feza-yı âlemin birer ziyneti, birer kasrı, birer çiçeği ve sema denizinin birer nurani balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü (Hâşiye[32]) olduğumuz gibi heyet-i mecmuamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir ziynet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemal-i sanat bulunduğundan Sâni’-i Zülcelal’imizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemal ve celal ve kemalini bütün kâinata ilan ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, mutî, musahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik hattâ sahipsizlik ile ittiham ettiğinden tokada müstahaksın.” der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi bir yıldız öyle bir tokat vurur ki yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı (Hâşiye[33]) evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا ferman-ı kudsîsini okuyorlar. Ve “Sinek kanadından tut tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın.” diye ilan ederler.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فٖى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ دَلَّالِ وَحْدَانِيَّتِكَ فٖى مَشْهَرِ كَائِنَاتِكَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

***

(Pencereler Risalesi’nden)

“İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor.” Tafsilatını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.

Birinci Nokta: İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.

Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr u hâcatıyla, naks ve kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü’l-vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan vicdan, daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm’in dergâhına dayanır, dua ile el açar.

Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nevinden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’, mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz’iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem’ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Mesela ben, nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkeza…

Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nın başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Mesela, yaratılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkeza… Bütün aza ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.

Demek, nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.

İkinci Nokta: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:

İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüzü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise her bir cüzü ile görebilir ve işitebilir.

Öyle de وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى Cenab-ı Hakk’ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve azasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal’i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Her şey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile her şeyi bilir ve hâkeza…

Üçüncü Nokta: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresi’nde ve Yirminci Mektup’un Sekizinci Kelimesi’nde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:

Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esma ve şuunat-ı zatiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı zatiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz.

***

Hayat, kudret-i Rabbaniye mu’cizatının en nuranisidir, en güzelidir. Ve vahdaniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır. Ve tecelliyat-ı Samedaniye âyinelerinin en câmii ve en berrakıdır.

Evet, hayat tek başıyla bir Hayy-ı Kayyum’u bütün esma ve şuunatıyla bildirir. Çünkü hayat, pek çok sıfâtın memzuç bir macunu hükmünde bir ziya, bir tiryaktır. Elvan-ı seb’a, ziyada ve muhtelif edviyeler, tiryakta nasıl ki mümtezicen bulunur. Öyle de hayat dahi pek çok sıfâttan yapılmış bir hakikattir. O hakikatteki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla inbisat ederek inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise hissiyat suretinde kendilerini ihsas ederler ve hayattan kaynama suretinde kendilerini bildirirler.

Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hüküm-ferma olan rızık ve rahmet ve inayet ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat, onları arkasına takıp girdiği yere çekiyor. Mesela hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecelli edip, meskenini hâcatına göre tertip ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, manevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihar ediyor.

Demek hayat, bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkeza… İşte hayat bu câmi’ mahiyeti itibarıyla şuun-u zatiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i samediyettir.

İşte bu sırdandır ki Hayy-ı Kayyum olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halk edip neşir ve teşhir eder. Ve her şeyi hayatın etrafına toplattırıp ona hizmetkâr eder. Çünkü hayatın vazifesi büyüktür. Evet, samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil.

İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zatları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud ve Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esma-i hüsnasını; lemaatın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyayı inkâr etmeye mecbur oluyor. Öyle de Hayy-ı Kayyum, Muhyî ve Mümît olan Şems-i Ehadiyet’i tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mazi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp camid bir cahil-i echel olmalı.

***

(Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesi’nden bazı parçalar)

“Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevap şudur ki:

Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en latîf mâyesi, hem gayet süzülmüş bir hülâsası, hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemali, hem en güzel cemali, hem en güzel ziyneti, hem sırr-ı vahdeti, hem rabıta-i ittihadı, hem kemalâtının menşei, hem sanat ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu, hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikati, hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir.

Hem en büyük bir küll kadar –hayat ile– küçük bir cüzü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir sanat-ı İlahiyedir.

Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı sanat-ı Rabbaniyedir.

Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tabi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir.

Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Âdeta Zat-ı Hay ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla bu karanlıklı ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyayı latîfleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.

Hem hayatın iki yüzü yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvidir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için sair eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur.

Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı imaniyeye bakıp manen ve remzen ispat eder. Yani hem Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini hem vücud-u melaike hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-i nuraniyedir.

Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır.

İşte, hayatın bu mezkûr yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hâssalarını ve ulvi ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyî isminin arkasında ism-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hay nasıl bir ism-i a’zam olduğunu bil.

Hem anla ki bu hayat, madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de hayatı veren Zat-ı Hay ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise hayatın meyvesi olduğu gibi kâinatın gayesidir.

Ve bundan anla ki bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

İşte, hayatın yirmi dokuz hâssalarından yirmi üçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki:

Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan esbab-ı zahiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki:

Kâinatta gerçi her şeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır ve şer ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubuh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zahirîsinde görünen zahirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a teveccüh etmemek için hem aklın zahirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için zahirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.

Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makamı’nın Mukaddime’sinde beyan edildiği gibi Hazret-i Azrail (as) kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münâcat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münâcatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakiki güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (as) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler.

Evet, izzet-i azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında fakat vahdet ve celal ister ki esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

Fakat hayatın hem zahirî hem bâtınî hem mülk hem melekût vecihleri; kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından doğrudan doğruya perdesiz olarak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zat-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tabi kılınmamış, tâ ki her vakt-i hâcette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, güneşin tulûu gibi bir kanuna tabi olsaydı o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

Yirmi dokuzuncu hâssasında denilmiştir ki:

Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Evet, bu kâinatın Sâni’-i Hayy-ı Kayyum’u, bu kadar hadsiz enva-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymettar sanatlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır, diye çok tekrar ile beyan ediyor.

Hayatın yirmi sekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki:

Hayat, imanın altı erkânına bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna işaretler ediyor.

Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki hayatın yirmi dokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir; taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dâr-ı saadetteki hayattır. Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile teçhiz edilen hayat şeceresi; zîşuur hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faydasız, hakikatsiz olmak lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan mesela, yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan, serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelil bir bîçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece bâtıldır.

Demek bu hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade numunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı ve cihazatı, hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususi ve cüz’î olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, hiç mümkün müdür ki seni bilmesin ve görmesin ve nev-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin ve nev-i insanın en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve cennetin icadıyla kabul etmesin ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ!

Hem hiç kabil midir ki hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya hiç bakmasın ve zerreyi görsün, güneşi görmesin; sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ yüz bin defa hâşâ!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi sanatını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zat-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zatı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ.

Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedahe gösteriyor ki o lem’alar, yüksek bir tek güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâd ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.

Aynen öyle de Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hay!” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hüküm-ferma olan irade ve meşieti ispat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri ispat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail; bi’l-ittifak Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar.

Çünkü nasıl bir şeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleriyle Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

Hem hayat, melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen ispat eder. Çünkü madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır. Ve madem küre-i arz bu kadar zîhayatın envaıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat envalarını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halk edilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latîf ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar. Âdeta küre-i arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan daha latîf daha nurani daha büyük daha ehemmiyetli olan ecram-ı semaviye; ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semavatı gösterecek ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan zîşuur, zîhayat ve semavata münasip sekeneler, her halde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki onlar da melaikelerdir.

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti peygamberlere iman rüknüne bakıp remzen ispat eder. Evet madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir sanat-ı ecmelidir. Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa o hayat-ı ezeliye bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle, diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitap eden bir zatın kelimatını, hitabatını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır. Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi o hayat-ı ezeliyenin şuâatı, celevatı, münasebatı olan irsal-i rusül ve inzal-i kütüb rükünlerine bakar, remzen ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (asm) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir, denilebilir.

Evet nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır. Ve risalet-i Muhammediye (asm) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safi hülâsasıdır, belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) âsârının şehadetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (asm) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’an dahi hayattar hakaikinin şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bi’l-kader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor ve vücudun neticesi ve gayesidir ve Hâlık-ı kâinat’ın en câmi’ âyinesidir ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb yani mazi, müstakbel yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabidirler.

Aynen öyle de şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla her birinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüzünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırları ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır.

Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem her bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları; bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir.

Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz; belki her bir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır; ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında her bir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte kadere ve kazaya iman rüknü dahi geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayattar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki levh-i kaza ve kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

***

(Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makamı’ndan)

Ey esbab-perest gafil! Esbab, bir perdedir. Çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celal öyle ister ve istiklali iktiza eder. Sultan-ı Ezelî’nin memurları, saltanat-ı rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o rububiyetin temaşager nâzırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar; kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar içindir. Tâ umûr-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat etmiş değildir.

Demek esbab vaz’edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira âyinenin iki vechi gibi her şeyin bir “mülk” ciheti var ki âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri “melekût”tur ki âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde her şey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münafî değildir. Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikileri yoktur.

Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i latîf suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki:

Hazret-i Azrail aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler, benden küsecekler.” Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip senden küsmesinler.”

İşte bak, nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrail aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir. Öyle de Hazret-i Azrail dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

Evet, izzet ve azamet ister ki esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.

Bak, şu kâinat-ı seyyalede, şu mevcudat-ı seyyarede cevelan eden zîhayatlara! Göreceksin ki bütün zîhayatlardan her bir zîhayat üstünde Hayy-ı Kayyum’un koyduğu çok hâtemleri vardır. O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki:

O zîhayat, mesela şu insan, âdeta kâinatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki enva-ı âlemin ekser numunelerini câmi’dir. Güya o zîhayat, bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir.

İşte eğer aklın evhamda boğulmamış ise anlarsın ki bir kelime-i kudreti mesela, “bal arısı”nı ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak ve bir sahifede mesela, “insan”da şu kitab-ı kâinatın ekser meselelerini yazmak hem bir noktada mesela, küçücük “incir çekirdeği”nde koca incir ağacının programını dercetmek ve bir harfte mesela, “kalb-i beşer”de şu âlem-i kebirin safahatında tecelli ve ihata eden bütün esmanın âsârını göstermek ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan “kuvve-i hâfıza-i insaniyede” bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisat-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte dercetmek, elbette ve elbette Hâlık-ı külli şey’e has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelal’ine mahsus bir hâtemdir.

İşte zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbanîden bir tek hâtem, böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ الظُّهُورِ demeyecek misin?

Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebatatın neşv ü nemasına menşe olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebatatın tohumcukları ki o tohumcuklar hayvanatın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi o tohumlar da karbon, azot, müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf manevî olarak aslının programı tevdi edilmiş. İşte o tohumları nöbetle o kâseye koysak her biri hârika cihazatıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku bulmuş gibi inanırsın.

Eğer o zerreler her bir şeyin her bir hal ve vaziyetini bilen ve her şeye (ona) lâyık vücudu ve vücudun levazımatını vermeye kadîr ve kudretine nisbeten her şey kemal-i suhuletle musahhar olan bir zatın memuru ve emirber bir vazifedarı olmazlarsa, o toprağın her bir zerresinde, ya bütün çiçekli ve meyvedarların adedince manevî fabrikalar ve matbaalar içinde bulunması lâzım gelir ki o cihazatları ve eşkâlleri birbirinden uzak ve birbirinden ayrı mevcudat-ı muhtelifeye menşe olabilsin. Veya bütün o mevcudata muhit bir ilim ve bütün onların teşkilatına muktedir olacak bir kudret vermek lâzımdır. Tâ bütün onların teşkilatına medar olsun.

Demek, Cenab-ı Hak’tan nisbet kesilse toprağın zerratı adedince ilahlar kabul edilmesi lâzım gelir. Bu ise bin defa muhal içinde muhal bir hurafedir.

Nasıl ki bir kitap eğer yazma ve mektup olsa onun yazmasına bir kalem kâfidir. Eğer basma ve matbu olsa o kitabın hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lâzımdır, tâ o kitap tabedilip vücud bulsun. Eğer o kitabın bazı harflerinde gayet ince bir hat ile o kitabın ekseri yazılmış ise –Sure-i Yâsin, lafz-ı Yâsin’de yazıldığı gibi– o vakit bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzımdır, tâ tabedilsin.

Aynen öyle de şu kitab-ı kâinatı, kalem-i kudret-i Samedaniyenin yazması ve Zat-ı Ehadiyet’in mektubu desen, vücub derecesinde bir suhulet ve lüzum derecesinde bir makuliyet yoluna gidersin. Eğer tabiata ve esbaba isnad etsen, imtina derecesinde suubetli ve muhal derecesinde müşkülatlı ve hiçbir vehim kabul etmeyen hurafatlı şöyle bir yola gidersin ki tabiat için her bir cüz toprakta, her bir katre suda, her bir parça havada, milyarlarca madenî matbaalar ve hadsiz manevî fabrikalar bulunması lâzım. Tâ ki hesapsız çiçekli, meyveli masnuatın teşekkülatına mazhar olabilsin. Yahut her şeye muhit bir ilim, her şeye muktedir bir kuvvet, onlarda kabul etmek lâzım gelir, tâ şu masnuata hakiki masdar olabilsin.

Çünkü toprağın ve suyun ve havanın her bir cüzü, ekser nebatata menşe olabilir. Halbuki her bir nebat –meyveli olsa, çiçekli olsa– teşekkülatı o kadar muntazamdır, o kadar mevzundur, o kadar birbirinden mümtazdır, o kadar keyfiyetçe birbirinden ayrıdır ki her birisine, yalnız ona mahsus birer ayrı manevî fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır.

Demek tabiat, mistarlıktan masdarlığa çıksa her bir şeyde bütün şeylerin makinelerini bulundurmaya mecburdur. İşte bu tabiat-perestlik fikrinin esası, öyle bir hurafattır ki hurafeciler dahi ondan utanıyorlar. Kendini âkıl zanneden ehl-i dalaletin, nasıl nihayetsiz hezeyanlı bir akılsızlık iltizam ettiklerini gör, ibret al!

Elhasıl: Nasıl bir kitabın her bir harfi, kendi nefsini bir harf kadar gösterip ve kendi vücuduna tek bir suretle delâlet ediyor ve kendi kâtibini on kelime ile tarif eder ve çok cihetlerle gösterir. Mesela “Benim kâtibimin hüsn-ü hattı var, kalemi kırmızıdır, şöyledir, böyledir.” der.

Aynen öyle de şu kitab-ı kebir-i âlemin her bir harfi, kendine cirmi kadar delâlet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelî’nin esmasını, bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmayı gösterir, müsemmasına şehadet eder.

Demek, hem kendini hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak, yine Sâni’-i Zülcelal’in inkârına gitmemek gerektir.

***

Risale-i Nur’un şimdi vuku bulan bir inkâra kırk sene evvel verdiği kat’î cevap
Mukaddime

Evvela: Bu ramazan-ı şerifte üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof, konferansında Kur’an’a itiraz suretinde “seb’a semavat” cümlesini inkâr tarzında, dinleyen safdil Müslüman gençleri şüpheye sevk etmek ihtimaline binaen; Birinci Harb-i Umumî’nin başında Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsirinde ve yirmi beş sene evvel On İkinci Lem’a’da İkinci Mesele-i Mühimme serlevhasıyla, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok âyet-i Kur’aniyede bulunan o cümle –seb’a semavat cümlesine– mektepli İslâm yavrularının kalplerine bir şüphe, bir vesvese gelmesin.

Sâniyen: Kur’an-ı Hakîm arz ve semavattan bahsi, Sâni’-i Zülcelal’i sıfatıyla bildirmek için bahsediyor. Dolayısıyla ve mana-yı harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, coğrafya ders vermiyor. Sanat ve intizam, hikmet ve mizan ile Hâlık’ı bildiriyor. Mana-yı harfiyle o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi mana-yı ismiyle, madde ve tabiat hesabıyla bakmıyor.

Sâlisen: Madem Kur’an, kâinattan bahsi istidlal suretiyledir; delil zahir ve malûm olmak lâzım geldiğinden örf ve âdetçe malûm tabiratı istimal etmek talim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zahir manası, ehl-i fennin derin meselelerini bildirmiyor.

Râbian: Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye Zülfikar Risalesi’nde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i’caz lem’asını göstermiş. Medar-ı şüphe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i’caz yüksek hakikatler gösterilmiş. İsteyen bakabilir. Fakat münkirlerin şüphelerini zikretmeden cevap vermiş. Tâ zayıf kalplilerde bir iz, bir şüphe bırakmasın.

Zaten Risale-i Nur’un mümtaz bir hâsiyeti de şudur ki: Hiç şüpheleri, itirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevap verir ki o şüpheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi münkirlerin şüphelerini göstermeden mahvediyor. Bu hakikati görmek isteyenleri, Risale-i Nur’a havale edip yalnız numune için bu ramazan-ı şerifte o konferansı dinleyen bir kısım İmam Hatip talebelerinden ve Kur’an hıfzı ile meşgul olan masum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki “seb’a semavat” cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırk beş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş:

İkinci Mesele-i Mühimme’dir:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ … اِلٰى اٰخِرِ

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ

Şu âyet-i kerîme gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşaratü’l-İ’caz tefsirinde Eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harpte ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o meselenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:

Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip lisan-ı şer’îde, arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti.

Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikati tamamıyla gösterememişler.

Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halk etmiştir. Hareket eden yıldızlar ise balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş. Yani “Sema, emvacı karar-dâde olmuş bir denizdir.”

İşte bu hakikat-i Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette ispat edeceğiz.

Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.

İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki ecram-ı ulviyenin cazibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.

Üçüncüsü: Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülata ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki buhar, su, buz gibi havaî, mayi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.

Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki o ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Mesela, Nehrü’s-Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi sadık bir hads ile manzume-i şemsiyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.

Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur.

Mesela, elmas madeninde teşkilat başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül hem kömür hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem mesela ateş, teşekküle başladığı vakit hem alev hem duman hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem mesela müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su hem buz hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor.

Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilat düşse tabakata ayrılıyor. Öyle ise madde-i esîriyede kudret-i Fâtıra teşkilata başladığı için elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halk etmiştir.

Altıncısı: Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat’iyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.

Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslub-u Arabîde kesreti ifade ettiği için o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.

Elhasıl: Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halk edip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası, her bir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet, hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmî bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki her bir âyetin her bir tabakaya bir vechi var, bakıyor.

İşte bu sırra binaen “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesîmînin tabakatını fehmeder.

Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder.

Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevi’l-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder.

Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem manzume-i şemsiyemizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder.

Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder.

Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder.

Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.

Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.

Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünkü âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vakide bulunmayan fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük.

Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!

Elhasıl: Kıraât-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cin ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahaplar inerler ve onları yakarlar.

Evet, cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyet’in kanatlarıyla çıkılabilir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى شَمْسِ سَمَاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ نُجُومِ الْهُدٰى لِمَنِ اهْتَدٰى

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَائِهٖ بِنُجُومِ حَقَائِقِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ اٰمٖينَ

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Hem geçmiş hem gelecek hem maddî hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi, bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip isteyip o mübarek dualara âmin deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim.

Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki o başka meseledir.” diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilatını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden Şark’taki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i Garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir hem gayet tembel eyledi.

Semavî Kur’an’ın kanun-u esasîsi لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى ۞ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcatını tedarik etmeyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zalime-i hazırası, sû-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’an’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından hakiki bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Mesela, Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük bir nimet iken maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm; ondan bir ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i Garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla, intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

372 senesi Şevval’in 13. Perşembe günü Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul Mahkemesinde mahkemenin suallerine aynen bu şekvayı izahatla okudular.

Üstadımız iki sene evvel ramazanda beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldığı zaman dindar mebuslara ve heyet-i vükelaya bir şekva suretinde hizmetkârına ve bir iki talebesine bu gelen şekvayı söylemiş. Hizmetçisi de Ankara’daki bir iki Nur talebesine göndermiş ki o şekvayı dindar mebuslara verip heyet-i vükelaya göstersin. Onlara göstermişler. Bazılar neşrini münasip görmüşler, Büyük Cihad’a gönderilmiş. İşte iki seneden ziyade, beş vecihle kanunsuz, kanun namına Üstadımıza azap verdiler. Şiddetli fakr u ihtiyacıyla beraber yüz yirmi lira yalnız bir şahitlik “Makaleyi kim göndermiş?” diye verdirmeye mecbur ettiler. Halbuki veren de mahkemede kendi ikrarıyla söylemiş.

Nur talebeleri namına

Zübeyr

***

(Büyük Cihad gazetesinin 20.6.1952 tarih 67 no’lu nüshasında neşredilmiştir.)

Gizli düşmanlarımız bu ramazan-ı şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.

Birisi: Bütün bütün kanun hilafına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silahlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun!” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:

Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakiki kanunsuzluk ile ittiham edilmek lâzım gelirken, onların o acib kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden elbette mahkeme-i kübra-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.

Evet, otuz beş senedir münzevi olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı “Sen Frenk serpuşunu giymiyorsun!” diye ittiham etmeye, dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul Mahkeme-i Âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil.” diye karar verdiği hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından –ki resmî bir libastır– bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve ramazan-ı şerifin içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilaçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.

Mesela, ona teklif eden demiş: “Ben, emir kuluyum.” Kaç vecihle kanunsuz, cebrî, keyfî kanunla emir olur mu ki emir kuluyum desin.

Evet Kur’an-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَ اَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَ اُولِى الْاَمْرِ مِنْكُمْ âyeti, ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir.

Halbuki bu meselede; an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’an ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan münzevi, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâm’ın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.

Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garib, fakir, münzevi, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir sû-i kasd eseri olduğu gibi İslâmiyet’e ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir sû-i kasddır. Dindar mebuslar dikkat etsinler. Bu dehşetli sû-i kasda karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.

Hâşiye: Rus’un Başkumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istila eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zalimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip “Namaz kılmayan haindir!” diyen ve Divan-ı Harb-i Örfînin dehşetli suallerine karşı “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!” deyip dalkavukluk etmeyen ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-i Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki “Sen Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz!” denilse elbette öyle her şeyini hakikat-i Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse cehenneme de atılsa kat’iyen yüz ruhu da olsa bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek.

Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için bütün kuvvetiyle dâhildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’an-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim.

Onun içindir ki asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.

Said Nursî

***

Urfa kahramancıklarının oranın savcılarını susturan müdafaalarıdır

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına

Urfa

Muhterem Hâkimler!

Müsaadenizle bir iki maruzatımı mecburen söyleyeceğim:

Şimdi bu vatanın her tarafında ve âlem-i İslâm’ın hattâ diğer ecnebi memleketlerinin mühim merkezlerinde Kur’an namına intişar etmiş ve milyonlarla kimselerin imanlarını taklitten tahkike çevirmiş ve bu millete en kıymetli ve büyük tesirini feyizli dersleriyle ispat etmiş, Kur’an’ın nuru Risale-i Nur’un neşretmemesi ve bizim gibi hayatı tehlikede, imansızlık ve dalalet vâdilerinde koşan bîçarelerin okumaması için dinimizin gizli düşmanları olan komünist veya tabiiyyun olan farmasonlar türlü desiselerle adliyeleri ve hükûmetleri şaşırtmak için çok çalıştılar. Kaç defa Nurları okuyan mübarek talebeleri ve başta dâhî bir mütefekkir ve kahraman-ı İslâm olan Bedîüzzaman Said Nursî’yi mahkemelere verdirdiler. Eskişehir, Isparta, Denizli, Ankara, Afyon, İstanbul Ağır Ceza Mahkemeleri… Neticede gizli ders, tarîkatçılık, cemiyet kurmak gibi ittihamların tamamen hilaf-ı hakikat olduğu ispat edilerek beraetler verildi.

Mahkemelerce tebeyyün etti ki: Risale-i Nur serâpa İslâmiyet, Kur’an, iman hakikatlerinden ibarettir ve Nur talebeleri Kur’an’a kopmaz rabıtalarla bağlanmışlardır. Dini hiçbir şahsî, dünyevî, süflî menfaatlere âlet etmedikleri ve sadece rıza-yı İlahî için çalıştıkları güneş gibi tezahür etti. Çünkü Risale-i Nur bin seneden beri İslâmiyet aleyhine ve insaniyet zararına tahribatçı, küllî cereyanlara karşı sarsılmaz delil ve hüccetlerle tam mukabele edip din düşmanlarının temellerini dağıtıyor.

İşte biz de bizim ebedî hayatımızı ve ebedî saadetimizin anahtarı imanımızı bu dalalet asrında bize kazandıran Risale-i Nur’u okurken ve yazdıklarımızı tashih ederken sanki dinsiz, komünistlerin saçma ve düzmece zehir saçan evraklarını okuyormuşuz gibi yakalanıp mahkemeye veriliyoruz.

Masum dindarların aleyhinde olan dinsiz komünistler hem etrafa evham vererek bizim gibi gurbette, yalnız dersleriyle alâkadar, siyasetten hattâ dünyadan habersiz iki üç talebenin birkaç kişi yanına gelip gitmesiyle ve onların kendi derslerini bir iki kişinin dinlemesiyle hem bizi hem adliyeyi hem zabıtayı manasız meşgalelerle uğraştırıyorlar. Her asırda en az üç yüz elli milyon mensubu bulunan, milyonlarla hâfızların lisanında her zaman tekrarlanan Kur’an’ımızın emsalsiz tefsiri Risale-i Nur talebeleri olan bizleri, hayatımızdan daha çok sevdiğimiz imanî derslerimizden mahrum etmek istiyorlar. Habbeyi kubbe yaparak, formalitelere uydurarak, bir isim takarak, lastikli bir kanun maddesine rast getirip bizi kanunen mes’ul göstermek istiyorlar. Fakat âdil, vicdanlı hâkimler neticede hakikati meydana çıkarıyorlar.

Ezcümle: Bu son defa Afyon Mahkemesi dört sene devam ettiği halde, sonunda zaten serbest olan Risale-i Nur yine serbest bırakıldı.

Bütün yüksek makamlara verilen Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî’nin müdafaasından bir küçük parçası şu ki:

Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı İlahiyeye bir şekvadır ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz ve istikbaldeki dârülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler…

… Ben de otuz kırk sene hayatımı bilenleri ve Nur’un binler has şakirdlerini işhad ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngiliz’in Başkumandanı İslâm içinde ihtilaf atıp hattâ Şeyhülislâmı ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihatçı fırkaları birbirine uğraştırmasıyla ve Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvat-ı Sitte” eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab ve neşretmekle o kumandanın dehşetli planını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rus’un Başkumandanının idam kararına ehemmiyet vermeyen ve 31 Mart Hâdisesi’nde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfîde, mahkemedeki paşaların; sen mürtecisin, şeriat istemişsin diye suallerine karşı idama beş para ehemmiyet vermeyip “Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım.” diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevk edip idamını beklerken beraetine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken ve onlara teşekkür etmeyerek “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye yolda bağıran ve Ankara’da Divan-ı Riyasette M. Kemal ona hiddetle dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki bize yüksek fikirleri beyan edesin, sen geldin namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan haindir… Hainin hükmü merduddur…” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri alan ve altı vilayet zabıtası ve hükûmeti asayişin ihlâline dair bir tek madde kaydetmeyen ve yüz binlerle Nur şakirdlerinin hiçbir vukuatı görünmeyen, hiçbir şakirdinde bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmiş ise mahpusları ıslah eden ve yüz binler nüsha Risale-i Nur’dan intişar etmekle beraber menfaatten başka hiçbir zararı olmadıklarını yirmi üç sene hayatının üç hükûmet ve mahkemelerin beraetler vermelerinin ve Nur’un kıymetini bilen yüz bin şakirdlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden ve münzevi, mücerred, garib, ihtiyar, fakir, kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp eski kusuratına bir keffaret ve hayat-ı bâkiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendine zulüm ve tazip edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında “Bu ihtiyar münzevi asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve maksadı dünya entrikalarıdır, öyle ise suçludur.” diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler, yerden göğe kadar suçludurlar. Mahkeme-i kübrada hesabını verecekler.”

Muhterem hâkimler!

Böyle bir İslâm kahramanı ve bu asrın ve istikbalimizin bir hidayet serdarı ve eşine rastlanmayan İslâmiyet fedaisi Bedîüzzaman’ın eserlerini okumak; dinsizlerin, komünistlerin, imandan bîhaberlerin elbette işine gelmez.

Üstadımız Bedîüzzaman’ın beyanı ki:

Risale-i Nur koca bir cennetin fiyatı olacak bir servet ve hayat-ı ebediyeyi kazandıracak bir âb-ı hayat ve hakikate muarız bütün feylesofları ilzam edip hayrette bırakacak bir keşfiyattır. Risale-i Nur sahabe-i kiramın âlî seciyesini ve Hazret-i Peygamber (asm) nurani meşrebini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesidir. Risale-i Nur bu asırda Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesi; hakiki, yüksek ve parlak bir tefsiridir. Risale-i Nur şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğunu yüz binlerle kimseler tarafından idrak ve tasdik edilen bir eser külliyatıdır. Risale-i Nur, veraset-i nübüvvet yoluyla doğrudan doğruya hakikatü’l-hakaike yol açmış cadde-i kübra-i Kur’aniyedir. Bunun içindir ki Avrupa’nın felsefî dalaletlerine galebe ediyor ve cerh edilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle, dünyayı saran komünizmi ve masonluğu kökünden yıkıyor. Risale-i Nur, avamdan en âlim ve en münevvere kadar her sınıfın kendi istidadı nisbetinde istifade edebileceği bir eser külliyatıdır.

İşte bu hakikatler içindir ki Nurları okuyan ve yazan Nurcular, dünyanın her tarafında gittikçe çoğalmaktadır.

Muhterem hâkimler!

Arkadaşımla tashihat yaparken yakalanıp müsadere edilen, Denizli’de beraet eden ve Temyiz’in de tasdik ettiği büyük mütefekkir Bedîüzzaman Said Nursî’nin Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin bir yerinde, kâinat Hâlık’ını ve sahibini arayan dünya seyyahı şöyle söylüyor:

“Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen ve yorulmaz ve tok olmaz yolcu kendi kalbine dedi ki: Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip o ne diyor bilelim. Fakat en evvel bu kitap, bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır diye taharriye başladı. Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel manevî i’caz-ı Kur’aniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri gördü ve Risaleti’n-Nur bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafta hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki onun üstadı ve menbaı olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniye olan Yirmi Beşinci Söz ve On Dokuzuncu Mektup’un âhiri Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki kim görmüş ise değil tenkit ve itiraz belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş.”

İşte muhterem heyet-i hâkime! Madem hakikat budur. Ben de Üstadım gibi derim: “Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem gözünü kapayan yalnız kendine gündüzü gece yapar. Ve madem cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.”

Biz talebeler Risale-i Nur’un güneş gibi hakikatlerine karşı gözümüzü kapayamıyoruz…

Hakikat-i Kur’aniye güneşi ise üflemekle sönmez. Nurlananlar da Nur yolundan hiçbir beşerî kuvvetle dönmez. Gizli din düşmanlarımız zabıtayı, hükûmeti, adliyeyi iğfal etmeye çalışanlar dünyamızı başımıza ateş yapsalar Nurları okuyacağız ve yazacağız. İnşâallah adalet namına hareket edenleri, o müfsidler aldatamayacaklardır. Diğer mahkemelerde hak namına adalet için çalışanların Kur’an’ın lemaatı ve tereşşuhatı olan ve beşeri gaflet sersemliğinden ikaz eden Risale-i Nur’u serbest bırakmaları gösteriyor ki zikrettiğim gibi bu asrın Kur’an dellâlı olan Risale-i Nur’a herkesin çok büyük ihtiyacı vardır. Ve Risale-i Nur şahsî, süflî, dünyevî menfaatlere âlet olamıyor. Bizim gibi masum dindarlara musallat olanlar ve onları imanî derslerinden ayırmayı tevehhüm edenler, laiklik prensibini dinsizliğe ve komünizme âlet etmek isteyenlerdir.

Asrımızın dâhîsi büyük mütefekkir Bedîüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile: Ekser-i enbiyanın Şark’ta ve Asya’da zuhurları ve ağleb-i hükemanın Garp’ta ve Avrupa’da gelmeleri kader-i ezelînin bir işaretidir ki Asya’da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen Asya’da hüküm süren, dindar olmasa da din lehine çalışanlara ilişmemeli ve teşvik etmeli.

Kur’an-ı Hakîm, bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i mütefekkiresidir. El-iyazü billah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa arz divane olacak; akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpmak, bir kıyamet kopmasına sebep olmak akıldan uzak değildir. Evet Kur’an, ferşi arşla ve arşı ferşle bağlamış bir zincirdir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakiki ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi sekiz seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlahiye ve sönmez bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ürkütüp ondan vazgeçirmek değil, himaye etmek ve okumasına teşvik etmek gerektir.

İşte bütün bu cerhedilmez hakikatlerden sonra, yine evet Risale-i Nur’la meşguliyete dünyada hiçbir âdil mahkeme suç diyemez. Fakat size bir ad takıp bir bahane ile işkence yapmak istiyorlar, denilse: Ben de derim:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ

17.2.1953

Urfa, Yusufpaşa Mahallesi

Kadıoğlu Camii mevkiinde mukim

Abdullah Yeğin

***

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına

Urfa

Muhterem heyet-i hâkime!

Bizlere yapılan gizli mektep zan veya ittihamı bütün bütün hakikat hilafınadır. Çünkü bulunduğumuz cami önünde çeşmeler var, buraya ve camiye günde iki yüz kişinin gelmesi, böyle bir yerin gizli olamayacağı, çocukların dahi bileceği bir hakikattir. Hem bizim şehrin en işlek bir yerinde kalmamız gösteriyor ki gizlilikle ve gizli şeylerle alâkamız yoktur.

Mektep açmışsınız sözü de büsbütün yanlış bir şâyiadır. Bunu işitenler gülüyorlar. Biz Kur’an-ı Kerîm’in gayet parlak ve yüksek tefsiri Risale-i Nur’a çalışan talebeleriz. Evet, aslâ inkâr etmeyiz. Biz okurken gelip dinleyenler oluyor, bu bir mektep midir? Şahitlerin görüşleri doğrudur fakat hükümleri yanlıştır, hakikat hilafınadır.

Biz o gün arkadaşımla kendi elimizle yazdığımız iki adet Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni tashih etmek için beraber okuyorduk ve o iki arkadaş da dinliyordu. Bu vaziyette, sanki komünistlerin ve dinsizlerin eserlerini okuyormuşuz gibi hem adliyeyi hem zabıtayı hem mahkemeyi bizimle meşgul ederek bir bahane ile mahkemelere sevk ettiriyorlar.

Hem sizlerin de bildiğiniz gibi Urfa’nın ekseri evlerinde dinî bir kitabı, biri okuyup diğerleri dikkatle dinliyorlar. Hem bir yerde, yasak olmayan bir eseri okuyup başkalarının dinlemesiyle bir mektep mi açılmış olur? Sadece kitap okumak ve dinlemekten ibarettir.

Bu vaziyetten anlaşılıyor ki biz yalnız bu asırda Kur’an’ın yüksek ve parlak bir tefsiri ve kâinatta en yüksek olan iman hakikatlerini beyan eden Risale-i Nur’u okuyoruz. İmanî ve İslâmî kitapları okuyup dinlemeye tedrisat süsü vermek, kuvvetli bir icbarla üzerimize mektep açmışsınız etiketini yapıştırmaya gayret etmek olduğunu; bizim masum, dindar, iman ve âhiretiyle meşgul olan gençler olduğumuzu herkesin bildiği gibi sizce de malûmdur.

Hem dâhî mütefekkir Üstadımız Bedîüzzaman otuz seneden beri siyaseti terk etmiş اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ demiş ve talebelerine de “Biz imanın cereyanındayız, gayemiz rıza-yı İlahiyedir, siyasî cereyanlara girmeyiniz.” diye ders verdiğinden hiçbir siyasî ve dünyevî süflî şeylerle alâkamız yoktur. Hem altı vilayetin zabıtası, Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî hakkında: “Bedîüzzaman ve Risale-i Nur talebeleri imanla kafalara bir yasakçı bırakıp emniyet ve asayişi muhafaza ediyorlar.” diye rapor vermişler.

Muhterem hâkimler!

Bizim bütün okuyup yazdığımız ve daima meşgul olacağımız Risale-i Nur, bütün mahkemelerde beraet etmiş ve sırf İslâmiyet ve iman ve Kur’an hakikatlerinden ibaret olduğu güneş gibi tezahür ederek kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. Son Afyon Mahkemesinde bütün kitap, risale ve mektupları iade etmeye ittifaken karar vermişlerdir.

Risale-i Nur: Yüz otuz parça hârikulâde risalelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünun-u müsbetesiyle ulûm-u imaniye ve hakaik-i Kur’aniyeyi mezc ve telif ederek, bu asra kadar hiçbir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakikatçe, filozof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir hususiyete mâlik eserlerinin neşriyatı; Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika’ya kadar inkişaf etmiş. Müellifi büyük İslâm dâhîsi Bedîüzzaman Said Nursî Risale-i Nur hakkında şöyle diyor:

“Risale-i Nur, manevî hakikatleri ve iman ilmini Avrupa’nın fen ilimleriyle mezcederek gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken ispat eder. Risale-i Nur, hal ve istikbalin ilmî, imanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına tam cevap verir bir kuvvet ve mahiyet ve hususiyettedir. Risale-i Nur’da başka eserlerden nakil yoktur, Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesidir. Risale-i Nur, yüz manevî keşfiyatı hâvi ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaftır. Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. Risale-i Nur, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu yüz binlerle kimseler tarafından tasdik edilen bir eser külliyatıdır.”

Muhterem heyet-i hâkime!

Risale-i Nur’un gayet hârika bir cüzü olan Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin beyanı vechiyle: Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin, bir hayat-ı bâkiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan imanı sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlup olmaz, yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor. (Şimdi yirmi sekiz sene oldu.) İman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor, bu memlekete hükmeden onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. Risale-i Nur, söndürmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onun talebeleri başkalara benzemezler, mağlup olmazlar. Risale-i Nur’u mağlup edebilmek için kâinatı elinde tutan bir kuvvet lâzımdır.

Çünkü Risale-i Nur dünyevî işlere, şahsî ve süflî menfaatlere âlet olamaz. Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi o hakikati tanıyan, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına belki kâinata da âlet edemez.

Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatleriyle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları da imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz ve bilfiil öyleyiz.

Heyet-i hâkime!

Bin seneden beri Kur’an’ın bayraktarı ve mücahidi ve âlem-i İslâm’ın kahraman mücahidi olan ve Kur’an’ı cihanın cihat-ı sittesinde ilan eden necip ve mübarek kahraman ecdadımızın evlatlarını nur-u imandan ayırmak ve İslâmiyet defterine geçen mefahir-i âliyesine zıt olarak maddî ve manevî helâketlere maruz bırakmak olan dehşetli sû-i kasdlara ve o kahraman ecdadın torunları olan bugünkü gençliği ve gelecek nesilleri o şeref-i âlîden mahrum etmek olan dehşetli dinsizlik telkinlerine karşı; Kur’an-ı Kerîm’in on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki (asm) aziz dellâlı ve bu asrın bir hidayet medarı ve bu müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı Nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını, milyonlar talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka ve komünizme karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı Bedîüzzaman Said Nursî ve yüz bin başlar feda oldukları hakikate başımız dahi feda olsun diyerek nur-u İslâm’ı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele eden; istibdatlara, icbarlara karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza ve şeref-i imanı âleme ilan eden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan kalb-i münevverlerine gelen ve iman hakikatlerini güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle ispat eden ve Risale-i Nur’la dinsizlik, dalalet ejderlerine meydan okuyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse zındıkaya teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem ve hakikat-i Kur’an’a feda olan bu başı zalimlere eğmem.” diyen ve ehl-i dalalete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî hem lüzum olsa uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatıyla değiştirmeyen kahraman-ı İslâm olan Üstadımız Bedîüzzaman ve Risale-i Nur’dan bizi uzaklaştıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur. Hem Risale-i Nur iki hayatımızın halâskârı ve sermaye-i ömrümüz ve gaye-i hayatımızdır.

Komünistler ve dinsizler kâğıt ve mürekkebi kaldırsalar eğer mümkün olsa derimizi kâğıt ve kanımızı mürekkep yapıp yine Risale-i Nur’u yazacağız.

Heyet-i hâkime bilsinler ki: Halife-i rûy-i zemin Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında âdi bir Hristiyan ile birlikte mahkemede muhakeme oldular (*[34]). Halbuki o Hristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlarına muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki: Adalet hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirlik güdemez.

İşte bunun içindir ki mahkemede kahraman-ı İslâm olan Bedîüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile:

Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim: Mahkeme-i haşirde milyarlar ehl-i imandan davacılar tarafından, Kur’an hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki:

Serbestiyet kanunlarıyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde; vatan ve milleti anarşilikten, dinsizlikten ve ahlâksızlıktan, vatandaşları ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz, biz de sizlerden soruyoruz diye o zaman onlara demiştim, o zaman o insaflı ve adaletli zatlar bizi beraet ettirdiler.

İşte Hâkimler! Bu âlî hakikatlere rağmen bize deseniz ki sizi mahkemeye sevk ettirmek ve biçilmiş bir kaftan giydirmek istiyorlar. Bu takdirde şu âyet-i kerîmenin kale-i kudsiyesine iltica ediyorum: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ

17.2.1953

Urfa, Yusufpaşa Mahallesinde

Hüsnü Bayram

***

Bir Zeyl
İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur’an’dır

Sual: Gayet müdakkik birkaç zat dediler ki: Bu feylesoflar gibi yüzer tane mütefekkir feylesofların kat’î kanaatle tasdiklerinin verdiği kuvvet ve kanaate binler gâvur feylesofların inkârları bir zarar vermiyor mu? Bir şüphe getirmiyor mu?

Elcevap: Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin başında mukaddimedeki izaha havale edip burada kısaca cevap veriyoruz:

“Müsbet meselede ispat edici iki adam, menfîce inkâr yoluna sapan binlere tereccuh eder.” diye bir kaide-i mukarreredir. Mesela, ramazanın başındaki hilâli gören iki şahit, ispat cihetinde görmeyen ve nefyeden binler adamın inkârını hükümden ıskat ettiği gibi Karlayl ve Bismark’ın Kur’an’ı ve risalet-i Muhammediyeyi ispat suretinde tasdikleri, yüz bin nefyeden münkir feylesofların inkârı değil bir şüphe belki bir vesvese vermemek gerektir.

Hem mesela, bir iki adam ispat suretinde deseler: “Pek hârika ve semavata yol açan bir maden dünyada var.” Yerini veya numunesini göstermekle kolayca davasını ispat ettikleri ve onu inkâr edenler bütün dünyayı aramak taramakla hiçbir yerinde bulunmadığını göstermekle ve binler müşkülatla o menfî davalarını ancak ispat edebilirler.

Aynen bu misal gibi Bismark ve Karlayl ve emsallerinin hakaik-i Kur’aniye ve risalet-i Muhammediyeyi ispatları gayet derecede kanaat verir. Ve o hakaik-i müsbeteyi nefyeden binler münkirlerin davalarını hiçe indirir. O münkirler âlem-i gayb ve şehadeti aramak taramakla, bin müşkülatla o menfî davayı ancak ispat edebilmeleri için onların inkârları hiçbir ehl-i imana hiçbir vesvese ve vehim vermemek lâzım gelir. Hem ispat ediciler birbirine kuvvet verdikleri için Karlayl ve Bismark gibi gayr-ı müslimler milyonlarla ehl-i iman feylesofların ispatına dayanıp kuvvet alıyorlar. Nefyedici münkir ise birbirine kuvvet veremez. “Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar.”

Onun için hadsiz ehl-i inkâr, değil bu hadsiz ehl-i ispata karşı, belki iki ehl-i ispata karşı gelemez. Bu hakikati Risale-i Nur çok yerlerde ispat ettiği için kısa kesiyoruz.

Said Nursî

***

Zeyl

Bedîüzzaman Said Nursî, kırk sekiz sene evvel Şam’da Cami-i Emevî’de Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dava etmiş ki: “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’an’dır.” Gayet kuvvetli delillerle o davayı ispat etmiş. (Buna ait yazı “Risale-i Nur Müellifi Said Nur” adlı eserde “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’an’dır” başlıklı yazının 74-75’inci sahifelerinde kısmen mündericdir.) Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur filozoflarının, Kur’an’ın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitap olduğunu tasdik etmeleridir. Prens Bismark, Mister Karlayl gibi çoklarını bu davaya yüzer şahit göstermiş.

Sebilürreşad’ın 1 Nisan 1953 tarih, 167’nci sayısında intişar eden; Avrupa ve Amerika filozoflarının, en büyük âlimlerinin mühim bir kısmının, Kur’an hakkındaki sözleri, Said Nursî’nin elli sene evvelki davasına tasdikkârane bir ilanat hükmünde olmuş olduğundan bu “Risale-i Nur Müellifi Said Nur” adlı esere ilhakı münasip olur.

Çünkü اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ الْاَعْدَاءُ yani fazilet odur ki düşmanlar da onu tasdik etsin. Mezkûr ilanatın aynısı naklediliyor:

O derece ki bugünkü medeni cemiyetler, Kur’an’ın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikati meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:

“Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.”

Prens Bismark da şöyle demişti:

“Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hakikatler gördüm. Sana muasır bir vücud olmadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!”

Bu da Kur’an mütercimi Doktor Maurice’in sözüdür:

“Bizans Hristiyanlarını içine düştükleri bâtıl itikadlar girîvesinden ancak Arabistan’ın Hira Dağı’ndan yükselen ses kurtarabilmiştir.”

“Kur’an, hikmet-i ezeliyenin inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşerin refahı nokta-i nazarından Kur’an’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ulvidir. Kur’an’ın her gün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, her gün daha fazla anlaşılan fakat bitmeyen esrarı vardır.”

Bunlar da Garp’ın en be-nam mütefekkir ve âlimlerinin sözleridir:

“Kur’an serâpa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattir.” (Carlyle)

“Kur’an’ın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslarla öyle bir teşri vücuda gelmiştir ki dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlık, bugünkü inkişaf-ı fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.” (Meşhur İngiliz muharriri Edward Gibbon’un “Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukutu” eserinden)

“Hâlık’ın hukuku ile mahlukun hukuku ancak Müslümanlık tarafından tarif olunmuştur.” (Marmaduke)

“Yeni keşfiyat yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mesele yoktur ki İslâmiyet’in esaslarıyla taâruz etsin. Kur’an-ı Kerîm ve talimi ile kavanin-i tabiiye arasında bir ahenk görülmektedir.” (Levazaune)

“Kur’an, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi’dir.” (Müsteşrik Sedillot)

“Kur’an öyle bir sestir ki onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir.” (Doktor Johnson)

“Kur’an’ın ulviyeti, onun cihan-şümul hakikatindedir.” (Carlyle)

“Kur’an, akaid ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakıyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Zaman ve mekân itibarıyla birbirinden çok uzak, fikrî inkişaf itibarıyla birbirlerinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden Kur’an, muhalefeti istihsana kalbeden Kur’an, muhtelif kavimleri medeni bir millet haline getiren Kur’an, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur’an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için tetebbua şâyan en faydalı mevzu sayılır.” (Meşhur İngiliz âlimi Doktor Steingass)

“Kur’an bizatihî daimî bir mu’cizedir. Bir mu’cize ki ölüleri diriltmekten daha çok yüksektir. Bu mukaddes kitabın tâ kendisi, menşeinin semavî olduğunu ispata kâfidir.” (Kur’an’ın münekkid ve mütercimi George Sale)

“Kur’an, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur’an sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, muazzam şehirler inşa etmişler; Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir.” (İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından J. M. Rodwell)

“İslâmiyet, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur’an, medeniyet cihanının istinad ettiği temelleri muhtevidir. Bu âlî din Avrupa’ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyet yeryüzünden kalkacak olursa umumî müsalemeti devam ettirmeye imkân yoktur.” (Meşhur Fransız müsteşriki Gaston Care’ın 1913’te Figaro gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa dünya müsalemetinin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkındaki meşhur makalesinden).

“Müslümanlığın talim ettiği medeni ve sıhhî esaslar sayesindedir ki haşerat mahşeri olan Asya müthiş bir tehlike olmaktan kurtulmuştur.” (Alman âlimlerinden Jochahim Du Rulph)

“Kur’an’ın ahlâkî ve medeni kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyet’in muhteşem bünyanında altın bir kordon gibi işlenmiştir.” (İngilizce Chambers Ansiklopedisi)

“Rasyonalizm yani akliye kelimesinin müfâdını, o tarihî ehemmiyetini tevsi edebilirsek Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdâkıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyet’e tamamıyla mutabık olduğunu fehmeder.” (Profesör Edouard Montet “Hristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” eserinden)

“Kur’an; bütün kuva-yı beşeriyenin, tılsımını çözmekten âciz kaldığı muazzam bir sırdır. İslâmiyet; canları, malları koruyan, hâkimiyeti altında yaşayan dinlere şâyan-ı hayret müsamaha gösteren bir dindir.” (Kont Henri de Kastri’nin “İslâmiyet” unvanlı eserinden)

“Dünyada Kur’an’a benzer bir kitap yoktur ve bu kitap hakikaten muhayyirü’l-ukûldür. (Mister Marmaduke Pickthall’ın Londra’da “İslâmiyet ve Asrîlik” hakkında îrad ettiği nutuktan)

“İslâm dinini kabul edenlerin adedi az zamanda üç yüz milyona varmış ve bu Müslümanlar, atlarının nallarıyla Roma İmparatorluğunu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucu ile dalaleti kökünden istîsal etmişler, nihayet şark ve garbın muazzam devletleri onların karşısında titremişti.” (Fransız filozoflarından Alexy Levazaune’un nutuklarından)

“Hazret-i Muhammed gerçi ümmi idi fakat cihana öyle bir kitap bırakmıştır ki o bir nadire-i belâgat, bir mecelle-i ahlâk, bir kitab-ı mukaddestir.” (Alexy Levazaune’un “Hayat-ı Hazret-i Muhammed” adlı eserinden)

“Kur’an, insanın dimağında şüpheden, tezelzülden vâreste, canlı ve kuvvetli bir kanaat vücuda getirir.” (Doktor Gustave Le Bon)

“Kur’an… Bu, o kitaptır ki onunla Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa’ya tüccar, Yahudiler Avrupa’ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde Müslümanlar Avrupa’ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur’an yardımıyla Avrupa’ya irfan meşalesini taşımışlardır. Filhakika Müslümanlar garplılara ve şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan’ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır.” (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce “Kuvarterli Revyo” mecmuasının 254’üncü numarasında “İslâmiyet” serlevhasıyla yazdığı makaleden)

“Müslümanlık, Afrikalıları medenileştirmiş, onları sanayi, ticaret vesair işleri inkişaf ettirmeye sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyet’in tesiriyle Afrika’nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupalı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdi.” (Profesör Thomas Arnold’un “İslâm Tebliği” adlı eserinden. Bu eser “İntişar-ı İslâm Tarihi” unvaniyle merhum Halil Hâlid Bey tarafından tercüme olunmuş ve Âsâr-ı İlmiye Kütüphanemiz tarafından neşrolunmuştur.)

“İnsanlığa hizmet, Müslümanlığın şiarı ve medar-ı iftiharıdır. Bundan dolayıdır ki Müslümanlık cihan-şümul uhuvvet esaslarını ihtiva ve muhafaza etmiştir. İnsanlık bu esası kabul ve onunla âmil olduğu zaman mesud olacaktır.” (Hindistan’ın millî rüesasından Sarocni Neyda namındaki büyük kadının Londra’daki Woking Camii’nde Müslümanlara hitaben îrad ettiği ve İslâm Mecmuası’nın 1920 senesinin Kânunusânisi nüshasında intişar eden nutkundan)

“İslâm çocukları, tahsillerine Kur’an’la başlıyorlar. Çünkü Kur’an; bütün dinî, dünyevî hakikatlerin menbaıdır. Fakat bu mekteplerin yanlarında, yine Kur’an’ın ilhamıyla, felsefe ve hikmet medreseleri vücud bulmuş, bilâhare bu medreseler, dârülfünunlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki Afrika’nın bugün bile dünyanın en karanlık noktası tesmiye olunan köşeleri fikrî, maddî terakkiler itibarıyla muasırı olan Avrupa memleketlerinden çok yüksek bulunuyordu.” (Müslümanların asrî medeniyet üzerindeki tesiratı hakkında bir nutuk îrad eden H. S. Lider’in beyanatından)

“İslâmiyet’in intişar ettiği sahalarda milletlerin seviyesini yükseltmek hususundaki büyük himmetlerini nazar-ı dikkate almamak mümkün değildir. Bu din sayesindedir ki Afrika zencileri medeniyet ruhunu temsil edebilmişler ve aralarında adlî ve medeni idare tesis etmişlerdir. Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. İslâmiyet’in istinadgâhı Kur’an’dır ve bu Kur’an bir berat-ı necattır.” (Mister Y. Moreyl’in 1922 de “Şimal Nicer” hakkındaki îrad ettiği nutuktan)

“Kur’an’ın Medine’de nâzil olan âyetleri, İslâm cemiyetini idare eden ve doğru yola sevk eden âyetlerdir.” (Stanley Lenpal’in “Kur’an’dan İntihablar” adlı eserinden)

“Kur’an, dün olduğu gibi bugün de mütemadiyen mütezayid insan kitlelerinden sadakat ve teslimiyetle karşılanmaktadır. Kur’an, putperestlik aleyhinde müttehid bir cephe vücuda getirmiştir.” (J. T. Batani’nin “Müslümanlık ve Akdeniz Diyanetleri” adlı eserinden)

“Müslümanları medeniyet, hendese, heyet, mimarî, sanayi-i nefîse ve felsefeyi inkişafa sevk eden zaferler ancak Kur’an’ın insanları birleştirerek onları fazl-u irfan servetini elde etmeye sevk etmesinden ileri gelmektedir.” (İngiltere’nin en büyük mütefekkir ve muharrirlerinden H. G. Wells)

“Müslümanların dini, Kur’an dinidir. Bu din; müsalemet, emniyet ve huzur dinidir.” (Piskopos Volter Meron’un “Müsalemete en doğru yol” adı ile Petersburg kilisesinde îrad ettiği konferanstan)

“Kur’an’da siyasî riyakârlığı zerre kadar ifade eden hiçbir kelime yoktur. West Minister gazetesinin pek haklı olarak söylediği vechile, şarkta müstebit hükümdarları ve cebbarları zulüm ve ceberuttan men’eden bir şey varsa o da onların karşılarında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur’an âyetidir.” (Godfrey Higgins)

“Kur’an, ihraz ettiği neticeler ve en muktedir iyi insanların dimağları üzerinde icra ettiği tesirlerle muhakeme olunduğu zaman, dünyanın en mukaddes ve en mükemmel kitabı olduğu anlaşılır.” (Leonard’ın “İslâmiyet ve Ahlâkî ve Ruhanî Kıymeti” eserinden)

“Kur’an’ın kadr ü kıymetini, azametini, faziletini ve birçok nokta-i nazarlardan güzelliğini inkâr etmek, akıl ve mantıktan mahrum olmak olur.” (Londra’da intişar eden Near East “Şark-ı Karib” mecmuasının 13 Nisan 1922 tarihli nüshası)

“Son bin üç yüz senelik buhranlar ve ihtilaller içinde Kur’an; Türklerin, İranlıların ve Müslüman Hintlilerin kitabı olarak pâyidar olmuştur.” (Edward Denison Ross’un “Sel”in Kur’an tercümesinin son tabına yazdığı mukaddimeden)

“Kur’an insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı hususiyelerinde ahlâklı, âlîcenab, hayır-perver, cesur ve şecî olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir.” (Mister Arnold Havayt, İslâm Mecmuası, 1916 senesi Mayıs nüshası)

“Hakikat-i halde imanın hakiki kitabı, fikre itminan veren kitap ancak Kur’an’dır.” (Pencap’ta Sih mezhebinin müessisi Baba Nanak’ın Cenem Sakihi adlı eserinden)

“Müslümanlık, medeniyetin meş’alkeşi olan Kur’an’a müsteniddir. İslâmiyet’in başlıca hususiyeti, hars ve medeniyetin esası belki de en büyük rüknü olmaktır.” (Doktor İshak Teylor’un Times gazetesinde intişar eden bir konferansından)

“İslâmiyet’in başlıca muvaffakıyeti, esasatını tatbike muvaffak olmasıdır.” (Herbert)

“Kur’an her asırda izini bırakmaya namzettir.” (Mister Rodwell, Kur’an’ın İngilizce mütercimi)

“İslâm orduları Suriye’yi fethettikleri yahut muzaffer bayraklarını Afrika’ya diktikleri yahut Karadeniz’e vardıkları zaman, Kur’an hep beraberlerinde idi. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar fethettikleri memleketlerde mezalim irtikâb etmemişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılınçtan geçirmemişlerdir.” (Bolinson)

“Kur’an, Müslümanlara bir faikiyet hissi vermiştir. Bu öyle bir histir ki büyük milletleri terakkiye sevk eden en büyük kudret olmuştur.” (Profesör Margolyot’un “Muhammedîlik” eserinden)

Daha çoklar var, şimdilik bu kadar yazıldı.

FİHRİST

Bir Sual ve Cevap 5

Meyve Risalesi’nden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Meseleler 6,14,38

Üçüncü Şuâ (Münâcat) 50

Yirmi İkinci Söz’ün Birinci Makamı 82

Tabiat Risalesi 107

Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı 136

Pencereler Risalesi’nden Bazı Parçalar 154

Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesi’nden Bazı Parçalar 160

Yirmi İkinci Söz’ün İkinci Makamı’ndan Bazı Parçalar 177

Risale-i Nur’un şimdi vuku bulan bir inkâra kırk sene evvel verdiği kat’î cevap (Seb’a Semavata dair) 184

Üstadımızın Hayat-ı İçtimaiyenin Kanun-u Esasîsi Hükmündeki Bir Mektubu 194

Nur Talebeleri Namına Zübeyr’in Fıkrası 201

Üstadımızın Bere Hakkında Bir Müdafaası 202

Urfa Kahramancıklarının Müdafaaları 207

Kur’an’ı Tasdik Eden Feylesoflar Münasebetiyle Bir Sual ve Cevap 227

Avrupa Feylesoflarının Kur’an-ı Kerîm Hakkındaki Beyanatları 229

 

[1] * Sâbık her bir bahar; kıyameti kopmuş, ölmüş ve karşısındaki bahar, onun haşri hükmündedir.

[2] Hâşiye: Ağaçları başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir.

[3] Hâşiye: Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin sıkletine dayanmayan üzüm çubukları gibi nâzenin nebatatın başka ağaçlara latîf eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir.

[4] Hâşiye: Tohuma işarettir. Mesela, zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha latîf daha leziz daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.

[5] Hâşiye: Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir.

[6] Hâşiye: Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi ve mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan âdeta âlemde ne varsa insanda numunesi vardır.

[7] Hâşiye: Makine, meyvedar ağaçlara işarettir. Çünkü yüzer tezgâhları, fabrikaları incecik dallarında taşıyor gibi hayret-nüma yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar, kuru bir taşta tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar.

[8] Hâşiye: Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına işarettir. Mesela, bir sinek bir kara ağacın yaprağında yumurtasını bırakır. Birden o koca kara ağaç, yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mader, bir beşik, bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Âdeta o meyvesiz ağaç, o surette zîruh meyveler veriyor.

[9] Hâşiye: Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zira kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmış ise icmalini mahiyet-i insaniyede yazmıştır. Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçta ne yazmış ise tırnak gibi meyvesinde dahi dercetmiştir.

[10] Hâşiye: Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne işarettir. Zira yüz binler muhtelif mahlukatın taifeleri, birbiri içinde beraber icad edilir, rûy-i zeminde yazılır. Galatsız, kusursuz, kemal-i intizamla değiştirilir. Binler sofra-i Rahman açılır, kaldırılır, taze taze gelir. Her bir ağaç birer tablacı, her bir bostan birer kazan hükmüne geçer.

[11] Hâşiye: Umum hayvanatın erzakını taşıyan, nebatat ve eşcar kafileleridir.

[12] Hâşiye: O azîm elektrik lambası, Güneşe işarettir.

[13] Hâşiye: İp ve ipe takılan taam ise ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.

[14] Hâşiye: İki tulumbacık ise validelerin memelerine işarettir.

[15] Hâşiye: Unsurlar, madenler ise pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbanî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlahî ile her bir yere giren, meded veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuat-ı İlahiyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir.

[16] Hâşiye: Kalınca bir ip, meyvedar ağaca; binler ipler ise dallarına ve ipler başındaki elmas, nişan, ihsan, hediyeler ise çiçeklerin aksamına ve meyvelerin envaına işarettir.

[17] Hâşiye: Konserve kutusu; kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu Hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir.

[18] Hâşiye: On beş gün, sinn-i teklif olan on beş seneye işarettir.

[19] Hâşiye: Sofralar ise yazda zeminin yüzüne işarettir ki yüzer taze taze ve ayrı ayrı olarak matbaha-i rahmetten çıkan Rahmanî sofralar serilir, değişirler. Her bir bostan bir kazan, her bir ağaç bir tablacıdır.

[20] Hâşiye: Gemi, tarihe ve cezire ise asr-ı saadete işarettir. Şu asrın zulümatlı sahilinde, mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, asr-ı saadet ceziresine ve Ceziretü’l-Arap meydanına çıkıp Fahr-i Âlem’i (asm) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki o zat o kadar parlak bir bürhan-ı tevhiddir ki zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalalet zulümatını dağıtmıştır.

[21] Hâşiye: Bin nişan ise ehl-i tahkik yanında bine bâliğ olan mu’cizat-ı Ahmediyedir (asm).

[22] Hâşiye: Mühim lamba Kamer’dir ki onun işaretiyle iki parça olmuş. Yani Mevlana Câmî’nin dediği gibi “Hiç yazı yazmayan o ümmi zat, parmak kalemiyle sahife-i semavîde bir elif yazmış, bir kırkı iki elli yapmış.” Yani şaktan evvel, kırk olan mime benzer; şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nuna benzedi.

[23] Hâşiye: Büyük bir nur lambası Güneştir ki Arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden Güneşin görünmesi, kucağında Peygamber’in (asm) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (ra) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edaen kılmış.

[24] Hâşiye: Nurani ferman Kur’an’a ve üstündeki turra ise i’cazına işarettir.

[25] Hâşiye: Bu risalenin sebeb-i telifi; gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’an’a hücum edilmesidir. O hücum ise şiddetli bir hiddeti (kalbe) kaleme verdi ki şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheplilere yedirdi.

Yoksa Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir.

[26] Hâşiye: Evet, eğer intisap olsa o çekirdek, kader-i İlahîden bir emir alır, o hârika işlere mazhar olur. Eğer o intisap kesilse o çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve sanatı iktiza eder. Çünkü dağdaki, kudret eseri olan mücessem çam ağacının bütün azaları ve cihazatıyla o çekirdekteki, kader eseri olan manevî ağaçta mevcud bulunması lâzım gelir. Çünkü o koca ağacın fabrikası, o çekirdektir. İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.

[27] Hâşiye: Evet müteharrik her bir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi; harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zapt ederler. Kendi mâlikinin mülküne idhal ederler. Hareket etmeyen masnuat ise nebatattan nücum-u sevabite kadar, birer mühr-ü vahdaniyet hükmündedirler ki bulunduğu mekânı, kendi Sâni’inin mektubu olduğunu gösterirler. Demek her bir nebat, her bir meyve, birer mühr-ü vahdaniyet, birer sikke-i vahdettirler ki mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni’lerinin mektubu olduğunu gösterirler.

Elhasıl: Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, bir tek zerreye Rab olamaz.

[28] Hâşiye: Sâni’-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir.

Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar.

Kan ise içinde iki kısım küreyvat halk edilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise iki vazife-i umumiyesi var: Biri, bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri, hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni’-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizaç eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen semli havaî bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder hem kanı tasfiye eder. Çünkü Sâni’-i Hakîm, fenn-i kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizaç ederler. Fennen sabittir ki imtizaçtan hararet hasıl olur. Çünkü imtizaç, bir nevi ihtiraktır.

Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizaç vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizaç eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünkü imtizaçtan evvel iki hareket idi şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni’-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zaten “Hareket, harareti tevlid eder.” bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur.

İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. فَسُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

[29] Hâşiye: Fakat şu haliçe hem hayattardır hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemal-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder. Tâ ki nessacının muhtelif cilve-i esmasını ayrı ayrı göstersin.

[30] Hâşiye: Elhasıl: Zerre, o müddeîyi küreyvat-ı hamraya havale eder. Küreyvat-ı hamra onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat envaından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Her biri der: “Git, benden yukarıdakini zapt edebilirsen sonra gel, benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlup etmezsen beni ele geçiremezsin.”

Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, bir tek zerreye rububiyetini dinletemez.

[31] Hâşiye: Bir dairenin takriben nısf-ı kutru, yüz seksen milyon kilometre olsa o daire (kendisi) takriben yirmi beş bin senelik mesafe olur.

[32] Hâşiye: Cenab-ı Hakk’ın acayib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yani semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acayib-i sanat-ı İlahiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semanın melaikeleri gibi yıldızlar dahi mahşer-i acayip ve garaib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.

[33] Hâşiye: Fakat sukuttan sonra tabiat tövbe etti. Hakiki vazifesi, tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlahînin bir nevi defteri –fakat tebeddül ve tagayyüre kabil bir defteri– ve kudret-i Rabbaniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelal’in bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemal-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubudiyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlahiye ve sanat-ı Rabbaniye ismini aldı.

[34] * Bu hakikati Üstadımız İstanbul Adliyesinde beyan etmiştir.

KONFERANS

Risale-i Nur hakkında verilen bir

KONFERANS

Teşrin-i sânî

1950

Ankara Üniversitesi


Aradığımı Buldum

Ben, kırk senedir âlem-i İslâm’da aradığımı Türkiye’de buldum. Bedîüzzaman yalnız büyük Türk milletinin değil, bütün İslâm âleminindir. Ondan âlem-i İslâm’ın mukadderatına dair pek çok soracaklarım vardı. Bütün müşküllerim, kendileriyle görüştüğüm bir saat içinde halledildi. Şimdi memleketime büyük müjdelerle dönüyorum. İslâm âleminde birçok büyük hizmetler başarmış faziletli ve yüksek âlimler gelip geçmiştir. Bunların çoğu, mükâfatlarını ya mülk ve servet yahut şeref ve şöhret şeklinde elde etmişlerdir. Halbuki Bedîüzzaman’ın evinde bugün yakacak bir lambası yoktur.

Pakistan Maarif Nâzır Muavini

Ali Ekber Şah

***

Teşrin-i sânî 1950’de Ankara Üniversitesinde, profesör ve mebuslarımız ile Pakistanlı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, fakülte mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

İman ve İslâmiyet âb-ı hayatına susamış kıymetli kardeşlerim!

Evvela, itiraf edeyim ki bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibarıyla sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem bu konferans, benim çok muhtaç olduğum gayet nâfi’ bir dersimdir. Muhatap, kendimdir. Dersimi müzakere nevinden siz mübarek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir. Kemal ve güzellikler, istifade ettiğim Risale-i Nur eserlerine aittir. Bir mani başımıza gelmezse haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dinî konferanslardan, bugün birincisi imana dairdir. Çünkü Bedîüzzaman Said Nursî’nin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Bunun için biz de konferansımızın Kur’an, İman, Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olmasını münasip gördük. İkincisi de inşâallah namaz ve ibadete ait olacaktır.

Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır, büyük bir itimat ve emniyete mazhar olmakla en muteber dinî bir eser olan Risale-i Nur’u intihab ettik. Şimdi ilk konferansımızın niçin iman mevzuunda olduğunu izah ile bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak malûmat vereceğiz. Şöyle ki:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû-i kasdlar pek dehşetli olmuş, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaytlıktan pek çok defa daha felaketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. Her şeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü, esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı billahtır; Allah’a imandır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için bir insanın en başta elde etmeye çalışacağı ilim, iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı, iman ilmidir.

İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.

İşte bu hakikatlere binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’an ve iman hakikatlerini câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an-ı Hakîm’in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur’an tefsirine sarılmaktır.

Şimdi “Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?” diye bir sualin içinizde hasıl olduğu, nurani bir heyecanı ifade eden simalarınızdan anlaşılmaktadır.

Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bedîüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatine vardık. Bizimle beraber, bu hakikate Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüz binlerle kimseler de şahittir.

Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’anî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bedîüzzaman Said Nursî’de mevcud olduğunu gördük. Şöyle ki:

Birincisi: Müellifin, yalnız Kur’an-ı Hakîm’i kendine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kur’an-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için Kur’an’ı tefsir ederken hakikatin safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur’an’ın manalarını keşif ile tezahür eden Kur’an hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki o müfessir zat, her bir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa mâlik bir allâme ve hem gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun.

Üçüncüsü: Kur’an tefsirinin tam bir ihlasla telif edilmiş olması ki müellifin, Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir maddî manevî menfaati gaye edinmemesi ve bu ulvi haletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…

Dördüncüsü: Kur’an’ın en büyük mu’cizelerinden birisi de gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır.

İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur’an-ı Hakîm’in asrımıza bakan vechesinin keşfedilip avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslupla izah ve ispat edilmiş olması…

Beşincisi: Müfessirin, Kur’an ve iman hakikatlerini, cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması…

Altıncısı: Ders verdiği Kur’anî hakikatlerin hem aklı hem kalbi hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nâfiz ve müessir olması…

Yedincisi: Hakikatlerin derkine mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması…

Sekizincisi: Kur’an-ı Kerîm’i tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve a’zamî bir zühd ve takva ve a’zamî ihlas ve dine hizmetinde a’zamî sebat, a’zamî sıdk ve sadakat ve fedakârlığa, a’zamî iktisat ve kanaate mâlik olması şarttır.

Hülâsa olarak müfessirin, Kur’anî risaleleriyle, risalet-i Ahmediyenin (asm) a’zamî takva ve a’zamî ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velayet-i Ahmediyenin lemaatına mazhar olmuş hâdim-i Kur’an bir zat olması…

Dokuzuncusu: Müfessirin, Kur’anî ve şer’î meseleleri beyan ederken şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvvetiyle hakikati pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.

Hem idam planlarının tatbik edildiği ve bir tek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imha edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’anî esasatı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla, bir mürşid-i kâmil ve İslâm’ın bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur’an’ın muteber bir müfessir-i a’zamı olmuş olması lâzımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risalelerinde aynıyla mevcud olduğu, hakiki ve mütebahhir ulema-i İslâm’ın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiye’ce, Avrupa ve Amerika’ca malûm ve musaddaktır.

İşte arkadaşlar! Biz, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.

Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi: İmanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır. Umumî harpler beşere intibah vermiş, dünya hayatının fâniliğini ihtar etmiş ve bâki bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir davayı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için bir dava vekili bulmakta (Hâşiye[1]) çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:

Asrımızdan evvelki, İslâmiyet’in ilm-i kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’an-ı Hakîm’in dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler, kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, İslâmiyet’in birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.

Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, –Kur’an ve İslâmiyet’e ve imana taarruz– fen ve felsefeden geliyor. Bunun izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu; bulunanlardan ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Hem bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu malûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip beşeri, sırat-ı müstakime kavuşturmak, imanı kurtarabilmek ancak ve ancak Kur’an-ı Hakîm’in bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesiyle kabil olacaktır.

İşte Bedîüzzaman Said Nursî; Kur’an-ı Kerîm’deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur Risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şaheserdir kanaatine varılmıştır.

Ve yine Risale-i Nur’daki bu imtiyazdan dolayıdır ki bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihen ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle yirmi beş senedir devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nur’u okumuşlardır.

Hem Risale-i Nur, ihtiyaç zamanında telif edildiğinden, Türkiye ve İslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir.

Kıymetli kardeşlerim! Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken “Kim ne isterse sorsun.” diye hârikulâde bir ilanat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, Bedîüzzaman’ın hücresine kafile kafile gidip, her nevi ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkül en muğlak sualleri, Bedîüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.

Böyle had ve hududu tayin edilmeyen, yani “Şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun.” diye bir kayıt konulmadan ilanat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihatalı ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslâm dâhîsi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir. (asr-ı saadet müstesna.)

Hattâ o zamanlarda, Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde şarkın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın (Bedîüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, Bedîüzzaman Said Nursî’ye hitaben: مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ Yani “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

Yani Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatte idim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır.” demiştir. Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle ve şimdi Avrupa’da, Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

İşte büyük ulema-i İslâm ve meşayih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaate varmışlardır ki: Bedîüzzaman ne söylerse hakikattir. Bedîüzzaman’ın eserleri, sünuhat-ı kalbiye olup cumhur-u ulemanın tasdik ve takdirine mazhardır.

Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bedîüzzaman’ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’an-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehadet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmi bir zat, öyle misilsiz bir ilanatla, ulûm-u cedide de dâhil mütenevvi ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydandadır. İttifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için “Bedîüzzaman’ın cevap veremeyeceği bir sual yoktur.” diye allâmeler tarafından tasdik edilen ve Avrupa’nın bir kısım idraksiz ve garazkâr feylesoflarının, müteşabih âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadîslerin birer mu’cize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslâmiyet’e olan hücumları akîm bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, elbette dâhî bir müfessir-i Kur’an ve onun ilminin vehbî ve vâsi olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okunmaya lâyık hârika bir şaheser olduklarına şüphe edilemez.

Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalaletten muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فٖيمَا قَالَ yani “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir. Mesela, bir kumandanın bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.

İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî’ye karşı kalplerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından; buradaki bir kısım kardeşlerimiz; üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında malûmat verilmesini ısrar ile istediler.

Fakat Bedîüzzaman gibi bir zatın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basîretli ehl-i ilim olan ediblerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bedîüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.

Aziz kardeşlerim! Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâm’ın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inayet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur’un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizaç etmiştir:

1 – Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan hakikat-i İslâmiye…

2 – Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek…

3 – Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye…

Arkadaşlar! Şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: “Hakiki âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikati pervasızca söyleyen âlimlerdir.” İşte biz ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimat edebiliriz.

Asrımızda ise hayatındaki vakıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bedîüzzaman dinî mücahedesi ve Kur’an’a hizmetinde ve ubudiyetinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesine tam ittiba etmiş bir mücahiddir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesi’nde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmış. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen “cemaatle namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

Bedîüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus Harbi’nde, harp cephesinde, avcı hattında, Kur’an’ın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsirini telif etmiş. Ve bu eser-i azîm, âlem-i İslâm’da en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki Kur’an-ı Kerîm’in en ince nükte ve en derin meselelerini ve misilsiz i’caz ve hârikulâde yüksek belâgat ve fesahatini izhar ve ispat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini izhar ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mani olamamıştır.

Ezan-ı Muhammedînin (asm) yasak edildiği ve bid’atların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’atlara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek bid’atlara girmemişlerdir.

İman ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devri içinde, Bedîüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebitlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imanî eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm milletlerinin necat ve salahı için dualar etmiş, dergâh-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.

Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnet-i seniyesine tam iktida etmiştir.

Bedîüzzaman’ın bu hali de bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının planıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsizlikleri içinde bulunması dahi telifata noksanlık vermemiştir.

Sıddık-ı Ekber radıyallahu anh demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki ehl-i imana yer kalmasın.” Bedîüzzaman, bu gayet ulvi seciyenin bir lem’acığına mazhar olmak için “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.” diye fedakârlığın şâhikasına yükseldiği, Kur’an ve İslâmiyet’in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

Kur’an ve iman hizmeti için Bedîüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedit zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.

Bedîüzzaman Kur’an, iman, İslâmiyet hizmeti için dünyevî rahatlıklarını feda etmiş; dünyevî, şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisat ve kanaatle ömür geçirmiştir ve hâlen de böyle yaşamaktadır.

Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakıf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için kendini dünyadan tecrit ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bedîüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için her şeyden bu derece fedakârlık yapan fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi pâyesine yükselmiştir.

Bedîüzzaman’ın, Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakati, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdatları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi îka edememiştir.

Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garb’ın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatli feylesofları ve Şark’ın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’an’dan başka halâskâr ve hakiki rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlerde şüphesi olan olursa Üstad, âhirete teşrif etmeden bizzat şüphesini izale edebilir.

Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır. Basîretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır.” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi, Bedîüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’an’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.

Millî Müdafaa Vekaletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem bir âlim olan bir zatın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bedîüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: “Bedîüzzaman’ın nasıl bir zat olduğunu anlayabilmek için Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misal olarak yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bedîüzzaman, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse onları, selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete mâliktir.” Evet, Bedîüzzaman nadire-i hilkattir. Fakat yirmi beş senedir hem kendini hem talebelerini siyasetten men’etmiştir, dünyevî işlerle meşgul değildir.

Bedîüzzaman’ın Risale-i Nur’u telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetaneti, aklı, mantığı, zihni, hayali, hâfızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sürat-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hâsseleri, duyguları ve manevî letaifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine aşikâr bir delildir ki kendi ihtiyarıyla, keyfiyle değil, inayet-i İlahiye ile Kur’an’a hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basîretli ehl-i ilim ve ehl-i kalpçe musaddak ve müstahsendir.

Mısır’da fâzıl ulemadan, merhum Abdülaziz Çâviş, Bedîüzzaman’ın fatînü’l-asır olduğu ve müthiş bir fart-ı zekâya mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında makale neşretmiştir.

Büyük ve salabetli bir âlim olan Şeyhülislâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Risale-i Nur’a sahip çıkmış ve Camiü’l-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.

Risale-i Nur, İslâmiyet’in gayet keskin bir elmas kılıncıdır. Bu hakikatlere bir delil ise Bedîüzzaman’ın zalim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikati pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi, kendini feda ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikate, cansiperane hizmet etmesidir.

Bir müddeiumumî, iddianamesinde: “Bedîüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’an hakikatlerini beyan ve dine hizmete sarf ettiği kanaatine varılmıştır.” denilmektedir.

Din aleyhindeki eski hükûmetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında: “Bedîüzzaman Said-i Nursî’nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mani olamıyoruz.” demiştir.

Biz de deriz ki: Evet Said Nursî Hazretleri, emsali görülmemiş dinamik ve enerjik bir zattır. Bedîüzzaman’ın hârika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.

Said Nursî, bazen bir talebesine Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lütfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyakım var.”

Hem yine der ki: “Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’an’dan bulduğum bu devalarımı arzu edenler okuyabilir.” Evet, Bedîüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: “Ben derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım.”

Bedîüzzaman Said Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için insanlara riyakârlık, dalkavukluk yapar. Tasannukâr tavırlar takınır. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de.”

Üstad, şöhretten fiilen ve halen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlahî varmış gibi istimdadkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risale-i Nur gibi cihan-şümul bir esere hâdim olmuştur.

Bedîüzzaman küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğna etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse mukabilini verir; vermese dokunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imana hizmet için dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imaniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim.” der. Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

Bedîüzzaman Said Nursî; Kur’an, iman ve dine yaptığı hizmetinde, yirmi beş seneden beri mütemadî bir tarassud ve tecessüs, takibat ve tetkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rıza-yı İlahî için yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyet’e hizmet ettiği ve hizmet-i Kur’aniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddid mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkûr hakikatlere ve eserlerindeki hak ve hakikati gören hakperestlerin, Bedîüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikate mugayir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilan edilecek idi.

Nitekim bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbar, müstebit din düşmanlarının tahrikatıyla mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi; tahkikat ve muhakemede hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek beraet ettiği vakit sükût edilmesi; bu hakikatin aşikâr çok delillerinden bir tanesidir.

Bedîüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklal için can veren, fedai İslâm mücahidlerinin acılarıyla muzdarip olduğu, Kur’an ve İslâmiyet’e yapılan darbeler anında çok ızdıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratıyla, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.

Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi “Ey Millet-i İslâm’ın ebedî refah ve saadeti için dünyada rahatlık görmeyen müşfik üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdat ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir.” Evet, biz de bu kanaatteyiz.

Fakat o elîm acılar, Bedîüzzaman’ı aslâ yeise düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’an’a sarılmaktır.” demiş ve sarılmış. Kur’an’da bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.

Hunhar din düşmanlarının dünyevî satvet ve şevketleri, Bedîüzzaman’ı kat’iyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’an’a hizmettir. Galip etmek, mağlup etmek Cenab-ı Hakk’a aittir.” diye iman ederek bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki ona icra edilen müthiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.

Bedîüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temaşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur halindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri مَا شَاءَ اللّٰهُ بَارَكَ اللّٰهُ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ ve “Ne güzel yaratılmışlar.” diyerek ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her aza ve hâsseleri gibi gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

Üstad, hususi hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette numune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken baş kumandan da gelse silahını bırakmayacak. Ben Kur’an’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem.”

Hülâsa olarak arz ederiz ki: Bedîüzzaman, ihlas-ı tammeye mâlik, hârikulâde, hakiki bir müfessir-i Kur’an’dır. Hem ihlas-ı etemme vâsıl olmuş, kahraman ve yekta bir hâdim-i Kur’an’dır. Risale-i Nur’un müellifi olmak itibarıyla hem bir mütekellim-i a’zamdır hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir hem ilm-i mantığın yüksek, nazirsiz bir üstadıdır. Ta’likat namındaki telifatı, mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir hem Kur’an’la barışık müstakim felsefenin hakikat-perver bir feylesofudur hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci) hem daima hakikati terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.

Said Nursî, senelerden beri şiddetli bir istibdat ve takyidat altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsî kemalâtını setrettiği, gizlediği için mezkûr sıfatların her birisine muttali olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risale-i Nur’un hususiyetleri hakkındaki beyanatımız, hakikat-perver ve fazilet-perver bir kısım ulema-i hakikinin ve ehlullahın ittifak ve icma kuvvetindeki hükümleridir. Hem de bizim kat’î kanaatlerimizdir.

Bedîüzzaman’ın, mezkûr ilim ve sıfatlara mâlik olduğuna en muteber ve en birinci ve en hakiki delilimiz, Bedîüzzaman Said Nursî’dir. Kimin şüphesi varsa Risale-i Nur’u okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakaik-i uzmayı, bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşa ve ilan ediyoruz. Evet, bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.

Bedîüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesna birer eser yazabilirdi. Fakat o “Zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.” demiş ve bütün himmet ve mesaisini ve hayatını, ulûm-u imaniyenin telif ve neşrine hasretmiştir.

Evet, Hazret-i Üstad ulûm-u imaniyeyi neşretmekle, âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyeti hayattar ve ziyadar eylemiştir. Cenab-ı Hak, o büyük üstaddan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin, âmin âmin âmin!

Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet, Risale-i Nur kalplerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir. Risale-i Nur’un bir hususiyeti de Mektubat’ın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sahifesindeki şu bahistir: “Bazı Sözlerde, ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’an’dan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki mesela, bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, her bir yerde suyu buldukları gibi…

Aynen öyle de ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-vücud’un vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu her şeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza… Letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.

Eski hükema, ahkâm-ı şer’iyeden bazıları için: “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişemez.” demişler. Halbuki bu asırda akıl hükmediyor. Bedîüzzaman Said Nursî ise “Bütün ahkâm-ı şer’iye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım.” demiştir ve Risale-i Nur’da ispat etmiştir.

Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz; nazirsiz, cazip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bedîüzzaman zatına mahsus bir üsluba mâliktir. Onun üslubu, başka üsluplarla muvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için Bedîüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve inceliklere, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdeba meclisinde “Viktor Hügolar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.

Edib ve şairler, zeval ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ dünyaca meşhur Arap edibleri “Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi.” Manasında لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلٰى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا demişlerdir.

Bedîüzzaman ise “Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatte firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Azrail aleyhisselâm bugün gelse hoş geldin, safa geldin diye gülerek karşılayacağım.” diyor.

Bedîüzzaman, beşeri Risale-i Nur’la sefahet ve dalaletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takip etmiyor. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlup ediyor. Kalp ve ruhu hissiyata mağlup olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur’da muvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi cehennem azapları çektirdiğini ve iman ve İslâmiyet ve ibadette, bir cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini ispat ediyor.

Risale-i Nur; nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur; gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak tevazu ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar.

Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bedîüzzaman der ki: “İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur.”

Bu dinsizleri mağlup etmek için yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur risalelerini devam ve sebatla mütalaa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle, mektep malûmatları da maarif-i İlahiyeye inkılab eder.

Ey, bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki tahkikî iman dersleriyle, iman mertebelerinde terakki ve teali ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlerini iman ve İslâmiyet’in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’an ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’an’ın hizmetkârıyım.” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.

Evet, bu asra öyle bir Kur’an tefsiri lâzım ve elzemdir ki Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalp ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur’an yolunu göstersin. Sünnet-i seniyeye ve İslâmiyet’in şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye aleyhissalâtü vesselâm ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.

İşte Risale-i Nur’un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur’an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatin tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının planlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu talebelerin İslâmiyet’e hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâm’ın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nur’la iman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva içinde, Risale-i Nur’un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer numune-i imtisal olan, iman ve İslâmiyet fedaileridir.

İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor, böyle bir hâdîyi bekliyorduk. O ihlaslı Nur talebeleri ki “Cenab-ı Hak, Hafîz’dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır.” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bedîüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ “Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım.” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; güya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.

Afyon hâdisesinde, Bedîüzzaman hapiste iken muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için savcı kızmış. “Şimdi seni hapse atarım!” diye tehdit etmiş. O İslâm fedaisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin!” demiştir.

Yine Afyon Mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi “Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim?” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.

Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risaleleri var.” diye düşünerek hapishane müdürüne “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi.” der. Hesap ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

Hamiyet-i diniye meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim!

Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir malûmatı görürse diyeceklerdir ki: “Ne için böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kur’an’dan tereşşuh eden ve Kur’an-ı Hakîm’in malı olan Risale-i Nur’dadır. Ben bir hiçim.”

Üstadın şahsının mazhar ve âyine olduğu Kur’anî hakikatler ve Nurlar itibarıyla ve neşrettiği iman ve İslâmiyet dersleriyle, ihlas-ı tamme ile umumî ve küllî bir tarzda Kur’an’a ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mana-yı harfî ile şahsına ait kalmıyor. Kur’an ve İslâmiyet’e râcidir. Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da Bedîüzzaman’ın hâdimliğini yaptığı Kur’an ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna matuftur.

Zira hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi câmi’, o cihan-şümul Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.

İşte bu bedihî hakikati bilen, maskeli, gizli ve münafık iman ve İslâmiyet muarızları ve düşmanları, yarım asra yakındır, Bedîüzzaman’ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksatları; Risale-i Nur, rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, iman ve İslâmiyet inkişaf etmesin. Halbuki Said Nursî’ye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer numune olan yirmi beş sene içindeki hâdiseler meydandadır.

İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimi görünerek “İfrata gidiyorsunuz.” gibi birtakım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da bizler hakikati izhar tarzıyla müdafaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bedîüzzaman hakkında zalimane ve cebbarane haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken biz, Üstad ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini ilan ederek, o acib yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki Kur’an ve imanın hunhar ve müstebit zalim düşmanları; Kur’an ve İslâmiyet’i ve dini Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bedîüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de biz hak ve hakikati beyan ve ilan etmekte sükût edelim, susalım veya “Biraz susun!” gibi bir şeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım?

Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur’un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bedîüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilan edeceğiz.

Kıymetli kardeşlerim! İslâm tarihinde, altın sahifelerde mevkileri bulunan, büyük ve nazirsiz zatlar meydana gelmiştir. O misilsiz zatların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kabil-i kıyas olmayacak derecede emsalsizdir. O büyük İslâm müellifleri ve İslâm dâhîleri, herhangi bir hükûmetin, senelerce ağır bir esaret ve koyu bir istibdadı tahtında olmaksızın, Kur’an ve İslâmiyet’e hakkıyla ve hâlis bir surette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bedîüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnetine tam ittiba ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Bedîüzzaman gibi yüz otuz parça imanî eserlerini şiddetli bir istibdat, tazyikat ve takyidat altında, gizliden gizliye telif edebilmek hem kuvvetli bir takva ve ubudiyete sahip olmak ve hem de bunlarla beraber, harp cephesinde de fedai olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harp cephesinde, avcı hattında dahi fırsat buldukça Kur’an’ın en ince nüktelerini ve hârika i’cazını beyan eden bir Kur’an tefsiri telif etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücadelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasbedilerek, ücra bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassudlar ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp, Engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı altında, cani canavarların pek vahşi işkenceleri içinde سِرًّا تَنَوَّرَتْ sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihanın maddî manevî “Fatih”i olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara bâliğ olan bir câmiayı, inayet-i İlahî ile Kur’an-ı Hakîm’in cadde-i kübrasında selâmetle ilerletmek ve mü’minlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak; bu mezkûr hususiyetlerin manevî şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi Bedîüzzaman Said Nursî gibi tarihte hangi bir zata daha nasib olmuştur acaba?

Evet kardeşlerim! Risale-i Nur, öyle bir ziya-i hakikat, öyle bir bürhan-ı hak ve bir sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur’an ve iman hakikatlerini ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlahîdir ki yirmi beş seneden beri, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı gibi her bir tabaka-i insaniye, bu Nur’un âşığı, bu Nur’un pervanesi, bu Nur’un meclubu, bu Nur’un muhibbi olmuşlar; bu Nur’a koşmuşlar, bu Nur’un sinesine atılmışlar, bu Nur’dan meded istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kitle, bu Nur’la nurlanıp bu Nur’la kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim! Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübra olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, o kadar merak-âver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatleri ders veriyor ve mesaili ispat ediyor ki iman ve İslâmiyet’in kıtalar genişliğinde inkişaf ve fütuhatına medar oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalplere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalp hasıl etmiştir ki milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.

Aziz kardeşlerim! Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur planlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsi metotlar takip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesat ve tefrika tohumları saçmışlardır ki bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

Fakat o musibetler, Cenab-ı Hakk’ın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bedîüzzaman Said Nursî gibi ihlas-ı tammı kazanmış olan bir zat vasıtasıyla, rahmet-i İlahî ile mededres ve şifa-resan ve cihan-pesend ve cihan-şümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için hakiki iman derslerini almak ve Allah’a iltica ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; o musibetlerin ihtar ettiğini, idrak ettirmiştir. Zaten insanların, mü’minlerin başına gelen bela ve musibetlerin hikmeti budur.

Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahu Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.

İşte Risale-i Nur müellifi Bedîüzzaman Said Nursî, öyle bir mücahid-i İslâm’dır ki ve telifatı Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habîs faaliyetlerini akamete düçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını paramparça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslâmî ve imanî fütuhatı, perde altında, kalpten kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.

Evet Risale-i Nur, o tahribatı Kur’an’ın elmas hakikatleriyle ve Kur’an-ı Kerîm’deki en kısa ve en müstakim bir tarîkle tamir ve o yaraları, Kur’an-ı Hakîm’in eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir. Hem masum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebit uşaklarını, hâk ile yeksan edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlup eden ve edecek yegâne çarenin Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basîretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-i kat’iye ile müttefiktirler.

Evet tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek, anlaşılıyor ki Risale-i Nur, Kur’an’ın emsalsiz bir tefsiridir.

Evet Bedîüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.

Şimdi Risale-i Nur Külliyatı’ndan iman, Kur’an ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arz edeyim ki: Üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazen okuyuvermek nimetini bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalp ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz büyük bir kazançtır.”

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa onu getirtip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur’u cemaate okurken tafsilata girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkinde bir perde olabilir. Bunun için bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hülâsaten deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır. Bir mesele-i imaniye ve Kur’aniye umuma ders verilirken mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.

Ey Üstadımız Efendimiz! Umum kadirşinas insanlar Risale-i Nur’u ve sizi ebediyen tebcil ve tekrim edeceklerdir. Tahkikî iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihan-baha ve cihan-değer bir kıymette olan Risale-i Nur’u bütün ruh-u canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu tazim ve bu hürmet; nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.

Evet, Risale-i Nur’daki hakaik-i Kur’aniye öyle bir kuvvettir ki bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri târumar olacak; inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bâki kalanlar, iman ve Kur’an nuruyla felâh ve necat bulacaklardır.

Evet dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak; demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur’aniye dünyayı nur ve saadete gark edecek. Bu Kur’an, imanların kurtuluşunda, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Üstadımız, umum Nur talebeleri kardeşlerimizin ve âhiret hemşirelerimizin mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder ve emsal-i kesîresine saadetler içinde nâiliyetlerinize dua eder ve dualarınızı bekler, bu vesile ile biz de selâm ve tebriklerimizi arz ederiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz

Nazif, Tahirî, Sungur, Ceylan, Ziya, Bayram, Zübeyr

***

(Bu bayram tebriği münasebetiyle, Üstadımızın altmış seneden beri tesisine çalıştığı ve şimdiki para ile yedi milyon kadar olan tahsisatını altmış milyona çıkarıp Avrupa ve Amerika ile meşverette medar-ı nazarları olmuş Medresetü’z-Zehra namında Şark Dârülfünununa dair Reisicumhura yazdığı mektubunu okuyan Camiü’l-Ezherin hamiyetli talebeleri, bu münasebetle bir hadîs-i şerifin medar-ı evham olmuş manasını hasta olan Üstadımızdan soruyorlar.

Üstadımız çok hasta olmasından biz, onun bedeline bu kurban bayramı tebriğine bir ilâve olarak o cüz’î meseleyi küllî umumî iki büyük medresenin talebelerinin bir nevi müzakerelerine medar olmak, yani maddî âlem-i İslâm’ın büyük medresesi olan Camiü’l-Ezherin talebelerine altı yedi vilayet kadar geniş manevî Medresetü’z-Zehranın biz talebeleri o büyük ağabeylerimize ve üstadımız hükmünde olan Camiü’l-Ezhere yazdığımız bu bayram tebriğine o parçayı da ilâve ettik.)

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Risale-i Nur, İslâmiyet aleyhinde bin seneden beri teraküm etmiş bütün itiraz ve şüphelere topyekûn iskât edici cevaplar veren ve mana-yı zahirîsi şimdiki fenne mutabık gelmeyen müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i’cazın lem’alarını göstererek vaki şüphe ve evhamları tard eden Kur’an’ın elinde bir elmas kılınçtır.

Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek İmam Hatip ve Hâfız Mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde bir şüphe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyet-i kerîmesine ilişerek inkâr etmek istemiş. “Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor.” demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un “İşaratü’l-İ’caz” Arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terk ederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.

Bu kabîlden umum âlem-i İslâm’ın bir mübarek medresesi olan Camiü’l-Ezherin kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadîs hakkında şüphe vererek onları, aklı istimal etmeyerek naklen kabul ettirmek, İslâmiyet’in de sair dinler misillü akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Camiü’l-Ezherde de vaki olabilir diye hatırımıza geldi.

İslâmiyet akıl dinidir. Kur’an-ı Hakîm’in pek çok yerlerinde اَفَلَا يَعْقِلُونَ ، اَفَلَا تَذَكَّرُونَ ، اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ âyetleriyle akla havale ediyor. Kur’an-ı Hakîm’in ve keza tercüman-ı zîşanı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hadîslerinin hiçbirisi yoktur ki akl-ı selim ile mütalaa edildiği vakitte akıl, onu kabul etmemiş olsun. Belki akıl, hikmeti anladığı vakit hayretinden secde ediyor. Risale-i Nur’da makaleleri neşredilen kırk altı meşhur feylesoflar tasdik etmişler ki: “ Kur’an, aklî ve mantıkî bir dini ders veriyor.”

Evet kardeşlerimiz! Kuran-ı Hakîm, şems gibi kendi kendini gösteriyor; kendi kendini müdafaa ediyor. Mütekellim-i Ezelî, her asırda zamanın ihtiyacına göre Kur’an’ın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vaki şüphe ve itirazları def’ ve tard ederek Kur’an-ı Hakîm’e gelen şübehatı izale eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risale-i Nur’dur.

Risale-i Nur, ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyât-ı Kur’aniye ve ehadîs-i Nebeviye ve evliyaullahın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara cevap vermiştir. O derecede onların hakikatini izhar etmiştir ki muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda, belâgatı ve i’caz lem’alarını ispat ediyor. Âyât-ı Kur’aniyenin hattâ bazen bir harfinde veya bir sükûnunda i’caz-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’nin başında demiş:

“Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.

Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”

Kur’an-ı Hakîm ve ehadîs-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mana-yı hakikilerinin beyanından başka; Risale-i Nur’un iman-ı billaha dair çok mühim bir risalesi olan Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehassıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu ve iki ehl-i ispatın, binler nâfîlerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu ispat ederek diyor ki:

1- “Umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek azdır. Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda iki âmî şahit ispat etseler ve binler eşraf ve âlimler görmedik deyip nefyetseler nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur.”

2- “Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri o meselede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz ve o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmaz. Mesela, büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”

Buna dair Risale-i Nur’dan Hikmetü’l-İstiaze Risalesi’nde şöyle denilmiştir:

Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delail-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfîlere racih olur.

Bu hakikate bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları açık olsa bir iki tanesi kapansa saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye, o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, bir kapıyı açıyor. Bir tek kapı açılırsa sair kapıların anahtarları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.

Diğer mühim bir mesele de: Müteşabihat ve kinaiyat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin zahir manalarının hakikate muhalif görünmesinden bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye her müşkülatı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur, gayet mukni ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü Söz Risalesi’nin Üçüncü Dal’ında, müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyeye gelen evham ve şüphelere karşı “on iki asıl ve esaslar” yazılmış. Her şeyden evvel, şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar.

Kur’an-ı Hakîm, on dört asırda bütün beşeriyeti

وَاِنْ كُنْتُمْ فٖى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهٖ

âyetiyle muarazaya davet edip meydan okuduğu halde; ne dost ne düşman hiç kimsenin, en küçük bir surenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalarıyla ve “mukabele-i bi’l-hurufu bırakıp mukabele-i bi’s-süyufa mecbur olmalarıyla” kat’î sabit olan belâgatının muktezası olarak, akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaiki, onların fehimlerine müraat ederek teşbihat ve temsilat ile beyan etmiştir; tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Mesela, Hâlık-ı Zülcelal’in koca kâinatı idare ve tedbirini عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى âyetiyle bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayal, mücerred olarak bunu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lufu olmadığı manaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur’an-ı Hakîm; nimetiyet ciheti, maddesinden kıymettar olan eşyayı zikrederken beşerin enzarını Mün’im-i Hakiki’ye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Mesela

وَاَنْزَلْنَا الْحَدٖيدَ فٖيهِ بَاْسٌ شَدٖيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyet-i kerîmesi, demirin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. “Demir yerden çıkıyor اَخْرَجْنَا demeli idi.” demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki اَخْرَجْنَا desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise yukarı ve manen yüksek mertebelerdedir. Elbette nimet, yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi, aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için nimetin rahmetten beşerin ihtiyacına imdat için gelmesinin hak tabiri “inzal”dir “ihraç” değildir. İlâ âhir diyor.

Aynen bu âyet gibi dört nehrin cennetten geldiğine dair olan hadîs-i şerif dahi mana-yı zahirîsi değil, mana-yı maksudu murad ederek o dört nehrin tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp Mısır’ın kumistanını cennete çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlahiyeye işaret için “Cennetten geliyor.” denmiş.

Bu nevi âyet ve hadîslerde mana-yı zahire bakılmaz. Mana-yı maksud doğru olsa kelâm sadıktır.

Mesela, elsine-i Arap’ta kesretle müsta’mel olan durub-u emsallerden كَثٖيرُ الرَّمَادِ “külü çok” ve طَوٖيلُ النَّجَادِ “kılınç bendi uzun” gibi darb-ı meseller, birincisi sehavete, ikincisi uzun boylu olmaya delâlet etmekle; sehavetli ve boyu uzun olmak şartıyla zahiren külü ve kılıncı olmasa da kelâm haktır ve sadıktır; tekzip edilemez.

Risale-i Nur’un, hakkında cennetten geldiğine dair hadîs olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en beliği ve en fasihi ve مَا زَاغَ الْبَصَرُ ve تَنَامُ عَيْنٖى وَلَا يَنَامُ قَلْبٖى hakikatlerine mazhar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hadîs-i şerifleri hakkında Risale-i Nur’un “Zülfikar, Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye” namında ehl-i ilme pek çok lâzım olan ve Peygamberimize ait üç yüzden fazla kat’î mu’cizat ile Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını ve haşri ispat eden büyük bir mecmuanın “Mu’cizat-ı Ahmediye “ kısmında beyan edilen bir hususu dercedelim:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder. Hem resuldür, risalet itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahiy, iki kısımdır:

Biri, vahy-i sarîhîdir ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi…

İkinci kısım: Vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvire, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm bazen yine ilhama veya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasvirat, ya vazife-i risalet noktasından ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder.

İşte her hadîste bütün tafsilatına vahy-i mahz nazarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkülata bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü bazı hakikatler var ki temsil ile fehme takrib edilir.

Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki: “Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp cehenneme gitti. “ Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

Cennetten geldiği hadîs-i şerifte bildirilen dört nehre dair gelecek cevap ise yine “Zülfikar” mecmuasında Mu’cizat-ı Kur’aniye zeyllerinden Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’ndadır. Aynen yazıyoruz:

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir manayı müteyakkız kalplere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki şu enharın nebeanları âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin her birisine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiştir ki: “Şu üç nehrin menbaları, cennettendir.” Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybdan gelir ki masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder, ilâ âhir…

Manası tam bilinmeyen veya mana-yı zahirîsi hakikate mutabık görünmeyen hadîs-i şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur’an-ı Hakîm’in evham kabul etmeyen kalesine de gideceğinden, münafıkların medar-ı bahis ettikleri âyât hakkında Risale-i Nur’un verdiği kat’î cevapların bir iki misalini zikrediyoruz:

Evvela: Kur’an-ı Hakîm kâinata mana-yı harfiyle bakıyor. Felsefe ise mana-yı ismiyle bakıyor. Kur’an-ı Hakîm eşyayı mahiyet-i zatiyesinden değil, Sâni’e delil olduğu cihetten nazara alıp mütalaa ediyor.

Mesela وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvel emirde maksad-ı Kur’an, Sâni’in azamet ve kudretine delâlet için kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu âyetle o intizama delâlet ederek, gece gündüzdeki tasarrufat-ı İlahiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki medar-ı tekzip olsun. Halbuki لِمُسْتَقَرٍّ deki ل bir mu’cizedir ki güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor:

Birincisi: Güneşin zahir nazardaki cereyanıdır. Kur’an’ın birinci saftaki muhatapları avam olduğundan avam ise küre-i arzın cereyanını değil, güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları hakaik-i Kur’aniyeyi inkâra sürüklememek için güneşin zahirî cereyanını zikreder.

İkincisi: Havassa mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir kanun-u İlahî olan cazibeyi ihtar ederek seyyaratın ve arzın hareketlerinin medarı da güneş olduğunu gösterir. Demek güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği manasındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle güneşin zahirî cereyanını hakikatli ve doğru yapar.

Üçüncüsü: Güneşin manzumesiyle beraber Şems-i Şümus’a doğru hareketine işaret eder.

Hem belâgatta vardır ki bir kelâmda mana-yı zahirî ya gayet bedihî olmasından malûmu i’lamın faydasız ve manasız olması cihetiyle veya mana muhal olmasından karinedir ki: Murad, mana-yı zahirî değildir, başka bir manadır.

Mesela, Sure-i Ankebut’ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

âyet-i kerîmesinde لَوْ -i farazî ile “En zayıf ev, örümceğin evi olduğunu –faraza– Kureyş müşrikleri bilse idiler.” diyor. En zayıf ev, örümceğin evi olduğu herkesçe malûm ve zahirdir. Öyle ise Kur’an-ı Hakîm, bu لَوْ -i farazî ile başka bir manaya delâlet ediyor. İşte o mana da Risale-i Nur’un keşfiyle لَوْ -i farazînin iki cihetle mu’cize oluşudur:

Birincisi: Bu âyet, Mekke’de nâzil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gār-ı Hira’daki hâdiseyi haber veriyor.

İkincisi: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (ra) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gār-ı Hira’nın kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki örümcek, zayıf ağı ile rüesa-i Kureyş’e galebe etmiştir. Âyet diyor ki: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını o müşrikler faraza bilseler bu cinayete ve bu sû-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi.”

Daha fazla tafsilatı Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye’de bulacağınız gibi ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve ehadîsin tabakalarını tam vuzuh ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan büyük bir mecmua olan “Sözler” mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ı beyan ediyor.

Hem mesela “Dünyanın, Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi kâfirler, bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Mealindeki

لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ

hadîs-i şerifin hakikati şudur ki: عِنْدَ اللّٰهِ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadı ile muvazene değil belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye muvazeneye gelmediği demektir.

Hem dünyanın iki yüzü var belki üç yüzü var:

Biri: Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir.

Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır.

Diğeri: Fenaya, ademe bakar; bildiğimiz marzî-i İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır.

Demek, esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil belki âhirete zıt ve bütün hatîatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünya-perestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte en doğru ve ciddi şu hakikat nerede? İnsafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede? O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede?

Risale-i Nur’da beyan edildiği gibi mecaz ve teşbihler, mürur-u zamanla hakikate inkılab eder.

Mesela, Sevr ve Hut (hamele-i arş melaikeler gibi) küre-i arza nezaret eden iki melaikenin ismidir. Küre-i arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak, arza nezaret eden o iki melaikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.

İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şüphelerini zikretmeden öyle bir tarzda hakikati beyan ediyor ki şüpheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali kalmaz. Bir kısım ulema-i mütekellimîn gibi muarızın şüphesini zikrettikten sonra cevap vermek zararlı oluyor. Şüpheler zihinlerde iz bırakıyor. Ne kadar kat’î cevap da verilse nefis ve şeytan o izlerden istifade etmesi cihetiyle Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden kat’î cevap verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki risale, şeytanın bazı şüphelerini yazmış fakat o derece kat’î reddetmiş ki şeytan olmasa idi Müslüman olacaktı.

Hattâ Mu’cizat-ı Kur’aniye’de zikredilen ve her biri birer lem’a-i i’caz gösteren yüzer âyât, medar-ı itiraz olmuş âyetlerdir. Halbuki onları okuyanlarda değil şüphe, hiçbir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.

Mesela فَالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle Musa aleyhisselâma karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavun’un bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünkü Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhret-perestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavun’un o zahirî ve makbul olmayan imanına mükâfat vermekle beraber, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu âyetin bir mu’cizesi olarak, o gark olan Firavun’un cesedi aynen bulunmuş, şimdi Londra’da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar…

Aziz kardeşlerimiz!

Risale-i Nur’un bu husustaki cevaplarının bir kısmının hülâsası burada bitti.

Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve esasatını hâvi olan Arabî Mesnevî-i Nuriye, üç yüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha Medresetü’z-Zehranın büyük kardeşi olan Camiü’l-Ezhere bir hediyesi olarak gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bazı münafıkların iliştikleri bu nevi hakaike tam cevabı Arabî Mesnevî-i Nuriye’de ve sizin kütüphanenizde mevcud bulunan Risale-i Nur’un diğer cüzlerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile Risale-i Nur’un umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risalesi’ni de size gönderiyoruz.

Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm ederek hizmet-i diniye ve imaniyede ihlasla muvaffakıyetinize dua eder, dualarınızı bekleriz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Medresetü’z-Zehra Şakirdlerinden

Nazif, Tahirî, Ceylan, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur hakkında yazılan bu hakikatli ve uzun mektubu yazan merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehit merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi: “Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak!” dediğini tasdiken üstadına bedel şehit olup şehit kardeşi büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş. Bu zat-ı zülcenaheyn, ehl-i kalp ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nur’u elde edip gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemalâtını çekinmeyerek ruh u canıyla herkese ilan etmiştir.

Cenab-ı Hak, Risale-i Nur’un her bir harfine mukabil onun ruhuna ve âlem-i berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin, âmin âmin âmin!

Said Nursî

(Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi, neşrine lüzum görülmedi.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ

âyeti on vecihle Risale-i Nur’a işaret ettiği için biz dahi onu şöyle tarif ediyoruz:

Ey Risale-i Nur! Senin Kur’an-ı Kerîm’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor.

Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi sen dahi birçok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu’cize-i Kur’an olduğunu ispat ediyor.

Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser ne tatlı bir kevsersin.

Bu halin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’an’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.

Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur’an-ı Kerîm’in nâzil olmaya başlamasıyla, Kur’an nuru karşısında üdeba ve büleganın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.

İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam on dört asır sonra, senin gibi ulvi ve İlahî ve arşî bir Nur’un, tekrar ve yeniden, bâhusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık yâ Rabbî!

Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garp dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlana Câmî ve Mevlana Celaleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp “Bârekellah, zehî saadet sana ey Risale-i Nur, hepimize baş tacı oldun!” diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlukatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar.

Hattâ çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi senin bu Sözlerin ve Nur’un okunurken pervane gibi etrafında dolaşıp sana olan incizablarını ve nurundan ve sözlerinden ferahnâk ve zevkyâb olduklarını, başlarını başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri, ne kadar garibdir. Ezcümle, Sava’da iki çekirge ve Emirdağı’nda iki güvercin ve iki kuş, İnebolu’da iki acib kuş, Isparta ve Sava’da bülbül ve hüdhüd bu kerameti gösterdiler.

Diyar-ı İslâm’ın mescid ve mabedlerinde, minber ve kürsülerinde dahi senin gibi bir eser-i mübarek yakın bir zamanda kemal-i tefahur ve tehacümle okunması ümit edilebilir.

Senin bürhanlarındaki kuvvet ve kanaat ve asalet ve cezaletin, insanın irade ve ihtiyarını alıp teshir ediyor. Herkesi kendine çekip râm ediyor.

Hele o güzel teşbih ve tabirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir naziri bir daha getirilemez.

Kur’an-ı Arabî’den Türkçe Sözler’e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalplerde senin bir numune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb u güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın.

Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve bu kelimat ve teşbihatın arş-ı a’zamdan inen Kur’an-ı Hakîm’in delil, hüccet ve bürhanları olduğu muhakkaktır. Çünkü kederleri gidererek insana neşe ve neşat veriyor. Okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî safileşiyor hem duruluyor.

Sanki senin bütün hakikatlerin, evvela Rabbanî ve Rahmanî fabrikaların ulvi ve Samedanî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlahî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gül yağı fabrikasına verilmiş, orada yedi defa gül yağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın.

Bütün mesele ve maddelerin hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin şimdiye kadar yazılan ihtilaflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı enama arz eylemiştir.

Şimdi bir nida-yı nurani ile hitap ederek “Artık ihtilaf yok, ittihat var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir. Canlılar ve cazipler asrı geliyor. Susunuz, dinleyiniz! Şimdi Nur devridir ve Nur hâkimdir. Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları, Kur’an’dan aldığım nurumla reyyan edeceğim.” diyor; herkesi imana, her ferdi Allah’a çağırıyorsun.

Ey Nur-u Kur’an! Âhir zamanda bir kere daha katmerleşerek ve sümbüllenerek, âfak-ı cihanı Kur’an’ın hakikatiyle tenvir ve tezyin ediyorsun. Şimdiye kadar dünyanın yarısını ışıklandıran ey İslâmiyet güneşi! Bugün de bütün zemin sükkânını cehil ve dalalet ve şirk ve şakavetleri nur-u hidayet ve emn ü emniyet ve selâmete davet ediyorsun. Bu davetin sana kutlu olsun.

Denâet ve enaniyet ve şeytanet gayyasında boğulmak üzere çırpınan bedbahtlara ışıklar serp, nurlar ve sürurlar ver. Putlarını kendi elleriyle yapıp tapanlara, nursuz ve uğursuz dalalet deresinde batanlara, zâil ve fânileri gönlüne put yapanlara, nefs-i emmare ve heva ve hevesatıyla uğraşırken kurban düşenlere, hakiki hak yolunu açıp hedeflerini göster ve kurtar. Karanlık gecelerde uyumayıp ağlayan ve “Aman yâ Rabbî nur ver!” diye feryat eden, âşık ve sadıkların ızdırap ve imdadına koş. Onlara ümit ve teselli ve neşe ve nur ver. Kör ve sağır, mağlup ve meftun olan ehl-i tabiat ve şirki medrese-i nur-u imana ve Hâlık-ı arz ve semavat olan Hazret-i Rahman-ı Rahîm’e çağır.

Evet, lisan-ı nurunla “Gel ey tabiatçı, ey felsefeci, o derin bataklıktan çık, gözünü aç, nuruma bak. Sana tabiat ve felsefenin hakikatini öğreteyim. İlim ve fenlerin asıl ve esası bendedir. Beni güzel okur, güzel dinlersen, bendeki nurani merdivenle bir saraya erişir ve bir sultana kavuşursun. Asıl ilm-i a’zam ve esas fıkh-ı ekber bendedir. Sen tabiat ve felsefeyi benden öğren. Ulûm-u evvelîn ve âhirîn hep bendedir. Ben kimsenin malı ve kimsenin kāli değilim ve hiçbir kitaptan alınmadım ve hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbanî ve Kur’anî’yim, öyle kuru kavak değilim. Şevkli ve şaşaalı ve nuraniyim. Bir Hayy-ı Lâyemut’un eserinden fışkıran, lâyemut, sanatlı ve kerametli bir nurum. Cansızlara can ve canlılara taze can üflüyorum. Ben dertlere derman ve âlemlere rahmet-i Rahman’ım. İnat ve ısrarını bırak, beni oku ve beni dinle. Karanlığa ve hiçliğe giden hesapsız ve hedefsiz yolundan seni kurtarıp koskocaman bir saadet ve sermediyet âlemi kazandırayım.” diye nida ediyorsun.

Âh! Sen ne mübarek ve nasıl bir eser-i ziba ve yektasın ki okuyanı ağlatıp ağlayanı güldürüyor, ölüyü diriltip, eneden geçirip مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا ya götürüyorsun. Büyük bir aşk ve alâka ile kendini dinletip gönülleri cezbelendiriyor ve ruhları vecde getiriyorsun. Sen çok feyizli, hikmetli ve rahmetli bir hak kitabısın. Sana hakiki talebe olanlar neden nefis ve mallarını derhal Allah’a satıyorlar?

Sana bir ayıp ve naks isnad ve iftira edenler, gözleri kamaştırıcı nuruna bakmaya tâkat getiremeyen kör veya hasta gözlü alîl ve sefillerdir. Sana leke sürmek isteyen deli ve denîlerin cürüm ve cinayetle lekedar olduğu apaçık görülmektedir. Ehl-i fazl ve kemal seni tam ve kâmil görür. Seni şaibe-i ayb ve kusurdan tenzih eder.

Sen en sadık ve en mahir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalp ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup ruhî ve manevî dertlere düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor ve en kısa bir zamanda zavallıları kurtarıyorsun.

Sen en hikmetli ve tılsımlı, nazlı ve niyazlı, manidar ve münif ve müessir ve müsmir, matlub ve mahbub bir vird olmaya lâyık ve sezasın. Seni sevip yazanlara ve okuyup kafasına katanlara, sen rahmetler ve bereketler saçıp hârika kerametler gösteriyorsun. Ve bazen has ve hâlis talebelerini, evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hasmına karşı da çok amansız davranıp icabında onları susturuyor, vakit vakit kâh hususi ve kâh umumî tokat ve silleler vuruyorsun.

Sana ilişildiği zaman anâsır hiddet ederek bazen yeller ve seller halinde ve bazen yıldırımlar ve şimşekler şeklinde ve bazen şiddetli yangın ve zelzeleler suretinde tokatlar vurduğundan sen koşup geldiğinde mecruh ve mevtaları, şehit ve yezid diye iki sınıfa ayırıyorsun.

Âh! Senin ne kadar vâzıh bürhanların ve kuvvetli hüccetlerin, ne yaman delillerin ve düsturların var. Sen ne kadar müzeyyen ve ne kadar mücehhez ve ne kadar mükemmelsin.

Ey Nur! En kavî ve en muannid hasmın, senin gözüne sivrisinek kadar da görünmüyor. Sen ehl-i vukufların ellerine ve önlerine aman dilemek ve meded istemek için değil belki kendilerine zamanın en yüksek ehl-i ilmi süsünü verenlere kuvvet ve kudret, şevket ve azametini ve ebedî nurunu gösterip onları susturmak, onları zebun ve mağlup ve rüşdünü ispat etmek ve hakk-ı hayatını onlara da tasdik ettirmek için çıkmıştın. Nihayet gözler dolduran nuruna dayanamayarak asâ-yı inkâr ve itirazlarını kırıp yerlere fırlatarak sana teslim ve tabi oldular.

Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim ve bir cani ve bir maznun sıfatıyla değil belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştiler. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini gayet parlak ve şaşaalı bir surette göstererek onları da iman ve Kur’an suyuyla yıkadın. Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin.

Hele sen o âşık ve sadık talebelerini, bir kafile-i melaike gibi saf saf edip ve hepsinin başına Hazret-i Üstadı bir başkumandan tayin ederek “İzn-i İlahî ile yürü ey kafile-i Nur!” diye kumanda ettiğin vakit, o satvetli ve şevketli nur-u iman ordusunun kemal-i sükûn ve vakar ile yollardan geçişini her sınıf halktan yüzlerce kişi seyredip selâmlıyor, ruh u canıyla o nurani alayı tebrik ve tebcil ediyordu. Bu manzara-i münevvereyi körler bile görmüş, sağırlar bile işitmiş, kalpsizler bile ağlamıştı.

Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar “Ey Nur-u Kur’an bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmaya ve sana varmaya bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen her yere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi meyus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-u pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nâsiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-u imanınla yıka ve temizle, şerbet-i safi ve kevser-i bâkiden ve âb-ı hayat-ı ebedî ve Ahmedî’den kana kana bize de içir!” diye vuku bulan müracaat-ı maneviye ve mühimmedir.

Evet, Denizli hapsinde hakikat böyle tecelli etti. Oralarda açtığın mekteb-i ilm-i irfan ve medrese-i Hazret-i Kur’an’da, orada ve ondan intibaha gelen hapislerde bugün yüzlerce talebe okuyup tenevvür ve tekemmül etmekte ve hepsi de âlem-i insaniyet ve medeniyete yarar birer uzv-u nâfi’ halini almakta, kumarhaneler kapanıp nurhaneye dönmektedir. Asayiş ve inzibata ne büyük yardım…

Kalben ve ruhen terakki ve teali ederek indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş, velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve safi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehit yatırmak ve başlarına bekçi dikmekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin.

Senin Sözlerin esna-yı takrir ve tahririnde, kalemin kâğıt üzerinde gayr-ı ihtiyarî yürüyüp seri bir surette ve hiç müsveddesiz ve galatsız, hata ve noksansız yazması ve birkaç saat gibi kısa bir zamanda risale ve kitaplar meydana gelmesi ve bazen tercümanın hastalık ve rahatsızlığına rastlamasına rağmen, tam ve doğru ve dürüst olarak nihayete ermesi, kat’î delildir ki bir eser-i zekâ ve dirayet değil belki Kur’anî bir hârika ve keramettir.

Bu kadar sıkı ve saklı olduğun halde yine bir seyr-i seri ile her tarafa yayılıp yazılmaklığın, kadın ve erkek herkes tarafından telaş ve heyecanla bir panzehir ve bir tiryak gibi hüsn-ü kabule mazhariyetin ve sönsün diye üflenirken sönmeyip bilakis yanıp artan şiddetin, küfr-ü mutlaka ve zındıkaya karşı tek başına merdane ve şahane heybet ve savletin ve nihayet neticede zafer ve galibiyetin, yalnız küre-i arzda değil belki âlem-i melaikede dahi alkışlarla karşılandığı şüphesizdir.

Şimdiye kadar karanlıklarda kalan ve meçhullere karışan fakat zihinleri tahrik ve tahriş etmekten hâlî kalmayan birçok muammaları nurunla aydınlatıp açıkladın ve bizi yollarda yorulup kalmaktan korudun ve kurtardın. Zeminin yedi sene bu dehşetli hengâmında, bu temiz milletin ve bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir halde durması ve bütün İslâm diyarının da keza her taarruzdan masûn kalması da bir avn-i İlahî ve imdad-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâm ve bu nur-u Kur’anî ile olduğu şüphesizdir.

Bu vaziyet-i elîme ve zelile karşısında baştan başa yıkılıp harap olan Hristiyanlık âlemi acaba şimdi ne yapacak? Evet, küfür ve ilhad ya batacak veyahut kendisini ehl-i İslâm’ın ufkunda doğup parlayan Kur’an’a atacak, değil mi?

Sen dergâh-ı ehadiyete ve bârgâh-ı mescid-i uluhiyete giden ve tâ zirve-i kemal olan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى ya dayanan en kısa ve en kestirme ve en doğru yolu açıp gösterdin. Açtığın bu yeni ve yakın yolda, sırat-ı müstakim olan bu evliya ve asfiya caddesinde yol almaya çalışan hasta ve bîçare, ihtiyar, ma’lul ve masum, garib ve bîkes, dul ve yoksullar şimdi hep şifahane-i feyz-i hikmetinde muayene ve tedavi olup lâyık oldukları mevki ve hâmiyi bulurlar. Körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil veriyor. Dertlilere derman, imansızlara iman sunuyorsun.

Kıyl u kāl ile mâlî ve hak ve hakikatten hâlî olan âsâr-ı muhtelifeyi tetkik ve mütalaa ede ede yorulup usanmış ve hâlâ aradığını bulamamış olan ve şimdi Hak’tan bir nur, bir huzur isteyen kimselere müjdeler verip Nur’a çağırıyorsun. “Ben bütün bilgilerin kaynağı ve bütün fenlerin kaymağıyım. Ve her şeyin zübde ve hülâsası ve gönül şehrinin cilâsıyım.” diyorsun.

Avrupa ve Amerika’nın en yüksek fen ve felsefe mekteplerinde yıllarca okuyup ikmal-i tahsil etmiş olan zekâlı ve akıllı fen ve felsefe mütehassıslarına hakiki ve istifadeli ders vererek, madde ve zerrelerin hakikat ve mahiyetlerini anlatıyor; şuursuz ve idraksiz olan bu basit şeylerden zîhayat ve sahib-i idrak koskoca âlem ve dünyanın nasıl doğduğunu ve nasıl olduğunu gösterip onların idraksiz ve basîretsiz başlarına çarpıyor ve her birini hayretlere düşürüyorsun. Ve bu hakikatleri en ümmi ve âmî bir çocuk ve ihtiyar ve hiç mektep ve medrese görmemiş talebelerine de kolayca bildiriyorsun.

Hele bir dest-i gaybî tarafından basit bir maddenin, kemal-i intizam ve itina ile çalıştırılarak bir tek şeyden birçok şeyler yapabilmesi gibi hakiki tabir-i vecizelerin gönüllere ferahlık ve inşirahla beraber denizler dolusu malûmat veriyor.

Bu vuzuh ve vüs’at ve bu güneş gibi parlak deliller ve sarahat ve işaretler hep senin eser-i keramet-i ilmiye ve nuriyendir. Bütün eller ve dillerde kemal-i iştiha ve iştiyakla dinlenip okunacak ve yazılıp yayılacak en tatlı ve en halâvetli en cazibedar ve en revnaktar yegâne eser-i metin ve nur-u mübin ancak sensin.

Mekteplerin medreseye ve medreselerin tekkelere uymayan ayrı ve gayrı ulûm ve fünununu yeknesak bir hale getirerek ve talib-i ilm ü esrar-ı cihanı yekdil ve yekzeban ederek, vahdet-i İslâm ve insaniyeyi elde tutup birlik ve beraberlik nurunu nessar edecek yine sensin. Bütün dünyaya ilm-i zahir ve bâtın senin menbaın ve madenin olan Kur’an’dan dağılıp yayılarak nizam-ı âlemin istikrarı ve vakt-i merhununa kadar imtidadına ve ibadullahi’s-salihînin istirahat ve isti’lâsına medar ve müessir olacak yine sensin.

Ey nur-u Kur’an ve ey hakikat-i iman! Mademki bugün üç yüz elli milyon İslâm’ın pişvalığını Kur’an namına deruhte ediyorsun. O halde asırlardan beri ehl-i İslâm arasına girmiş ve yerleşmiş olan kötü itikad ve ihtilafları kaldırarak, hüküm süren fitne ve fesadı, nifak ve şikakı dahi kökünden kurutup sevad-ı a’zam olan bu ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (asm) büyük bir kitle ve bir fırka-i naciye halinde Kur’an’ın cenah-ı re’fet ve rahmeti altında inşâallah tâ subh-u mahşere kadar nur-u Kur’an’la saklayacaksın.

“Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana maziden, halden ve istikbalden.” diye ashab-ı izam arasında kendini âleme ilan ve her müşkülü izah ve beyan ve اَنَا مَدٖينَةُ الْعِلْمِ وَ عَلِىٌّ بَابُهَا hadîs-i şerifini ispat ve ayân eden nâşir-i ilim ve irfan ve vâkıf-ı esrar-ı Kur’an Cenab-ı Hazret-i Haydar ile سَلُونٖى قَبْلَ اَنْ تَفْقِدُونٖى فَاِنَّهُ لَايُحَدِّثُ اَحَدٌ بَعْدٖى diye bağıran müçtehidler sertâcı İmam-ı Cafer’den sonra İslâm dünyasındasın. O zatların feyzinden gelip bu asırda temessül ederek سَلُونٖى عَمَّا شِئْتُمْ diye haykıran ve her muammayı açan, her hâili kaldıran ve her maniayı aşan üç münadiden ey Risale-i Nur bir üçüncüsü senin şahsiyet-i maneviyendir. Mazhar olduğun ism-i Rahîm ve Hakîm ve Bedî’in cilveleriyle nur-u safi ve sermedîsiyle, bu mir’at-ı muallâ ve musaffândan âleme ne cilve ve cümbüşler ve neler seyrettirip neler gösteriyorsun.

Kur’an’ın iman hakikatleri karşısında periler peşinde, ruhanî ve melekler, baba oğul, bay u geda, yâr u ağyar halka-i tedris ve envarında aynı safta diz dize oturup ve hep seni dinleyip ruhlara hüda ve şifa ve süruru senden alıyorlar.

İşte Risale-i Nur’un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım, Allah’ın abdi, İmam-ı Ali’nin manevî veledi ve Gavs-ı A’zam’ın mürididir. Hakk’ın nusreti, Şah-ı Velayet’in himmeti ve Abdülkadir gibi bir sultanın muaveneti ile müeyyed ve mükerremdir. Henüz hizmet-i Kur’aniye ve Nuriyede işi hitama ermemiş ve henüz kalem-i kaza bu cihan-ı fâniden âlem-i bâkiye seyr ü seyahatine müsaade vermemiş olacak ki âlemlerin senedi, ins ve cinnin seyyidi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın medediyle, o her zehiri şeker ve her şekeri kevser yapıyor. Bu suretle hüzn ü melâl bulutları eriyip dağılıyor.

Nur kapısında durup cahil ve âlime, ümmi ve ârife, zalim ve mazluma, mü’min ve münkire, dost ve düşmana, iyi ve kötüye, hayvan ve haşerata ve bütün zîruha nur saçan Kur’an ve iman hizmetinde bulunup asfiya ve etkıya nişanlarını taşıyan bu mübarek ve âyine-misal Nur şakirdlerin ve manevî şahsiyetin için sizi bütün ehl-i iman ve Kur’an’ın takdir ve tebriğine lâyık ve seza görüyorum.

Ey Kur’an’ın tercümanı! Nazar-ı dikkat ve im’anla senin bu mir’at-ı mücella olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine bakan ehl-i ibret ve erbab-ı basîret istese o âyinede Resul-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâmı seyredebilir. Hattâ daha keskin bir nazarla baksa o Mahbub-u İlahî’nin gümüş alnını, parlak ve güneş yüzünü görüp vech-i pâkinde dest-i kudretle yazılıp parlayan قُلْ هُوَ اللّٰهُ sure-i şerifesini âlim değil, bir ümmi de olsa okuyup anlar.

Ey mu’cize-i Kur’anî ve ey Nur-u Rahmanî! Şimdi beni biraz da tercüman ve serkâtibin, nâşir-i efkâr ve kâşif-i esrar olan Üstadın huzur-u âlî ve irfanına çıkar ve onunla konuştur.

İşte yaşadığı bir küçük ve mütevazi bir kulübe âdeta çırılçıplak. Bir su testisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. Gayet lüzumlu ve mahdud birkaç eşyadan maada bir şey görünmüyor.

Ancak bir kilo kadar olan aylık erzakı ve zâd u zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı, bir çivide asılı duruyor. Bir seccade ve ecza-yı nuriyeleri var. Mülk ü mal, evlad ü iyalden hiçbir eser ve yeryüzünde taht-ı temellük ve tasarrufunda bir karış yer yok. İşte onun zâil ve fâni oda ve eşyası, işte onun mücerred ve münzevi şahsiyeti ve işte onun acı ve elîm hayatı. Yirmi küsur yıldan beri vaktini menfî ve mahpus geçirmekte olduğu hal-i pür-melâli! Şu işkence ve eza, tüyleri ürpertip ciğerleri deliyor. Bu sabır ve tahammülün neden hepsine faik? Hangi imam-ı masumun ve hangi müçtehid-i mazlumun ecr-i azîmi ile mukayese ve muvazene edilecek?

Bu cilve ve çileler olmasa idi, Nur fabrikaların hareket ve faaliyete geçmeyecek mi idi? Bu taarruz ve tesmimler yapılmasa idi, bu nefiy ve inzivalar olmasa idi, acaba hazine-i rahmet-i İlahiye cûş u hurûşa gelmeyecek mi idi? Üstadın şu hal-i elemnâki, gözlerden kanlı yaşlar dökerek insanı ağlattırıyor. Fakat o, bu halinden memnun, müteşekki değil. O, zerre kadar fütur değil, bilakis sürur ve huzur duyuyor. O, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor.

O zaten veraset tarîkıyla kendisine ve mesleğine muvafık gelmeyen ve ulema sınıfına yakışmayan, malın kiri demek olan zekâtı kabul edip aslâ almadığı gibi; ahz u kabulden bir zarar-ı dinî ve bir mahzur-u şer’î olmayan ve mesnun olan hediye ve behiyeleri de kabul etmekten çekinmiş ve kaçınmıştır.

Hattâ hükûmet-i cumhuriyenin, kendisine tayin ve tahsis etmek istediği maaşı ve binler lira sarfıyla şahsına ait yaptırmak kararında olduğu mükemmel evi dahi istememiş, reddetmiştir. Daha evvel muhtelif semtlerde teklif olunan memleketin umumî vaizi ve mebusluk gibi yüksek maaşlı memuriyetleri de kabul etmekten imtina ve istinkâf etmiştir.

O hiç dünya ve ehl-i dünyaya ve mal ve metaa bakmıyor. O hiç siyaset ve ihtilafla uğraşmıyor, hırka ve fırka peşinde koşmuyor. Ve böyle olanları da sevmiyor. Ve ancak kabir kapısında durup اَنْتُمْ اَعْلَمُ بِاُمُورِ دُنْيَاكُمْ diyerek servet-i ebediye ve saadet-i sermediye için çalışıyor. O, cehlin hēdimi ve Nur’un hâdimidir.

Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve teberru ve teberrükleri alsaydı bugün bir milyon servet sahibi olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in dediği gibi “Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım.” diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim!” fermanına karşı “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim!” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risalet-penahîye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk, hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nâzeninini envar-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir.

İşte bunun için şimdiki çektiği bütün zahmetler, rahmet ve yaptığı hizmetler, hikmet olmuş.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Mısrî-i Niyazi gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve Kur’an’dan aldığı nurunu âleme sultan eylemiştir.

Âlem-i insaniyet ve İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk milletini çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için

Kerbelâ’da revan olan dem için

Şeb-i firkatte ağlayan göz için

Râh-ı aşkta sürünen yüz için

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rab, âmin!

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ü ikbali ve şan u şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leyla

Sözün ferşte, gözün arşta, gönül meftun sana cânâ

Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur

Bağın Nurs, huyun munis, özün İdris ferd-i yekta

Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül

Yazılmış üstüne nurdan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى

Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak

Sözün hak hem mesleğin hak hem makamın Kâbetü’l-Ulyâ.

يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Üstadım Efendim Hazretleri!

Ben, bu yazıları Risale-i Nur’un eli ve kalemi ve dili ve bu hakir kalbime ondan sıçrayan bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü rica eder ve hürmetle ellerinizden öper, dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz

Hasan Feyzi

(Merhum)

***

Merhum Hasan Feyzi, Nurlardan aldığı hakikat dersini, Nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhika’ya girsin.

Said Nursî

Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var

Dert ehline bu manada canlar sunan eda var

Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine

Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var

Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen

Zayıflamış ruhlar için dağlar gibi gıda var

Hem dilersen tükenmeyen sermaye-i serveti

Aç gözünü, Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var

Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere

Her nefeste şefkat ile Rabb’imizden nida var

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden

Müjde olsun, artık sana cennet denen safa var

Uzaklara bakma! “Nurlara bak, yürü!” âlem onun âyinesi

Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var

Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan

Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var

Eller açıp yürü, bugün kana kana Risale-i Nur’dan ışık al

Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var

Hüner değil; dostu düşman, yârı ağyar eylemek

Yâdı biliş yapasın ki ancak dostta vefa var

Hünerdir ki yaprak atlas, toprak elmas olmalı

Çünkü bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var

Kısa görüp denizleri damlalara çevirme

Hakikatte, her damlada gizli birer derya var

Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın

Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var

Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol

Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var

Her zerrenin Kâbe’sidir kalbi, yine kendine

Dikkat eyle, her birinde yine ancak hüda var

Sakın Feyzi! Sen gözünü Hak yüzünden ayırma

Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.

(Denizli Kahramanı Merhum)

Hasan Feyzi

Avrupa’da bulunan mühim bir âlimin manzumeleridir.

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

İstikamet üzre olsun mesleği sevkin bütün

İstikamet nisbetinde tam gerek şevkin bütün

Zikr ü fikrin uygun olsun rıfk ile vıfkın bütün

Hizmetince olmuyor mu ücretin hakkın bütün

Gayretin mi’yarıdır hep sendeki zevkin bütün

Mü’min-i kâmil isen dinden coşar aşkın bütün

Eskiden vasfındır ey has Müslüman sıdkın bütün

İsm ü resmin ayrı düşsün gayrıdan farkın bütün

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Ahd-i mü’min; cehdidir, hak dinini ihya için

Cehd-i mü’min; sa’ydir, imanını ihya için

Azm-i mü’min; vakf-ı mevcud, nurunu ibka için

Rezm-i mü’min; bezl-i candır, emrini icra için

Deyn-i mü’min; nâr-ı küfrü durmamak itfa için

Din-i mü’min; kinledir her dinsizi imha için

Vasf-ı mü’min; neşr-i dindir beytini inşa için

Şan-ı mü’min; hep çalışsın şartını ifa için

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Müslüman’ım dersin, imanında sağlam sadık ol

Sıdkına bürhan getir, Hak emrini hep nâtık ol

Akdini teyid için misakla bağlan, vâsık ol

İlleti teşhis edip de yap tedavi, hâzık ol

Fâsık olma, mârık olma, lâhik olma, sâbık ol

Her cihetten olma dûn, emsaline sen faik ol

Ehl-i hakka, nur-u hakka, din-i hakka âşık ol

Sâbıkînin zümresinde kaydın olsun, lâyık ol

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Gafil olma, müntebih ol, daima ey Müslüman

Aç basarla, iç basîret gözlerini her zaman

Kalbine sığmış senin şu hâkidanla âsuman

Kendini pek görme âlemlerde dûn u müstehan

Gerçi nâsut u zemin olmuş sana bir âşiyan

Lâkin elyak, nazm-ı hakka yine sensin tercüman

Feyzine müştak felek, manana meftun kudsiyan

Mutmain ol ki muînin hep Hudâ-i Müstean

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Ey mükerrem Hak kulu, tutmakta kendi nurunu

Ey mufaddal abd-i âciz, anlayan meş’urunu

Ey mübeccel cirm-i asgar, borç bilen memurunu

Ey münevver cism-i ekrem, fark eden makdûrunu

Ey mümeyyiz akl-ı vâhid, söyleyen meysurunu

Ey müna’am nefs-i mümtaz, isteyen mevfurunu

Ey mükemmel ruh-u insan, söyleyen düsturunu

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u umdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Hâfız Ali

SAİD NUR’A

Gına bulduk, büyük servet

Gınasından Said Nur’un

Şifa bulduk, yeter devlet

Devasından Said Nur’un

Tarîkında zaferyâbız

Şiarıyla şerefyâbız

Şükür Hakk’a feyizyâbız

Duasından Said Nur’un

Medarında nümudarız

Huzurundan haberdarız

Hübubiyle havadarız

Sabasından Said Nur’un

Çıkan yoktur zılalinden

Kaçan yoktur cemalinden

Misal aldık hisalinden

Edasından Said Nur’un

Dürûsuyla muallâyız

Salahiyle müzekkâyız

Musaffâyız, murebbayız

Gıdasından Said Nur’un

Zuhuruyla belâğ gördük

Şuuruyla çerağ gördük

Füyuzuyla şuâ gördük

Ziyasından Said Nur’un

Şerif oldu şerafette

Delil oldu delâlette

Biz aldık nur hidayette

Hüdasından Said Nur’un

Bed olduk biz ve nîk olduk

Saadette şerik olduk

Emir olduk, melik olduk

Hümasından Said Nur’un

Resulden tam hisal almış

Velilerden mecal almış

Eâli hep makal almış

Nidasından Said Nur’un

Süleyman’dan, selim anlar

Ganemden de halîm anlar

Fehîm anlar, alîm anlar

Nevasından Said Nur’un

Ne mizan var, ne de ölçek

Hakikattir bu söz gerçek

Zekâ-ender olan yüksek

Dehasından Said Nur’un

Kelâm almak, nizam almak

Tamamıyla meram almak

Ne mümkündür makam almak

Sivasından Said Nur’un

Ne kuvvetli o temyizi

Ne hoş tabı dil-âvizi

Uzaklaşmaz tilamizi

Fezasından Said Nur’un

Gören lâzım, o çağrılmak

Selâmlanmak ve kayrılmak

Kimin haddi hiç ayrılmak

Gazâsından Said Nur’un

Onun hasmı değil mâric

Onun dostu olur âric

Derim olmaz kalan hariç

Livasından Said Nur’un

Ne nimettir nur olmakta

Ne rahmettir hür olmakta

Elîmdir pek dûr olmakta

Likasından Said Nur’un

Vuzuh bulmak, hafâ bulmak

Gelir ondan vefa bulmak

Müyesserdir safa bulmak

Bekasından Said Nur’un

Alâsından âlî olduk

Velâsından veli olduk

Hafî olduk, halî olduk

Rehasından Said Nur’un

Seherlerde kanat açtım

Ufuklarda bir iz seçtim

Sehî oldum biraz geçtim

Semasından Said Nur’un

Hitap ettim umum halka

Kitap yazdım karin hakka

Eser koydum düşüp aşka

Kuvasından Said Nur’un

Bilâd memnun, ibad memnun

İmad memnun, idad memnun

Reşad memnun, cihad memnun

Senasından Said Nur’un

Bu canlar hep fedamızdır

Onunçün hep ricamızdır

Mezîd ömrü duamızdır

Hudâsından Said Nur’un

Hâfız Ali

SAADET O SAİD’E

Feyyaz-ı Ezel verdi saadet o Said’e

Deyyan-ı Ebed koydu hidayet o Said’e

Mevcud eserinden okunur nur-u hakaik

Hak, doğmadan etmişti inayet o Said’e

Mebzul, medeni bin harekâtında zafer var

İrfan ise nefhetti celadet o Said’e

Dinî nice bin işte o olmuş müteâlî

İman dahi dökmüş ne salabet o Said’e

Mesbuk, müteâlî hidematında muvaffak

Vaki her işi açtı selâmet o Said’e

Hep hârikalarla doludur şanlı hayatı

Hep mu’cizeler yazdı beraat o Said’e

Âsârını tetkik ediver gör ne feyiz var

Er sen de… Rab erdirdi fazilet o Said’e

Ahkâmını i’lâya mücahid ne gazâdır

Şâfi’ olacak Zat-ı Şeriat o Said’e

İcrasına her emrini, her nehyini azim

Dâreyni saadet kıldı diyanet o Said’e

Meslekte ilâ yevm-i kıyam sabit olan Nur

Nur kendisi saçmakta beşaret o Said’e

Mahsus ona tazim ile tekrim sona varsın

Lâyık “heme hürmet ve riayet” o Said’e

Hâfız Ali

TASVİR-İ HAKİKAT

Bu Nurlara Bismillah ile girelim ey kardaşlar

Bu sözlere hamdederek başlayalım ey yoldaşlar

Bu bağlara şükrederek biz bakalım ey haldaşlar

Bu gülleri fikrederek koklayalım ey dindaşlar

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Selâm olsun hepinize ey Kur’an’ın hâdimleri

İkram olsun ruhunuza ey Nurların nâşirleri

İman dolsun kalbinize ey Sözlerin kâtipleri

Envar dolsun kabrinize ey Nurların şakirdleri

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Talebelerin üstadına “Said” derler hem adına

Bu ümmetin imdadına “Nursî” memur irşadına

Nasihati ihvanına: “Koşun halkın ıslahına

Nurla gidin yanlarına, davet edin ahkâmına.”

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Korkmayınız kıyl ü kalden Allah sizi kurtaracak

Yılmayınız hücumlardan, Sözler sizi kurtaracak

Bıkmayınız derd-i gamdan, Nurlar sizi kurtaracak

Çıkmayınız nurlu yoldan, yoktur başka kurtaracak

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Birlikleri tevhidlidir, yok bunlarda ayrılık

Fikirleri teslimlidir, yok bunlarda gayrılık

Kullukları imanlıdır, yok bu zümrede azgınlık

A’malleri ihlaslıdır, yok işlerinde bozukluk

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Üstadları yalnız iken sırran oldu tenevverat

Şakirdleri pek az iken binler oldu bak ne hikmet

Hēdimleri pek çok iken Allah verdi Nur’a nusret

Bu Hulusi bir mûr iken Allah verdi şükr-ü nimet

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Talebeniz Hulusi

Onuncu Mesele Münasebetiyle Hüsrev’in Üstadına Yazdığı Mektuptur

Çok sevgili üstadım efendim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ızdıraplarını hafifleştiren ve kalplerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, safi bir nesîm ihda eden Kur’an’ın celalli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli âyetlerindeki tekraratının mehasinini ta’dad eden ve hikmet-i tekrarının lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risale-i Nur’un bir hârika müdafaası olan Denizli Meyvesinin Onuncu Meselesi namını alan “Emirdağı Çiçeği”ni aldık. Elhak, takdir ve tahsine çok lâyık olan bu çiçeği kokladıkça ruhumuzdaki iştiyak yükseldi. Dokuz aylık hapis sıkıntısına mukabil, Meyve’nin Dokuz Meselesi nasıl beraetimize büyük bir vesile olmakla güzelliğini göstermiş ise Onuncu Meselesi olan çiçeği de Kur’an’ın îcazlı i’cazındaki hârikaları göstermekle o nisbette güzelliğini göstermektedir.

Evet, sevgili üstadım, gülün çiçeğindeki fevkalâde letafet ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi; bu nurani çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir.

Mütalaasına doyulmayacak şekilde kaleme alınan ve akılları hayrete sevk eden bu nurani çiçek, muhtevi olduğu çok güzelliklerinden bilhassa Kur’an’ın tercümesi suretiyle nazar-ı beşerde âdileştirilmek ihanetine mukabil; o tekraratın kıymetini tam göstermekle, Kur’an’ın cihan-değer ulviyetini meydana koymuştur.

Sâliklerinin her asırda fevkalâde bir metanetle sarılmaları ile ve emir ve nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nâzil olmuş gibi tazeliği ispat edilmiş olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, bütün asırlarda, zalimlerine karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehditleri ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri, hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı içinde zalimlerine misli görülmemiş bir halette, sanki feze’-i ekberden bir numuneyi andıran semavî bir cehennemle altı yedi seneden beri mütemadiyen feryad u figan ettirmesi ve keza mazlumlarının bu asırdaki küllî fertleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i sâlifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususi necatlara mazhar etmesi ve muarızları olan dinsizlerin cehennemî bir azapla tokatlanmalarını göstermesi hem iki güzel ve latîf hâşiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi, bu fakir talebeniz Hüsrev’i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevk etti ki bu güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili üstadıma arz ettiğim gibi kardeşlerime de kerratla söylemişim.

Cenab-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili üstadımızdan ebediyen razı olsun. Ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzünüzü ebede kadar güldürsün, âmin!

Evet, sevgili üstadım, biz; Allah’tan, Kur’an’dan, Habib-i Zîşan’ından ve Risale-i Nur’dan ve Kur’an’ın dellâlı siz sevgili üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde, Cenab-ı Hakk’a vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ-istisna bize fenalık edenleri Cenab-ı Hakk’a terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zalimler de dâhil olduğu halde, herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalplerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilan eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Kusurlu talebeniz Hüsrev

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Şu kâinat semasının gurûbu olmayan manevî güneşi olan Kur’an-ı Kerîm; şu mevcudat kitab-ı kebirinin âyât-ı tekviniyesini okutturmak, mahiyetini göstermek için şuâları hükmünde olan envarını neşrediyor. Ukûl-ü beşeri tenvir ile sırat-ı müstakimi gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki maksadı ve fıtratındaki metalibi ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar, kalp kabiliyeti nisbetinde ona âyinedarlık ederek kurbiyet kesbeder. Eşya ve hayatın mahiyeti, o nur ile tezahür ederek ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir.

Şems-i Ezelî’nin manevî hidayet nurlarını temsil eden Kur’an-ı Kerîm, kalp gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira her şey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir.

İşte şu kitab-ı kebirin, manevî ve sermedî güneşi olan Kur’an-ı Kerîm’in nur tecellisine bu asrımızda “Nur” ismiyle müsemma olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi mazhar olmuştur.

O Nurlar ki: Zulümattan ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusu ile gündüzünü gece yapan sefahet-perest, aklı gözüne inmiş, zulümatta kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlerine tevcih ederek sırat-ı müstakimi büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup: “Ya aklını başından çıkar at, hayvan ol. Yahut da aklını başına alarak insan ol.” diyor.

İlim bir nur olduğuna göre, Risale-i Nur’un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir iki deliline kısaca işaret ederiz.

Evvela: Şunu hatırlamalıyız ki Risale-i Nur, başka kitapları değil belki yalnız Kur’an-ı Kerîm’i üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi itibarıyla, makbuliyeti hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hâcet bırakmıyor. Biz ancak ilim erbabı mabeyninde Risale-i Nur’un değerini tebarüz ettirmek için ilâveten deriz ki: Risale-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuh ile ispat edemediği en muğlak meseleleri gayet basit bir şekilde en âmî avam tabakasından tut tâ en âlî havas tabakasına kadar herkesin istidadı nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakînî bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet, hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.

İkincisi: Bütün Nur eserleri, Kur’an-ı Kerîm’in bir kısım âyetlerinin hakiki tefsiri olup onun manevî i’cazının lem’aları olduğunu her hususta göstermesidir.

Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına, kat’î delil ve bürhanlarla ilmî mahiyette cevap vermesidir. Mesela, Vâcibü’l-vücud’un varlığı ve âhiret ve sair iman rükünlerini, bir zerrenin lisan-ı hal ve kāl suretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesi, en meşhur İslâm feylesoflarından İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd; bu mesleklerde bütün mevcudatı delil olarak gösterdikleri halde Risale-i Nur, o hakikatleri aynen bir zerre ve bir çekirdek lisanıyla ispat ediyor. Eğer Risale-i Nur’un ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı onlar, hemen diz çöküp Risale-i Nur’dan ders alacaklardı.

Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanların senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hülâsalar nevinden kısa bir zamanda temin etmesi…

Beşincisi: Risale-i Nur, ilmin esası, gayesi olan rıza-yı İlahîyi tahsile sebep olması ve dünya menfaatine, ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek tam manasıyla insaniyete hizmet gibi en ulvi vazifeyi temsil etmesidir.

Altıncısı: Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî ve imanî bir tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kāl suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda iman hakikatlerini ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf ettirir.

Yedincisi: Risale-i Nur, bütün ilimleri câmi’ oluşudur. Âdeta ilim iplikleri ile dokunmuş müzeyyen bir kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misal olarak birkaçını zikrederek heyet-i mecmuası hakkında bir fikir edinmek isteyenlere, Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.

“Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”

“Bir kelebeğin midesini tanzim eden, manzume-i şemsi dahi o tanzim etmiştir.”

“Bir zerreyi icad etmek için bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bâhusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzır birer gözü vardır.”

“Tabiat; misalî bir matbaadır, tabi değil. Nukuştur, nakkaş değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”

“Sabit, daim, fıtrî kanunlar gibi ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi, o cevhere sadef etmiştir.”

Ve hâkeza binler vecizeler var.

El-Bâki Hüve’l-bâki

Dr. Mustafa Ramazanoğlu

Risale-i Nur nedir? Bedîüzzaman kimdir?

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi değil, müttebi’dirler. Yani kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (asm) harfiyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtîli ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imaniyelerinin ve ihlaslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (asm) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (asm) ve hilye-i Nebeviyenin hakiki lâbisi olduklarını gösterirler.

Hülâsa: Amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e tam bir hüsn-ü misal olurlar ve numune-i iktida teşkil ederler.

Bunların Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-i vahiy olan Zat-ı Pâk-i Risalet’in manevî ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve Mesnevî-i Şerif ve Fütuhu’l-Gayb ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzidenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevat-ı kudsiye, o mananın mazharı, mir’atı ve ma’kesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’an’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan onun esası, nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedî’yi hâmil bulunduğu ve Zat-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zatın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattir.

Evet o zat, daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-i eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlahiyeye vâris kılınmıştır ki şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyenin eşi aslâ mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki Tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i hârika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden hârikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır, tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.

O zat-ı zîhavârık daha hadd-i büluğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskât etmiş, her nerede olursa olsun vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve aslâ tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basîret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla “Bedîüzzaman” unvan-ı celilini bahşettirmiştir.

Mezaya-yı âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedî’nin neşrinde ve ispatında bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuş olan böyle bir zat, elbette Seyyidü’l-enbiya Hazretlerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdes’in emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikine vâris ve ma’kes olan bir zat-ı kerîmü’s-sıfâttır.

Envar-ı Muhammediyeyi ve maarif-i Ahmediyeyi ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zat, hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.

1948

Afyon hapsinde mevkuf

Ahmed Feyzi

Birkaç defa beraet kazanan Risale-i Nur’un birkaç vilayette haksız müsaderesine dair, Nur’un yüksek bir talebesinin muhakemesindeki müdafaasından bir parçadır

3 Şubat 1956

İkinci Sulh Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına,

Diyarbakır

Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum. Âdil mahkemeler; kâinat Hâlık’ının Hak isminin, Âdil isminin ve daha çok esma-i İlahiyesinin tecelligâhıdır. Hak namına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakiki, İslâmî bir adalet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir ne mübecceldir… Hak tanımaz mağrur zalimleri huzurunuzda serfürû ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âlî ihtirama sezadırlar.

Zulüm ve gadir ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallüm-ü hal eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide ihkak-ı hak için mesned-i re’si, mahkemelerdir. Şu halde ne şeref-bahş bir taht-ı âlîdir ki mazlumlara melce ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.

İnsanların ebrarını da eşrarını da cem’eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.

Sultanlarla köleleri, asilzadelerle âhâd-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususuyla bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sairenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu bîçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adalet tarihimiz, bunun binlerle misaline şahittir.

Ezcümle bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: “İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da Fatih’in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celbedilen büyük padişah, baş köşeye geçmek ister. Birdenbire hâkimin şu ihtarıyla karşılaşır:

— Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için kendisinin de elinin kesilip kısasa tabi olduğunu bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için büyük Fatih günde on altın tazminata mahkûm oluyor ve hattâ kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır.”

İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğunu gösteriyor.

İşte ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hâkimi Hızır Bey Çelebi’nin makamının mümessili ve hakiki adalet-i Kur’aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.

Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalplerinde Allah korkusunun mevcudiyetiyle, Kur’an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaike karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, Allah ve Kur’an için akıttıkları kudsî kanlarının hâlâ eserleri bulunan bu yurtta ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette: “Kur’an’ın kudsî hakikatlerine hizmet ediyor, Kur’an’ın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor.” kaydıyla mahkemenin huzuruna sevk edildim.

Evet, muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, Risale-i Nur’un muhakemesidir. Risale-i Nur ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın semavî ve kudsî hakaikinin tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur’an’a aittir. Şu halde muhakeme de Kur’an’ın muhakemesidir. Ehl-i tevhidin kitabı olan kelâmullah bütün âyât ve beyyinatıyla Hâlık-ı kâinat’ın vahdaniyetini ve ehadiyetini ilan ediyor.

Kur’an’ın ehl-i ukûlü hayrette bırakan i’cazı, belâgat ve fesahati, nihayet derecedeki yüksek üslubu, selaset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi’ ve câmiiyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacatına ekmeliyetle kâfi gelmesi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitap etmesi ve kâinat Hâlık’ının marziyatını kullarına bildirecek âyât ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlere varan Kur’an’ın tefsirlerini meydana getirerek asırları Kur’an’ın nuruyla ışıklandırmışlardır.

İşte Risale-i Nur da bu asırda Kur’an’ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekâmülatına uygun olarak Kur’an’ın gösterdiği mu’cizeli hakikatlerin, bu tekâmül ile saha-yı fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitap eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur’an baştan başa tevhid-i İlahîyi ilan ediyor. Risale-i Nur da iman-ı billahı gösteren ve hakaik-i imaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.

İşte muhakemenin asıl mevzuu budur.

Otuz seneden beri gizli din düşmanlarının, komünistlerin ve masonların tahrikatıyla, Risale-i Nur şakirdleri birçok mahkemelere sevk edilmiştir. Âdil mahkemeler de o hain, gizli din ve Kur’an düşmanlarının ettikleri iftiraları inceden inceye tetkik etmişler “Bunlarda bir suç yok, kitaplar ise faydalı kitaplardır.” diyerek çok mahkemeler beraetle neticelenmiş ve kesinleşerek kaziye-i muhkeme haline geldiği halde, memleketi umumî bir dinsizliğe sürüklemek için perde arkasındaki din düşmanları; faaliyetlerini mütemadiyen tazelemişler, sükûn ve asayişe pek çok muhtaç olan memleketimizi bu cihetten zaafa uğratmak için adliyeleri, mahkemeleri daima hainane tertiplerle meşgul etmişlerdir.

Evvelce şifahen dahi arz ettiğim vecihle; selef-i salihînin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Bir kısmı da âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izah ederler. Selef-i salihînin bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişilmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’an’a ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.

Risale-i Nur, erkân-ı imaniyeyi ve âyât-ı Kur’aniyeyi tefsir ederek öyle bir tarzda beyan eder ki hiçbir münkir, hiçbir dinsiz, o hakikatleri inkâr edemez. Hem riyazî bir kat’iyetle ispat eder, göze gösterir, aklı doyurur, letaifi kandırır; artık hiçbir imanî ve Kur’anî hakikati inkâra mecal kalmaz. Bundan dolayıdır ki dinsizler, komünistler, bu memlekette Risale-i Nur varken mel’unane fikirlerini saha-yı tatbike koyamadıklarından ve bir manevî bekçi gibi Risale-i Nur daima karşılarına çıktığından, Risale-i Nur’un her vecihle neşrine set çekmeyi gaye edinmişlerdir.

Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri verir. Şakirdlerini her türlü fenalıktan alıkoyar. Kalplere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki bugün memleketin her tarafındaki Risale-i Nur talebeleri, asayişin manevî muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur talebesinde asayişe münafî bir hareket görülmemiş, âdeta zabıtanın manevî yardımcısı olmuşlardır. Risale-i Nur talebelerinin rıza-i İlahîden başka, a’mal-i uhreviyeye müteveccih olmaktan gayrı düşünceleri yoktur. Şu halde Risale-i Nur’a garazkâr tertipler hazırlayanlar, perde arkasındaki malûm din düşmanlarından başka kimse değildir.

Yukarıdaki maruzatımızda birçok mahkemelerin beraet kararlarının mevcudiyetini arz etmiştim. Elde edebildiğim tarih ve numaralarını beyan ederek, o âdil ve yüksek mahkemelere milyonlar Nur şakirdleri namına minnettarlığımızı bildirmek isterim.

Umum Risalelerin beraet ve iadesi hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin 15 Haziran 1944 tarihli beraet kararıyla, İstanbul Eminönü Ağır Ceza Mahkemesinin 1953 tarih ve 1951/137 esas ve 1952/27 kararıyla ki geçen celsede Sebilürreşad gazetesinin takdim ettiğim nüshasındaki bildirilen beraet kararıdır. Ayrıca mahkeme-i âlînize suret-i mahsusada arz ve takdim ettiğim Asâ-yı Musa dâhil umum Risale-i Nur Külliyatı’nın Mersin Ağır Ceza Mahkemesinin 1954/17 esas 1954/421 karar ve 9/4/1954 tarihli beraet kararının mevcudiyetleri, mahkemelerin temininde olarak hiçbir elin Risale-i Nur’a ilişmemesini tazammun ettiği halde, mestûr düşmanların hainane faaliyetleriyle bu sefer de tahsisen Asâ-yı Musa kasdedilerek âdil ve yüksek mahkemeye gelmiş bulunuyoruz.

Risale-i Nur, iman-ı billah ile tevhidi en yüksek derecede, aynelyakîn ve hakkalyakîn bir surette göze gösterip bütün letaifi a’zamî derecede doyurmasıyla imanı taklitten kurtarıp derece-i tahkike yükseltir. Asâ-yı Musa’da ise bu ulvi ve kudsî iman dersi, en parlak bir surette hem görülmemiş ihtişam ile ispat edildiğinden, yüz otuz cilde yaklaşan Risale-i Nur tefsirinin âdeta hülâsası hükmündedir.

Bütün semavî kitapların ve bütün peygamberlerin en büyük davası Hâlık-ı kâinat’ın uluhiyet ve vahdaniyetini ilandır. Kur’an baştan başa tevhidi gösterir. İşte Asâ-yı Musa da Müslümanlara ve umum beşeriyete Cenab-ı Hakk’ın birliğini ve delail-i vahdaniyetini güneş gibi göstermesinden, en büyük bir mütefekkir ile bir dinsizi ve bir feylesofu hakaik-i imaniyeyi tasdike mecbur ettiği gibi; en âmî bir adamın da en yüksek hakikatleri, en büyük bir suhuletle anlamasını temin eden, tevhidi gösteren, âyât-ı Kur’aniyenin en kudsî bir tefsiridir. Aynen ismi gibidir. Nasıl ki Musa aleyhisselâm elindeki asâsıyla kara taşlardan, çorak vâdilerden, ateş fışkıran çöllerden âb-ı hayatı fışkırttığı gibi Asâ-yı Musa da vahdaniyet-i İlahiyeyi ispat etmesiyle dünya ve âhiret âlemlerini ziyadar edecek tevhid nurlarını fışkırtıyor; taş gibi kalpleri, mum gibi eritiyor; şevki ile gönülleri teshir ediyor.

Hem madem mahkemelerin beraeti mevcud ve vicdan hürriyeti var ve hiçbir memlekette ilim ile iştigal edenlere ilişilmiyor; şu halde ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ olan Risale-i Nur’a da ilişilmemek lâzımdır.

Risale-i Nur’un yurdun asayişine, sükûn ve selâmetine hizmet ettiğine delil: Milyonlar talebelerinin hiçbirisinde bir vak’anın görülmemiş olmasıyla beraber, hepsinin de namuskârane faaliyetleriyle müstakim görülmeleridir. Risale-i Nur Külliyatı, Asâ-yı Musa ile birlikte kütüphane-i mesaimin harîminden alınması ile her türlü suç unsurunun mevcudiyetini bizzat ref’eder. Zira her münevver adam, kütüphanesinde her nevi kitabı bulundurur, okur, tetkik eder. Mel’unane fikirleri neşreden ve anarşistliği telkin eden kitaplar bile kütüphanelerde açıkça tetkike tabidir.

Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anî’dir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvi pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.

Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki: Maksadımız; imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir, Kur’an’a hizmettir. Âhirete müteveccih bir hal ise hiçbir gûna suç mevzuu olamaz. Mütemadiyen şikayette bulunduğumuz o gizli din düşmanları, türlü türlü entrikalarla, tertiplerle, iz’açlarla bizleri bu kudsî vazifeden men’etmeye uğraşmaktadırlar. Bizler ise bu kudsî yolda Kur’an ve iman için her şeyimizi fedaya seve seve hazırız. Değil dünyevî ızdıraplar, cehennemî azaplar da verilse bıçaklarla da doğransak, en müthiş ölümlere de maruz bırakılsak, asırlar boyunca milyonlar mübarek ecdadımızın feda-yı can ettikleri bu kudsî hakikate, bizim canımız da feda olsun. Bir değil, bin ruhum da olsa Kur’an için iman için hepsini feda etmeye her zaman hazırım.

Şu aziz vatanın taşları, toprakları, abideleri, kubbeleri, camileri, minareleri, mezar taşları, türbeleri; Kur’an’ın tebliğ ettiği zemzeme-i tevhidi haykırıyorlar. İman ve Kur’an’ın ezelî nurunu, atom zerratına kadar nüfuz edip ilan ettiği tevhid hakikatini, hiçbir kuvvet bu vatanın ve bu milletin sine-i pâkinden silemez.

Muhterem mahkemenizden, yüksek adaletinizden; hakaik-i Kur’aniyeyi, vahdaniyet-i İlahiyeyi haşmetle ilan eden ve tevhidi a’zamî derecede gösteren Risale-i Nur Külliyatı’nın iadesine ve beraetine karar vermenizi rica ederim.

Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Arşı ferşe bağlayan kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar oldukları gibi Risale-i Nur mahkemesiyle de manen alâkadardırlar. Çok ihtiyarlamış arzın, dört yüz milyon Müslüman sekenesi, Risale-i Nur’un beraetine ve serbestiyetine ve intişarına muntazırdırlar.

Mazi tarafından perde-i gayb arkasına çekilen mübarek ecdadımızın nurani kafileleri, ulvi makamlarından Risale-i Nur mahkemesine manen nâzırdırlar.

Müstakbel cephesinin feyizkâr nesilleri, beraet kararını bekliyorlar.

Mehmed Kayalar

(Hâşiye): Bu müdafaanın serdedildiği muhakeme, beraetle neticelenmiştir.

(Çok yerlerde neşredilen ve Başvekile verilen bir hakikattir.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımızın otuz beş seneden beri siyasetten çekildiği ve yirmi sekiz senedir mahkemeler, siyasete karıştığına dair hiçbir emare bulamadıkları halde; şimdi yatağında hasta yatarken İstanbul’un bazı ceridelerinin iftiralarına karşı, eskiden Heyet-i Vekileye verdiği bu istidayı, bu defa Meclis-i Mebusana ve Vekiller Heyetine verilen istidaya zeyl yapmaya tekrar mecbur olduk.

Hizmetinde bulunan Nur talebeleri

(Kardeşlerim! Münasipse Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli, mahremce bir hakikattir.)

Mukaddime: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o dehşetli tehlike bu millet-i İslâmiye ve bu memleket ve hükûmet-i İslâmiye’ye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlanıyor, hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve içtimaiyat-ı beşeriyeye hamiyet ile çalışanlara, bana gayet şiddetli manevî bir ihtar edildiği için onlara iki noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde, bir iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesinin mütemadiyen tekrarını işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîlik kanun-u esasîsine irticaya çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, engizisyona rahmet okutturacak gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet, hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle siyaseti o gizli dinsizlerin aksine olarak dine bir nevi âlet gibi müsait yapmakla; yani İslâmiyet kuvvet-i manevîsinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakiki kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve Avrupa dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara irtica damgasını vurup hem onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Binler numunelerinden bir numunesini, bu asrın zulmüne karşı bir set olarak İkinci Nokta’da beyan edeceğiz.

İkinci Nokta: Beşerin en vahşi ve bedevîlik zamanında bir kanun-u esasîsi, şimdiki en yüksek medeniyette kendini zannedenlerin bir kısmı, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe geri dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasîsi, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmiş veya girmek istiyor. Particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlamış. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifenin bir ferdinin hatasıyla o taifeyi, o cereyanı, o partiyi, bütün fertlerini mahkûm ediyor. Bir hatayı, binler hata hükmüne geçiriyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik, vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor. Böyle birbirine muarız kuvvetler, kuvvetsizlikle zayıfladığı için Fransız İhtilal-i Kebiri’nin bir numunesini göstermeye vesile oldukları halde o gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane o kanuna karşı; ayn-ı adalet ve hakikat وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى olan nass-ı kat’îsiyle Kur’an-ı Hakîm’in bir kanun-u esasîsi ve muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olur. Âhirette cezasını görür, resmen ve kanunen mes’ul olamaz.

Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan vahşi irticaya düşecek.

İşte Kur’an’ın bu kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîlik dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz.” diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir adamı yaralamakla binler masumu sıkıntıya vermek ve iki yüz adamın kurşuna dizilmesini yirmi sene nazara almamak ve Birinci Harb-i Umumî’de üç bin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticanın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’an’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasî ki adalet-i hakikiye ve ittihat ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “irtica” namını verip onları müttehem etmek; mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’an’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.

Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyaset tam dikkat etsinler. Yoksa iki üç kuvvetli cereyanın büyük muaraza etmesiyle, o kuvvetlerin muaraza sebebiyle, memleketin menfaatine sarf edilecek kuvvetleri binden bire iner. O zayıf kuvvetle ne hâkimiyetini –hattâ istibdat ile de olsa– asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilal-i Kebiri’nin tohumlarını bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmeye yol vermektir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin aldatıcı politikasına ve bir cihette ehemmiyetsiz yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine ve milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için israfat ve ihtilafat zafiyetiyle bol maaşlar vermeye kendilerini mecbur zannediyorlar. Milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.

Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memlekette ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği manevî rüşvetin on mislini, müsalemet-i umumiyeyi ve tam bir kuvvet bu hükûmet-i İslâmiyeye temin etmek ve ahali mabeyninde ihtilaf yerine ittihat ve tesanüdü kazanmak için âlem-i İslâm’ın istikbaldeki cemahir-i müttefikası olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin selâmeti için öyle azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermek lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul ve lâzım ve çok menfaatli bahşiş ise: Teavün-ü İslâmî ve hediye-i Kur’aniye ve kudsî kanun-u esasî olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ۞ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا ۞ وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ

gibi kudsî âyetleri, Kur’an’ın esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Said Nursî

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Hem geçmiş hem gelecek hem maddî hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi, bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip isteyip o mübarek dualara âmin deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim.

Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasî bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatında ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki o başka meseledir.” diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilatını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden Şark’taki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i Garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir hem gayet tembel eyledi.

Semavî Kur’an’ın kanun-u esasîsi لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى ۞ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risale-i Nur bu esası izahına binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcatını tedarik etmeyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zalime-i hazırası, sû-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’an’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından hakiki bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Mesela, Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük bir nimet iken maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyacat-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm; ondan bir ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i Garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla, intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Reisicumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvela: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dört yüz milyon İslâm’ın sulh-u umumîsine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddime olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’an’ın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor.

Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde evvela başta Türk milleti, dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakiki milliyetleri İslâmiyet’tir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekat nâzırı Kur’an’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’an’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’an-ı Hakîm’den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilalcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşâallah bir zaman da sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mu’cize-i Kur’aniyenin cilvesini âlem-i İslâm’a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmış beş sene evvel Camiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Camiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’an’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalaha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan hem Arabistan hem İran hem Kafkas hem Türkistan’ın ortasında Medresetü’z-Zehra manasında, Camiü’l-Ezher üslubunda bir dârülfünun hem mektep hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.

En evvel bunun kıymetini –Allah rahmet etsin– Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi sonra ben Eski Harb-i Umumî’deki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcud iki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve Garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım mebuslar dahi onu imza ettiler.

Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, Şark’ta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların Garp’ta gelmelerinin delâletiyle; Asya’yı hakiki terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak Garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine kat’iyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran mebuslar! Şark’ta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum?

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle Garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını affetsin, şimdi vefat etmişler.

Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

***

(Üniversiteli bir Nur talebesinin beraetle neticelenen mahkemedeki müdafaasıdır.)

Âdil Mahkemenin Muhterem Hâkimleri!

Dinî ve şahsî nüfuz ve maddî menfaat temin etmek amacıyla propaganda yapmakla müttehem olarak huzurunuza gelmiş bulunuyorum. Şunu hemen beyan edeyim ki bu ittihamların hiçbirisi ile alâkam yoktur. Esasen sayın savcının beraet talebi de bu hususu teyid etmektedir. Kendilerine teşekkür ederiz. Zaten yapılan iddialar da herhangi bir delile dayanmamakta ve sadece vukufsuz ve salahiyetsiz bir ehl-i vukufun şahsî ve indî ve garazkâr mütalaalarına istinad etmektedir. Bu hususun siz âdil Türk hâkimlerinin gözlerinden kaçmayacağına kaniim.

Sayın ehl-i vukufun bütün iddialarını da reddederken şunu hemen belirtmeliyim ki hem Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri hem onun telifatı olan Risale-i Nur hem de Risale-i Nur’u okuyan tekmil Nur talebeleri, yapılan isnadların cümlesinden müberradır.

Evet, bizler Risale-i Nur’u okuduk, okuyoruz ve okumakta da hayatımızın sonuna kadar devam edeceğiz ve Risale-i Nur’un neşri için mâlik olduğumuz beşerî gücü de sarf etmekten geri durmayacağız. Başta Bedîüzzaman olmak üzere yüzlerce, binlerce Müslüman Türk evladı cehdle çalışmış, Üstad Bedîüzzaman ruhlarını teslim ettikleri son dakikalara kadar bu cehdi devam ettirmişlerdir.

Fakat hiçbirisi, hiçbir yerde, hiçbir şekilde bir defacık olsun maddî menfaat, şahsî nüfuz gibi dünyaya bakan sakîl gayelerle hareket etmemişlerdir. Buna şahidimiz, evveliyatı yarım asrı bulan Risale-i Nur’un tarihçesidir. Başta 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfîsi olmak üzere bugüne kadar cereyan eden yüze yakın Risale-i Nur ve müellifi ve talebeleriyle ilgili davaların istisnasız her birinin adem-i takip veya beraetle neticelenmesidir.

Risale-i Nur hakkında rapor veren ehl-i vukuflar daima tek noktada Risale-i Nur’un bu memleket için pek faydalı ilmî, ahlâkî eserler olduğunu, siyasî gayelerden uzak, maddî menfaati nazara almayan bir Kur’an tefsiri bulunduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Vukufsuz, garazkâr bir iki ehl-i vukufun mahkemeler tarafından kabul edilmemiş olan raporları, konumuzun dışında kalır.

Yine Türk adliyesinin yurdun muhtelif yerlerinde verdikleri müteaddid adem-i takip ve beraetlerle Nur talebelerine yapılan tarîkatçılık, cemiyetçilik, menfaatçilik, şahsî nüfuz, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak gibi isnadların zerre miktar hakikat payı ihtiva etmedikleri teslim ve nazar-ı âmmeye ilan edilmiştir.

Hal böyleyken Risale-i Nur’dan, onu okuyanlardan ne isteniyor ki mahkemenin birisi bitmeden diğer birisi başlıyor? Senelerdir adliyeyi fuzulî meşgul etmekten, hükûmeti ve bir kısım memurları boş yere telaşa düşürmekten gaye nedir? Niçin binlerce, yüz binlerce asil Türk gençlerinin vicdanları tazip, huzurları ihlâl edilmek ve yurtta bir mesele çıkarılmak isteniyor? Bu bitip tükenmeyen tezvir dolaplarının ipleri kimin elinde?

İşte yüzlere çıkarabileceğimiz istifhamlar!.. Kısaca şunu söyleyelim:

Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan; Türk’ün, İslâm’ın düşmanları taktik değiştirmişler. Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor. Bir millet yere serilmeye azmedilmiş. Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor. Anasına itaat etmeyen, babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cemiyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah’a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor. Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektepte başarısız! Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, cani, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz… Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikayetçi, öğretmen ondan şikayetçi, polis ve hükûmet ondan şikayetçi; pedagoglar onlar için toplanır. Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur. Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar. Fakat cemiyeti yiyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdaplarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

Biz bunun sebeplerini, müsebbiblerini ve ilacının ne olabileceğini düşünürken, bir İngiliz Müstemlekat Nâzırının Kur’an-ı Kerîm’i eline alarak “Bu Kur’an, Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya bunun kaldırılmasına veya çürütülmesine çalışmalıyız.” sözünü hatırlıyoruz. Ve bu gazete haberi üzerine: “Kur’an’ın hakikatini neşredeceğim, onun nuruyla küfrün zulümatını dağıtıp kâfirlerin tecavüzatına set çekeceğim.” diyerek ileri atılan Bedîüzzaman’ı ve bu hamlesinden sonraki tarihçe-i hayatını bir anda düşünce şeridinde fikrin gözü ile seyrediyoruz… Derken muamma çözülüyor. Bütün istifhamlar cevaplanıyor, içimizdeki iftira dolaplarını çeviren, tezvir fabrikalarını işletenlerin ipleri kimin elinde imiş, kimler namına sa’y ü gayret gösteriyorlarmış. Bedîüzzaman’ın gayesi ne imiş, Risale-i Nur hangi maksat için yazılmış? Türk adliyesinin her defasında beraet vermesindeki isabet; garazsız, ehliyetli ehl-i vukufların ve Diyanet Riyasetinin her defasında her bir eser ve her bir mektup için takdirkârane müsbet raporlar vermesindeki sır anlaşılıveriyor.

Evet, muhterem hâkimler!

Yukarıda da izah edildiği gibi Risale-i Nur, ahlâksızlık girdaplarına batmakta olan cemiyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için telif edilmiştir. Onu okuyan, onda bu hakikati gören; yüzlerce, binlerce, yüz binlerce insan kendini o girdaptan kurtarıyor. İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup tahkikî ve hakiki imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor. Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnettar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir. İşte size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

Ben de taklidî imanın kararsızlığından, istikametsizliğinden ve her çeşit tehlike ve sıkıntısından, tahkikî imanın sahil-i selâmetine, Risale-i Nur’u okumak suretiyle çıkmış, bu sebeple onu kalben sırf Allah rızası için sevmiş ve onun neşrini diğer muhtaçlara da duyurulmasını gaye-i hayat edinmiş Müslüman bir Türk genciyim.

Risale-i Nur imanî meselelerde hem ruha hem kalbe hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor. Bu sebebledir ki şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

Risale-i Nur hizmetinden dünyevî hiçbir menfaat beklenmez. Çünkü onun bağlı olduğu kudsî hakikat değil çürümeye, yok olmaya mahkûm olan fâni dünyaya, hattâ kâinata bile âlet edilemez. Dünyaya bakan ciheti; ahlâkı düzeltmek, dünya ve âhiret saadetlerinin beratı ve senedi olan iman-ı tahkikîyi Müslümanların eline vermek ve haricî tecavüzata karşı manevî cihad etmektir.

Bedîüzzaman diyor ki:

Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahedeyi açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edeyim.

Komünizmin kızıl alevleri Anadolu’nun çatılarını ciddi tehdit etmeye başladığı bugünlerde, bu çağrının ve bu davetin mana ve ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor.

Risale-i Nur’un ehemmiyeti ecnebiler tarafından da takdire ve (hattâ Almanya’da olduğu gibi kendi lisanlarıyla) neşrine başlanmıştır. Aldığımız bir mektupta on beş ailenin, Cenevre’de Risale-i Nur’u okuyarak Müslüman olduklarını yazıyordu. Daha da çoğaltabileceğimiz misalleri kısa kesiyorum.

Muhterem hâkimler!

Şunu beyan etmek istiyorum: Risale-i Nur, yirminci ilim asrının Kur’an-ı Kerîm tefsiridir. Bunu dikkatle okuyan, bir Müslüman’sa taklidî imandan kurtuluyor. Ecnebi ise hidayete kavuşuyor. Dünyevî ve maddî hiçbir gayesi yok. O sadece âhirete, Allah rızasına bir vasıta yapıldığı için yapılan her çeşit isnadlar, iddialar; asılsız, mesnedsiz birer iftiradır. Risale-i Nur zararlı değil, faydalıdır. Şüheda yurdu olan şu aziz vatana Risale-i Nur’u okuyarak hizmetten, fedakârlıktan başka hiçbir gayem yoktur.

Binaenaleyh kitaplarımızın iadesini ve beraetimi ister, hürmetlerimi sunarım.

Üniversite Nur talebelerinden

İbrahim

***

[1] Hâşiye: Bu zamanda, böyle bir dava vekilinin, Risale-i Nur olduğuna Risale-i Nur’la imanlarını kurtaran milyonlarca kimseler şahittir.

KONFERANS

Risale-i Nur hakkında verilen bir

KONFERANS

Teşrin-i sânî

1950

Ankara Üniversitesi


Aradığımı Buldum

Ben, kırk senedir âlem-i İslâm’da aradığımı Türkiye’de buldum. Bedîüzzaman yalnız büyük Türk milletinin değil, bütün İslâm âleminindir. Ondan âlem-i İslâm’ın mukadderatına dair pek çok soracaklarım vardı. Bütün müşküllerim, kendileriyle görüştüğüm bir saat içinde halledildi. Şimdi memleketime büyük müjdelerle dönüyorum. İslâm âleminde birçok büyük hizmetler başarmış faziletli ve yüksek âlimler gelip geçmiştir. Bunların çoğu, mükâfatlarını ya mülk ve servet yahut şeref ve şöhret şeklinde elde etmişlerdir. Halbuki Bedîüzzaman’ın evinde bugün yakacak bir lambası yoktur.

Pakistan Maarif Nâzır Muavini

Ali Ekber Şah

***

Teşrin-i sânî 1950’de Ankara Üniversitesinde, profesör ve mebuslarımız ile Pakistanlı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, fakülte mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

İman ve İslâmiyet âb-ı hayatına susamış kıymetli kardeşlerim!

Evvela, itiraf edeyim ki bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibarıyla sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem bu konferans, benim çok muhtaç olduğum gayet nâfi’ bir dersimdir. Muhatap, kendimdir. Dersimi müzakere nevinden siz mübarek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir. Kemal ve güzellikler, istifade ettiğim Risale-i Nur eserlerine aittir. Bir mani başımıza gelmezse haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dinî konferanslardan, bugün birincisi imana dairdir. Çünkü Bedîüzzaman Said Nursî’nin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Bunun için biz de konferansımızın Kur’an, İman, Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olmasını münasip gördük. İkincisi de inşâallah namaz ve ibadete ait olacaktır.

Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır, büyük bir itimat ve emniyete mazhar olmakla en muteber dinî bir eser olan Risale-i Nur’u intihab ettik. Şimdi ilk konferansımızın niçin iman mevzuunda olduğunu izah ile bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak malûmat vereceğiz. Şöyle ki:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû-i kasdlar pek dehşetli olmuş, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaytlıktan pek çok defa daha felaketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. Her şeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü, esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı billahtır; Allah’a imandır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için bir insanın en başta elde etmeye çalışacağı ilim, iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı, iman ilmidir.

İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.

İşte bu hakikatlere binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’an ve iman hakikatlerini câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an-ı Hakîm’in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur’an tefsirine sarılmaktır.

Şimdi “Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?” diye bir sualin içinizde hasıl olduğu, nurani bir heyecanı ifade eden simalarınızdan anlaşılmaktadır.

Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bedîüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatine vardık. Bizimle beraber, bu hakikate Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüz binlerle kimseler de şahittir.

Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’anî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bedîüzzaman Said Nursî’de mevcud olduğunu gördük. Şöyle ki:

Birincisi: Müellifin, yalnız Kur’an-ı Hakîm’i kendine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kur’an-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için Kur’an’ı tefsir ederken hakikatin safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur’an’ın manalarını keşif ile tezahür eden Kur’an hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki o müfessir zat, her bir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa mâlik bir allâme ve hem gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun.

Üçüncüsü: Kur’an tefsirinin tam bir ihlasla telif edilmiş olması ki müellifin, Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir maddî manevî menfaati gaye edinmemesi ve bu ulvi haletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…

Dördüncüsü: Kur’an’ın en büyük mu’cizelerinden birisi de gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır.

İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur’an-ı Hakîm’in asrımıza bakan vechesinin keşfedilip avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslupla izah ve ispat edilmiş olması…

Beşincisi: Müfessirin, Kur’an ve iman hakikatlerini, cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması…

Altıncısı: Ders verdiği Kur’anî hakikatlerin hem aklı hem kalbi hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nâfiz ve müessir olması…

Yedincisi: Hakikatlerin derkine mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması…

Sekizincisi: Kur’an-ı Kerîm’i tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve a’zamî bir zühd ve takva ve a’zamî ihlas ve dine hizmetinde a’zamî sebat, a’zamî sıdk ve sadakat ve fedakârlığa, a’zamî iktisat ve kanaate mâlik olması şarttır.

Hülâsa olarak müfessirin, Kur’anî risaleleriyle, risalet-i Ahmediyenin (asm) a’zamî takva ve a’zamî ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velayet-i Ahmediyenin lemaatına mazhar olmuş hâdim-i Kur’an bir zat olması…

Dokuzuncusu: Müfessirin, Kur’anî ve şer’î meseleleri beyan ederken şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvvetiyle hakikati pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.

Hem idam planlarının tatbik edildiği ve bir tek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imha edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’anî esasatı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla, bir mürşid-i kâmil ve İslâm’ın bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur’an’ın muteber bir müfessir-i a’zamı olmuş olması lâzımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risalelerinde aynıyla mevcud olduğu, hakiki ve mütebahhir ulema-i İslâm’ın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiye’ce, Avrupa ve Amerika’ca malûm ve musaddaktır.

İşte arkadaşlar! Biz, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.

Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi: İmanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır. Umumî harpler beşere intibah vermiş, dünya hayatının fâniliğini ihtar etmiş ve bâki bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir davayı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için bir dava vekili bulmakta (Hâşiye[1]) çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:

Asrımızdan evvelki, İslâmiyet’in ilm-i kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’an-ı Hakîm’in dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler, kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, İslâmiyet’in birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.

Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, –Kur’an ve İslâmiyet’e ve imana taarruz– fen ve felsefeden geliyor. Bunun izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu; bulunanlardan ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Hem bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu malûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip beşeri, sırat-ı müstakime kavuşturmak, imanı kurtarabilmek ancak ve ancak Kur’an-ı Hakîm’in bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesiyle kabil olacaktır.

İşte Bedîüzzaman Said Nursî; Kur’an-ı Kerîm’deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur Risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şaheserdir kanaatine varılmıştır.

Ve yine Risale-i Nur’daki bu imtiyazdan dolayıdır ki bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihen ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle yirmi beş senedir devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nur’u okumuşlardır.

Hem Risale-i Nur, ihtiyaç zamanında telif edildiğinden, Türkiye ve İslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir.

Kıymetli kardeşlerim! Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken “Kim ne isterse sorsun.” diye hârikulâde bir ilanat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, Bedîüzzaman’ın hücresine kafile kafile gidip, her nevi ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkül en muğlak sualleri, Bedîüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.

Böyle had ve hududu tayin edilmeyen, yani “Şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun.” diye bir kayıt konulmadan ilanat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihatalı ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslâm dâhîsi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir. (asr-ı saadet müstesna.)

Hattâ o zamanlarda, Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde şarkın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın (Bedîüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, Bedîüzzaman Said Nursî’ye hitaben: مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ Yani “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

Yani Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatte idim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır.” demiştir. Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle ve şimdi Avrupa’da, Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

İşte büyük ulema-i İslâm ve meşayih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaate varmışlardır ki: Bedîüzzaman ne söylerse hakikattir. Bedîüzzaman’ın eserleri, sünuhat-ı kalbiye olup cumhur-u ulemanın tasdik ve takdirine mazhardır.

Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bedîüzzaman’ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’an-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehadet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmi bir zat, öyle misilsiz bir ilanatla, ulûm-u cedide de dâhil mütenevvi ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydandadır. İttifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için “Bedîüzzaman’ın cevap veremeyeceği bir sual yoktur.” diye allâmeler tarafından tasdik edilen ve Avrupa’nın bir kısım idraksiz ve garazkâr feylesoflarının, müteşabih âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadîslerin birer mu’cize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslâmiyet’e olan hücumları akîm bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, elbette dâhî bir müfessir-i Kur’an ve onun ilminin vehbî ve vâsi olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okunmaya lâyık hârika bir şaheser olduklarına şüphe edilemez.

Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalaletten muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فٖيمَا قَالَ yani “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir. Mesela, bir kumandanın bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.

İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî’ye karşı kalplerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından; buradaki bir kısım kardeşlerimiz; üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında malûmat verilmesini ısrar ile istediler.

Fakat Bedîüzzaman gibi bir zatın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basîretli ehl-i ilim olan ediblerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bedîüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.

Aziz kardeşlerim! Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâm’ın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inayet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur’un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizaç etmiştir:

1 – Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan hakikat-i İslâmiye…

2 – Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek…

3 – Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye…

Arkadaşlar! Şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: “Hakiki âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikati pervasızca söyleyen âlimlerdir.” İşte biz ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimat edebiliriz.

Asrımızda ise hayatındaki vakıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bedîüzzaman dinî mücahedesi ve Kur’an’a hizmetinde ve ubudiyetinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesine tam ittiba etmiş bir mücahiddir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesi’nde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmış. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen “cemaatle namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

Bedîüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus Harbi’nde, harp cephesinde, avcı hattında, Kur’an’ın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsirini telif etmiş. Ve bu eser-i azîm, âlem-i İslâm’da en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki Kur’an-ı Kerîm’in en ince nükte ve en derin meselelerini ve misilsiz i’caz ve hârikulâde yüksek belâgat ve fesahatini izhar ve ispat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini izhar ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mani olamamıştır.

Ezan-ı Muhammedînin (asm) yasak edildiği ve bid’atların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’atlara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek bid’atlara girmemişlerdir.

İman ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devri içinde, Bedîüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebitlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imanî eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm milletlerinin necat ve salahı için dualar etmiş, dergâh-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.

Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnet-i seniyesine tam iktida etmiştir.

Bedîüzzaman’ın bu hali de bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının planıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsizlikleri içinde bulunması dahi telifata noksanlık vermemiştir.

Sıddık-ı Ekber radıyallahu anh demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki ehl-i imana yer kalmasın.” Bedîüzzaman, bu gayet ulvi seciyenin bir lem’acığına mazhar olmak için “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.” diye fedakârlığın şâhikasına yükseldiği, Kur’an ve İslâmiyet’in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

Kur’an ve iman hizmeti için Bedîüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedit zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.

Bedîüzzaman Kur’an, iman, İslâmiyet hizmeti için dünyevî rahatlıklarını feda etmiş; dünyevî, şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisat ve kanaatle ömür geçirmiştir ve hâlen de böyle yaşamaktadır.

Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakıf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için kendini dünyadan tecrit ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bedîüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için her şeyden bu derece fedakârlık yapan fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi pâyesine yükselmiştir.

Bedîüzzaman’ın, Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakati, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdatları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi îka edememiştir.

Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garb’ın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatli feylesofları ve Şark’ın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’an’dan başka halâskâr ve hakiki rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlerde şüphesi olan olursa Üstad, âhirete teşrif etmeden bizzat şüphesini izale edebilir.

Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır. Basîretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır.” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi, Bedîüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’an’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.

Millî Müdafaa Vekaletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem bir âlim olan bir zatın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bedîüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: “Bedîüzzaman’ın nasıl bir zat olduğunu anlayabilmek için Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misal olarak yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bedîüzzaman, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse onları, selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete mâliktir.” Evet, Bedîüzzaman nadire-i hilkattir. Fakat yirmi beş senedir hem kendini hem talebelerini siyasetten men’etmiştir, dünyevî işlerle meşgul değildir.

Bedîüzzaman’ın Risale-i Nur’u telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetaneti, aklı, mantığı, zihni, hayali, hâfızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sürat-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hâsseleri, duyguları ve manevî letaifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine aşikâr bir delildir ki kendi ihtiyarıyla, keyfiyle değil, inayet-i İlahiye ile Kur’an’a hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basîretli ehl-i ilim ve ehl-i kalpçe musaddak ve müstahsendir.

Mısır’da fâzıl ulemadan, merhum Abdülaziz Çâviş, Bedîüzzaman’ın fatînü’l-asır olduğu ve müthiş bir fart-ı zekâya mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında makale neşretmiştir.

Büyük ve salabetli bir âlim olan Şeyhülislâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Risale-i Nur’a sahip çıkmış ve Camiü’l-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.

Risale-i Nur, İslâmiyet’in gayet keskin bir elmas kılıncıdır. Bu hakikatlere bir delil ise Bedîüzzaman’ın zalim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikati pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi, kendini feda ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikate, cansiperane hizmet etmesidir.

Bir müddeiumumî, iddianamesinde: “Bedîüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’an hakikatlerini beyan ve dine hizmete sarf ettiği kanaatine varılmıştır.” denilmektedir.

Din aleyhindeki eski hükûmetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında: “Bedîüzzaman Said-i Nursî’nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mani olamıyoruz.” demiştir.

Biz de deriz ki: Evet Said Nursî Hazretleri, emsali görülmemiş dinamik ve enerjik bir zattır. Bedîüzzaman’ın hârika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.

Said Nursî, bazen bir talebesine Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lütfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyakım var.”

Hem yine der ki: “Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’an’dan bulduğum bu devalarımı arzu edenler okuyabilir.” Evet, Bedîüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: “Ben derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım.”

Bedîüzzaman Said Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için insanlara riyakârlık, dalkavukluk yapar. Tasannukâr tavırlar takınır. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de.”

Üstad, şöhretten fiilen ve halen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlahî varmış gibi istimdadkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risale-i Nur gibi cihan-şümul bir esere hâdim olmuştur.

Bedîüzzaman küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğna etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse mukabilini verir; vermese dokunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imana hizmet için dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imaniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim.” der. Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

Bedîüzzaman Said Nursî; Kur’an, iman ve dine yaptığı hizmetinde, yirmi beş seneden beri mütemadî bir tarassud ve tecessüs, takibat ve tetkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rıza-yı İlahî için yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyet’e hizmet ettiği ve hizmet-i Kur’aniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddid mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkûr hakikatlere ve eserlerindeki hak ve hakikati gören hakperestlerin, Bedîüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikate mugayir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilan edilecek idi.

Nitekim bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbar, müstebit din düşmanlarının tahrikatıyla mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi; tahkikat ve muhakemede hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek beraet ettiği vakit sükût edilmesi; bu hakikatin aşikâr çok delillerinden bir tanesidir.

Bedîüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklal için can veren, fedai İslâm mücahidlerinin acılarıyla muzdarip olduğu, Kur’an ve İslâmiyet’e yapılan darbeler anında çok ızdıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratıyla, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.

Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi “Ey Millet-i İslâm’ın ebedî refah ve saadeti için dünyada rahatlık görmeyen müşfik üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdat ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir.” Evet, biz de bu kanaatteyiz.

Fakat o elîm acılar, Bedîüzzaman’ı aslâ yeise düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’an’a sarılmaktır.” demiş ve sarılmış. Kur’an’da bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.

Hunhar din düşmanlarının dünyevî satvet ve şevketleri, Bedîüzzaman’ı kat’iyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’an’a hizmettir. Galip etmek, mağlup etmek Cenab-ı Hakk’a aittir.” diye iman ederek bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki ona icra edilen müthiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.

Bedîüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temaşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur halindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri مَا شَاءَ اللّٰهُ بَارَكَ اللّٰهُ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ ve “Ne güzel yaratılmışlar.” diyerek ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her aza ve hâsseleri gibi gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

Üstad, hususi hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette numune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken baş kumandan da gelse silahını bırakmayacak. Ben Kur’an’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem.”

Hülâsa olarak arz ederiz ki: Bedîüzzaman, ihlas-ı tammeye mâlik, hârikulâde, hakiki bir müfessir-i Kur’an’dır. Hem ihlas-ı etemme vâsıl olmuş, kahraman ve yekta bir hâdim-i Kur’an’dır. Risale-i Nur’un müellifi olmak itibarıyla hem bir mütekellim-i a’zamdır hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir hem ilm-i mantığın yüksek, nazirsiz bir üstadıdır. Ta’likat namındaki telifatı, mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir hem Kur’an’la barışık müstakim felsefenin hakikat-perver bir feylesofudur hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci) hem daima hakikati terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.

Said Nursî, senelerden beri şiddetli bir istibdat ve takyidat altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsî kemalâtını setrettiği, gizlediği için mezkûr sıfatların her birisine muttali olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risale-i Nur’un hususiyetleri hakkındaki beyanatımız, hakikat-perver ve fazilet-perver bir kısım ulema-i hakikinin ve ehlullahın ittifak ve icma kuvvetindeki hükümleridir. Hem de bizim kat’î kanaatlerimizdir.

Bedîüzzaman’ın, mezkûr ilim ve sıfatlara mâlik olduğuna en muteber ve en birinci ve en hakiki delilimiz, Bedîüzzaman Said Nursî’dir. Kimin şüphesi varsa Risale-i Nur’u okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakaik-i uzmayı, bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşa ve ilan ediyoruz. Evet, bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.

Bedîüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesna birer eser yazabilirdi. Fakat o “Zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.” demiş ve bütün himmet ve mesaisini ve hayatını, ulûm-u imaniyenin telif ve neşrine hasretmiştir.

Evet, Hazret-i Üstad ulûm-u imaniyeyi neşretmekle, âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyeti hayattar ve ziyadar eylemiştir. Cenab-ı Hak, o büyük üstaddan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin, âmin âmin âmin!

Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet, Risale-i Nur kalplerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir. Risale-i Nur’un bir hususiyeti de Mektubat’ın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sahifesindeki şu bahistir: “Bazı Sözlerde, ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’an’dan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki mesela, bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, her bir yerde suyu buldukları gibi…

Aynen öyle de ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-vücud’un vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu her şeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza… Letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.

Eski hükema, ahkâm-ı şer’iyeden bazıları için: “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişemez.” demişler. Halbuki bu asırda akıl hükmediyor. Bedîüzzaman Said Nursî ise “Bütün ahkâm-ı şer’iye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım.” demiştir ve Risale-i Nur’da ispat etmiştir.

Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz; nazirsiz, cazip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bedîüzzaman zatına mahsus bir üsluba mâliktir. Onun üslubu, başka üsluplarla muvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için Bedîüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve inceliklere, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdeba meclisinde “Viktor Hügolar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.

Edib ve şairler, zeval ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ dünyaca meşhur Arap edibleri “Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi.” Manasında لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلٰى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا demişlerdir.

Bedîüzzaman ise “Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatte firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Azrail aleyhisselâm bugün gelse hoş geldin, safa geldin diye gülerek karşılayacağım.” diyor.

Bedîüzzaman, beşeri Risale-i Nur’la sefahet ve dalaletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takip etmiyor. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlup ediyor. Kalp ve ruhu hissiyata mağlup olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur’da muvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi cehennem azapları çektirdiğini ve iman ve İslâmiyet ve ibadette, bir cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini ispat ediyor.

Risale-i Nur; nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur; gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak tevazu ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar.

Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bedîüzzaman der ki: “İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur.”

Bu dinsizleri mağlup etmek için yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur risalelerini devam ve sebatla mütalaa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle, mektep malûmatları da maarif-i İlahiyeye inkılab eder.

Ey, bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki tahkikî iman dersleriyle, iman mertebelerinde terakki ve teali ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlerini iman ve İslâmiyet’in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’an ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’an’ın hizmetkârıyım.” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.

Evet, bu asra öyle bir Kur’an tefsiri lâzım ve elzemdir ki Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalp ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur’an yolunu göstersin. Sünnet-i seniyeye ve İslâmiyet’in şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye aleyhissalâtü vesselâm ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.

İşte Risale-i Nur’un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur’an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatin tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının planlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu talebelerin İslâmiyet’e hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâm’ın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nur’la iman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva içinde, Risale-i Nur’un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer numune-i imtisal olan, iman ve İslâmiyet fedaileridir.

İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor, böyle bir hâdîyi bekliyorduk. O ihlaslı Nur talebeleri ki “Cenab-ı Hak, Hafîz’dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır.” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bedîüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ “Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım.” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; güya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.

Afyon hâdisesinde, Bedîüzzaman hapiste iken muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için savcı kızmış. “Şimdi seni hapse atarım!” diye tehdit etmiş. O İslâm fedaisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin!” demiştir.

Yine Afyon Mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi “Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim?” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.

Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risaleleri var.” diye düşünerek hapishane müdürüne “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi.” der. Hesap ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

Hamiyet-i diniye meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim!

Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir malûmatı görürse diyeceklerdir ki: “Ne için böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kur’an’dan tereşşuh eden ve Kur’an-ı Hakîm’in malı olan Risale-i Nur’dadır. Ben bir hiçim.”

Üstadın şahsının mazhar ve âyine olduğu Kur’anî hakikatler ve Nurlar itibarıyla ve neşrettiği iman ve İslâmiyet dersleriyle, ihlas-ı tamme ile umumî ve küllî bir tarzda Kur’an’a ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mana-yı harfî ile şahsına ait kalmıyor. Kur’an ve İslâmiyet’e râcidir. Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da Bedîüzzaman’ın hâdimliğini yaptığı Kur’an ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna matuftur.

Zira hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi câmi’, o cihan-şümul Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.

İşte bu bedihî hakikati bilen, maskeli, gizli ve münafık iman ve İslâmiyet muarızları ve düşmanları, yarım asra yakındır, Bedîüzzaman’ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksatları; Risale-i Nur, rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, iman ve İslâmiyet inkişaf etmesin. Halbuki Said Nursî’ye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer numune olan yirmi beş sene içindeki hâdiseler meydandadır.

İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimi görünerek “İfrata gidiyorsunuz.” gibi birtakım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da bizler hakikati izhar tarzıyla müdafaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bedîüzzaman hakkında zalimane ve cebbarane haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken biz, Üstad ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini ilan ederek, o acib yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki Kur’an ve imanın hunhar ve müstebit zalim düşmanları; Kur’an ve İslâmiyet’i ve dini Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bedîüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de biz hak ve hakikati beyan ve ilan etmekte sükût edelim, susalım veya “Biraz susun!” gibi bir şeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım?

Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur’un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bedîüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilan edeceğiz.

Kıymetli kardeşlerim! İslâm tarihinde, altın sahifelerde mevkileri bulunan, büyük ve nazirsiz zatlar meydana gelmiştir. O misilsiz zatların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kabil-i kıyas olmayacak derecede emsalsizdir. O büyük İslâm müellifleri ve İslâm dâhîleri, herhangi bir hükûmetin, senelerce ağır bir esaret ve koyu bir istibdadı tahtında olmaksızın, Kur’an ve İslâmiyet’e hakkıyla ve hâlis bir surette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bedîüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnetine tam ittiba ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Bedîüzzaman gibi yüz otuz parça imanî eserlerini şiddetli bir istibdat, tazyikat ve takyidat altında, gizliden gizliye telif edebilmek hem kuvvetli bir takva ve ubudiyete sahip olmak ve hem de bunlarla beraber, harp cephesinde de fedai olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harp cephesinde, avcı hattında dahi fırsat buldukça Kur’an’ın en ince nüktelerini ve hârika i’cazını beyan eden bir Kur’an tefsiri telif etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücadelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasbedilerek, ücra bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassudlar ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp, Engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı altında, cani canavarların pek vahşi işkenceleri içinde سِرًّا تَنَوَّرَتْ sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihanın maddî manevî “Fatih”i olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara bâliğ olan bir câmiayı, inayet-i İlahî ile Kur’an-ı Hakîm’in cadde-i kübrasında selâmetle ilerletmek ve mü’minlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak; bu mezkûr hususiyetlerin manevî şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi Bedîüzzaman Said Nursî gibi tarihte hangi bir zata daha nasib olmuştur acaba?

Evet kardeşlerim! Risale-i Nur, öyle bir ziya-i hakikat, öyle bir bürhan-ı hak ve bir sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur’an ve iman hakikatlerini ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlahîdir ki yirmi beş seneden beri, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı gibi her bir tabaka-i insaniye, bu Nur’un âşığı, bu Nur’un pervanesi, bu Nur’un meclubu, bu Nur’un muhibbi olmuşlar; bu Nur’a koşmuşlar, bu Nur’un sinesine atılmışlar, bu Nur’dan meded istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kitle, bu Nur’la nurlanıp bu Nur’la kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim! Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübra olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, o kadar merak-âver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatleri ders veriyor ve mesaili ispat ediyor ki iman ve İslâmiyet’in kıtalar genişliğinde inkişaf ve fütuhatına medar oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalplere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalp hasıl etmiştir ki milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.

Aziz kardeşlerim! Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur planlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsi metotlar takip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesat ve tefrika tohumları saçmışlardır ki bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

Fakat o musibetler, Cenab-ı Hakk’ın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bedîüzzaman Said Nursî gibi ihlas-ı tammı kazanmış olan bir zat vasıtasıyla, rahmet-i İlahî ile mededres ve şifa-resan ve cihan-pesend ve cihan-şümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için hakiki iman derslerini almak ve Allah’a iltica ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; o musibetlerin ihtar ettiğini, idrak ettirmiştir. Zaten insanların, mü’minlerin başına gelen bela ve musibetlerin hikmeti budur.

Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahu Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.

İşte Risale-i Nur müellifi Bedîüzzaman Said Nursî, öyle bir mücahid-i İslâm’dır ki ve telifatı Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habîs faaliyetlerini akamete düçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını paramparça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslâmî ve imanî fütuhatı, perde altında, kalpten kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.

Evet Risale-i Nur, o tahribatı Kur’an’ın elmas hakikatleriyle ve Kur’an-ı Kerîm’deki en kısa ve en müstakim bir tarîkle tamir ve o yaraları, Kur’an-ı Hakîm’in eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir. Hem masum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebit uşaklarını, hâk ile yeksan edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlup eden ve edecek yegâne çarenin Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basîretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-i kat’iye ile müttefiktirler.

Evet tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek, anlaşılıyor ki Risale-i Nur, Kur’an’ın emsalsiz bir tefsiridir.

Evet Bedîüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.

Şimdi Risale-i Nur Külliyatı’ndan iman, Kur’an ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arz edeyim ki: Üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazen okuyuvermek nimetini bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalp ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz büyük bir kazançtır.”

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa onu getirtip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur’u cemaate okurken tafsilata girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkinde bir perde olabilir. Bunun için bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hülâsaten deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır. Bir mesele-i imaniye ve Kur’aniye umuma ders verilirken mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.

Ey Üstadımız Efendimiz! Umum kadirşinas insanlar Risale-i Nur’u ve sizi ebediyen tebcil ve tekrim edeceklerdir. Tahkikî iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihan-baha ve cihan-değer bir kıymette olan Risale-i Nur’u bütün ruh-u canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu tazim ve bu hürmet; nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.

Evet, Risale-i Nur’daki hakaik-i Kur’aniye öyle bir kuvvettir ki bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri târumar olacak; inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bâki kalanlar, iman ve Kur’an nuruyla felâh ve necat bulacaklardır.

Evet dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak; demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur’aniye dünyayı nur ve saadete gark edecek. Bu Kur’an, imanların kurtuluşunda, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Üstadımız, umum Nur talebeleri kardeşlerimizin ve âhiret hemşirelerimizin mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder ve emsal-i kesîresine saadetler içinde nâiliyetlerinize dua eder ve dualarınızı bekler, bu vesile ile biz de selâm ve tebriklerimizi arz ederiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz

Nazif, Tahirî, Sungur, Ceylan, Ziya, Bayram, Zübeyr

***

(Bu bayram tebriği münasebetiyle, Üstadımızın altmış seneden beri tesisine çalıştığı ve şimdiki para ile yedi milyon kadar olan tahsisatını altmış milyona çıkarıp Avrupa ve Amerika ile meşverette medar-ı nazarları olmuş Medresetü’z-Zehra namında Şark Dârülfünununa dair Reisicumhura yazdığı mektubunu okuyan Camiü’l-Ezherin hamiyetli talebeleri, bu münasebetle bir hadîs-i şerifin medar-ı evham olmuş manasını hasta olan Üstadımızdan soruyorlar.

Üstadımız çok hasta olmasından biz, onun bedeline bu kurban bayramı tebriğine bir ilâve olarak o cüz’î meseleyi küllî umumî iki büyük medresenin talebelerinin bir nevi müzakerelerine medar olmak, yani maddî âlem-i İslâm’ın büyük medresesi olan Camiü’l-Ezherin talebelerine altı yedi vilayet kadar geniş manevî Medresetü’z-Zehranın biz talebeleri o büyük ağabeylerimize ve üstadımız hükmünde olan Camiü’l-Ezhere yazdığımız bu bayram tebriğine o parçayı da ilâve ettik.)

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Risale-i Nur, İslâmiyet aleyhinde bin seneden beri teraküm etmiş bütün itiraz ve şüphelere topyekûn iskât edici cevaplar veren ve mana-yı zahirîsi şimdiki fenne mutabık gelmeyen müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i’cazın lem’alarını göstererek vaki şüphe ve evhamları tard eden Kur’an’ın elinde bir elmas kılınçtır.

Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek İmam Hatip ve Hâfız Mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde bir şüphe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyet-i kerîmesine ilişerek inkâr etmek istemiş. “Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor.” demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un “İşaratü’l-İ’caz” Arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terk ederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.

Bu kabîlden umum âlem-i İslâm’ın bir mübarek medresesi olan Camiü’l-Ezherin kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadîs hakkında şüphe vererek onları, aklı istimal etmeyerek naklen kabul ettirmek, İslâmiyet’in de sair dinler misillü akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Camiü’l-Ezherde de vaki olabilir diye hatırımıza geldi.

İslâmiyet akıl dinidir. Kur’an-ı Hakîm’in pek çok yerlerinde (اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ) (اَفَلَا تَذَكَّرُونَ) (اَفَلَا يَعْقِلُونَ) âyetleriyle akla havale ediyor. Kur’an-ı Hakîm’in ve keza tercüman-ı zîşanı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hadîslerinin hiçbirisi yoktur ki akl-ı selim ile mütalaa edildiği vakitte akıl, onu kabul etmemiş olsun. Belki akıl, hikmeti anladığı vakit hayretinden secde ediyor. Risale-i Nur’da makaleleri neşredilen kırk altı meşhur feylesoflar tasdik etmişler ki: “Kur’an, aklî ve mantıkî bir dini ders veriyor.”

Evet kardeşlerimiz! Kuran-ı Hakîm, şems gibi kendi kendini gösteriyor; kendi kendini müdafaa ediyor. Mütekellim-i Ezelî, her asırda zamanın ihtiyacına göre Kur’an’ın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vaki şüphe ve itirazları def’ ve tard ederek Kur’an-ı Hakîm’e gelen şübehatı izale eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risale-i Nur’dur.

Risale-i Nur, ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyât-ı Kur’aniye ve ehadîs-i Nebeviye ve evliyaullahın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara cevap vermiştir. O derecede onların hakikatini izhar etmiştir ki muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda, belâgatı ve i’caz lem’alarını ispat ediyor. Âyât-ı Kur’aniyenin hattâ bazen bir harfinde veya bir sükûnunda i’caz-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’nin başında demiş:

“Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.

Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”

Kur’an-ı Hakîm ve ehadîs-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mana-yı hakikilerinin beyanından başka; Risale-i Nur’un iman-ı billaha dair çok mühim bir risalesi olan Âyetü’l-Kübra Risalesi’nin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir meselede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehassıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu ve iki ehl-i ispatın, binler nâfîlerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu ispat ederek diyor ki:

1- “Umumî meselelerde ispata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek azdır. Mesela, ramazan-ı şerifin başında hilâli görmek hususunda iki âmî şahit ispat etseler ve binler eşraf ve âlimler görmedik deyip nefyetseler nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur.”

2- “Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve sanatkâr da olsalar sözleri o meselede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz ve o fennin icma-ı ulemasına dâhil sayılmaz. Mesela, büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”

Buna dair Risale-i Nur’dan Hikmetü’l-İstiaze Risalesi’nde şöyle denilmiştir:

Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delail-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfîlere racih olur.

Bu hakikate bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları açık olsa bir iki tanesi kapansa saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye, o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, bir kapıyı açıyor. Bir tek kapı açılırsa sair kapıların anahtarları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.

Diğer mühim bir mesele de: Müteşabihat ve kinaiyat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin zahir manalarının hakikate muhalif görünmesinden bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu meseleye her müşkülatı halleden ve her suale cevap veren Risale-i Nur, gayet mukni ve kat’î cevaplar vermiştir. Yirmi Dördüncü Söz Risalesi’nin Üçüncü Dal’ında, müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyeye gelen evham ve şüphelere karşı “on iki asıl ve esaslar” yazılmış. Her şeyden evvel, şüpheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar.

Kur’an-ı Hakîm, on dört asırda bütün beşeriyeti

وَاِنْ كُنْتُمْ فٖى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهٖ

âyetiyle muarazaya davet edip meydan okuduğu halde; ne dost ne düşman hiç kimsenin, en küçük bir surenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalarıyla ve “mukabele-i bi’l-hurufu bırakıp mukabele-i bi’s-süyufa mecbur olmalarıyla” kat’î sabit olan belâgatının muktezası olarak, akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaiki, onların fehimlerine müraat ederek teşbihat ve temsilat ile beyan etmiştir; tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Mesela, Hâlık-ı Zülcelal’in koca kâinatı idare ve tedbirini عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى âyetiyle bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünkü akıl ve hayal, mücerred olarak bunu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lufu olmadığı manaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur’an-ı Hakîm; nimetiyet ciheti, maddesinden kıymettar olan eşyayı zikrederken beşerin enzarını Mün’im-i Hakiki’ye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Mesela

وَاَنْزَلْنَا الْحَدٖيدَ فٖيهِ بَاْسٌ شَدٖيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyet-i kerîmesi, demirin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. “Demir yerden çıkıyor اَخْرَجْنَا demeli idi.” demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünkü yalnız demirin zatını nazara vermiyor ki اَخْرَجْنَا desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise yukarı ve manen yüksek mertebelerdedir. Elbette nimet, yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi, aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için nimetin rahmetten beşerin ihtiyacına imdat için gelmesinin hak tabiri “inzal”dir “ihraç” değildir. İlâ âhir diyor.

Aynen bu âyet gibi dört nehrin cennetten geldiğine dair olan hadîs-i şerif dahi mana-yı zahirîsi değil, mana-yı maksudu murad ederek o dört nehrin tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp Mısır’ın kumistanını cennete çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlahiyeye işaret için “Cennetten geliyor.” denmiş.

Bu nevi âyet ve hadîslerde mana-yı zahire bakılmaz. Mana-yı maksud doğru olsa kelâm sadıktır.

Mesela, elsine-i Arap’ta kesretle müsta’mel olan durub-u emsallerden كَثٖيرُ الرَّمَادِ “külü çok” ve طَوٖيلُ النَّجَادِ “kılınç bendi uzun” gibi darb-ı meseller, birincisi sehavete, ikincisi uzun boylu olmaya delâlet etmekle; sehavetli ve boyu uzun olmak şartıyla zahiren külü ve kılıncı olmasa da kelâm haktır ve sadıktır; tekzip edilemez.

Risale-i Nur’un, hakkında cennetten geldiğine dair hadîs olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en beliği ve en fasihi ve مَا زَاغَ الْبَصَرُ ve تَنَامُ عَيْنٖى وَلَا يَنَامُ قَلْبٖى hakikatlerine mazhar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hadîs-i şerifleri hakkında Risale-i Nur’un “Zülfikar, Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye” namında ehl-i ilme pek çok lâzım olan ve Peygamberimize ait üç yüzden fazla kat’î mu’cizat ile Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını ve haşri ispat eden büyük bir mecmuanın “Mu’cizat-ı Ahmediye “ kısmında beyan edilen bir hususu dercedelim:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder. Hem resuldür, risalet itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahiy, iki kısımdır:

Biri, vahy-i sarîhîdir ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi…

İkinci kısım: Vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder fakat tafsilatı ve tasviratı, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvire, Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm bazen yine ilhama veya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilat ve tasvirat, ya vazife-i risalet noktasından ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder.

İşte her hadîste bütün tafsilatına vahy-i mahz nazarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelatında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkülata bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü bazı hakikatler var ki temsil ile fehme takrib edilir.

Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki: “Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp cehenneme gitti. “ Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

Cennetten geldiği hadîs-i şerifte bildirilen dört nehre dair gelecek cevap ise yine “Zülfikar” mecmuasında Mu’cizat-ı Kur’aniye zeyllerinden Yirminci Söz’ün Birinci Makamı’ndadır. Aynen yazıyoruz:

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْاَنْهَارُ

Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârika-nüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir manayı müteyakkız kalplere veriyor ki:

Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına, muvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarife karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki şu enharın nebeanları âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor.

İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin her birisine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiştir ki: “Şu üç nehrin menbaları, cennettendir.” Şu rivayetin hakikati şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybdan gelir ki masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder, ilâ âhir…

Manası tam bilinmeyen veya mana-yı zahirîsi hakikate mutabık görünmeyen hadîs-i şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur’an-ı Hakîm’in evham kabul etmeyen kalesine de gideceğinden, münafıkların medar-ı bahis ettikleri âyât hakkında Risale-i Nur’un verdiği kat’î cevapların bir iki misalini zikrediyoruz:

Evvela: Kur’an-ı Hakîm kâinata mana-yı harfiyle bakıyor. Felsefe ise mana-yı ismiyle bakıyor. Kur’an-ı Hakîm eşyayı mahiyet-i zatiyesinden değil, Sâni’e delil olduğu cihetten nazara alıp mütalaa ediyor.

Mesela وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvel emirde maksad-ı Kur’an, Sâni’in azamet ve kudretine delâlet için kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu âyetle o intizama delâlet ederek, gece gündüzdeki tasarrufat-ı İlahiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki medar-ı tekzip olsun. Halbuki لِمُسْتَقَرٍّ deki ل bir mu’cizedir ki güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor:

Birincisi: Güneşin zahir nazardaki cereyanıdır. Kur’an’ın birinci saftaki muhatapları avam olduğundan avam ise küre-i arzın cereyanını değil, güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları hakaik-i Kur’aniyeyi inkâra sürüklememek için güneşin zahirî cereyanını zikreder.

İkincisi: Havassa mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir kanun-u İlahî olan cazibeyi ihtar ederek seyyaratın ve arzın hareketlerinin medarı da güneş olduğunu gösterir. Demek güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği manasındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle güneşin zahirî cereyanını hakikatli ve doğru yapar.

Üçüncüsü: Güneşin manzumesiyle beraber Şems-i Şümus’a doğru hareketine işaret eder.

Hem belâgatta vardır ki bir kelâmda mana-yı zahirî ya gayet bedihî olmasından malûmu i’lamın faydasız ve manasız olması cihetiyle veya mana muhal olmasından karinedir ki: Murad, mana-yı zahirî değildir, başka bir manadır.

Mesela, Sure-i Ankebut’ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

âyet-i kerîmesinde لَوْ -i farazî ile “En zayıf ev, örümceğin evi olduğunu –faraza– Kureyş müşrikleri bilse idiler.” diyor. En zayıf ev, örümceğin evi olduğu herkesçe malûm ve zahirdir. Öyle ise Kur’an-ı Hakîm, bu لَوْ -i farazî ile başka bir manaya delâlet ediyor. İşte o mana da Risale-i Nur’un keşfiyle لَوْ -i farazînin iki cihetle mu’cize oluşudur:

Birincisi: Bu âyet, Mekke’de nâzil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gār-ı Hira’daki hâdiseyi haber veriyor.

İkincisi: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (ra) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gār-ı Hira’nın kapısında iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki örümcek, zayıf ağı ile rüesa-i Kureyş’e galebe etmiştir. Âyet diyor ki: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını o müşrikler faraza bilseler bu cinayete ve bu sû-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi.”

Daha fazla tafsilatı Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye’de bulacağınız gibi ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve ehadîsin tabakalarını tam vuzuh ile Risale-i Nur Külliyatı’ndan büyük bir mecmua olan “Sözler” mecmuasındaki Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ı beyan ediyor.

Hem mesela “Dünyanın, Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi kâfirler, bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” Mealindeki

لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ

hadîs-i şerifin hakikati şudur ki: عِنْدَ اللّٰهِ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadı ile muvazene değil belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye muvazeneye gelmediği demektir.

Hem dünyanın iki yüzü var belki üç yüzü var:

Biri: Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir.

Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır.

Diğeri: Fenaya, ademe bakar; bildiğimiz marzî-i İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır.

Demek, esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil belki âhirete zıt ve bütün hatîatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünya-perestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.

İşte en doğru ve ciddi şu hakikat nerede? İnsafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede? O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede?

Risale-i Nur’da beyan edildiği gibi mecaz ve teşbihler, mürur-u zamanla hakikate inkılab eder.

Mesela, Sevr ve Hut (hamele-i arş melaikeler gibi) küre-i arza nezaret eden iki melaikenin ismidir. Küre-i arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak, arza nezaret eden o iki melaikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.

İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şüphelerini zikretmeden öyle bir tarzda hakikati beyan ediyor ki şüpheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali kalmaz. Bir kısım ulema-i mütekellimîn gibi muarızın şüphesini zikrettikten sonra cevap vermek zararlı oluyor. Şüpheler zihinlerde iz bırakıyor. Ne kadar kat’î cevap da verilse nefis ve şeytan o izlerden istifade etmesi cihetiyle Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden kat’î cevap verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki risale, şeytanın bazı şüphelerini yazmış fakat o derece kat’î reddetmiş ki şeytan olmasa idi Müslüman olacaktı.

Hattâ Mu’cizat-ı Kur’aniye’de zikredilen ve her biri birer lem’a-i i’caz gösteren yüzer âyât, medar-ı itiraz olmuş âyetlerdir. Halbuki onları okuyanlarda değil şüphe, hiçbir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.

Mesela فَالْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle Musa aleyhisselâma karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavun’un bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünkü Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhret-perestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavun’un o zahirî ve makbul olmayan imanına mükâfat vermekle beraber, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu âyetin bir mu’cizesi olarak, o gark olan Firavun’un cesedi aynen bulunmuş, şimdi Londra’da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar…

Aziz kardeşlerimiz!

Risale-i Nur’un bu husustaki cevaplarının bir kısmının hülâsası burada bitti.

Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve esasatını hâvi olan Arabî Mesnevî-i Nuriye, üç yüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha Medresetü’z-Zehranın büyük kardeşi olan Camiü’l-Ezhere bir hediyesi olarak gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bazı münafıkların iliştikleri bu nevi hakaike tam cevabı Arabî Mesnevî-i Nuriye’de ve sizin kütüphanenizde mevcud bulunan Risale-i Nur’un diğer cüzlerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile Risale-i Nur’un umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risalesi’ni de size gönderiyoruz.

Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm ederek hizmet-i diniye ve imaniyede ihlasla muvaffakıyetinize dua eder, dualarınızı bekleriz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Medresetü’z-Zehra Şakirdlerinden

Nazif, Tahirî, Ceylan, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur hakkında yazılan bu hakikatli ve uzun mektubu yazan merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehit merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi: “Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak!” dediğini tasdiken üstadına bedel şehit olup şehit kardeşi büyük Hâfız Ali’nin yanına gitmiş. Bu zat-ı zülcenaheyn, ehl-i kalp ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nur’u elde edip gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemalâtını çekinmeyerek ruh u canıyla herkese ilan etmiştir.

Cenab-ı Hak, Risale-i Nur’un her bir harfine mukabil onun ruhuna ve âlem-i berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin, âmin âmin âmin!

Said Nursî

(Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi, neşrine lüzum görülmedi.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ

âyeti on vecihle Risale-i Nur’a işaret ettiği için biz dahi onu şöyle tarif ediyoruz:

Ey Risale-i Nur! Senin Kur’an-ı Kerîm’in nurlarından ve mu’cizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir benzeri görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor.

Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi sen dahi birçok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu’cize-i Kur’an olduğunu ispat ediyor.

Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser ne tatlı bir kevsersin.

Bu halin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’an’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.

Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur’an-ı Kerîm’in nâzil olmaya başlamasıyla, Kur’an nuru karşısında üdeba ve büleganın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz.

İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam on dört asır sonra, senin gibi ulvi ve İlahî ve arşî bir Nur’un, tekrar ve yeniden, bâhusus bu son asırda hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık yâ Rabbî!

Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garp dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlana Câmî ve Mevlana Celaleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp “Bârekellah, zehî saadet sana ey Risale-i Nur, hepimize baş tacı oldun!” diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlukatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar.

Hattâ çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi senin bu Sözlerin ve Nur’un okunurken pervane gibi etrafında dolaşıp sana olan incizablarını ve nurundan ve sözlerinden ferahnâk ve zevkyâb olduklarını, başlarını başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri, ne kadar garibdir. Ezcümle, Sava’da iki çekirge ve Emirdağı’nda iki güvercin ve iki kuş, İnebolu’da iki acib kuş, Isparta ve Sava’da bülbül ve hüdhüd bu kerameti gösterdiler.

Diyar-ı İslâm’ın mescid ve mabedlerinde, minber ve kürsülerinde dahi senin gibi bir eser-i mübarek yakın bir zamanda kemal-i tefahur ve tehacümle okunması ümit edilebilir.

Senin bürhanlarındaki kuvvet ve kanaat ve asalet ve cezaletin, insanın irade ve ihtiyarını alıp teshir ediyor. Herkesi kendine çekip râm ediyor.

Hele o güzel teşbih ve tabirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir naziri bir daha getirilemez.

Kur’an-ı Arabî’den Türkçe Sözler’e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalplerde senin bir numune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb u güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın.

Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve bu kelimat ve teşbihatın arş-ı a’zamdan inen Kur’an-ı Hakîm’in delil, hüccet ve bürhanları olduğu muhakkaktır. Çünkü kederleri gidererek insana neşe ve neşat veriyor. Okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî safileşiyor hem duruluyor.

Sanki senin bütün hakikatlerin, evvela Rabbanî ve Rahmanî fabrikaların ulvi ve Samedanî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlahî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gül yağı fabrikasına verilmiş, orada yedi defa gül yağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın.

Bütün mesele ve maddelerin hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin şimdiye kadar yazılan ihtilaflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı enama arz eylemiştir.

Şimdi bir nida-yı nurani ile hitap ederek “Artık ihtilaf yok, ittihat var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir. Canlılar ve cazipler asrı geliyor. Susunuz, dinleyiniz! Şimdi Nur devridir ve Nur hâkimdir. Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları, Kur’an’dan aldığım nurumla reyyan edeceğim.” diyor; herkesi imana, her ferdi Allah’a çağırıyorsun.

Ey Nur-u Kur’an! Âhir zamanda bir kere daha katmerleşerek ve sümbüllenerek, âfak-ı cihanı Kur’an’ın hakikatiyle tenvir ve tezyin ediyorsun. Şimdiye kadar dünyanın yarısını ışıklandıran ey İslâmiyet güneşi! Bugün de bütün zemin sükkânını cehil ve dalalet ve şirk ve şakavetleri nur-u hidayet ve emn ü emniyet ve selâmete davet ediyorsun. Bu davetin sana kutlu olsun.

Denâet ve enaniyet ve şeytanet gayyasında boğulmak üzere çırpınan bedbahtlara ışıklar serp, nurlar ve sürurlar ver. Putlarını kendi elleriyle yapıp tapanlara, nursuz ve uğursuz dalalet deresinde batanlara, zâil ve fânileri gönlüne put yapanlara, nefs-i emmare ve heva ve hevesatıyla uğraşırken kurban düşenlere, hakiki hak yolunu açıp hedeflerini göster ve kurtar. Karanlık gecelerde uyumayıp ağlayan ve “Aman yâ Rabbî nur ver!” diye feryat eden, âşık ve sadıkların ızdırap ve imdadına koş. Onlara ümit ve teselli ve neşe ve nur ver. Kör ve sağır, mağlup ve meftun olan ehl-i tabiat ve şirki medrese-i nur-u imana ve Hâlık-ı arz ve semavat olan Hazret-i Rahman-ı Rahîm’e çağır.

Evet, lisan-ı nurunla “Gel ey tabiatçı, ey felsefeci, o derin bataklıktan çık, gözünü aç, nuruma bak. Sana tabiat ve felsefenin hakikatini öğreteyim. İlim ve fenlerin asıl ve esası bendedir. Beni güzel okur, güzel dinlersen, bendeki nurani merdivenle bir saraya erişir ve bir sultana kavuşursun. Asıl ilm-i a’zam ve esas fıkh-ı ekber bendedir. Sen tabiat ve felsefeyi benden öğren. Ulûm-u evvelîn ve âhirîn hep bendedir. Ben kimsenin malı ve kimsenin kāli değilim ve hiçbir kitaptan alınmadım ve hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbanî ve Kur’anî’yim, öyle kuru kavak değilim. Şevkli ve şaşaalı ve nuraniyim. Bir Hayy-ı Lâyemut’un eserinden fışkıran, lâyemut, sanatlı ve kerametli bir nurum. Cansızlara can ve canlılara taze can üflüyorum. Ben dertlere derman ve âlemlere rahmet-i Rahman’ım. İnat ve ısrarını bırak, beni oku ve beni dinle. Karanlığa ve hiçliğe giden hesapsız ve hedefsiz yolundan seni kurtarıp koskocaman bir saadet ve sermediyet âlemi kazandırayım.” diye nida ediyorsun.

Âh! Sen ne mübarek ve nasıl bir eser-i ziba ve yektasın ki okuyanı ağlatıp ağlayanı güldürüyor, ölüyü diriltip, eneden geçirip مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا ya götürüyorsun. Büyük bir aşk ve alâka ile kendini dinletip gönülleri cezbelendiriyor ve ruhları vecde getiriyorsun. Sen çok feyizli, hikmetli ve rahmetli bir hak kitabısın. Sana hakiki talebe olanlar neden nefis ve mallarını derhal Allah’a satıyorlar?

Sana bir ayıp ve naks isnad ve iftira edenler, gözleri kamaştırıcı nuruna bakmaya tâkat getiremeyen kör veya hasta gözlü alîl ve sefillerdir. Sana leke sürmek isteyen deli ve denîlerin cürüm ve cinayetle lekedar olduğu apaçık görülmektedir. Ehl-i fazl ve kemal seni tam ve kâmil görür. Seni şaibe-i ayb ve kusurdan tenzih eder.

Sen en sadık ve en mahir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalp ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup ruhî ve manevî dertlere düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor ve en kısa bir zamanda zavallıları kurtarıyorsun.

Sen en hikmetli ve tılsımlı, nazlı ve niyazlı, manidar ve münif ve müessir ve müsmir, matlub ve mahbub bir vird olmaya lâyık ve sezasın. Seni sevip yazanlara ve okuyup kafasına katanlara, sen rahmetler ve bereketler saçıp hârika kerametler gösteriyorsun. Ve bazen has ve hâlis talebelerini, evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hasmına karşı da çok amansız davranıp icabında onları susturuyor, vakit vakit kâh hususi ve kâh umumî tokat ve silleler vuruyorsun.

Sana ilişildiği zaman anâsır hiddet ederek bazen yeller ve seller halinde ve bazen yıldırımlar ve şimşekler şeklinde ve bazen şiddetli yangın ve zelzeleler suretinde tokatlar vurduğundan sen koşup geldiğinde mecruh ve mevtaları, şehit ve yezid diye iki sınıfa ayırıyorsun.

Âh! Senin ne kadar vâzıh bürhanların ve kuvvetli hüccetlerin, ne yaman delillerin ve düsturların var. Sen ne kadar müzeyyen ve ne kadar mücehhez ve ne kadar mükemmelsin.

Ey Nur! En kavî ve en muannid hasmın, senin gözüne sivrisinek kadar da görünmüyor. Sen ehl-i vukufların ellerine ve önlerine aman dilemek ve meded istemek için değil belki kendilerine zamanın en yüksek ehl-i ilmi süsünü verenlere kuvvet ve kudret, şevket ve azametini ve ebedî nurunu gösterip onları susturmak, onları zebun ve mağlup ve rüşdünü ispat etmek ve hakk-ı hayatını onlara da tasdik ettirmek için çıkmıştın. Nihayet gözler dolduran nuruna dayanamayarak asâ-yı inkâr ve itirazlarını kırıp yerlere fırlatarak sana teslim ve tabi oldular.

Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim ve bir cani ve bir maznun sıfatıyla değil belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştiler. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini gayet parlak ve şaşaalı bir surette göstererek onları da iman ve Kur’an suyuyla yıkadın. Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin.

Hele sen o âşık ve sadık talebelerini, bir kafile-i melaike gibi saf saf edip ve hepsinin başına Hazret-i Üstadı bir başkumandan tayin ederek “İzn-i İlahî ile yürü ey kafile-i Nur!” diye kumanda ettiğin vakit, o satvetli ve şevketli nur-u iman ordusunun kemal-i sükûn ve vakar ile yollardan geçişini her sınıf halktan yüzlerce kişi seyredip selâmlıyor, ruh u canıyla o nurani alayı tebrik ve tebcil ediyordu. Bu manzara-i münevvereyi körler bile görmüş, sağırlar bile işitmiş, kalpsizler bile ağlamıştı.

Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar “Ey Nur-u Kur’an bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmaya ve sana varmaya bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen her yere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi meyus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-u pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nâsiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-u imanınla yıka ve temizle, şerbet-i safi ve kevser-i bâkiden ve âb-ı hayat-ı ebedî ve Ahmedî’den kana kana bize de içir!” diye vuku bulan müracaat-ı maneviye ve mühimmedir.

Evet, Denizli hapsinde hakikat böyle tecelli etti. Oralarda açtığın mekteb-i ilm-i irfan ve medrese-i Hazret-i Kur’an’da, orada ve ondan intibaha gelen hapislerde bugün yüzlerce talebe okuyup tenevvür ve tekemmül etmekte ve hepsi de âlem-i insaniyet ve medeniyete yarar birer uzv-u nâfi’ halini almakta, kumarhaneler kapanıp nurhaneye dönmektedir. Asayiş ve inzibata ne büyük yardım…

Kalben ve ruhen terakki ve teali ederek indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş, velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve safi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehit yatırmak ve başlarına bekçi dikmekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin.

Senin Sözlerin esna-yı takrir ve tahririnde, kalemin kâğıt üzerinde gayr-ı ihtiyarî yürüyüp seri bir surette ve hiç müsveddesiz ve galatsız, hata ve noksansız yazması ve birkaç saat gibi kısa bir zamanda risale ve kitaplar meydana gelmesi ve bazen tercümanın hastalık ve rahatsızlığına rastlamasına rağmen, tam ve doğru ve dürüst olarak nihayete ermesi, kat’î delildir ki bir eser-i zekâ ve dirayet değil belki Kur’anî bir hârika ve keramettir.

Bu kadar sıkı ve saklı olduğun halde yine bir seyr-i seri ile her tarafa yayılıp yazılmaklığın, kadın ve erkek herkes tarafından telaş ve heyecanla bir panzehir ve bir tiryak gibi hüsn-ü kabule mazhariyetin ve sönsün diye üflenirken sönmeyip bilakis yanıp artan şiddetin, küfr-ü mutlaka ve zındıkaya karşı tek başına merdane ve şahane heybet ve savletin ve nihayet neticede zafer ve galibiyetin, yalnız küre-i arzda değil belki âlem-i melaikede dahi alkışlarla karşılandığı şüphesizdir.

Şimdiye kadar karanlıklarda kalan ve meçhullere karışan fakat zihinleri tahrik ve tahriş etmekten hâlî kalmayan birçok muammaları nurunla aydınlatıp açıkladın ve bizi yollarda yorulup kalmaktan korudun ve kurtardın. Zeminin yedi sene bu dehşetli hengâmında, bu temiz milletin ve bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir halde durması ve bütün İslâm diyarının da keza her taarruzdan masûn kalması da bir avn-i İlahî ve imdad-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâm ve bu nur-u Kur’anî ile olduğu şüphesizdir.

Bu vaziyet-i elîme ve zelile karşısında baştan başa yıkılıp harap olan Hristiyanlık âlemi acaba şimdi ne yapacak? Evet, küfür ve ilhad ya batacak veyahut kendisini ehl-i İslâm’ın ufkunda doğup parlayan Kur’an’a atacak, değil mi?

Sen dergâh-ı ehadiyete ve bârgâh-ı mecd-i uluhiyete giden ve tâ zirve-i kemal olan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى ya dayanan en kısa ve en kestirme ve en doğru yolu açıp gösterdin. Açtığın bu yeni ve yakın yolda, sırat-ı müstakim olan bu evliya ve asfiya caddesinde yol almaya çalışan hasta ve bîçare, ihtiyar, ma’lul ve masum, garib ve bîkes, dul ve yoksullar şimdi hep şifahane-i feyz-i hikmetinde muayene ve tedavi olup lâyık oldukları mevki ve hâmiyi bulurlar. Körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil veriyor. Dertlilere derman, imansızlara iman sunuyorsun.

Kıyl u kāl ile mâlî ve hak ve hakikatten hâlî olan âsâr-ı muhtelifeyi tetkik ve mütalaa ede ede yorulup usanmış ve hâlâ aradığını bulamamış olan ve şimdi Hak’tan bir nur, bir huzur isteyen kimselere müjdeler verip Nur’a çağırıyorsun. “Ben bütün bilgilerin kaynağı ve bütün fenlerin kaymağıyım. Ve her şeyin zübde ve hülâsası ve gönül şehrinin cilâsıyım.” diyorsun.

Avrupa ve Amerika’nın en yüksek fen ve felsefe mekteplerinde yıllarca okuyup ikmal-i tahsil etmiş olan zekâlı ve akıllı fen ve felsefe mütehassıslarına hakiki ve istifadeli ders vererek, madde ve zerrelerin hakikat ve mahiyetlerini anlatıyor; şuursuz ve idraksiz olan bu basit şeylerden zîhayat ve sahib-i idrak koskoca âlem ve dünyanın nasıl doğduğunu ve nasıl olduğunu gösterip onların idraksiz ve basîretsiz başlarına çarpıyor ve her birini hayretlere düşürüyorsun. Ve bu hakikatleri en ümmi ve âmî bir çocuk ve ihtiyar ve hiç mektep ve medrese görmemiş talebelerine de kolayca bildiriyorsun.

Hele bir dest-i gaybî tarafından basit bir maddenin, kemal-i intizam ve itina ile çalıştırılarak bir tek şeyden birçok şeyler yapabilmesi gibi hakiki tabir-i vecizelerin gönüllere ferahlık ve inşirahla beraber denizler dolusu malûmat veriyor.

Bu vuzuh ve vüs’at ve bu güneş gibi parlak deliller ve sarahat ve işaretler hep senin eser-i keramet-i ilmiye ve nuriyendir. Bütün eller ve dillerde kemal-i iştiha ve iştiyakla dinlenip okunacak ve yazılıp yayılacak en tatlı ve en halâvetli en cazibedar ve en revnaktar yegâne eser-i metin ve nur-u mübin ancak sensin.

Mekteplerin medreseye ve medreselerin tekkelere uymayan ayrı ve gayrı ulûm ve fünununu yeknesak bir hale getirerek ve talib-i ilm ü esrar-ı cihanı yekdil ve yekzeban ederek, vahdet-i İslâm ve insaniyeyi elde tutup birlik ve beraberlik nurunu neşredecek yine sensin. Bütün dünyaya ilm-i zahir ve bâtın senin menbaın ve madenin olan Kur’an’dan dağılıp yayılarak nizam-ı âlemin istikrarı ve vakt-i merhununa kadar imtidadına ve ibadullahi’s-salihînin istirahat ve isti’lâsına medar ve müessir olacak yine sensin.

Ey nur-u Kur’an ve ey hakikat-i iman! Mademki bugün üç yüz elli milyon İslâm’ın pişvalığını Kur’an namına deruhte ediyorsun. O halde asırlardan beri ehl-i İslâm arasına girmiş ve yerleşmiş olan kötü itikad ve ihtilafları kaldırarak, hüküm süren fitne ve fesadı, nifak ve şikakı dahi kökünden kurutup sevad-ı a’zam olan bu ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (asm) büyük bir kitle ve bir fırka-i naciye halinde Kur’an’ın cenah-ı re’fet ve rahmeti altında inşâallah tâ subh-u mahşere kadar nur-u Kur’an’la saklayacaksın.

“Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana maziden, halden ve istikbalden.” diye ashab-ı izam arasında kendini âleme ilan ve her müşkülü izah ve beyan ve اَنَا مَدٖينَةُ الْعِلْمِ وَ عَلِىٌّ بَابُهَا hadîs-i şerifini ispat ve ayân eden nâşir-i ilim ve irfan ve vâkıf-ı esrar-ı Kur’an Cenab-ı Hazret-i Haydar ile سَلُونٖى قَبْلَ اَنْ تَفْقِدُونٖى فَاِنَّهُ لَايُحَدِّثُ اَحَدٌ بَعْدٖى diye bağıran müçtehidler sertâcı İmam-ı Cafer’den sonra İslâm dünyasındasın. O zatların feyzinden gelip bu asırda temessül ederek سَلُونٖى عَمَّا شِئْتُمْ diye haykıran ve her muammayı açan, her hâili kaldıran ve her maniayı aşan üç münadiden ey Risale-i Nur bir üçüncüsü senin şahsiyet-i maneviyendir. Mazhar olduğun ism-i Rahîm ve Hakîm ve Bedî’in cilveleriyle nur-u safi ve sermedîsiyle, bu mir’at-ı muallâ ve musaffândan âleme ne cilve ve cümbüşler ve neler seyrettirip neler gösteriyorsun.

Kur’an’ın iman hakikatleri karşısında periler peşinde, ruhanî ve melekler, baba oğul, bay u geda, yâr u ağyar halka-i tedris ve envarında aynı safta diz dize oturup ve hep seni dinleyip ruhlara hüda ve şifa ve süruru senden alıyorlar.

İşte Risale-i Nur’un bir hâdimi ve tercümanı olan Üstadım, Allah’ın abdi, İmam-ı Ali’nin manevî veledi ve Gavs-ı A’zam’ın mürididir. Hakk’ın nusreti, Şah-ı Velayet’in himmeti ve Abdülkadir gibi bir sultanın muaveneti ile müeyyed ve mükerremdir. Henüz hizmet-i Kur’aniye ve Nuriyede işi hitama ermemiş ve henüz kalem-i kaza bu cihan-ı fâniden âlem-i bâkiye seyr ü seyahatine müsaade vermemiş olacak ki âlemlerin senedi, ins ve cinnin seyyidi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın medediyle, o her zehiri şeker ve her şekeri kevser yapıyor. Bu suretle hüzn ü melâl bulutları eriyip dağılıyor.

Nur kapısında durup cahil ve âlime, ümmi ve ârife, zalim ve mazluma, mü’min ve münkire, dost ve düşmana, iyi ve kötüye, hayvan ve haşerata ve bütün zîruha nur saçan Kur’an ve iman hizmetinde bulunup asfiya ve etkıya nişanlarını taşıyan bu mübarek ve âyine-misal Nur şakirdlerin ve manevî şahsiyetin için sizi bütün ehl-i iman ve Kur’an’ın takdir ve tebriğine lâyık ve seza görüyorum.

Ey Kur’an’ın tercümanı! Nazar-ı dikkat ve im’anla senin bu mir’at-ı mücella olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine bakan ehl-i ibret ve erbab-ı basîret istese o âyinede Resul-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâmı seyredebilir. Hattâ daha keskin bir nazarla baksa o Mahbub-u İlahî’nin gümüş alnını, parlak ve güneş yüzünü görüp vech-i pâkinde dest-i kudretle yazılıp parlayan قُلْ هُوَ اللّٰهُ sure-i şerifesini âlim değil, bir ümmi de olsa okuyup anlar.

Ey mu’cize-i Kur’anî ve ey Nur-u Rahmanî! Şimdi beni biraz da tercüman ve serkâtibin, nâşir-i efkâr ve kâşif-i esrar olan Üstadın huzur-u âlî ve irfanına çıkar ve onunla konuştur.

İşte yaşadığı bir küçük ve mütevazi bir kulübe âdeta çırılçıplak. Bir su testisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. Gayet lüzumlu ve mahdud birkaç eşyadan maada bir şey görünmüyor.

Ancak bir kilo kadar olan aylık erzakı ve zâd u zahîresi paket halinde kâğıtta sarılı, bir çivide asılı duruyor. Bir seccade ve ecza-yı nuriyeleri var. Mülk ü mal, evlad ü iyalden hiçbir eser ve yeryüzünde taht-ı temellük ve tasarrufunda bir karış yer yok. İşte onun zâil ve fâni oda ve eşyası, işte onun mücerred ve münzevi şahsiyeti ve işte onun acı ve elîm hayatı. Yirmi küsur yıldan beri vaktini menfî ve mahpus geçirmekte olduğu hal-i pür-melâli! Şu işkence ve eza, tüyleri ürpertip ciğerleri deliyor. Bu sabır ve tahammülün neden hepsine faik? Hangi imam-ı masumun ve hangi müçtehid-i mazlumun ecr-i azîmi ile mukayese ve muvazene edilecek?

Bu cilve ve çileler olmasa idi, Nur fabrikaların hareket ve faaliyete geçmeyecek mi idi? Bu taarruz ve tesmimler yapılmasa idi, bu nefiy ve inzivalar olmasa idi, acaba hazine-i rahmet-i İlahiye cûş u hurûşa gelmeyecek mi idi? Üstadın şu hal-i elemnâki, gözlerden kanlı yaşlar dökerek insanı ağlattırıyor. Fakat o, bu halinden memnun, müteşekki değil. O, zerre kadar fütur değil, bilakis sürur ve huzur duyuyor. O, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşuyor.

O zaten veraset tarîkıyla kendisine ve mesleğine muvafık gelmeyen ve ulema sınıfına yakışmayan, malın kiri demek olan zekâtı kabul edip aslâ almadığı gibi; ahz u kabulden bir zarar-ı dinî ve bir mahzur-u şer’î olmayan ve mesnun olan hediye ve behiyeleri de kabul etmekten çekinmiş ve kaçınmıştır.

Hattâ hükûmet-i cumhuriyenin, kendisine tayin ve tahsis etmek istediği maaşı ve binler lira sarfıyla şahsına ait yaptırmak kararında olduğu mükemmel evi dahi istememiş, reddetmiştir. Daha evvel muhtelif semtlerde teklif olunan memleketin umumî vaizi ve mebusluk gibi yüksek maaşlı memuriyetleri de kabul etmekten imtina ve istinkâf etmiştir.

O hiç dünya ve ehl-i dünyaya ve mal ve metaa bakmıyor. O hiç siyaset ve ihtilafla uğraşmıyor, hırka ve fırka peşinde koşmuyor. Ve böyle olanları da sevmiyor. Ve ancak kabir kapısında durup اَنْتُمْ اَعْلَمُ بِاُمُورِ دُنْيَاكُمْ diyerek servet-i ebediye ve saadet-i sermediye için çalışıyor. O, cehlin hēdimi ve Nur’un hâdimidir.

Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekât ve sadakaları ve teberru ve teberrükleri alsaydı bugün bir milyon servet sahibi olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in dediği gibi “Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım.” diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim!” fermanına karşı “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim!” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risalet-penahîye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk, hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nâzeninini envar-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir.

İşte bunun için şimdiki çektiği bütün zahmetler, rahmet ve yaptığı hizmetler, hikmet olmuş.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Mısrî-i Niyazi gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve Kur’an’dan aldığı nurunu âleme sultan eylemiştir.

Âlem-i insaniyet ve İslâmiyet ve Haremeyn-i Şerifeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk milletini çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan havalide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.

Âb-ı rûy-i Habib-i Ekrem için

Kerbelâ’da revan olan dem için

Şeb-i firkatte ağlayan göz için

Râh-ı aşkta sürünen yüz için

Risale-i Nur’a ve Üstada ve İslâm’a zafer ver yâ Rab, âmin!

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ü ikbali ve şan u şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.

Boyun bâlâ, gözün şehlâ, gören mecnun seni leyla

Sözün ferşte, gözün arşta, gönül meftun sana cânâ

Nikabın nur, nigâhın nur, kitabın nur senin ey nur

Bağın Nurs, huyun munis, özün İdris ferd-i yekta

Açılmış gül, öter bülbül, yüzünde var zarif bir tül

Yazılmış üstüne nurdan قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰى

Sana canın feda etmez mi senden hem görenler hak

Sözün hak hem mesleğin hak hem makamın Kâbetü’l-Ulyâ.

يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Üstadım Efendim Hazretleri!

Ben, bu yazıları Risale-i Nur’un eli ve kalemi ve dili ve bu hakir kalbime ondan sıçrayan bir kıvılcım parçasıyla yazdım. Kabulünü rica eder ve hürmetle ellerinizden öper, dualarınızı beklerim efendim.

Duanıza muhtaç talebeniz

Hasan Feyzi

(Merhum)

***

Merhum Hasan Feyzi, Nurlardan aldığı hakikat dersini, Nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhika’ya girsin.

Said Nursî

Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var

Dert ehline bu manada canlar sunan eda var

Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine

Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var

Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen

Zayıflamış ruhlar için dağlar gibi gıda var

Hem dilersen tükenmeyen sermaye-i serveti

Aç gözünü, Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var

Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere

Her nefeste şefkat ile Rabb’imizden nida var

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden

Müjde olsun, artık sana cennet denen safa var

Uzaklara bakma! “Nurlara bak, yürü!” âlem onun âyinesi

Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var

Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan

Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var

Eller açıp yürü, bugün kana kana Risale-i Nur’dan ışık al

Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var

Hüner değil; dostu düşman, yârı ağyar eylemek

Yâdı biliş yapasın ki ancak dostta vefa var

Hünerdir ki yaprak atlas, toprak elmas olmalı

Çünkü bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var

Kısa görüp denizleri damlalara çevirme

Hakikatte, her damlada gizli birer derya var

Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın

Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var

Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol

Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var

Her zerrenin Kâbe’sidir kalbi, yine kendine

Dikkat eyle, her birinde yine ancak Hudâ var

Sakın Feyzi! Sen gözünü Hak yüzünden ayırma

Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.

(Denizli Kahramanı Merhum)

Hasan Feyzi

Avrupa’da bulunan mühim bir âlimin manzumeleridir.

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

İstikamet üzre olsun mesleği sevkin bütün

İstikamet nisbetinde tam gerek şevkin bütün

Zikr ü fikrin uygun olsun rıfk ile vıfkın bütün

Hizmetince olmuyor mu ücretin hakkın bütün

Gayretin mi’yarıdır hep sendeki zevkin bütün

Mü’min-i kâmil isen dinden coşar aşkın bütün

Eskiden vasfındır ey has Müslüman sıdkın bütün

İsm ü resmin ayrı düşsün gayrıdan farkın bütün

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Ahd-i mü’min; cehdidir, hak dinini ihya için

Cehd-i mü’min; sa’ydir, imanını ihya için

Azm-i mü’min; vakf-ı mevcud, nurunu ibka için

Rezm-i mü’min; bezl-i candır, emrini icra için

Deyn-i mü’min; nâr-ı küfrü durmamak itfa için

Din-i mü’min; kinledir her dinsizi imha için

Vasf-ı mü’min; neşr-i dindir beytini inşa için

Şan-ı mü’min; hep çalışsın şartını ifa için

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Müslüman’ım dersin, imanında sağlam sadık ol

Sıdkına bürhan getir, Hak emrini hep nâtık ol

Akdini teyid için misakla bağlan, vâsık ol

İlleti teşhis edip de yap tedavi, hâzık ol

Fâsık olma, mârık olma, lâhik olma, sâbık ol

Her cihetten olma dûn, emsaline sen faik ol

Ehl-i hakka, nur-u hakka, din-i hakka âşık ol

Sâbıkînin zümresinde kaydın olsun, lâyık ol

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Gafil olma, müntebih ol, daima ey Müslüman

Aç basarla, iç basîret gözlerini her zaman

Kalbine sığmış senin şu hâkidanla âsuman

Kendini pek görme âlemlerde dûn u müstehan

Gerçi nâsut u zemin olmuş sana bir âşiyan

Lâkin elyak, nazm-ı hakka yine sensin tercüman

Feyzine müştak felek, manana meftun kudsiyan

Mutmain ol ki muînin hep Hudâ-i Müstean

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u zübdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Ey mükerrem Hak kulu, tutmakta kendi nurunu

Ey mufaddal abd-i âciz, anlayan meş’urunu

Ey mübeccel cirm-i asgar, borç bilen memurunu

Ey münevver cism-i ekrem, fark eden makdûrunu

Ey mümeyyiz akl-ı vâhid, söyleyen meysurunu

Ey müna’am nefs-i mümtaz, isteyen mevfurunu

Ey mükemmel ruh-u insan, söyleyen düsturunu

Ey benim has nur-u dîdem, ruh-u umdem kardaşım

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım

Hâfız Ali

SAİD NUR’A

Gına bulduk, büyük servet

Gınasından Said Nur’un

Şifa bulduk, yeter devlet

Devasından Said Nur’un

Tarîkında zaferyâbız

Şiarıyla şerefyâbız

Şükür Hakk’a feyizyâbız

Duasından Said Nur’un

Medarında nümudarız

Huzurundan haberdarız

Hübubiyle havadarız

Sabasından Said Nur’un

Çıkan yoktur zılalinden

Kaçan yoktur cemalinden

Misal aldık hisalinden

Edasından Said Nur’un

Dürûsuyla muallâyız

Salahiyle müzekkâyız

Musaffâyız, murebbayız

Gıdasından Said Nur’un

Zuhuruyla belâğ gördük

Şuuruyla çerağ gördük

Füyuzuyla şuâ gördük

Ziyasından Said Nur’un

Şerif oldu şerafette

Delil oldu delâlette

Biz aldık nur hidayette

Hüdasından Said Nur’un

Bed olduk biz ve nîk olduk

Saadette şerik olduk

Emir olduk, melik olduk

Hümasından Said Nur’un

Resulden tam hisal almış

Velilerden mecal almış

Eâli hep makal almış

Nidasından Said Nur’un

Süleyman’dan, selim anlar

Ganemden de halîm anlar

Fehîm anlar, alîm anlar

Nevasından Said Nur’un

Ne mizan var, ne de ölçek

Hakikattir bu söz gerçek

Zekâ-ender olan yüksek

Dehasından Said Nur’un

Kelâm almak, nizam almak

Tamamıyla meram almak

Ne mümkündür makam almak

Sivasından Said Nur’un

Ne kuvvetli o temyizi

Ne hoş tabı dil-âvizi

Uzaklaşmaz tilamizi

Fezasından Said Nur’un

Gören lâzım, o çağrılmak

Selâmlanmak ve kayrılmak

Kimin haddi hiç ayrılmak

Gazâsından Said Nur’un

Onun hasmı değil mâric

Onun dostu olur âric

Derim olmaz kalan hariç

Livasından Said Nur’un

Ne nimettir nur olmakta

Ne rahmettir hür olmakta

Elîmdir pek dûr olmakta

Likasından Said Nur’un

Vuzuh bulmak, hafâ bulmak

Gelir ondan vefa bulmak

Müyesserdir safa bulmak

Bekasından Said Nur’un

Alâsından âlî olduk

Velâsından veli olduk

Hafî olduk, halî olduk

Rehasından Said Nur’un

Seherlerde kanat açtım

Ufuklarda bir iz seçtim

Sehî oldum biraz geçtim

Semasından Said Nur’un

Hitap ettim umum halka

Kitap yazdım karin hakka

Eser koydum düşüp aşka

Kuvasından Said Nur’un

Bilâd memnun, ibad memnun

İmad memnun, idad memnun

Reşad memnun, cihad memnun

Senasından Said Nur’un

Bu canlar hep fedamızdır

Onunçün hep ricamızdır

Mezîd ömrü duamızdır

Hudâsından Said Nur’un

Hâfız Ali

SAADET O SAİD’E

Feyyaz-ı Ezel verdi saadet o Said’e

Deyyan-ı Ebed koydu hidayet o Said’e

Mevcud eserinden okunur nur-u hakaik

Hak, doğmadan etmişti inayet o Said’e

Mebzul, medeni bin harekâtında zafer var

İrfan ise nefhetti celadet o Said’e

Dinî nice bin işte o olmuş müteâlî

İman dahi dökmüş ne salabet o Said’e

Mesbuk, müteâlî hidematında muvaffak

Vaki her işi açtı selâmet o Said’e

Hep hârikalarla doludur şanlı hayatı

Hep mu’cizeler yazdı beraat o Said’e

Âsârını tetkik ediver gör ne feyiz var

Er sen de… Rab erdirdi fazilet o Said’e

Ahkâmını i’lâya mücahid ne gazâdır

Şâfi’ olacak Zat-ı Şeriat o Said’e

İcrasına her emrini, her nehyini azim

Dâreyni saadet kıldı diyanet o Said’e

Meslekte ilâ yevm-i kıyam sabit olan Nur

Nur kendisi saçmakta beşaret o Said’e

Mahsus ona tazim ile tekrim sona varsın

Lâyık “heme hürmet ve riayet” o Said’e

Hâfız Ali

TASVİR-İ HAKİKAT

Bu Nurlara Bismillah ile girelim ey kardaşlar

Bu sözlere hamdederek başlayalım ey yoldaşlar

Bu bağlara şükrederek biz bakalım ey haldaşlar

Bu gülleri fikrederek koklayalım ey dindaşlar

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Selâm olsun hepinize ey Kur’an’ın hâdimleri

İkram olsun ruhunuza ey Nurların nâşirleri

İman dolsun kalbinize ey Sözlerin kâtipleri

Envar dolsun kabrinize ey Nurların şakirdleri

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Talebelerin üstadına “Said” derler hem adına

Bu ümmetin imdadına “Nursî” memur irşadına

Nasihati ihvanına: “Koşun halkın ıslahına

Nurla gidin yanlarına, davet edin ahkâmına.”

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Korkmayınız kıyl ü kalden Allah sizi kurtaracak

Yılmayınız hücumlardan, Sözler sizi kurtaracak

Bıkmayınız derd-i gamdan, Nurlar sizi kurtaracak

Çıkmayınız nurlu yoldan, yoktur başka kurtaracak

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Birlikleri tevhidlidir, yok bunlarda ayrılık

Fikirleri teslimlidir, yok bunlarda gayrılık

Kullukları imanlıdır, yok bu zümrede azgınlık

A’malleri ihlaslıdır, yok işlerinde bozukluk

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Üstadları yalnız iken sırran oldu tenevverat

Şakirdleri pek az iken binler oldu bak ne hikmet

Hēdimleri pek çok iken Allah verdi Nur’a nusret

Bu Hulusi bir mûr iken Allah verdi şükr-ü nimet

Tullab-ı Nur’un elleriyle kurtulacak çok düşmüşler

Nâşirlerinin dilleriyle dirilecek çok ölmüşler

Talebeniz Hulusi

Onuncu Mesele Münasebetiyle Hüsrev’in Üstadına Yazdığı Mektuptur

Çok sevgili üstadım efendim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ızdıraplarını hafifleştiren ve kalplerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, safi bir nesîm ihda eden Kur’an’ın celalli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli âyetlerindeki tekraratının mehasinini ta’dad eden ve hikmet-i tekrarının lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risale-i Nur’un bir hârika müdafaası olan Denizli Meyvesinin Onuncu Meselesi namını alan “Emirdağı Çiçeği”ni aldık. Elhak, takdir ve tahsine çok lâyık olan bu çiçeği kokladıkça ruhumuzdaki iştiyak yükseldi. Dokuz aylık hapis sıkıntısına mukabil, Meyve’nin Dokuz Meselesi nasıl beraetimize büyük bir vesile olmakla güzelliğini göstermiş ise Onuncu Meselesi olan çiçeği de Kur’an’ın îcazlı i’cazındaki hârikaları göstermekle o nisbette güzelliğini göstermektedir.

Evet, sevgili üstadım, gülün çiçeğindeki fevkalâde letafet ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi; bu nurani çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir.

Mütalaasına doyulmayacak şekilde kaleme alınan ve akılları hayrete sevk eden bu nurani çiçek, muhtevi olduğu çok güzelliklerinden bilhassa Kur’an’ın tercümesi suretiyle nazar-ı beşerde âdileştirilmek ihanetine mukabil; o tekraratın kıymetini tam göstermekle, Kur’an’ın cihan-değer ulviyetini meydana koymuştur.

Sâliklerinin her asırda fevkalâde bir metanetle sarılmaları ile ve emir ve nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nâzil olmuş gibi tazeliği ispat edilmiş olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın, bütün asırlarda, zalimlerine karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehditleri ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri, hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı içinde zalimlerine misli görülmemiş bir halette, sanki feze’-i ekberden bir numuneyi andıran semavî bir cehennemle altı yedi seneden beri mütemadiyen feryad u figan ettirmesi ve keza mazlumlarının bu asırdaki küllî fertleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i sâlifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususi necatlara mazhar etmesi ve muarızları olan dinsizlerin cehennemî bir azapla tokatlanmalarını göstermesi hem iki güzel ve latîf hâşiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi, bu fakir talebeniz Hüsrev’i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevk etti ki bu güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili üstadıma arz ettiğim gibi kardeşlerime de kerratla söylemişim.

Cenab-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakîl tahmil edilen siz sevgili üstadımızdan ebediyen razı olsun. Ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzünüzü ebede kadar güldürsün, âmin!

Evet, sevgili üstadım, biz; Allah’tan, Kur’an’dan, Habib-i Zîşan’ından ve Risale-i Nur’dan ve Kur’an’ın dellâlı siz sevgili üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde, Cenab-ı Hakk’a vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ-istisna bize fenalık edenleri Cenab-ı Hakk’a terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zalimler de dâhil olduğu halde, herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalplerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilan eden Hazret-i Allah’a hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.

Kusurlu talebeniz Hüsrev

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Şu kâinat semasının gurûbu olmayan manevî güneşi olan Kur’an-ı Kerîm; şu mevcudat kitab-ı kebirinin âyât-ı tekviniyesini okutturmak, mahiyetini göstermek için şuâları hükmünde olan envarını neşrediyor. Ukûl-ü beşeri tenvir ile sırat-ı müstakimi gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki maksadı ve fıtratındaki metalibi ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar, kalp kabiliyeti nisbetinde ona âyinedarlık ederek kurbiyet kesbeder. Eşya ve hayatın mahiyeti, o nur ile tezahür ederek ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir.

Şems-i Ezelî’nin manevî hidayet nurlarını temsil eden Kur’an-ı Kerîm, kalp gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira her şey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir.

İşte şu kitab-ı kebirin, manevî ve sermedî güneşi olan Kur’an-ı Kerîm’in nur tecellisine bu asrımızda “Nur” ismiyle müsemma olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi mazhar olmuştur.

O Nurlar ki: Zulümattan ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusu ile gündüzünü gece yapan sefahet-perest, aklı gözüne inmiş, zulümatta kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlerine tevcih ederek sırat-ı müstakimi büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür ve münkirlerin başına vurup: “Ya aklını başından çıkar at, hayvan ol. Yahut da aklını başına alarak insan ol.” diyor.

İlim bir nur olduğuna göre, Risale-i Nur’un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir iki deliline kısaca işaret ederiz.

Evvela: Şunu hatırlamalıyız ki Risale-i Nur, başka kitapları değil belki yalnız Kur’an-ı Kerîm’i üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi itibarıyla, makbuliyeti hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hâcet bırakmıyor. Biz ancak ilim erbabı mabeyninde Risale-i Nur’un değerini tebarüz ettirmek için ilâveten deriz ki: Risale-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuh ile ispat edemediği en muğlak meseleleri gayet basit bir şekilde en âmî avam tabakasından tut tâ en âlî havas tabakasına kadar herkesin istidadı nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakînî bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet, hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.

İkincisi: Bütün Nur eserleri, Kur’an-ı Kerîm’in bir kısım âyetlerinin hakiki tefsiri olup onun manevî i’cazının lem’aları olduğunu her hususta göstermesidir.

Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına, kat’î delil ve bürhanlarla ilmî mahiyette cevap vermesidir. Mesela, Vâcibü’l-vücud’un varlığı ve âhiret ve sair iman rükünlerini, bir zerrenin lisan-ı hal ve kāl suretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesi, en meşhur İslâm feylesoflarından İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd; bu mesleklerde bütün mevcudatı delil olarak gösterdikleri halde Risale-i Nur, o hakikatleri aynen bir zerre ve bir çekirdek lisanıyla ispat ediyor. Eğer Risale-i Nur’un ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı onlar, hemen diz çöküp Risale-i Nur’dan ders alacaklardı.

Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanların senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hülâsalar nevinden kısa bir zamanda temin etmesi…

Beşincisi: Risale-i Nur, ilmin esası, gayesi olan rıza-yı İlahîyi tahsile sebep olması ve dünya menfaatine, ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek tam manasıyla insaniyete hizmet gibi en ulvi vazifeyi temsil etmesidir.

Altıncısı: Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî ve imanî bir tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kāl suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda iman hakikatlerini ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf ettirir.

Yedincisi: Risale-i Nur, bütün ilimleri câmi’ oluşudur. Âdeta ilim iplikleri ile dokunmuş müzeyyen bir kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misal olarak birkaçını zikrederek heyet-i mecmuası hakkında bir fikir edinmek isteyenlere, Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.

“Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”

“Bir kelebeğin midesini tanzim eden, manzume-i şemsi dahi o tanzim etmiştir.”

“Bir zerreyi icad etmek için bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bâhusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzır birer gözü vardır.”

“Tabiat; misalî bir matbaadır, tabi değil. Nukuştur, nakkaş değil. Mistardır, masdar değil. Nizamdır, nâzım değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.”

“Sabit, daim, fıtrî kanunlar gibi ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi, o cevhere sadef etmiştir.”

Ve hâkeza binler vecizeler var.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Dr. Mustafa Ramazanoğlu

Risale-i Nur nedir? Bedîüzzaman kimdir?

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi değil, müttebi’dirler. Yani kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (asm) harfiyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtîli ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbaniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i imaniyelerinin ve ihlaslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (asm) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (asm) ve hilye-i Nebeviyenin hakiki lâbisi olduklarını gösterirler.

Hülâsa: Amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e tam bir hüsn-ü misal olurlar ve numune-i iktida teşkil ederler.

Bunların Kitabullah’ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi tilka-i nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-i vahiy olan Zat-ı Pâk-i Risalet’in manevî ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve Mesnevî-i Şerif ve Fütuhu’l-Gayb ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevat-ı âlişan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzidenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevat-ı kudsiye, o mananın mazharı, mir’atı ve ma’kesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’an’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan onun esası, nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedî’yi hâmil bulunduğu ve Zat-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zatın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattir.

Evet o zat, daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-i eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlahiyeye vâris kılınmıştır ki şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nâil olmamıştır. Bu hârika-i ilmiyenin eşi aslâ mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki Tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i hârika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden hârikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır, tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.

O zat-ı zîhavârık daha hadd-i büluğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskât etmiş, her nerede olursa olsun vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve aslâ tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basîret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla “Bedîüzzaman” unvan-ı celilini bahşettirmiştir.

Mezaya-yı âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedî’nin neşrinde ve ispatında bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuş olan böyle bir zat, elbette Seyyidü’l-enbiya Hazretlerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdes’in emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikine vâris ve ma’kes olan bir zat-ı kerîmü’s-sıfâttır.

Envar-ı Muhammediyeyi ve maarif-i Ahmediyeyi ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zat, hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.

1948

Afyon hapsinde mevkuf

Ahmed Feyzi

Birkaç defa beraet kazanan Risale-i Nur’un birkaç vilayette haksız müsaderesine dair, Nur’un yüksek bir talebesinin muhakemesindeki müdafaasından bir parçadır

3 Şubat 1956

İkinci Sulh Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına,

Diyarbakır

Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum. Âdil mahkemeler; kâinat Hâlık’ının Hak isminin, Âdil isminin ve daha çok esma-i İlahiyesinin tecelligâhıdır. Hak namına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakiki, İslâmî bir adalet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir ne mübecceldir… Hak tanımaz mağrur zalimleri huzurunuzda serfürû ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âlî ihtirama sezadırlar.

Zulüm ve gadir ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallüm-ü hal eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide ihkak-ı hak için mesned-i re’si, mahkemelerdir. Şu halde ne şeref-bahş bir taht-ı âlîdir ki mazlumlara melce ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.

İnsanların ebrarını da eşrarını da cem’eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.

Sultanlarla köleleri, asilzadelerle âhâd-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususuyla bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sairenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu bîçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adalet tarihimiz, bunun binlerle misaline şahittir.

Ezcümle bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: “İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da Fatih’in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celbedilen büyük padişah, baş köşeye geçmek ister. Birdenbire hâkimin şu ihtarıyla karşılaşır:

— Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için kendisinin de elinin kesilip kısasa tabi olduğunu bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için büyük Fatih günde on altın tazminata mahkûm oluyor ve hattâ kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır.”

İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğunu gösteriyor.

İşte ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hâkimi Hızır Bey Çelebi’nin makamının mümessili ve hakiki adalet-i Kur’aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.

Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalplerinde Allah korkusunun mevcudiyetiyle, Kur’an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaike karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, Allah ve Kur’an için akıttıkları kudsî kanlarının hâlâ eserleri bulunan bu yurtta ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette: “Kur’an’ın kudsî hakikatlerine hizmet ediyor, Kur’an’ın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor.” kaydıyla mahkemenin huzuruna sevk edildim.

Evet, muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, Risale-i Nur’un muhakemesidir. Risale-i Nur ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın semavî ve kudsî hakaikinin tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur’an’a aittir. Şu halde muhakeme de Kur’an’ın muhakemesidir. Ehl-i tevhidin kitabı olan kelâmullah bütün âyât ve beyyinatıyla Hâlık-ı kâinat’ın vahdaniyetini ve ehadiyetini ilan ediyor.

Kur’an’ın ehl-i ukûlü hayrette bırakan i’cazı, belâgat ve fesahati, nihayet derecedeki yüksek üslubu, selaset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi’ ve câmiiyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacatına ekmeliyetle kâfi gelmesi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitap etmesi ve kâinat Hâlık’ının marziyatını kullarına bildirecek âyât ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlere varan Kur’an’ın tefsirlerini meydana getirerek asırları Kur’an’ın nuruyla ışıklandırmışlardır.

İşte Risale-i Nur da bu asırda Kur’an’ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekâmülatına uygun olarak Kur’an’ın gösterdiği mu’cizeli hakikatlerin, bu tekâmül ile saha-yı fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitap eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur’an baştan başa tevhid-i İlahîyi ilan ediyor. Risale-i Nur da iman-ı billahı gösteren ve hakaik-i imaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.

İşte muhakemenin asıl mevzuu budur.

Otuz seneden beri gizli din düşmanlarının, komünistlerin ve masonların tahrikatıyla, Risale-i Nur şakirdleri birçok mahkemelere sevk edilmiştir. Âdil mahkemeler de o hain, gizli din ve Kur’an düşmanlarının ettikleri iftiraları inceden inceye tetkik etmişler “Bunlarda bir suç yok, kitaplar ise faydalı kitaplardır.” diyerek çok mahkemeler beraetle neticelenmiş ve kesinleşerek kaziye-i muhkeme haline geldiği halde, memleketi umumî bir dinsizliğe sürüklemek için perde arkasındaki din düşmanları; faaliyetlerini mütemadiyen tazelemişler, sükûn ve asayişe pek çok muhtaç olan memleketimizi bu cihetten zaafa uğratmak için adliyeleri, mahkemeleri daima hainane tertiplerle meşgul etmişlerdir.

Evvelce şifahen dahi arz ettiğim vecihle; selef-i salihînin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Bir kısmı da âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izah ederler. Selef-i salihînin bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişilmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’an’a ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.

Risale-i Nur, erkân-ı imaniyeyi ve âyât-ı Kur’aniyeyi tefsir ederek öyle bir tarzda beyan eder ki hiçbir münkir, hiçbir dinsiz, o hakikatleri inkâr edemez. Hem riyazî bir kat’iyetle ispat eder, göze gösterir, aklı doyurur, letaifi kandırır; artık hiçbir imanî ve Kur’anî hakikati inkâra mecal kalmaz. Bundan dolayıdır ki dinsizler, komünistler, bu memlekette Risale-i Nur varken mel’unane fikirlerini saha-yı tatbike koyamadıklarından ve bir manevî bekçi gibi Risale-i Nur daima karşılarına çıktığından, Risale-i Nur’un her vecihle neşrine set çekmeyi gaye edinmişlerdir.

Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri verir. Şakirdlerini her türlü fenalıktan alıkoyar. Kalplere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki bugün memleketin her tarafındaki Risale-i Nur talebeleri, asayişin manevî muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur talebesinde asayişe münafî bir hareket görülmemiş, âdeta zabıtanın manevî yardımcısı olmuşlardır. Risale-i Nur talebelerinin rıza-i İlahîden başka, a’mal-i uhreviyeye müteveccih olmaktan gayrı düşünceleri yoktur. Şu halde Risale-i Nur’a garazkâr tertipler hazırlayanlar, perde arkasındaki malûm din düşmanlarından başka kimse değildir.

Yukarıdaki maruzatımızda birçok mahkemelerin beraet kararlarının mevcudiyetini arz etmiştim. Elde edebildiğim tarih ve numaralarını beyan ederek, o âdil ve yüksek mahkemelere milyonlar Nur şakirdleri namına minnettarlığımızı bildirmek isterim.

Umum Risalelerin beraet ve iadesi hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin 15 Haziran 1944 tarihli beraet kararıyla, İstanbul Eminönü Ağır Ceza Mahkemesinin 1953 tarih ve 1951/137 esas ve 1952/27 kararıyla ki geçen celsede Sebilürreşad gazetesinin takdim ettiğim nüshasındaki bildirilen beraet kararıdır. Ayrıca mahkeme-i âlînize suret-i mahsusada arz ve takdim ettiğim Asâ-yı Musa dâhil umum Risale-i Nur Külliyatı’nın Mersin Ağır Ceza Mahkemesinin 1954/17 esas 1954/421 karar ve 9/4/1954 tarihli beraet kararının mevcudiyetleri, mahkemelerin temininde olarak hiçbir elin Risale-i Nur’a ilişmemesini tazammun ettiği halde, mestûr düşmanların hainane faaliyetleriyle bu sefer de tahsisen Asâ-yı Musa kasdedilerek âdil ve yüksek mahkemeye gelmiş bulunuyoruz.

Risale-i Nur, iman-ı billah ile tevhidi en yüksek derecede, aynelyakîn ve hakkalyakîn bir surette göze gösterip bütün letaifi a’zamî derecede doyurmasıyla imanı taklitten kurtarıp derece-i tahkike yükseltir. Asâ-yı Musa’da ise bu ulvi ve kudsî iman dersi, en parlak bir surette hem görülmemiş ihtişam ile ispat edildiğinden, yüz otuz cilde yaklaşan Risale-i Nur tefsirinin âdeta hülâsası hükmündedir.

Bütün semavî kitapların ve bütün peygamberlerin en büyük davası Hâlık-ı kâinat’ın uluhiyet ve vahdaniyetini ilandır. Kur’an baştan başa tevhidi gösterir. İşte Asâ-yı Musa da Müslümanlara ve umum beşeriyete Cenab-ı Hakk’ın birliğini ve delail-i vahdaniyetini güneş gibi göstermesinden, en büyük bir mütefekkir ile bir dinsizi ve bir feylesofu hakaik-i imaniyeyi tasdike mecbur ettiği gibi; en âmî bir adamın da en yüksek hakikatleri, en büyük bir suhuletle anlamasını temin eden, tevhidi gösteren, âyât-ı Kur’aniyenin en kudsî bir tefsiridir. Aynen ismi gibidir. Nasıl ki Musa aleyhisselâm elindeki asâsıyla kara taşlardan, çorak vâdilerden, ateş fışkıran çöllerden âb-ı hayatı fışkırttığı gibi Asâ-yı Musa da vahdaniyet-i İlahiyeyi ispat etmesiyle dünya ve âhiret âlemlerini ziyadar edecek tevhid nurlarını fışkırtıyor; taş gibi kalpleri, mum gibi eritiyor; şevki ile gönülleri teshir ediyor.

Hem madem mahkemelerin beraeti mevcud ve vicdan hürriyeti var ve hiçbir memlekette ilim ile iştigal edenlere ilişilmiyor; şu halde ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ olan Risale-i Nur’a da ilişilmemek lâzımdır.

Risale-i Nur’un yurdun asayişine, sükûn ve selâmetine hizmet ettiğine delil: Milyonlar talebelerinin hiçbirisinde bir vak’anın görülmemiş olmasıyla beraber, hepsinin de namuskârane faaliyetleriyle müstakim görülmeleridir. Risale-i Nur Külliyatı, Asâ-yı Musa ile birlikte kütüphane-i mesaimin harîminden alınması ile her türlü suç unsurunun mevcudiyetini bizzat ref’eder. Zira her münevver adam, kütüphanesinde her nevi kitabı bulundurur, okur, tetkik eder. Mel’unane fikirleri neşreden ve anarşistliği telkin eden kitaplar bile kütüphanelerde açıkça tetkike tabidir.

Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anî’dir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvi pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.

Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki: Maksadımız; imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir, Kur’an’a hizmettir. Âhirete müteveccih bir hal ise hiçbir gûna suç mevzuu olamaz. Mütemadiyen şikayette bulunduğumuz o gizli din düşmanları, türlü türlü entrikalarla, tertiplerle, iz’açlarla bizleri bu kudsî vazifeden men’etmeye uğraşmaktadırlar. Bizler ise bu kudsî yolda Kur’an ve iman için her şeyimizi fedaya seve seve hazırız. Değil dünyevî ızdıraplar, cehennemî azaplar da verilse bıçaklarla da doğransak, en müthiş ölümlere de maruz bırakılsak, asırlar boyunca milyonlar mübarek ecdadımızın feda-yı can ettikleri bu kudsî hakikate, bizim canımız da feda olsun. Bir değil, bin ruhum da olsa Kur’an için iman için hepsini feda etmeye her zaman hazırım.

Şu aziz vatanın taşları, toprakları, abideleri, kubbeleri, camileri, minareleri, mezar taşları, türbeleri; Kur’an’ın tebliğ ettiği zemzeme-i tevhidi haykırıyorlar. İman ve Kur’an’ın ezelî nurunu, atom zerratına kadar nüfuz edip ilan ettiği tevhid hakikatini, hiçbir kuvvet bu vatanın ve bu milletin sine-i pâkinden silemez.

Muhterem mahkemenizden, yüksek adaletinizden; hakaik-i Kur’aniyeyi, vahdaniyet-i İlahiyeyi haşmetle ilan eden ve tevhidi a’zamî derecede gösteren Risale-i Nur Külliyatı’nın iadesine ve beraetine karar vermenizi rica ederim.

Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Arşı ferşe bağlayan kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar oldukları gibi Risale-i Nur mahkemesiyle de manen alâkadardırlar. Çok ihtiyarlamış arzın, dört yüz milyon Müslüman sekenesi, Risale-i Nur’un beraetine ve serbestiyetine ve intişarına muntazırdırlar.

Mazi tarafından perde-i gayb arkasına çekilen mübarek ecdadımızın nurani kafileleri, ulvi makamlarından Risale-i Nur mahkemesine manen nâzırdırlar.

Müstakbel cephesinin feyizkâr nesilleri, beraet kararını bekliyorlar.

Mehmed Kayalar

(Hâşiye): Bu müdafaanın serdedildiği muhakeme, beraetle neticelenmiştir.

(Çok yerlerde neşredilen ve Başvekile verilen bir hakikattir.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Üstadımızın otuz beş seneden beri siyasetten çekildiği ve yirmi sekiz senedir mahkemeler, siyasete karıştığına dair hiçbir emare bulamadıkları halde; şimdi yatağında hasta yatarken İstanbul’un bazı ceridelerinin iftiralarına karşı, eskiden Heyet-i Vekileye verdiği bu istidayı, bu defa Meclis-i Mebusana ve Vekiller Heyetine verilen istidaya zeyl yapmaya tekrar mecbur olduk.

Hizmetinde bulunan Nur talebeleri

(Kardeşlerim! Münasipse Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli, mahremce bir hakikattir.)

Mukaddime: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o dehşetli tehlike bu millet-i İslâmiye ve bu memleket ve hükûmet-i İslâmiye’ye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlanıyor, hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve içtimaiyat-ı beşeriyeye hamiyet ile çalışanlara, bana gayet şiddetli manevî bir ihtar edildiği için onlara iki noktayı beyan edeceğim:

Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde, bir iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesinin mütemadiyen tekrarını işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîlik kanun-u esasîsine irticaya çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, engizisyona rahmet okutturacak gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet, hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle siyaseti o gizli dinsizlerin aksine olarak dine bir nevi âlet gibi müsait yapmakla; yani İslâmiyet kuvvet-i manevîsinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakiki kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve Avrupa dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara irtica damgasını vurup hem onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Binler numunelerinden bir numunesini, bu asrın zulmüne karşı bir set olarak İkinci Nokta’da beyan edeceğiz.

İkinci Nokta: Beşerin en vahşi ve bedevîlik zamanında bir kanun-u esasîsi, şimdiki en yüksek medeniyette kendini zannedenlerin bir kısmı, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe geri dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasîsi, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmiş veya girmek istiyor. Particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlamış. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifenin bir ferdinin hatasıyla o taifeyi, o cereyanı, o partiyi, bütün fertlerini mahkûm ediyor. Bir hatayı, binler hata hükmüne geçiriyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik, vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor. Böyle birbirine muarız kuvvetler, kuvvetsizlikle zayıfladığı için Fransız İhtilal-i Kebiri’nin bir numunesini göstermeye vesile oldukları halde o gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane o kanuna karşı; ayn-ı adalet ve hakikat وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى olan nass-ı kat’îsiyle Kur’an-ı Hakîm’in bir kanun-u esasîsi ve muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olur. Âhirette cezasını görür, resmen ve kanunen mes’ul olamaz.

Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan vahşi irticaya düşecek.

İşte Kur’an’ın bu kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîlik dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz.” diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir adamı yaralamakla binler masumu sıkıntıya vermek ve iki yüz adamın kurşuna dizilmesini yirmi sene nazara almamak ve Birinci Harb-i Umumî’de üç bin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi binler misaller var.

İşte bu vahşiyane irticanın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’an’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasî ki adalet-i hakikiye ve ittihat ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “irtica” namını verip onları müttehem etmek; mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’an’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.

Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyaset tam dikkat etsinler. Yoksa iki üç kuvvetli cereyanın büyük muaraza etmesiyle, o kuvvetlerin muaraza sebebiyle, memleketin menfaatine sarf edilecek kuvvetleri binden bire iner. O zayıf kuvvetle ne hâkimiyetini –hattâ istibdat ile de olsa– asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilal-i Kebiri’nin tohumlarını bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmeye yol vermektir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin aldatıcı politikasına ve bir cihette ehemmiyetsiz yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine ve milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için israfat ve ihtilafat zafiyetiyle bol maaşlar vermeye kendilerini mecbur zannediyorlar. Milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.

Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memlekette ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği manevî rüşvetin on mislini, müsalemet-i umumiyeyi ve tam bir kuvvet bu hükûmet-i İslâmiyeye temin etmek ve ahali mabeyninde ihtilaf yerine ittihat ve tesanüdü kazanmak için âlem-i İslâm’ın istikbaldeki cemahir-i müttefikası olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin selâmeti için öyle azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermek lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul ve lâzım ve çok menfaatli bahşiş ise: Teavün-ü İslâmî ve hediye-i Kur’aniye ve kudsî kanun-u esasî olan

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ۞ وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا ۞ وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ

gibi kudsî âyetleri, Kur’an’ın esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Said Nursî

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Hem geçmiş hem gelecek hem maddî hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi, bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip isteyip o mübarek dualara âmin deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim.

Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasî bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatında ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki o başka meseledir.” diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilatını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskiden Şark’taki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i Garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir hem gayet tembel eyledi.

Semavî Kur’an’ın kanun-u esasîsi لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى ۞ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risale-i Nur bu esası izahına binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcatını tedarik etmeyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zalime-i hazırası, sû-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’an’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından hakiki bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Mesela, Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük bir nimet iken maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyacat-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm; ondan bir ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i Garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla, intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Reisicumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvela: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dört yüz milyon İslâm’ın sulh-u umumîsine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddime olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’an’ın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor.

Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde evvela başta Türk milleti, dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakiki milliyetleri İslâmiyet’tir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekat nâzırı Kur’an’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’an’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’an-ı Hakîm’den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilalcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşâallah bir zaman da sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mu’cize-i Kur’aniyenin cilvesini âlem-i İslâm’a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmış beş sene evvel Camiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Camiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakiki, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’an’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalaha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan hem Arabistan hem İran hem Kafkas hem Türkistan’ın ortasında Medresetü’z-Zehra manasında, Camiü’l-Ezher üslubunda bir dârülfünun hem mektep hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.

En evvel bunun kıymetini –Allah rahmet etsin– Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi sonra ben Eski Harb-i Umumî’deki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcud iki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymettar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve Garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım mebuslar dahi onu imza ettiler.

Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, Şark’ta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların Garp’ta gelmelerinin delâletiyle; Asya’yı hakiki terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak Garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikine kat’iyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran mebuslar! Şark’ta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum?

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle Garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını affetsin, şimdi vefat etmişler.

Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

***

(Üniversiteli bir Nur talebesinin beraetle neticelenen mahkemedeki müdafaasıdır.)

Âdil Mahkemenin Muhterem Hâkimleri!

Dinî ve şahsî nüfuz ve maddî menfaat temin etmek amacıyla propaganda yapmakla müttehem olarak huzurunuza gelmiş bulunuyorum. Şunu hemen beyan edeyim ki bu ittihamların hiçbirisi ile alâkam yoktur. Esasen sayın savcının beraet talebi de bu hususu teyid etmektedir. Kendilerine teşekkür ederiz. Zaten yapılan iddialar da herhangi bir delile dayanmamakta ve sadece vukufsuz ve salahiyetsiz bir ehl-i vukufun şahsî ve indî ve garazkâr mütalaalarına istinad etmektedir. Bu hususun siz âdil Türk hâkimlerinin gözlerinden kaçmayacağına kaniim.

Sayın ehl-i vukufun bütün iddialarını da reddederken şunu hemen belirtmeliyim ki hem Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri hem onun telifatı olan Risale-i Nur hem de Risale-i Nur’u okuyan tekmil Nur talebeleri, yapılan isnadların cümlesinden müberradır.

Evet, bizler Risale-i Nur’u okuduk, okuyoruz ve okumakta da hayatımızın sonuna kadar devam edeceğiz ve Risale-i Nur’un neşri için mâlik olduğumuz beşerî gücü de sarf etmekten geri durmayacağız. Başta Bedîüzzaman olmak üzere yüzlerce, binlerce Müslüman Türk evladı cehdle çalışmış, Üstad Bedîüzzaman ruhlarını teslim ettikleri son dakikalara kadar bu cehdi devam ettirmişlerdir.

Fakat hiçbirisi, hiçbir yerde, hiçbir şekilde bir defacık olsun maddî menfaat, şahsî nüfuz gibi dünyaya bakan sakîl gayelerle hareket etmemişlerdir. Buna şahidimiz, evveliyatı yarım asrı bulan Risale-i Nur’un tarihçesidir. Başta 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfîsi olmak üzere bugüne kadar cereyan eden yüze yakın Risale-i Nur ve müellifi ve talebeleriyle ilgili davaların istisnasız her birinin adem-i takip veya beraetle neticelenmesidir.

Risale-i Nur hakkında rapor veren ehl-i vukuflar daima tek noktada Risale-i Nur’un bu memleket için pek faydalı ilmî, ahlâkî eserler olduğunu, siyasî gayelerden uzak, maddî menfaati nazara almayan bir Kur’an tefsiri bulunduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Vukufsuz, garazkâr bir iki ehl-i vukufun mahkemeler tarafından kabul edilmemiş olan raporları, konumuzun dışında kalır.

Yine Türk adliyesinin yurdun muhtelif yerlerinde verdikleri müteaddid adem-i takip ve beraetlerle Nur talebelerine yapılan tarîkatçılık, cemiyetçilik, menfaatçilik, şahsî nüfuz, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak gibi isnadların zerre miktar hakikat payı ihtiva etmedikleri teslim ve nazar-ı âmmeye ilan edilmiştir.

Hal böyleyken Risale-i Nur’dan, onu okuyanlardan ne isteniyor ki mahkemenin birisi bitmeden diğer birisi başlıyor? Senelerdir adliyeyi fuzulî meşgul etmekten, hükûmeti ve bir kısım memurları boş yere telaşa düşürmekten gaye nedir? Niçin binlerce, yüz binlerce asil Türk gençlerinin vicdanları tazip, huzurları ihlâl edilmek ve yurtta bir mesele çıkarılmak isteniyor? Bu bitip tükenmeyen tezvir dolaplarının ipleri kimin elinde?

İşte yüzlere çıkarabileceğimiz istifhamlar!.. Kısaca şunu söyleyelim:

Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan; Türk’ün, İslâm’ın düşmanları taktik değiştirmişler. Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor. Bir millet yere serilmeye azmedilmiş. Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor. Anasına itaat etmeyen, babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cemiyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah’a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor. Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektepte başarısız! Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, cani, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz… Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikayetçi, öğretmen ondan şikayetçi, polis ve hükûmet ondan şikayetçi; pedagoglar onlar için toplanır. Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur. Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar. Fakat cemiyeti yiyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdaplarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

Biz bunun sebeplerini, müsebbiblerini ve ilacının ne olabileceğini düşünürken, bir İngiliz Müstemlekat Nâzırının Kur’an-ı Kerîm’i eline alarak “Bu Kur’an, Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya bunun kaldırılmasına veya çürütülmesine çalışmalıyız.” sözünü hatırlıyoruz. Ve bu gazete haberi üzerine: “Kur’an’ın hakikatini neşredeceğim, onun nuruyla küfrün zulümatını dağıtıp kâfirlerin tecavüzatına set çekeceğim.” diyerek ileri atılan Bedîüzzaman’ı ve bu hamlesinden sonraki tarihçe-i hayatını bir anda düşünce şeridinde fikrin gözü ile seyrediyoruz… Derken muamma çözülüyor. Bütün istifhamlar cevaplanıyor, içimizdeki iftira dolaplarını çeviren, tezvir fabrikalarını işletenlerin ipleri kimin elinde imiş, kimler namına sa’y ü gayret gösteriyorlarmış. Bedîüzzaman’ın gayesi ne imiş, Risale-i Nur hangi maksat için yazılmış? Türk adliyesinin her defasında beraet vermesindeki isabet; garazsız, ehliyetli ehl-i vukufların ve Diyanet Riyasetinin her defasında her bir eser ve her bir mektup için takdirkârane müsbet raporlar vermesindeki sır anlaşılıveriyor.

Evet, muhterem hâkimler!

Yukarıda da izah edildiği gibi Risale-i Nur, ahlâksızlık girdaplarına batmakta olan cemiyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için telif edilmiştir. Onu okuyan, onda bu hakikati gören; yüzlerce, binlerce, yüz binlerce insan kendini o girdaptan kurtarıyor. İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup tahkikî ve hakiki imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor. Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnettar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir. İşte size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

Ben de taklidî imanın kararsızlığından, istikametsizliğinden ve her çeşit tehlike ve sıkıntısından, tahkikî imanın sahil-i selâmetine, Risale-i Nur’u okumak suretiyle çıkmış, bu sebeple onu kalben sırf Allah rızası için sevmiş ve onun neşrini diğer muhtaçlara da duyurulmasını gaye-i hayat edinmiş Müslüman bir Türk genciyim.

Risale-i Nur imanî meselelerde hem ruha hem kalbe hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor. Bu sebebledir ki şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

Risale-i Nur hizmetinden dünyevî hiçbir menfaat beklenmez. Çünkü onun bağlı olduğu kudsî hakikat değil çürümeye, yok olmaya mahkûm olan fâni dünyaya, hattâ kâinata bile âlet edilemez. Dünyaya bakan ciheti; ahlâkı düzeltmek, dünya ve âhiret saadetlerinin beratı ve senedi olan iman-ı tahkikîyi Müslümanların eline vermek ve haricî tecavüzata karşı manevî cihad etmektir.

Bedîüzzaman diyor ki:

Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahedeyi açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edeyim.

Komünizmin kızıl alevleri Anadolu’nun çatılarını ciddi tehdit etmeye başladığı bugünlerde, bu çağrının ve bu davetin mana ve ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor.

Risale-i Nur’un ehemmiyeti ecnebiler tarafından da takdire ve (hattâ Almanya’da olduğu gibi kendi lisanlarıyla) neşrine başlanmıştır. Aldığımız bir mektupta on beş ailenin, Cenevre’de Risale-i Nur’u okuyarak Müslüman olduklarını yazıyordu. Daha da çoğaltabileceğimiz misalleri kısa kesiyorum.

Muhterem hâkimler!

Şunu beyan etmek istiyorum: Risale-i Nur, yirminci ilim asrının Kur’an-ı Kerîm tefsiridir. Bunu dikkatle okuyan, bir Müslüman’sa taklidî imandan kurtuluyor. Ecnebi ise hidayete kavuşuyor. Dünyevî ve maddî hiçbir gayesi yok. O sadece âhirete, Allah rızasına bir vasıta yapıldığı için yapılan her çeşit isnadlar, iddialar; asılsız, mesnedsiz birer iftiradır. Risale-i Nur zararlı değil, faydalıdır. Şüheda yurdu olan şu aziz vatana Risale-i Nur’u okuyarak hizmetten, fedakârlıktan başka hiçbir gayem yoktur.

Binaenaleyh kitaplarımızın iadesini ve beraetimi ister, hürmetlerimi sunarım.

Üniversite Nur talebelerinden

İbrahim

***

[1] Hâşiye: Bu zamanda, böyle bir dava vekilinin, Risale-i Nur olduğuna Risale-i Nur’la imanlarını kurtaran milyonlarca kimseler şahittir.

HANIMLAR REHBERİ

Risale-i Nur Külliyatı’ndan

HANIMLAR REHBERİ

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرّحْمٰنِ الرّحٖيمِ

Ehl-i İman Âhiret Hemşirelerim Olan Kadınlar Taifesi İle Bir Muhaveredir

Bazı vilayetlerde taife-i nisadan samimi ve hararetli bir surette Nurlara karşı alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimatlarını bildiğim sıralarda, mübarek Isparta’ya ve manevî Medresetü’z-Zehraya üçüncü defa geldiğim zaman işittim ki o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisa, benden bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim olacak. Halbuki ben, dört beş vecihle hastayım ve hem perişan, hattâ konuşmaya ve düşünmeye iktidarsız bulunduğum halde, bu gece şiddetli bir ihtar ile kalbime geldi ki madem on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için yazdın ve pek çok istifade edildi. Halbuki hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar. Ben de bu ihtara karşı gayet perişan ve zaaf ve aczimle beraber üç nükte ile gayet muhtasar bazı lüzumlu maddeleri, o mübarek hemşirelerime ve manevî genç evlatlarıma beyan ediyorum.

Birinci Nükte: Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından nisa taifesi, şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillahi’l-hamd, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakiki bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez veyahut sû-i istimal edilir.

Yüzer numunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun.” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor, cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için validesinin hârika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakiki şefkat sû-i istimal edilmeyerek bîçare veledini, haps-i ebedî olan cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’maline geçeceğinden validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlat olur.

Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’î ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum:

Ben, bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.

Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimmi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum. Evet, bu hakiki ihlas ile hakiki bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati, sû-i istimal edilip masum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun masum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.

Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine; o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.

Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakiki ihlas bulunuyor.

Eğer bu iki nokta, o mübarek taifede inkişafa başlasa daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor, belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat maatteessüf bîçare mübarek taife-i nisaiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için başka bir tarzda, zafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyakârlığa giriyorlar.

İkinci Nükte: Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın hususan Müslüman’ın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış, dedim. Sebebini aradım. Bildim ki nasıl, İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâm’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki bu millet-i İslâm’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.

Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevî evlatlarıma kat’iyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur! Rusya’da o bîçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz.

Risale-i Nur’un bir parçasında denilmiş ki: Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zahirî hüsn-ü cemaline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki o bîçare ihtiyarlandıkça kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra ebedî bir müfarakata maruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

Hem Risale-i Nur’un bir cüzünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki sefahete girmiş zevcesine ittiba eder; vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklit eder. Veyl o zevc ve zevceye ki birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani medeniyet fanteziyelerine birbirini teşvik eder.

İşte, Risale-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin manası budur ki: Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvi seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdab-ı İslâmiyet’le olabilir.

Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki: Kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa aynen askerîdeki itaatin bozulması gibi o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa her cihetle zarar eder. Çünkü hakiki sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekinir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise nâmahrem yüz kadından ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi sadakatsizlik ittihamı altına girer, zafiyetiyle beraber hukukunu muhafaza edemez.

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlasta şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar; öyle de o masum hanımlar dahi sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefahete girse ancak sekiz lira kadar bir şey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği için sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker. Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi fısk ve sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir.

Demek onlar, daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesud bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlukturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin, âmin!

Hemşirelerim! Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için serseri, ahlâksız, Frenk-meşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşâallah rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa şimdiki işittiğim gibi mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz!

Üçüncü Nükte: Aziz hemşirelerim! Kat’iyen biliniz ki daire-i meşruanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde; on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hâdisatlarla ispat etmiştir. Uzun tafsilatı Risale-i Nur’da bulabilirsiniz.

Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki masum evlatlarınızla masumane sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.

Hem kat’iyen biliniz ki bu hayat-ı dünyeviyede hakiki lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i salihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur yüzer kat’î delillerle ispat etmiştir. Âdeta imanda bir cennet çekirdeği ve dalalette ve sefahette bir cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedit muannid ve muterizlerin eline girip hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikati cerh edememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve masum hemşirelerime ve evlatlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.

Ben işittim ki benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün manevî kazançlarıma ve dualarıma Nur şakirdleri gibi dâhil etmeye karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mûcibince bütün kardeşleriniz olan Nur şakirdlerinin manevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.

Ben, şimdi daha ziyade yazacaktım fakat çok hasta ve çok zayıf ve çok ihtiyar ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan şimdilik bu kadarla iktifa ettim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Duanıza muhtaç kardeşiniz

Said Nursî

***

 

(Mahremdir. Şimdilik Medresetü’z-Zehra erkânlarına mahsustur.)

İhtiyar Kadınlara Ehemmiyetli Bir Müjde ve Bekâr ve Mücerred Kalmak İsteyen Genç Kızlara Bir İhtar

Hadîs-i şerifte عَلَيْكُمْ بِدٖينِ الْعَجَائِزِ gösteriyor ki âhir zamanda kuvvetli iman, ihtiyar kadınlarda bulunur ki “Dindar ihtiyar kadınların dinine tabi olun.” diye hadîs ferman etmiş.

Hem Risale-i Nur’un dört esasından bir esası şefkat olduğundan ve kadınlar şefkat kahramanı bulunmasından hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna feda eder.

Bu zamanda o kıymettar valideler ve hemşireler, büyük bir hâdise ile karşılaşıyorlar. Mahremce ve ifşası münasip olmayan bir hakikat-i fıtriyesini Nur şakirdlerinden mücerred kalmak isteyen veya mecbur olan kızlar kısmına beyan etmek lâzım geldi diye ruhuma ihtar edildi. Ben de derim ki:

Kızlarım, hemşirelerim! Bu zaman, eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o bîçare zaîfeyi daimî tahakküm altında, yalnız dünyevî gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazen on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüv tabir edilen birbirine denk olmazsa hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbat olur.

İşte bu izdivaca sevk eden üç sebep var:

Birincisi: Tenasülün devamı için hikmet-i İlahiye, o fıtrî hizmete bir ücret olarak bir fıtrî meyil ve şevk vermiş. Halbuki erkekte o zevk on dakikalık bir lezzet verse de eğer meşru ise erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî meyil, bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için ehemmiyet