Emirdağ Hayatı

Altıncı Kısım

Emirdağ Hayatı

Mukaddime

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraet kararı neticesi olarak Risale-i Nur, ekser vilayet, kasaba ve köylerde yayılmış ve Nur talebeleri kısa bir zamanda yüz binlerin fevkinde çoğalmıştır. Risaleler teksir ile neşre başlanmış ve kısa bir müddet içinde 1947 senesi sonlarında Üstad ve talebeleri üçüncü defa olarak tekrar hapse alınmıştır.

Evvela üç sene kadar Emirdağı’nda ikamet edebilen Said Nursî, hapisten sonra tekrar Emirdağı’nda üç dört sene kadar kalmış ve sonra Isparta’ya yerleşmiştir. Ve şimdi doksan yaşına yaklaşan ve tebdil-i havaya çok muhtaç olan Üstad, ara sıra Emirdağı’na gelip ikametgâhı olan dershane-i Nuriyede kalmaktadır.

Şimdilik Emirdağ hayatının ilk kısmı ki Afyon Hapsine kadar olan safhası zikredilecek, bilâhare Afyon Hapsini müteakip tekrar Emirdağı’ndaki hayatı, hizmet-i nuriyesi beyan edilecektir. Emirdağı’ndaki hayatı, evvelki hayatına nisbeten çok daha şaşaalıdır. Hem musibet ve ithamlara daha ziyade hedef olmuş, daimî tarassuda, hattâ imhaya maruz kalmıştır. Bununla beraber Risale-i Nur, geniş dairede yayılmış; üniversite, memurlar ve ehl-i siyaset muhitinde okunmaya başlanmıştır.

Üstadın Emirdağı’na nefyinden sonra aleyhinde pek insafsızca iftiralar yapıldığı ve çok geniş bir dairede yalanlarla isnadlara girişildiği münasebetiyle ve Nurların hârika neşri dolayısıyla bir hakikati, bu mukaddimede beyan etmek lâzım geldi. Şöyle ki:

Bizim, Said Nursî’nin ayn-ı hakikat olan ahval ve harekât ve hizmetinde görünen hârikaları beyan etmemizden muradımız:

Okuyucuların nazar-ı istiğrablarını celbedip “Hâşâ!” Bedîüzzaman’ın fâni şahsını insanlığın alkış tufanına tutmak değil; belki onun şahsını ve hizmetini insafsızca iftira ve yalanlarla lekedar etmek isteyen ve dolayısıyla Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesine set çekmeye çalışanların mukabilinde Risale-i Nur’un nurlu, müessir ve saadet-feşan hizmetini belirtmek için Kur’an’ın bir şakirdi ve Hazret-i Peygamber’in bir ümmeti ve Allah’ın bir abdi olarak nâil olduğu ikramları zikrediyoruz. Din düşmanlarının bahanelerle taarruzunu ve insafsız hücumlarını red ve bir masumun masumiyetini beyan ediyoruz.

Hattâ diyebiliriz ki: Tarihte Bedîüzzaman gibi hilaf-ı hakikat olarak düşünce ve mefkûre, hizmet ve gayesinin tam zıddında şiddetli itham ve isnadlara maruz kalmış bir kimse yok gibidir. Panzehire zehir isnad etmek gibi bu milleti ve gelecek nesilleri anarşilikten, dinsizlikten, ahlâksızlıktan muhafaza niyet ve harekâtına, sırf imansızlıktan neş’et eden bir dalalet divaneliğiyle vatana ihanet, gençliği irticaya sevk ve zehirlemek ithamını yapmak, ne kadar acı ve ehl-i insafı ağlatacak elîm bir vaziyet olduğu bedihîdir.

İşte Bedîüzzaman bir değil, yüz değil, binler defa böyle hilaf-ı hakikat ithamlara düçar olmuş bir masumdur. Hizmetinde böyle olduğu gibi hususi ahval ve ahlâkı noktasında da ahlâk-ı hamîdenin en müstesna örneklerini yaşatmış, edep ve iffetin en şaheser numunelerini nefsinde gösterebilmiş bir nezahet ve hüsn-ü hulk abidesidir. Hizmetini îfa eden, dâhilî ve haricî hayat ve ef’aline aşina olan talebe ve hizmetkârları olan bizler, en yüksek sesimizle ilan ederiz ki:

Üstadın Kur’an’dan alıp ehl-i iman ve insaniyetin istifadesine arz ettiği ulûm-u imaniyedeki üstadlığı gibi en ince muamelat ve ahvalinde ve hususi hayatında da Kur’an-ı Hakîm’in hüsn-ü hulk olarak tarif ettiği ve yüksek bir velayetin tereşşuhatı olan âsâr ve daimî yüksek bir huzur görünür. Her zaman için her haline nazar-ı dikkat ve ferasetle bakan ehl-i kalp ve erbab-ı fazilet, onun kalb-i münevverinin bir şems-i hakikat ve marifet halinde şule-feşan olduğunu ve bir derya halinde daimî temevvücde bulunduğunu kemal-i hayretle görmekte ve İslâmiyet ağacının bu son ve kâmil meyve-i münevveriyle zemin ve zamanın iftihar etmekte olduğunu duyurmaktadırlar.

Ey sû-i niyetleriyle ve kendi menfî ruhlarına kıyasla bu ahlâk, edep, iman, marifet ve hakikat abidesine dil uzatan ve şeytanları dahi utandıracak derecede iftiralarla bu fazilet timsalini yok etmeye, tezvire çalışmış bedbahtlar! Bu zata karşı savurmak istediğiniz iftiralar, saçtığınız zehirler para etmedi. Hak nurunu yaktı ve parlattı. O nur ile âlemleri ziyadar eyledi. Siz ise zelil ve manen insaniyetin menfurusunuz. Size yazıklar olsun! İnsan libasını taşımanız dahi sizin için elîm ve fecidir.

Buna rağmen sizin için bir necat kapısı var, o kapıyı çalsanız belki kurtulursunuz. Said Nursî ahdetmiş ve ilan etmiş ki: “Benim idamıma çalışanlar dahi eğer Risale-i Nur’la imanlarını kurtarsalar, Risale-i Nur’a sarılsalar kardeşlerim siz şahit olunuz; ben, onlara hakkımı helâl ediyorum.” Evet, onu mahkûm etmek isteyenlerden çoğu ve ekser aleyhinde bulunanlar bugün ona dost olduğu gibi tezvir ve iftirada bulunan sizler de nedamet etseniz, Nur derslerine kulak verseniz ümit edilir ki o şefkat kahramanı, sizin için affınız için dua eder, niyaz eder.

Evet Said Nursî, öyle eşsiz bir kahramandır ki bu kahramanlığını harp meydanında, mahkeme sandalyesinde müstebitlere karşı gösterdiği halde, gelin siz düşmanları ve onu yok etmek için çalışanlardan Nur’a müteveccih olanların selâmet ve kurtuluşu için el açıp gözyaşlarıyla nasıl niyaz ettiğini görün ve onun yüksek bir tevazu ile milletin her tabakasıyla nasıl kemal-i şefkatle muamelede bulunduğunu anlayın; insanlığın ulvi mertebesini bu zatta seyreyleyin.

Onun hakkında senakâr sözler, takdirler, ehl-i dünyanın alkışlanması nevinden değildir; hakikat-i kâinatın, bu ekmel insana ve insanın yüksek kıymetini, Müslümanlığın hakiki tezahürünü temsil eden manevî şahsiyetine karşı olan takdir ve tebriğine bir iştiraktir. Evet Said Nursî’yi, temsil ve terennüm ettiği envar-ı hakikat itibarıyla, yalnız insanlık değil belki âlem bütün enva ve ecnasıyla alkışlıyor, tebrik ediyor. Evet, hizmet-i imaniyesini mazi, müstakbel takdir ediyor.

Evet Said Nursî, Cenab-ı Hakk’ın mahiyet-i insaniyede dercettiği hadsiz enva-ı kemalâtın hepsinde en ileri ve en mükemmeldir. Bazen yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına sessiz dolaşır; bazen bağ ve bahçeleri, nebatat ve hayvanatı temaşa ve tefekkür edip sonra dönüp şehre inip en büyük siyasî içtimalarda, gayet beliğ ve makulane hitabeler, ahlâkî, edebî nutuklar îrad edebilen cevval bir ruh haletini taşırdı.

Hürriyet’ten evvel ve sonra şarktaki hayatı ve İstanbul’daki feveranlı hayatı, buna bir şahittir. Bir yanda Şarkî Anadolu’da aşiretler arasında seyahatle onlara ahlâkî ve imanî dersler, öğütler verirken diğer yanda Şam’da allâmelere, siyaset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle Müslümanların terakki ve kemalâtının esaslarını tesbit edip üç yüz elli milyon Müslüman’ın saadetinin fecr-i sadıkını haber veriyordu. Hem meşrutiyet zamanında Meclis-i Mebusana hitabesi ve gazetelerdeki makaleleriyle, Kur’an’ın kudsî kanun-u esasîsinin vaz’ ve tatbikinin millet-i İslâmiyeye iki cihanın saadetini kazandırıp hakiki kemalât ve terakkiye medar olacağını haykırıyor ve bu efkârının Divan-ı Harb-i Örfîde de kahramanca müdafaasını yapıyordu.

İşte bir nebze beyan edilen ahvali ve hizmetleri delâletiyle bu hârika zat, âdeta muhtelif istidat ve ayrı ayrı zekâ ve kabiliyetlerden müteşekkil bir cemaat mahiyetinde idi. İslâmiyet’in zuhurundan itibaren bin üç yüz yıl içinde gelip geçen ve İslâmiyet şecere-i nuraniyesinin çeşitli çiçek ve meyveleri olarak asırları tezyin eden umum ehl-i hak ve zekâvetin kemalât ve güzelliklerine sahip olmuş, nişan ve formalarını takmış gibi idi. Sanki ulûm ve maarif-i İslâmiye, bu zat vasıtasıyla yeni baştan ihya ediliyordu.

Büyük Peygamber’in ders ve irşadıyla hakikate ulaşan ve kemalâtta terakki eden ve her biri cemaat-i İslâmiyeden bir taifeyi daire-i tenvir ve irşadında yürüten kudsî üstadlar, âlim ve müçtehidler, ayrı ayrı meslek ve ilimlerine bu zatı vâris tayin etmişler gibi; mazinin bütün mehasin ve meziyetlerini giyinerek asrımızda ortaya çıkan bu hârika-i zaman Said Nursî Hazretleri, böylece Kur’an namına Risale-i Nur’la giriştiği dinî hizmet ve cihad-ı manevîsiyle bir cemaatin, yüksek bir heyetin belki muazzam bir ordunun yapabileceği vazifeleri, küllî hizmetleri, izn-i İlahî ile yapmıştır. İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı manevîsi, ehl-i dalaletin cemaatle hücumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü’minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehlikenin bu vatanı istilasına karşı Kur’anî bir set ve âlem-i İslâm’ın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve ittifakının medarı olmuştur.

Evet Said Nursî, gayet câmi’ bir istidada mâlik bir zattır. Bu istidatların hepsinde çok ileri gitmiştir. Cüz ile küllü, âfakın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, mesela zerre ile samanyolunu beraberce dikkatle tetkik eder, onlardaki envar-ı tevhidi görür, gösterir ve ispat eder. Bir yandan âlem-i İslâm ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i imaniye ile meşgul, bir yandan inziva hayatı geçirerek kalem-i kudretin mektubatı olan fıtratın antika eserlerini, sanat-ı İlahiyenin mu’cizelerini temaşa ve tefekkür ile kitab-ı kâinatı mütalaa eder ve böylece her gün bu müteaddid ulvi vazifeleri yaparak marifet-i İlahiye ve huzurun nihayetsiz ezvak ve envarında terakki eder.

İşte bu halet-i ruhiye ve ahval-i kudsiye Üstadın hayatının her safhasında müşahede edildiği gibi Emirdağı’nda geçirdiği hayatı da hep bu mezkûr mana ile doludur. Lâhikalardaki mektuplarda bir derece beyan edilmişse de nâkıstır. Bu Tarihçe’de ancak denizden bir katrecik ile iktifa edilmiştir.

***

Said Nursî’nin Denizli Hapsinden Tahliyesi ve Emirdağı’na Nefyi

Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Haziran 1944 tarihli beraet kararı ile hapisten tahliye olunan Nur talebeleri memleketlerine gitmişler, Üstad ise Ankara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de Şehir Otelinde kalmıştır. Risale-i Nur talebelerinin hapsi ve muhakemeleri münasebetiyle, Denizli halkı Risale-i Nur’la alâkadar olmuştur. Adliyede iki üç zat, mahkeme safahatı esnasında Nurlara yakından alâkadarlık göstermişler ve Denizli’de neşrine çalışmışlardır. Bilâhare Nur dairesinde “Hâkim-i âdil” unvanıyla anılan mahkeme reisi ve azaları ve hizmetleri dokunan hamiyet-perverler, âdilane karar ve gayretleri ile bütün ehl-i imanın süruruna vesile olmak gibi manevî ve ebedî parlak bir makam kazanmışlardır.

***

Said Nursî Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilayetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağı’na 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. İlk önce on beş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir; ev kirasını da kendisi verir.

Emirdağı’ndaki hayatı şöyle hülâsa olunabilir:

Daimî tarassud altındadır. Mahkemeden beraet kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete maruzdur. Mektuplarında da beyan ettiği gibi; Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını, bazen bir günde Emirdağı’nda çekiyordu. Üstada yapılan bed muameleler ve takınılan tavır, Emirdağ ahalisince yakından bilinmektedir. Denizli Mahkemesinin beraeti üzerine, mahkeme eliyle Nurların intişarına ve Said Nursî’nin hizmet-i imaniyesine set çekemeyen gizli dinsizlik komiteleri, bu defa başka yollardan, idarî makamları evhamlandırıp aleyhe geçirerek hattâ imhasına kadar çalışıyorlardı. Bu plan kat’î idi.

Bir bekçi, kapısı önünden ayrılmazdı. Üstad ile görüşebilmek pek müşküldü. Emirdağı’nda ilk defa Üstadla yakından alâkadar olan Çalışkanlar Hanedanı, kasabalarına nefyedilen bu âlim ve fâzıl ihtiyar zata yakından dostluk göstermişler, hizmetine koşmuşlar, sırf lillah için olan bu irtibatlarını sû-i tefsir edenlerin yalan ve tezviratına aldırmayarak alâkalarını gevşetmemişlerdi. Çalışkanlarla beraber Emirdağı’nda birçok sadık mü’minler Nur’a talebe olmuşlar, Üstadın hizmet-i Nuriyesine iştirak etmişler (Hâşiye[1]) Nur risalelerini okuyup yazmaya ve etrafa neşre başlamışlardı. Üstadın Emirdağı’nda ikametinden sonra, Risale-i Nur’un dersleriyle halkın mühim bir kısmının ilim, iman, ahlâk ve fazilet bakımından terakki ettiği herkesçe malûm olduğu gibi resmî zatların ikrarıyla da sabittir. (Hâşiye[2])

***

Emirdağ talebeleri, Üstadın Emirdağı’ndaki hayatına dair diyorlar ki:

Üstad Emirdağı’nda daimî tarassud altında bulunuyordu. Açık havalarda gezmeye çıkardı. Üstadın, bahar ve yaz mevsimlerinde mutlaka kırlara çıkmak âdeti idi. Yalnız başına gider, birkaç saat kalır, sonra evine dönerdi. Kırlara çıktığı zaman, çok defa arkasından takip ettirilirdi. Bazen bekçiler, bazen jandarmalar takip ederdi. Hattâ bir defa arkasından kurşun attırılmış fakat isabet etmemiştir. Bir gün bir resmî memur, arkasından koşarak “Dışarı çıkmak yasak! Başına bere koyamazsın, sarık saramazsın!” diye mütehakkimane ve mütecavizane ifadeler kullanmış. Üstad da geriye dönmüştür. Bu tarz muameleler çoktur.

Üstadın Emirdağ’daki hizmeti ve meşgalesi, başka yerlerde olduğu gibi yalnız bir vazifeye münhasır değildi. Gerek Lâhikalardaki mektuplardan, gerek ziyaretine gelen dostların ve eski ilim arkadaşları ve talebelerinin ihbarından ve gerekse de kendine yakından alâkadar olan talebe, komşu ve halkların müşahedatından anlaşılıyor ki: Hakka müteveccih, hakikatten nebean eden müteaddid hizmetleri, vazifeleri vardı ve her bir günde de bu vazifelerini îfaya çalışırdı.

Hakaik-i Kur’aniye nurları olan Sözler, Lem’alar gibi eserlerini telif, tashih ve neşir ile meşgul olmakla beraber kelimat-ı kudret olan masnuat ve mevcudatı seyir ve temaşaya, kitab-ı kâinatı mütalaaya çok müştak idi. Zemin yüzünde yazılan, bahar sahifesinde teşhir edilen rahmet ve hikmetin mu’cizeli eserlerini, eşcar ve nebatat ve hayvanattaki sanat-ı İlahiyenin hârikalarını, simalarında parıldayan tevhid sikkelerini okumaya ziyadesiyle meftun idi. Böylece hakaik-i imaniyenin, marifetullahın nihayetsiz ufuklarında hakkalyakîn mertebesinde kanat açıp geziyordu.

Esasen Kur’an’dan aldığı mesleğinin bir esası, tefekkürdür. Eserlerinde insanı daima tefekküre sevk eder ve tefekkürü ders verir. İlim ve tefekkür ile kazanılan marifet-i İlahiyenin, ruh için kâinat vüs’atinde bir genişlik temin ettiğini ve وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ her bir şeyde Sâni’-i Vâhid’e işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu ifade eder تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ sırrına göre hareket ederdi.

***

Üstadın Emirdağ’da Zehirlenmesi

Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık.” demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi “Cevşenü’l-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir.” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı. Bu şiddetli hastalık zamanlarında aslâ namazlarını terk etmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında, tahammülü gayr-ı kabil bir hastalıkta iki üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.

Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekleyip gözyaşları içinde Üstada dikkat eden iki talebesi diyor: “Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergâh-ı İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına ve talebelerinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü.”

Hizmetini sıra ile iki üç genç talebesi îfa ederdi. Bir müddet onlar da men’edilmişse de çalışkan talebeleri hizmetinden aslâ vazgeçmeyerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler.

Emirdağı’nın resmî büyük bir memuru, bilâhare Nur’un kahraman bir talebesi olan arkadaşına: “Gizlice Said Nursî’nin imhası için gizli bir plan ve emir var.” demiştir. İşte Üstada yapılan bütün muameleler, böyle bir planın neticesi olarak cereyan etmiştir. Bir iki defaya münhasır değil, uzun seneler müddetince daimî olduğu için yapılan zulüm, tarassud ve manevî baskı çok elîm ve acı idi.

Üstad ilk iki sene Çarşı Camii’ne gider, cemaate iştirak ederdi. Ekser günler ikindi namazını camide kılar ve yatsıya kadar orada kalır, sonra evine gelirdi. İki sene böyle devam etti; sonra kaymakam, insanlarla görüşüyor diye camiden men’etti.

Emirdağı’nda ikameti zamanında başta Isparta olarak çok yerlerde Nur risaleleri el yazısıyla çoğaltılıyordu. Risaleleri okuyup müstefid olanlardan, Üstadı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daha ziyade Risale-i Nur’a kemal-i sadakatle ve ihlasla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf lillah için muhabbet ve uhuvvet taşıyanlar görüşebilir; Üstadın dersini, sohbetini dinleyebilirdi.

Üstad, muhtelif istidatta olan her ziyaretçinin derece-i fehim ve idrakine göre konuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hizmet-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikatleriyle imana hizmetin bu millete maddeten ve manen en büyük menfaatleri temin edeceğini dava ve izah ederdi. Gelen ziyaretçiler, muhtelif halk tabakalarından, gençlerden, ehl-i ilimden idi. Denizli beraetinden sonra memurlar arasında büyük intibah olmuş, Nur’a talebe olanlar çoğalmıştı.

Üstad Gelenlerle Ne Konuşurdu?

Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdit eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mani olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, fertlere ve cemiyete düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük davasının Kur’an’a sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye hasr-ı nazar ettiğinden vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını “Fakat biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa ancak Nur’a kâfi gelir.” diyerek Nur’un din düşmanlarını mağlup edeceğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını, mesleğimizin en büyük esasının ihlas olduğunu, rıza-i İlahîden başka hiçbir maksat ittihaz edilemeyeceğini, Nur’un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlasla, müsbet hareket etmekle inayet ve rahmet-i İlahiyenin Risale-i Nur’u himaye edeceğini ilh. beyan ederdi.

Üstadın dersini ve sohbetini dinleyenleri işhad ederek diyebiliriz ki:

Üstadın bir dersi, bir sohbeti, çok gençler için vesile-i necat olduğu gibi Risale-i Nur’a fedakârane hizmet için de bir menba-ı istinad olurdu. Nur’a hizmet eden fedakâr talebelerin ekserisi böyle bir veya birkaç defa Üstadın dersinde, ikazında hazır bulunmuştur. Emirdağı’nda iken, Ankara’ya Nur hizmeti için gönderdiği bir talebesi hal-i âleme bakarak “Bu insanlar ne zaman Nur hakikatlerini dinleyecek, kalın zulmet perdeleri nasıl yırtılacak, manevî karanlıklar nasıl izale olacak?” diye ümitsizliğe düşer. Sonra bir gün Emirdağı’na Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der: “Vazifemiz hizmettir. Muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, bu insanlar ne zaman Risale-i Nur’u dinleyecekler diye ümitsizliğe düşme, merak etme! Kat’iyen bil ki Mele-i A’lâ’nın hadsiz sakinleri, bugün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için hiç ehemmiyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazen bir hâlis ve fedakâr talebe, bine mukabildir.” diyerek yeisini giderir.

Üstad, kırlara ilk önce yaya olarak çıkardı. Sonra faytonla gezmeye başlamıştır. Ücretsiz, bir gün dahi arabaya bindiği görülmemiştir. Biz kendisine ancak masrafını idare edecek derecede fiyatını söyler “Bunun burada fiyatı budur.” derdik. Mutlaka bizim söylediğimizden fazlasını bize verir ve “Fiyatını vermezsem olmaz. Nasıl mukabilini vermediğim bir lokma hediye beni hasta ediyor, bunun da ücretini vermeliyim ve vermeye mecburum.” derdi.

Daha ziyade bahar, yaz ve güz mevsiminde gezer, kışın da ara sıra kıra çıkardı. Emirdağı’nın dört tarafı açıklıktır. Buralarda Nurların tashihine çalıştığı müteaddid dershaneleri vardır. Emirdağı’na yerleşmesinden itibaren daimî tarassud altında bulunduğundan ve kırlara çıktığı zamanda çok defa jandarma ve bekçilerle takip edilmesinden dolayı yalnız gezer, yalnız oturur, yalnız çalışırdı. Tâ 1947 senesine kadar böyle devam etti. Yalnız faytonunu idare eden bir talebesi, yolda refakat eder, oturduğu zaman yalnız başına kalırdı. Kırlarda ekseriyetle tashihatla meşgul oluyordu. Bir müddet el yazılarını tashihle vakit geçirirdi.

Sonra Isparta ve İnebolu’daki fedakâr talebeleri, birer teksir makinesi elde ederek Nur mecmualarını çoğaltmaya başladılar. Üstad, bundan sonra tashih için kendisine gelen mecmuaları tashihe başladı. Üstad, Nurların yazılmasına, teksirine çok ehemmiyet verirdi. “Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.” deyip Nur’a ait hizmeti, zamanın en büyük meselesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırdı.

Üstad süratli bir yazıya ve hüsn-ü hatta mâlik olmadığı için Risale-i Nur’un makbul, bereketli ve nurlu her günkü hizmetine, o da tashihatla iştirak ederdi. Saatlerce çalışır, yorulmak nedir bilmezdi. Nur hizmetlerinin îfası, Üstad için manevî bir gıda hükmünde idi. Bilhassa şiddetli hastalıklı zamanında dahi çalışması görülüyordu. Hayat-ı içtimaiyeden çekilmiş olup kimse ile görüşmez, muhabereden de men’edildiğinden, insanların cemaatlerinden gelen ünsiyet ve teselliden mahrum idi. Fakat o, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşmuştu. Rahmet-i İlahiye ona Nurları ihsan etmişti. Evlad ü iyal, mal mülk, hiçbir şey ve yeryüzünde taht-ı temellükünde bir karış yeri yoktu. Yalnız bir Risale-i Nur’u vardı. Her şeyi o idi. Sevinci, medar-ı tesellisi o idi. Bütün istidatları ile Nurlara müteveccih idi. Fıtrî vazifesini, Nurların ders ve taallümü ile insanlara neşri biliyordu.

Üstadın sözlerindeki halâvet ve hitabındaki belâgat fevkalâdedir. Gezinti esnasında, rastladığı insanlar arasında her sınıf halk bulunduğu gibi bilhassa dağlarda, kırlarda, ormanlarda ziraat ve ticaretle uğraşan halktan pek çoklarıyla görüşmüş ve sohbet etmiştir. Üstadın geniş, küllî hizmet-i Kur’aniyesinden sarf-ı nazar, faraza bütün meşgalesi ve hizmeti eğer sohbetine ve görüştüğü insanlara olan ders ve irşadına münhasır olsa dahi yine emsalsiz denecek kadar büyük ve müessir bir hizmettir. Kendilerinin bu sahadaki hizmetleri, çok muazzamdır. Barla’da bulunduğu müddetçe talebeliğine, kardeşliğe ve âhiret hemşireliğine kabul ettiği erkek ve kadınlar gibi Emirdağı ve civar köylerde de pek çok âhiret hemşireleri, talebeleri ve kardeşleri vardı. Bilhassa masum çocuklarla alâkadarlığı pek ziyadedir.

Üstadın iffet ve istikametteki hudutsuzluğu, bilmüşahede sabittir ve inkârı gayr-ı kabildir. Hayatı boyunca, hanımlarla konuşmaktan, nazarıyla dahi meşgul olmaktan şiddetle içtinab etmiştir. Bir mektubundan anlaşıldığı gibi; gençliğinde dahi iffet ve istikametin zirve-i müntehasında olduğu, onu yakından tanıyan ve hayatına aşina olanların müşahedeleriyle sabittir.

Bütün ahali, Üstadın numune-i imtisal iffet ve istikametini görerek, kendisine uhrevî ve manevî alâkadarlık gösterirlerdi. Üstad, âhiret hemşireliğine kabul ettiği hanımlara ve manevî evlat ve talebeleri addettiği masum çocuklara çok dua ederdi. Kadınların şefkat kahramanı olduğunu; bu zamanda, İslâm terbiyesi dairesinde hareket etmenin elzem olduğunu; yetişen masum evlatlarının uhrevî hayatlarından mes’ul ve eğer dindar yetiştirebilirlerse hissedar bulunduklarını, kendisinin çok hasta ve perişan olup dua etmelerini istediğini, ihtiyar hanımlara dua ettiğini, genç hanımlardan da namazını kılanlara dua edip âhiret hemşiresi kabul edeceğini kısaca söylerdi. Ve zaten fazla konuşmazdı. Mübarek taife-i nisa Said Nursî’nin yüksek bir ehl-i hak ve hakikat olduğunu, kalplerinin safvetiyle hissederlerdi.

Üstadın masum çocuklarla sohbet ve muhaveresi ise çok ibretli ve saadetlidir. Emirdağı ve civarı köylerinde, yanına gelen masumlara, büyükler gibi ehemmiyet verip kalben onlara müteveccih olurdu. “Evlatlarım! Siz masumsunuz, daha günahınız yoktur. Ben çok hastayım, bana dua ediniz, sizin duanız makbuldür. Ben sizi manevî evlatlarım ve talebelerim olarak duama dâhil ettim.” derdi. O çocuklar, gözlerinden akan muhabbet nurlarıyla Üstadı selâmlarlar; Üstad, gafil büyüklerden ziyade, onlara samimi ve ciddi selâm ederdi. Ve “Bunlar istikbalin Nur talebeleridir. Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin sebebi ise: Masum ruhları hissediyor ki Risale-i Nur, onların imdadına gelmiş. Ben de o Nur’un bir tercümanı olmam hasebiyle, gayr-ı ihtiyarî bu fedakârane muhabbet ve alâkayı gösteriyorlar.” derdi.

Üstad, yanına gelen gençlere de daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.

Yine kırlarda ve yollarda rastladığı memur ve işçilere her birisine münasip ders verir, namaz kılmalarının ehemmiyetini söyler ve o zaman dünyevî meşgalelerinin âhiret hesabına geçeceğini telkin ederdi. Bilhassa bu nevi dersi “Din, terakkiye manidir.” diyenlerin fikirlerinin ancak birer hezeyan olduğunu gösterir. Bilakis hem o insan için hem vatan ve millet için iman nuruna mazhar olmak, maddî manevî saadet ve terakkiyi temin eder. Namazını kılıp istikametle hareket ettiği takdirde, dünyevî çalışma ve gayretinin âhiret hesabına geçip ebedî saadet ve nurları netice vermesi düşüncesi, ne kadar o vazifeyi iştiyakla severek yapmayı temin edeceği malûmdur.

İşte bu hakikati, bütün memurlar, sanatkârlar ve esnaf, rehber ittihaz etmeli ve bu ders, umuma telkin edilmelidir. Bu zikredilen bahis, deryadan bir katre nevinden Üstadın saymakla bitmeyen millete menfaattar hizmetinden bir cüzdür. İslâmiyet’e irtica, mü’minlere mürteci diyenlere yazıklar olsun!.. (Hâşiye[3])

***

Üstadın Emirdağ’daki İkameti Sırasında Onun ve Talebelerinin Yazdığı Mektuplardan Bir Kısmı

Emirdağ’daki kardeşlerime!

Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki: Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem mektuplarını ve kitaplarını ve esrarını hükûmet şiddetli taharriyatla elde etti. Dokuz ay hem Isparta hem Denizli hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, bir tek gün cezayı, bir tek talebesine vermeyi mûcib bir madde –beş sandık kitaplarında ve evraklarında– bulunmadı ki hem Ankara Ehl-i Vukufu hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraetine karar verdiler.

Hem bu zarurî işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam, mahkemece dava etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahit gösterip tasdik ettirmiş ki:

Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş ve on senedir, hükûmetin iki reisinden ve bir vali ve bir mebusundan başka hiçbir erkânı ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve tanımaya merak etmemiş. Ve üç senedir Harb-i Umumî’yi ne sormuş, ne bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüz otuz telifatından, yirmi sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne asayişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı hükûmet görmemiş.

Beş vilayetin dikkatli zabıtaları ve taharri memurları ve mahkeme işiyle iştigal eden üç vilayetin ve merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki tahliyelerine mecbur oldular.

Eğer bu adamın dünya iştihası ve siyasete meyli olsaydı, hiç imkânı var mı ki bir tereşşuhatı ve emareleri bulunmasın? Halbuki mahkeme safahatında hiçbir emare bulamadılar ki muannid bir müddeiumumî mecbur olup vukuat yerinde imkânatı istimal ederek mükerreren iddianamesinde “Yapabilir.” demiş ve “Yapmış.” dememiş. Yapabilir nerede? Yapmış nerede? Hattâ mahkemede Said ona demiş: “Herkes bir katli yapabilir, bu iddianız ile herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor!”

Elhasıl: Ya bu adam tam divanedir ki bu derece dehşetli umûr-u dünyaya karşı lâkayt kalıyor veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir saadetine ihlasla çalışmak için hiçbir şeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyle ise bunu taciz ve tazyik etmek, vatan ve millete ve asayişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.

***

Kendi Kendime Bir Hasbihaldir

(Bu hasbihali Ankara makamatına işittirmeyi, ıslahtan sonra sizin tensibinize havale ederim.)

Hâkim kendisi müddeî olsa elbette “Kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım.” benim gibi bîçarelere dedirtir. Evet, şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferid kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zafiyetle, kışın şiddeti içinde her şeyden men’edildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zaten ben, tam bir haps-i münferidde yirmi seneden beri azap çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrit ve tarassudlarıyla sıkıntı vermek ise “gayretullah”a dokunup bir belaya vesile olmasından korkulur. Mahkemede dediğim gibi nasıl ki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var. Hattâ tahmin ederim ki benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilakis ehemmiyet vermedi, beni meyus etti, adliyenin yangınına bir vesile oldu ihtimali var.

Ben derim ki: Benim hakkımda vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükûmeti, zabıta ve adliyesiyle beraber beni tam himaye etmek, en ehemmiyetli bir vazifesidir. Çünkü yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektuplarımı, üç adliye ve merkez-i hükûmet dokuz ay tetkikten sonra beraetimize ve tahliyemize karar verdi. Fakat ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksatları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi; sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdeta ne için karışmıyorsun tâ karışsın maksadımız yerine gelsin, diyorlar.

Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta istimal ettikleri bir iki desiselerini beyan ediyorum.

Derler: “Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli hem kesretlidir. Ona temas eden, ona dost olur. Öyle ise onu her şeyden tecrit etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle, herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır.” diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.

Ben de derim:

Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi nüfuz var. Fakat benim değil belki Risale-i Nur’undur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fâsıla ile şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakiki sebep cezamıza bulmaması, bu davaya cerh edilmez bir şahittir.

Evet, eserler tesirlidir. Fakat millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli Hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesi’yle gayet uslu ve mütedeyyin suretine girmeleri; hattâ iki üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.

Evet, beni her şeyden tecrit etmek, işkenceli bir azap ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünkü otuz kırk sene hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i maneviye ve teselli ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat’î bir delili; bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak, her tarafta Risale-i Nur’a fevkalâde teveccüh ve rağbet göstermeleri –hattâ itiraf ederim– yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.

Ben işittim ki benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade adalet içinde hürriyete muhtaçtır. Evet, emsalsiz bir tazyik altındayım. Bir iki cüz’î numunesini beyan ediyorum:

Birisi: Mahkemece, Risale-i Nur’un ilmî bir müdafaanamesi ve Ankara’nın yedi makamatına ve Reisicumhura müdafaatımla beraber gönderilen ve neticede Ankara Ehl-i Vukufunun takdiriyle beraetimize bir sebep olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yadigâr ve hatıra olmak üzere güzel yazılarıyla birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli Zabıtası görüp ilişmeyen ve Afyon Polishanesinde bir gece ve buranın zabıtasında da açık olarak bir gece kalan Meyve Risalesi ile Müdafaaname’yi, her gün endişeler içinde, bunları da elimden almasın diye saklıyordum. Belki beni taharri edecekler telaşı ile bu gurbette tanımadığım adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.

İkincisi: Denizli Mahkemesi hiç ilişmediği ve Eskişehir Mahkemesi yalnız bir tek kelimesine ilişip bir tek harfle cevabını alan İhtiyarlar Risalesi’ni, İstanbullu bir adam, burada bir adamdan alıp İstanbul’a götürmüş. Her nasılsa aleyhimdeki bir dinsizin eline geçmiş. Habbeyi on kubbe yaparak vilayet zabıtasını şaşırtıp “Kiminle görüşüyor, yanına kimler gidiyor?” diye beni sıkmaya başladılar. Her ne ise… Bunlar gibi çok acı numuneler var. Fakat en manasızı budur ki beni konuşturmamak için hizmetimde bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka herkesi ürkütüp benden kaçırtmalarıdır.

Ben de derim:

On adamın benden çekinmeleri yerine; on binler belki yüz binler Müslüman, Risale-i Nur’un dersine hiçbir maniye ehemmiyet vermeyerek devam ediyorlar. Hem bu memlekette hem hariç âlem-i İslâm’da çok kuvvetli hakikatleri ve çok kıymetli faydaları için tam bir revaç ile intişar eden Risale-i Nur’un binler nüshalarından her biri, benim yerimde benden mükemmel konuşuyor. Benim susmamla, onlar susmaz ve susturulmazlar.

Hem madem mahkemece ispat edilmiş ki yirmi seneden beri siyasetle alâkamı kestiğim ve hiçbir emare aksine zuhur etmediği halde, elbette benimle görüşenden tevehhüm etmek pek manasızdır.

***

(Kendi kendime hasbihal namındaki parçaya lâhika olarak)

Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hâkimleriyle bir hasbihaldir

Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz! Kat’iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakiki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.

Evet, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’an’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.

Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar, gayesi rıza-yı İlahî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin bîçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim; dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaytlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze ne meşguliyet yok.

Madem hakikat budur, adliyelerin değil beni ve onları itham etmek belki Risale-i Nur’u ve şakirdlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden onların karşısında, bu millet ve vatanın hakiki düşmanları Risale-i Nur’a hücum edip, adliyeyi şaşırtıp dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevk ediyorlar. Küçücük iki numunesini beyan ediyorum:

Ezcümle: Hapisteki arkadaşlarımdan, selâm kelâmdan ibaret ve Arabî bir risalemin fiyatı olan on banknotu, buradaki bir adama gönderip tâ Isparta’da tab masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diyen mektubu yüzünden hem adliye hem hükûmet bana sıkıntılar verip hem vasıta olan adamı taharri etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu hem altı ay zarfında bir tek âdi muhabereyi bu kadar büyük bir mesele suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine, haysiyetine yakışmaz.

İkinci Numune: Benim gibi garib, ihtiyar ve zayıf ve beraet etmiş bir misafire, herkesi hattâ hizmetçilerini resmen propaganda ile ondan ürkütmek, kendini perişan bir vaziyete sokmak bu vilayetteki hükûmetin hamiyet-i milliyesine yakışmadığından, sinek kanadı kadar mevhum bir zarara dağ gibi ehemmiyet verip aleyhimde resmen propaganda yapmak “Kimin ile görüşüyor ve yanına kim gidiyor?” diye herkese bir telaş vermek; hükûmetin hikmeti ve hâkimiyeti, bu acib halete elbette tenezzül etmemek gerektir. Her ne ise… Bu iki madde gibi muttali olanlara hayret veren çok maddeler var.

Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse def’etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalalet fenden, ilimden geldiği için ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belaya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur’un bu kıymette olduğuna delil şudur ki: Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur’a karşı çıkmamış ve cerh edememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükûmet ehl-i vukufu, yüz kitaptan ibaret eczalarında, bizi mes’ul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat olan Risale-i Nur şakirdlerine kanaat-i kat’iye veren “İşarat-ı Kur’aniye” ve “İhbarat-ı Gaybiye-i Aleviye ve Gavsiye”nin, bu asırda Risale-i Nur’un ehemmiyetine ve makbuliyetine imza basmalarıdır.

Evet, adliyeler hukukları muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle; Risale-i Nur’un yüz risalesi, yirmi senede yüz bin adamın saadetlerine hizmet ettiği sabit olmakla beraber; on seneden beri, iki mahkeme ve merkez-i hükûmet ve birkaç vilayetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-ı mahrem evraklarımızda ve risalelerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mûcib-i ceza bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur’un bu vatanda gayet küllî ve büyük hukuku var. Bu küllî ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp âdi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç bîçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve âdi bir adamın cüz’î ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak; adliyenin mahiyetine ve adaletin hakikatine hiçbir cihetle yakışmaz diye size hatırlatıyoruz.

Doktor Duzi’nin vesair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur’a ilişmek, gazab-ı İlahînin celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz.

Cenab-ı Hak size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan eylesin, âmin!

Gayr-ı resmî fakat tecrid-i mutlakta

Said Nursî

***

(Bu istida, üç makamata gönderilmiştir. Oradaki kardeşlerime bir me’haz olmak için gönderildi.)

Yirmi seneden beri sabredip sükût eden bir mazlumun şekvasını dinlemenizi istiyorum!

Hürriyetin en geniş suretini veren cumhuriyet hükûmetinde her bir hürriyetten men’edilmekle beraber, düşmanlarım benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükûmeti, ya beni tam himaye edip garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip müdafaatıma yasak demesin.

Çünkü resmen, perde altında her muhabereden men’im için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren bir tek çocuktan başka kimse ile beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım fırsat bulup tam Mahkeme-i Temyizin beraetimizi tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun tahsin ettikleri kitaplarımı almayı beklerken o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir iki mahrem risalelerimi verdirip sonra meslekçe benim aleyhimde bir iki ehl-i vukufun eline geçirip aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükûmet-i cumhuriyenin bütün erkânlarına belki dünyaya ilan ediyorum ki:

Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı hakikatiyle ve i’cazının tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.

İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf heyetinin ve üç mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsiyeden başka, kasdî olarak dünyaya, idareye, asayişe dokunacak ciheti olmadığına, yirmi senelik hayatım ve yüz otuz Risale-i Nur meydanda cerh edilmez bir hüccettir.

Evet, mahkemece dava ettiğim ve benimle münasebettar bütün dostlarımın tasdiki altında, yirmi seneden beri hiç müracaat etmeyen ve on seneden beri hükûmetin erkânlarını –birkaçı müstesna olarak– bilmeyen ve dört seneden beri dünya harbinden ve hâdisatından hiç haber almayan ve merak etmeyen bu bîçare mazlum Said, hiç imkânı var mı ki ehl-i siyasetle uğraşsın ve idareye ilişsin ve asayişin ihlâline meyli bulunsun? Eğer zerre miktar bulunsaydı “Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?” diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulûl edecekti. En elîm, cüz’î bir hâdise şudur ki:

“Bir tecrid-i mutlak içinde her muhabereden kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane bulunuz ki beni hapse alsınlar, bu azaptan kurtulayım.” diye bazı dostlarıma bir gizli mektup elden göndermiştim. Tâ benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet ziynetli bir surette tezyin edilmiş Risale-i Nur’dan, Denizli’de mahkemede bulunan kitaplarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan bir tek adam beni müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.

Beni hapislere sokan muarızlarımın bir bahaneleri de –o mahkemede ondan beraet kazandığım– “tarîkatçılık”tır. Halbuki Risale-i Nur’da daima dava edip demişim: “Zaman tarîkat zamanı değil belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarîkatsız cennete gidenler çoktur, imansız cennete giden yoktur.” diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki nerede tekkem olacak? Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki çıksın desin: “Bana tarîkat dersi vermiş.” Ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız eskiden yazdığım tarîkatların hakikatlerini ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarîkat dersi değildir.

Hürriyet-i vicdanı esas tutan hükûmet-i cumhuriyenin, elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikate ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikîyi galibane felsefeye karşı ispat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir. Yoksa o zayıf hâdimin ellerini bağlayıp binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle o cumhuriyetin düsturları müsaade etmez. Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvamı yazdım. Evet حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ derim.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hem manevî hem maddî birkaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.

Sual: Neden ne dâhilde ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men’ediyorsun? Halbuki eğer temas etsen ve alâkadar olsan birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlerini neşredeceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlas bizi men’ediyor. Çünkü bu gaflet zamanında hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine âlet ederek hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى Yani “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz; cezaya müstahak olmaz.” olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا sırrıyla şedit bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına belki taraftarlarına dahi adâvet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Mesela, hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adâvet etmek, şefkatin esasına zıttır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.

Cihad-ı dinî de olsa kâfirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil belki İslâmiyet’le ve cemaat-i İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Mi’racınızı tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim’in, Re’fet Bey gibi müteallikatlarına benim tarafımdan taziye edip deyiniz ki: “O merhum, Risale-i Nur talebeleri dairesi içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz de hususi ona dua ederiz.”

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Bir suale mecburi cevabın tetimmesidir.

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve şuhur-u selâsenin çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silahla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için dünyevî merak-âver meselelere bakıp vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin Dördüncü Mesele’sini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.

Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle; kader-i İlahî onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.

Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’an ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi –muvakkat olduğu için– bizim meselemizin en küçüğüne –bekaya baktığı için– mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz.

Bu âyet لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyet’in ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ yani “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız.” Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet, bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurani müdafaadır.

Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:

Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben “Yazık!” dedim. Bu vazife-i Nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim. اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi cehennem de adam ister.

(Beşinci Şuâ’nın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)

Said Nursî

***

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Hem bunu kat’iyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Benim ne haddim var ki sahip olayım tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz.

Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de hakikat-i ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz.

Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene –fakat hakikat olmak şartıyla– minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa ısırmadan atılsa nasıl memnun oluruz, kusurumuzu –fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydıyla– kabul edip minnettar oluyoruz.

Aziz kardeşlerim, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’an’ın mu’cize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem’alarıdır ki hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler şeklini alarak (şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için) ikramat-ı İlahiye nevindendir. İkramın izharı bir şükürdür, caizdir hem makbuldür.

Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen bu cevabı bir parça izah edeceğim. Ve “Ne için izhar ediyorum ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçısı bulunmak lâzım gelirken hem benimle lâekall yüzer kâtip ve yardımcı bulunmasına ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek belki millet ve ehl-i idarenin takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmesi zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faydalarına tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken kendimi misal alarak derim ki:

Beni her şeyden ve temastan ve yardımcılardan men’etmekle beraber aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi (başına) yüklemek ve bu tecrit ve tazyiklerden maddî bir hastalık nevinden insanlar ile temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürkütmek ki en ziyade merbut görülen bazı dostları bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevî bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla (başkalarına muhtaç olmayarak) bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.

Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek, hodfüruşluk etmek ise Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşâallah Risale-i Nur kendi kendini hem müdafaa ettiği hem kıymetini tam gösterdiği gibi bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

Aziz kardeşlerim; Risale-i Nur’un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kable’l-vuku, acib bir tarzda hem bende hem bizim köyde hem nahiyemizde tezahür ettiğine şimdi bir ihtar-ı manevî ile kat’î kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâş etmek isterdim. Şimdi Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecidleri ve çok Abdurrahmanları verdiği için size beyan ediyorum:

Ben on yaşında iken büyük bir iftihar, hattâ bazen temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime derdim: “Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir?” Bilmiyordum, hayret içinde idim.

Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki Risale-i Nur, kable’l-vuku kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kable’l-vuku ile hissedip hodfüruşluk ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise hem eski talebelerim hem hemşehrilerim biliyorlar ki bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime hem onlara çok hayret ederdim.

Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetli tanıyacak diye bir hiss-i kable’l-vuku ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.

Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahmanlar bildiğimden bu mahrem sırrı size açtım.

Evet, ben yirmi dört saat evvel hassasiyetimle ve âsabımın rutubetten tesiriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi aynen öyle de ben ve köyüm ve nahiyem, kırk dört sene evvel Risale-i Nur’daki rahmet yağmurunu bir hiss-i kable’l-vuku ile hissetmişiz demektir.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz. Dualarınızı rica ederiz.

Said Nursî

***

Büyük bir makamda bir kumandan ve ehemmiyetli bir zatın ehemmiyetli mektubuna mecburi bir cevaptır

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim!

Bi’l-mukabele biz de ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşâallah Cenab-ı Hak, sizi büyük ihsanlara mazhar eyleyecek diye bir işarettir.

Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanı kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike, benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibi ağır şerait içinde kahramancasına imanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rüyalarının bir tabiri de bu noktadan seni tebşir etmektir. Risale-i Nur eczalarında tarîkat hakikatine dair Telvihat-ı Tis’a namındaki risaleyi elde edip bakınız.

Hem zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatli zatlar, Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünkü bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata karşı mağlup olmadı. En muannid düşmanlarına da serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hattâ iki seneden beri büyük makamatlar ve adliyeler, tetkikat neticesinde Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.

Risale-i Nur’un mesleği; sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlup olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette ve hususi ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde veya tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye hadisat bize kanaat vermiş.

Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir iman var; tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkârane Risale-i Nur’a şakird ol. Tâ binler belki yüz binler şakirdlerin şirket-i maneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin cüz’iyetten çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Çok mübarek, çok kıymettar, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!

Elhamdülillah bu sene, Isparta’daki talebelerinizi dünyevî meşâgil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki gayretlerimiz ciddi bir surette devam ediyor. Her birimizin kalplerimizdeki Nur’a karşı incizab, simalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalpleri sevinçle doludur.

Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimiz ile beraber safiyane istihdam edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede bedî’ bir Üstada hem talebe hem kâtip hem muhatap hem nâşir hem mücahid hem halka nâsih hem Hakk’a âbid olmak gibi cihan-değer güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi Hâlık’ımızın fazlı ile kalbimize gelen bir ihsan olduğunu tahattur eden biz talebelerinizin kalplerini, sürur ve sevinç dolduruyor. Masum Nursluların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirane bir tarzı, hal ve etvarımızda okunuyor. Hudutsuz şükürler, nihayetsiz senalar olsun o Zat-ı Zülcelal’e ki bizleri cehl-i mutlak derelerinden, isyan ve küfran bataklıklarından lütf u keremiyle çıkarıp gözleri kamaştıran en parlak bir nura talebe etmiştir.

Eğer sevgili Üstadımız “iktiran” tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi çok minnettarlıklarımızı kalplerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.

Evet sevgili Üstadımız! Biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur’a muhatap olamıyoruz. Buna rağmen ihtiyaç şiddetlendikçe Hâlık-ı Rahîm’in merhametli tecellilerini müşahede ediyoruz.

Kalb-i üstad parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma’kes; lisan-ı üstad âlî bir mübelliğ, bir muallim, bir mürşid; hal-i üstad tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir numune, bir misal oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.

İşte yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hali, bugün daha çok ızdıraplı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar. Şarkta Japonların mağlup olmasıyla, dünyanın salah u selâmete ve emn ü emana kavuşması beklenirken, deccalane bir hareket şimalde kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevk ediyor. İstikbalin zulmetlerine gittiği zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor.

Lillahi’l-hamd Risale-i Nur, âlî beyanatı ile ruhlarımızı teskin ediyor, hakiki dersleriyle kalplerimizi tatmin ediyor.

İşte bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı ancak ve ancak Hristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı yani İncil, Kur’an ile ittihat ederek ve Kur’an’a tabi olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlup edileceği iş’ar buyuruluyor ki Hazret-i İsa aleyhisselâmın da vürûduna intizar etmek zamanının geldiğini mana-yı işarî ile ihtar ediyor. Mesmuata göre bugünkü Amerika, aktar-ı âleme tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilan eden Risale-i Nur, bu muzdarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.

Sevgili Üstadımız başımızda ve en âlî hakikatleri taşıyan ve Kur’an’ın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça sevinçlerimiz had ve hududa alınmaz.

İşte bu hakikatlerin her bir cüzü, saha-i faaliyete çıksa her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bâriz deliller pek çok var. Hususuyla, inkâr-ı haşir mefkûresini mağlup eden Onuncu Söz matbu nüshaları ve bilhassa gizli tabedildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek hârikaları taşıyan Âyetü’l-Kübra risaleleri ve inkâr-ı uluhiyet mefkûresini zîr ü zeber eden Külliyat-ı Nur Hüccetü’l-Bâliğa ve Meyve gibi eczaları meydanda. İnşâallah Kur’an’ın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız sûr’unu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak, imansızlığın emansız ateşini söndürüp âb-ı hayat bahşeden şarab-ı kevserini, bütün dünyaya emanlı iman vermekle içirecektir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Talebeniz

Hüsrev

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin bayramlarınızı tekrar be-tekrar tebrik ediyoruz. Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere –zekâvetinize itimaden– Risale-i Nur’da müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.

Birincisi: Risale-i Nur’un hakiki ve hakikatli bir şakirdi bulunan ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kâtibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini ve hilafet-i nübüvvetin de gayet ulvi vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilafet-i maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.

Evvela: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez; edilse hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve müptela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’an’dan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur’an’da arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa bir takaddüm şerefi bulunabilir.

Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar cemaatin şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir. Onun için o mübarek kardeşimin yazdığı gibi âlem-i İslâm’ı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zayıf, mağlup, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa; o yük düşer, dağılır.

Râbian: Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık ulvi mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir.

Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalp ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o nurları söndürmeye ve safi-kalpleri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mesele’de bir hâdise bu hakikati gösteriyor.

İkinci Mesele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa bir plan neticesinde beni hiddete getirip Risale-i Nur’un bâhusus “Âyetü’l-Kübra”nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz hem telaş etmeyiniz hem bana acımayınız. Şeksiz şüphesiz inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ âyetine mazhar etsin.

Onların o planları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa buranın havasıyla hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip münasip bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için benden bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!

Hem maddî hem manevî hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: “Neden herkese muhalif olarak –hiç kimsenin yapmadığı gibi– sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talip olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle çekiniyorsun?

Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki kâinatta hiçbir şeye âlet ve tabi ve basamak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.

“Amma manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i hakikatin istedikleri nurani makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için lüzum olsa –hem lüzum var– kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede ve siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar her şeyi kendine tabi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet yapar. Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp neşrettiği hakikatler dahi tereddütler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise revaçsızlıkla umuma zararı bindir.

Elhasıl: Hakikat-i ihlas, benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men’ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur fakat kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlas ile her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile o kutbun derslerini hususi makamından ve hususi hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp mağlup olarak dağıtılabilirler diye hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Hattâ bu defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın planıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünkü mesele şaşaalandığı için doğrudan doğruya avam-ı nâs, bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler diye dedim: “Yâ Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın.”

Bu münasebetle bir şeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm; belki Lâhika’ya girmiş. Risale-i Nur’un şakirdlerinin maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış; beş adam, aynen burada da tokat yediler.

Said Nursî

***

İstanbul’da, komünistler aleyhindeki hâdiseyi gören Risale-i Nur talebelerinin mektubundan bir parça

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim!

لَهُ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ dün, Nur’un manevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan âlem-i İslâm’a yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onların nâşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi darmadağın edilerek dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. “Kahrolsun komünistlik!” diye beddua edildi. Bu cemiyetin binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu.

Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hasıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nur’un fütuhatı geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hasıl oluyor. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Birkaç aydan beri aleyhime çevrilen desiseleri meydana çıktı. Hıfz-ı İlahî ile o musibet, yirmiden bire indi.

Hâlî zamanda camiye gidiyordum. Haberim olmadan, talebeler beni üşütmemek için mahfelde bir kulübecik yapmıştılar. Ben de dört beş gündür kendi kendime karar verdim, daha gitmeyeceğim. O malûm zabit adam vasıta olup kulübeciği kaldırdılar. Bana da resmen tebliğ ettiler ki: “Daha camiye gitmeyeceksin.” Fakat habbeyi kubbe yapıp bir heyecan verdiler. Hiçbir ehemmiyeti yok, hiç de merak etmeyiniz.

Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü âmmeyi kırmak için bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. Eski zamanımı düşünüp güya tahammül etmeyeceğim. Halbuki –Risale-i Nur’un selâmet ve intişarına halel gelmemek şartıyla– her gün bin ihanet ve tazipler de gelse Allah’a şükrederim. Ben ehemmiyet vermediğim gibi buradaki talebeler de hiç sarsılmıyorlar. Çoktan beri beklediğimiz bu hâdise de inayet-i İlahiye ile hafif geçti.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Said Nursî

***

Nur talebelerini Risale-i Nur’dan çekmek isteyenlerin desiselerini beyan edip, öylelere ne şekilde cevap verilmesi hakkında Üstadın hülâsalı bir mektubu

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Gayet ehemmiyetli bir meseleyi –bundan evvel size icmalen beyan ettiğim meseleyi– tekrar size söylememe kuvvetli, manevî bir ihtar aldım. Şöyle ki:

Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip bize hücumları akîm kaldığı ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski planlarını bırakıp daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plan çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O planların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir.

Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki Isparta ve havalisi, Gül ve Nur Fabrikasının kahraman şakirdleri gibi çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin.

Bazı da dost suretinde hulûl edip korkutmak mümkünse habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. “Aman aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet takip ediyor.” diye zayıfları vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için bazı genç kızları musallat ediyorlar. Hattâ Risale-i Nur erkânlarına karşı da benim şahsımın kusuratını, çürüklüğünü gösterip zahiren dindar ehl-i bid’adan bazı şöhretli zatları gösterip “Biz de Müslüman’ız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil.” deyip bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil ehl-i diyanet ve hocaları âlet edip istimal ediyorlar. İnşâallah bunların bu planları da akîm kalacak. Böyle heriflere dersiniz:

“Biz, Risale-i Nur’un şakirdleriyiz. Said de bizim gibi bir şakirddir. Risale-i Nur’un menbaı, madeni, esası da Kur’an’dır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de –El-iyazü billah– Risale-i Nur’un aleyhine dönse bizim sadakatimiz ve alâkamızı inşâallah sarsmayacak.” deyip o kapıyı kaparsınız.

Fakat mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak ve mübalağalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.

Said Nursî

***

Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâm’ın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der: “Risale-i Nur şakirdleri, dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var.”

Halbuki bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti ve umum âlem-i İslâm’a taalluk edecek hakaiki câmi’ olduğu, otuz üç âyât-ı Kur’aniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (ra) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı A’zam’ın kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.

Risale-i Nur’a daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarları veya enaniyetli sofi-meşreplileri, bazı kurnazlıklar ile Risale-i Nur’a karşı iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşâallah muvaffak olamazlar.

***

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halâskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu vatanı manevî istilasına mukabil Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.

İkincisi: Âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi. (Hâşiye[4])

Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi; âlem-i İslâm’ın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatan-perver siyasîleri süratle Risale-i Nur’u tabettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki bu iki belaya karşı siper olsunlar. (Hâşiye[5])

Said Nursî

***

Birden ihtar edildi, kaleme almaya mecbur oldum

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Kardeşlerim!

Şimdi tam tahakkuk etti ki resmen bana ihanet ve hakaret etmek, onunla teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı –perde altında– soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki Sikke-i Tasdik-i Gaybî onların bütün propagandalarını zîr ü zeber ediyor. Gerçi böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor; Eski Said’den kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nur’un hârika fütuhatı ve şakirdlerinin ehl-i hakikat nazarında ve ruhanî ve melaikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz. O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle ehl-i din ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhanî ve melaikelerin ve ehl-i iman ve ehl-i hakikatin nazarında mel’un olduğu gibi; binden ancak bir iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar. O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güya Risale-i Nur’un nüfuzunu kırıyor; şahsımı menba zannedip beni çürütmekle, Risale-i Nur sukut edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor.

Ben de derim: Ey bana dinsizlik hesabına ihanet ve hakaret eden bedbahtlar! Kat’iyen size haber veriyorum yakında –tövbe etmemek şartıyla– hiç çare-i halâs yok ki ecel celladıyla sen, idam-ı ebedî ile ölüm darağacı ile asılacaksın! Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferidde mahkûm olmakla beraber, ehl-i iman ve ruhanîlerin nefret ve lanetini kazanacaksın! –Tövbe etmemek şartıyla– benim intikamım, senden pek muzaaf bir surette alınıyor bildiğimden hiddet değil hattâ sana acıyorum!

Amma Risale-i Nur’un, senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmayanların perde çekmesi, zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüz binler adam onunla imanlarını kurtardıkları için ruh u canla hürmet ve perestiş ederler.

Amma şahsımın teessürü ise kat’iyen size haber veriyorum ki bir iki dakika asabiyetli bir teessüratıma mukabil, birden öyle bir teselli buluyorum ki bin derece sizlerin hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o teselliyi kıramaz. Çünkü Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedî azaplar ve haps-i münferidde idam-ı ebedî ile ihanetini gördükleri gibi; Risale-i Nur’la imanını kurtaran şakirdleri, ölümle terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye vesikasını alıp ebedî bir hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar olacaklarını, feylesofları susturan binler hüccetlerle beyan etmişiz.

Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak; kat’iyen aleyhindedir, kabul etmez. Onun için yirmi senedir inzivayı tercih etmiş.

Eğer asayiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız pek büyük bir hata ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme, yirmi senelik hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirdlerinden mûcib-i ihtilal ve medar-ı mes’uliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına beraetimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle, kat’iyen size beyan ediyorum ki dinsizlik hesabına bizi ezen sizler; vatan ve millet ve asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayişi idame lehinde, sabır ve tahammüle karar verdim.

Elbette dünya daimî olmadığı gibi hâdisatı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevî ve uhrevî binler zakkum ve azap neticeleri var. O zaman, faydasız “Yüz binler teessüf!” diyeceksiniz.

Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur’la bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def’etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.

Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı set çekmek.

İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.

Afyon Emniyet Müdürüne derim ki: Müdür Bey! Dünyada, eski zamandan beri görülmemiş bu derece kanunsuz ve manasız ve maslahatsız tecavüzler bana geldiği halde neden aldırmıyorsunuz? Bir misali:

Camiye, hâlî zamanda, cemaat hayrına sahip olmak için bazı bir iki adamdan başka kimseyi yanıma kabul etmediğim halde, resmen “Kat’iyen camiye gitmeyeceksiniz!” deyip bu gurbette, hastalık ve ihtiyarlık ve yoksulluk içinde bu ihanet hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Haberim olmadan, caminin hâlî bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mesele şeklinde hem bana hem umum halka manasız telaş vermek hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Soruyorum.

Bana bu ihanetleri yapanların hiçbir bahaneleri yoktur. Yalnız teveccüh-ü âmmeyi bahane edip: “Bu menfî adama neden hürmet ediyorsunuz?” Ben de derim:

Bütün dostlarım biliyorlar ki ben, şahsıma karşı hürmeti ve teveccüh-ü âmmeyi istemiyorum, reddediyorum. Benim hakkımda başkalarının hüsn-ü zannını kabul etmediğim halde, hangi kanun beni mes’ul eder ki ihtiyarım ve rızam haricinde, başkasının hüsn-ü zannıyla bana ihanet ediliyor. Farz-ı muhal olarak bu teveccüh-ü âmme hakikat de olsa vatana, millete faydası var, zararı olmaz. Hem eğer bir parçasını ben de kabul etsem bu ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk ve soğuk bir oda içerisinde, dehşetli bir haps-i münferidde, zarurî hizmetlerimi görmek için bir iki insanın dostluğunu kabul etmekliğimde hangi fenalık var? Hangi kanun bunu men’eder? Bir iki işçi çocuktan başkasını benimle temas ettirmemek hangi kanunladır? O işçi çocuklar her vakit bulunmadığı için kendim işimi göremiyorum. Bu dehşetli vaziyeti, elbette bu memlekette inzibat ve hükûmet ve idare adamları nazar-ı ehemmiyete almak borçlarıdır. Cidden alâkadar eder diye size beyan ediyorum.

Emirdağı’nda bir tecrid-i mutlakta

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Çok aziz, sıddık, bahtiyar kardeşlerim!

Kızıl Rusya’dan çıkarak, kızıl ateşler, kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür!” diye bağıran ve en nihayette âlem-i Hristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm gibi azîm bir yangına karşı itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur, Müslümanların ve beşerin en büyük ve yegâne tahassungâhı ve en büyük melceidir.

Ey Fahr-i Âlem’in gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fâni metalarına gururlanıp taşanlar ve ey dünyamıza zararı olur korkusu ile Nur-u Kur’an’dan kaçanlar! Küfr-ü mutlak ateşinin bizleri sardığı bir zamanda ancak ve ancak en müstahkem, en kavî ve yıkılmaz ve sarsılmaz bir tahkimat olan Risale-i Nur’un nurani siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine girmekle kurtulacaksınız… Ve idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü, bir hayat-ı bâkiyeye tebdil edeceksiniz.

Ve işte o Nur’un mübarek tercümanının ve mübarek şahs-ı manevîsinin اَجِرْنَا وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا وَ اَجِرْ طَلَبَةَ رَسَائِلِ النُّورِ وَوَالِدَيْهِمْ مِنَ النَّارِ ve emsali dualarının kabulüyle ve şefaatiyle ve Risale-i Nur’u devamlı okumakla ben, dehşetli manevî hastalıklardan nasıl kurtulmuşsam, sizler de o mübarek daire-i kudsiyeye dehalet ettiğinizde; dünyevî ve uhrevî dertlerden, ateşlerden kurtulacak ve evlad ü iyalinizin bir nevi çobanı olmak hasebiyle, o sevgililerinizi de kurtaracaksınız. Ve Nurlara çalışmakla her birerleriniz maddî ve manevî felâh ve saadete nâil olacaksınız. Böyle olan milyonlarla Nur talebeleri bu hakikate şahittirler.

Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezelî lütfuna karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahîm’e, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle maişeti sarsan hâdiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız; Nur’un kudsî keramat ve imdadını müşahede ediniz.

Dünya fânidir, binler sene yaşamak olsa bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender hiç mesabesindedir. Fakat fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır. Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya en mübarek ve nurani ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zira “Eken biçer.” atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.

Ey Nurcular! Din düşmanlarının hücumlarından kat’iyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat’iyen inanınız ki Nur’un şefaati, Nur’un duası, Nur’un himmeti sizleri kurtaracaktır!..

Kardeşiniz

Mustafa Osman

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Geçen kışta bana karşı sû-i kasdların, inayet-i İlahiye ile ve duanız yardımıyla gelen sabır ve tahammülüm neticesinde akîm kalan planı pek geniş bir tarzda olduğuna delil ise bu yakında Reisicumhur, Afyon’da demiş: “Bu vilayette din cihetinde bir karışıklık çıkacağını zannederdik.”

Demek, gizli komite beni sıkıştırmakla bir hâdise çıkarmak istiyordular. Bir ecnebi müdahalesi hesabına ve Müslümanlar ve vatandaşlar arasında, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir tarzda, damarıma şiddetle dokunan ihanetler ve sıkıntılarla tazipleri, onlara dünyada tam zarardır, âhirette cehennem ve sakar ve bize, dünyada mükemmel sevap ve zafer ve âhirette inşâallah cennet ve âb-ı kevseri kazandırır.

Demek, bu gizli planı Heyet-i Vekile ve Reis hissetmiştiler ki buralarda umum memurlar, hattâ Vali ve Kaymakam ve Zabıta benimle görüşmekten kaçıyor, ürküyordular. Ben de hayret ederdim. Fakat elimizde yalnız Nur bulunduğunu ve siyaset topuzu bulunmadığını, zerre kadar aklı bulunanlar anladılar. Garibdir ki en ziyade lehime çalışması lâzım olan bazı vazifedarlar, aleyhimde istimal ve istihdam edildi.

Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları lâzımdır. Çünkü manevî fırtınalar var, bazı dessas münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifna etsin.

Hem Salahaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:

“Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü her halde şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp onlara bir imtiyaz verip bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” Her ne ise… Bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.

Said Nursî

***

Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra, onu tam susturdu; şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor:

1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.

3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.

4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zahirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var. عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.

5- مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, muhterem kardeşim!

Evvela zatınızın bir risale kadar câmi’ ve uzun ve müdakkikane, hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki: Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde rumuzlu işaratıyla pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (ra). Ve قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin nassıyla Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihetle Nur’un hakiki şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor.

Fakat madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade edip ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var. Elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem ölmüş insanları zemmetmeye hiç lüzum yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i Beyt’in muktezası değildir ve lâzım da değildir diye Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men’etmişler.

Çünkü Vak’a-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr (ra) ve Talha (ra) ve Âişe-i Sıddıka (r.anha) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat o harbi içtihad neticesi deyip Hazret-i Ali (ra) haklı, öteki taraf haksız fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir, derler. Hem Vehhabîlik damarı hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri, İslâmiyet’e zarar vermesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın en büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî “Yezid’e lanet caizdir.” demiş fakat “Lanet vâcibdir.” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır.” dememiş. Çünkü hem Kur’an’ı hem peygamberi hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese hiçbir zararı yok. Çünkü zem ve lanet ise medih ve muhabbet gibi değil, onlar amel-i salihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena.

İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabîlik damarıyla, en ziyade İslâmiyet’i ve hakikat-i Kur’aniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip ehl-i hakikati Alevîlikle itham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi, İslâmiyet’e vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı, hocalardan bulmuşlar.

Şimdi Haremeyn-i Şerifeyn’e hükmeden Vehhabîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbn-i Teymiye ve İbnü’l-Kayyimi’l-Cevzî’nin pek acib ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin muhabbet-i Âl-i Beyt’ten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana hem Nur şakirdlerine darbe vurabilirler.

Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdirler. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.

İşte bu hakikat içindir ki ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beyt’in Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet’in, mezkûr hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler; menfaatsiz, zararı var demişler.

Hem o harplerde, çok ehemmiyetli sahabeler, nasılsa iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha (ra), Zübeyr (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Hata varsa da tövbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri tetkik etmekten ise şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyet’e dehşetli darbeleri vuran ve binler lanete, nefrete müstahak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir halet, mü’min ve müdakkik bir zatın vazife-i kudsiyesine muvafık gelemez.

Hattâ Sabri ile küçücük münakaşanız hem Risale-i Nur’a, hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli bir zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri’nin oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken, bilakis üç cihetle Nur’a zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş, diye düşünürken, iki üç gün sonra haber aldım ki Sabri manasız ve lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah dedim “Yâ Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim.

Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle belki Hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i diniyen ve tecrübe-i ilmiyen ve Nurlara karşı alâkan sebebiyle senden rica ediyorum ki Sabri ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur. Evet o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nur’a ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki bin hatasını affettirir. Sizin âlîcenablığınızdan, o Nur hizmetleri hatırı için dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.

Sahabelerin bir kısmı, o harplerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali’nin (ra) takip ettiği adalet-i hakikiye ve azîmet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terk edip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (ra) kardeşi Ukayl ve “Habrü’l-Ümme” unvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından hakiki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرٖيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَلْنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmayı ve bahsetmeyi caiz görmüyorlar. Çünkü itiraza müstahak birkaç tane varsa tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha (ra) ve Zübeyr (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adâvet meyli uyanır diye Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ü tadliline cevaz vermesine mukabil, Seyyid-i Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için şahısların hakkında nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimaliyle, öyle hususi şahsa lanet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمٖينَ وَ الْمُنَافِقٖينَ gibi umumî bir unvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler. Senin müdakkikane ve âlimane mektubuna karşı uzun cevap yazmadığımın sebebi hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.

Kardeşiniz

Said Nursî

***

Dâhiliye Vekiliyle Hasbihalden Bir Parçadır

Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle kanunsuz bir gadre ve tazyike hedef olmuşum. Şöyle ki:

Hem şiddetli sû-i kasd eseri olarak zehirlenmeden hasta hem gayet zayıf, yetmiş bir yaşında ihtiyar hem kimsesiz, acınacak bir gurbette hem palto ve fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden fakirü’l-hal hem yirmi beş sene münzevi olmasından, binden ancak tam sadık bir adam ile görüşebilen bir merdüm-giriz, mütevahhiş hem yirmi sene hayatını ve eserlerini üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufu inceden inceye tetkikten sonra bi’l-ittifak beraetine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir masum hem Eski Harb-i Umumî’de ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlad-ı vatan hem şimdi bu milleti, bu vatanı, anarşilikten ve ecnebi ifsadlarından kurtarmak için meydandaki tesirli âsârıyla bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyet-perver ve mahkemede yetmiş şahitle ispat edildiği gibi yirmi beş senede bir gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene Harb-i Umumî’ye bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini ispat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam hem âhiretine ve ihlasına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü âmmeden kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından ve medihlerinden çekinen, beğenmeyen bu bîçare Said’e; başta Dâhiliye Vekili olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ Zabıtasını musallat edip her gün bir ay haps-i münferid azabını çektirmek ve tecrid-i mutlak içinde tek başıyla bir haps-i münferidde durmaya mecbur etmeye, hangi maslahatınız iktiza eder? Hangi kanun bu dehşetli gadre müsaade eder diye hukuk-u umumiyeyi muhafaza eden adliyenin yüksek dairesi vasıtasıyla dâhiliye vekiline beyan ediyorum.

Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen

Said Nursî

***

Eski Dâhiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umumîsi Hilmi Bey!

Evvela: Yirmi sene zarfında bir tek istida, dâhiliye vekili iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım. Hem eski dâhiliye vekili hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir defa hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.

Sâniyen: Şimdi partinin kâtib-i umumîsi itibarıyla size bir hakikati beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur:

Senin kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:

Bin seneden beri âlem-i İslâmiyet’i kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri; eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat’iyen haber veriyorum ve kat’î hüccetlerle ispat ederim ki âlem-i İslâm’ın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâm’ı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup âlem-i İslâm’ın kalesi ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz.

Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak ancak İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihat etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyet’te bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve iman bütünlüğüdür. Evet, bu milletin hamiyet-perverleri, milliyet-perverleri, her şeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.

İkinci cereyan: Eğer siz hamiyet-perver, milliyet-perver adamlar gibi şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp üç dört şahsın inkılab namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse o vakit üç dört adamın üç dört seyyiesi üç dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehitlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azap ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç dört inkılabcı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç dört adama verilse o üç dört milyon iyilikler, üç dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.

Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Eğer bu muarızlarınız hakaik-i imaniye namına çıksaydı birden sizi mağlup ederdi. Çünkü bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile ruh ve kalp ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfürû etse de kalben bağlanmaz.

Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatin çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum.

Bu asrın Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları –hususan an’ane-i diniye hakkında– tamire çalışsanız hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyet-perver, hamiyet-perver namına müstahak olursunuz.

Râbian: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’î ölüm, ehl-i dalalet için idam-ı ebedîdir, yüz bin cemiyetçilik ve dünya-perestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez. Ve madem Kur’an, o idam-ı ebedîyi ehl-i iman için terhis tezkeresine çevirdiğini güneş gibi ispat eden Risale-i Nur elinize geçmiş. Ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları imana getiriyor. Ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nur’u tahsin ve tasdik ve takdir edip iman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî olduğuna, Türk milletinden hususan mektep görmüş gençlerden yüz bin şahit gösterebilirim.

Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında, vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.

Bu istida, yirmi seneden beri hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet zamanında bir defa olarak beni tazip eden Dâhiliye Vekili Hilmi’ye hitaben yazılmış, bera-yı malûmat Afyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Manasız, lüzumsuz dört beş defa bana sıkıntı verdiler. “Senin yazın böyle değil, kim sana böyle yazmış?” diye resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim: Böylelere müracaat edilmez, yirmi sene sükûtum haklı imiş.

Ey Emirdağ hükûmeti ve zabıtası! Bu hasbihali bir sene evvel yazmıştım. Fakat vermedim, sakladım. Şimdi beş cihetle kanunsuz, beni hususi ikametgâhımda bir hizmetçiden men’ ve müdahale etmeleri gibi dünyada emsalsiz bir tarzda beni istibdad-ı mutlak altına alıyorlar. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, insafa gelmek fikriyle izhar ediyorum.

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşim, bu fâni dünyada hamiyetli ve ciddi bir arkadaşım!

Evvela: Bütün dostlarım ve hemşehrilerimden en ziyade zatınız ve bazı Erzurumlu zatların, benim bu işkenceli mazlumiyet haletimde şefkatkârane ciddi alâkadarlığınıza ve imdadıma fikren koşmanıza cidden çok minnettarım ve âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Size bin mâşâallah ve bârekellah derim.

Sâniyen: Mesleğime ve Risale-i Nur’dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on seneden beri fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hâdiselerine bakmamak olan bir düstur-u hayatıma da münafî olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki uzun mektubun için vaziyetime ve zalimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi beyan edeceğim.

Birincisi: Otuz sene evvel Dârülhikmette aza iken bir gün arkadaşımızdan ve Dârülhikmet azasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki:

Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: “Bu eser sahibi dünyada kalsa biz mesleğimizi yani zındıkayı (dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.

Ben de “Tevekkeltü alallah, ecel birdir, tagayyür etmez.” dedim.

İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü etti hem benimle mücadelede her bir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar. En son dehşetli planları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini ve Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir.

Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdüm-giriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda yapmış ve herkesteki korku o dereceye varmış ki bir memur bana selâm etse haber aldıkları vakit değiştirdikleri için casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence ve bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.

Üçüncüsü: İki sene, iki mahkeme, ellerinde tetkik edilen bütün Risale-i Nur eczalarında kanunca bir vesile bulamayıp (Hâşiye[6]) bizi ve Risale-i Nur’u beraet ettirdikten sonra zındıka komitesi, münafık bazı memurları vesile ederek, merkez-i hükûmette resmî bir plan çevirip bütün bütün hilaf-ı kanun olarak bütün dostlarımdan ve talebelerimden tecrit ve sıhhat ve hayatım noktasında en fena bir yerde, beni nefyetmek namı altında, haps-i münferid ve tecrid-i mutlak manasında beni Emirdağı’na gönderdiler. Şimdi tahakkuk etmiş ki iki maksatla bu muameleyi yapıyorlar:

Birisi: Eskiden beri ihaneti kabul etmediğimden beni, o surette hiddete getirip bir mesele çıkararak mahvıma yol açmaktı. Bundan bir şey çıkaramadıkları için zehirlendirmek vasıtasıyla mahvıma çalıştılar. Fakat inayet-i İlahiye ile Nur şakirdlerinin duaları tiryak gibi panzehir gibi ve sabır ve tahammülüm tam bir ilaç gibi o planı akîm bıraktı, o maddî ve manevî zehirin tehlikesini geçirdi. Gerçi hiçbir tarihte, hiçbir hükûmette bu tarzda işkenceli zulümler, kanun namına, hükûmet namına yapılmadığı halde; damarlarıma dokunduracak tarzda mütemadiyen tarassudlarla herkesi ürkütmekle beni hiddete getiriyordu.

Fakat birden kalbime ihtar edildi ki: Bu zalimlere hiddet değil, acımalısın. Onların her birisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten verdikleri azap yerinde bin derece fazla bâki azaplara ve maddî ve manevî cehennemlere maruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı; aklı varsa dünyada da kaldıkça, geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî korkusuyla işkence çekecekler. Ben de onlara karşı hiddeti terk ettim, onlara acıdım. Allah ıslah etsin dedim.

Hem bu azap ve işkenceler pek büyük sevap kazandırmakla beraber, Risale-i Nur şakirdleri yerine ve onların bedeline benimle meşgul olup yalnız beni tazip etmeleri, Nurculara büyük bir fayda ve selâmetlerine hizmet olması cihetinde de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ve müthiş sıkıntılarım içinde bir sevinç hissediyorum.

Dördüncüsü: Senin mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise:

Evvela: Biz, imanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.

Sâniyen: Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını mektubunuzda beyan ediyorsunuz. “Mısır’da, Amerika’da olsa idiniz tarihlerde hürmetle yâd edilecektiniz.” diye yazıyorsunuz.

Aziz, dikkatli kardeşim! Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz. Hususan acib bir riyakârlık olan şöhret-perestlik ve cazibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şaşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise Nur’un bir esası ve mesleği olan ihlasa zıttır ve münafîdir. Onu arzulamak değil, bilakis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz. Yalnız Kur’an’ın feyzinden gelen ve i’caz-ı manevîsinin lemaatı olan ve hakikatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revacını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir manevî keramatını ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlup ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.

Şahsıma ait ehemmiyetsiz ve cüz’î bir maddeyi hâşiye olarak beyan ediyorum:

Madem Receb Bey ve Kara Kâzım seninle dost ve zannımca Eski Said’le de münasebetleri var; onlardan iyilik istemek değil belki bana karşı selefleri gibi manasız, lüzumsuz tazyik ve zulme meydan vermesinler. Hakikaten buranın maddî ve manevî havasıyla imtizaç edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. İkametgâhımı hem dışarıdan hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım. Ve bir cihette de komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bazen bir günü, Denizli’de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulüm ile hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter. Zaten iki sene mahkemelerin tetkikatıyla ve aleyhimdeki münafıkların planları akîm kalmasıyla kat’iyen tebeyyün etmiş ki şahsımda ve Nurlarda bu vatan ve millete zarar tevehhüm etmekle daha kimseyi kandıramazlar. Ben de herkes gibi hürriyetime sahip olsam, belki tebdil-i hava için mutedil havası bulunan bu kazanın bazı köylerine gitmeme müsaadekâr bir iş’ar olsa münasip olur.

Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Maddî ve manevî bir sual münasebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.

Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’î kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?

Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyetine bakıp makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’î hüccetlerine dayanıp şahsımın maddî ve manevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor.

Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.

Bu hakikat için hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu bîçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî; hakiki, dinî makam ise Mektubat’ta İkinci Mektup’un âhirindeki kaideye göre “Şahsıma verdikleri manevî hediye olan kemalâtı, eğer hâşâ ben kendimi öyle bilsem olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.

Bir şey daha kaldı ki dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani var:

Birisi: Faraza velayet olsa da bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafîdir. Nübüvvetin vereseleri olan sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.

İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.

Fakat bir nokta var ki mûcib-i şükrandır: Ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur’an güneşinin menbaından nurları alıyor.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu şaşaalı baharın çiçeklerini temaşa etmek için araba ile bir iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkinde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârane tesbihat edip lisan-ı hal ile Sâni’-i Zülcelallerinin sanatını takdir ve alkışlıyorlar gibi hakkalyakîn hissettiğimden; hayat-ı dünyeviyeye müştak hissiyatım ve gafil ve tahammülsüz nefsim bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve berzaha gitmeye ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeye iştiyak cihetinde karar veren kalbime ve fânide bâki zevk arayan nefsime itiraz geldi.

Birden hissiyata da damarlara da sirayet eden iman nuru o itiraza karşı gösterdi ki: Madem toprak bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve ziynetlere maddî cihetinde mazhar olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir ve içine giren hiçbir şey başı boş kalmıyor. Elbette bütün bu zahirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve hayatın manevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev’i, toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette bu himayetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakiki ve daimî ve manevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka lâyıktır diye o kör hissiyatın ve dünya-perest nefsin itirazını tamamıyla izale ve def’etti. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ مِنْ كُلِّ وَجْهٍ dünya-perest nefsime de dedirtti.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran ramazan-ı mübarekte inşâallah Nur’un şirket-i manevîsi o kazanca mazhar olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar Nurcular ihlas ile birbirinin dualarına manevî âmin demeli ki birisi o sekseni kazansa her biri derecesine göre hissedar olur. En zayıf ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette manevî yardım edersiniz.

Sâniyen: Nurların erkânlarından bir iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle beraber o hâlis, sadık zatlara hastalık noktasında müracaat etmeyip ve ilaçlarını da yemeyip çok ağır hastalıklar içinde onlarla meşveret etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerin içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikati izhara mecbur oldum. Belki size de faydası var diye yazıyorum. Onlara dedim ki:

Hem gizli düşmanlarım hem nefsim; şeytanın telkiniyle zayıf bir damarımı arıyorlar ki beni, onunla yakalayıp Nurlara tam ihlas ile hizmetime zarar gelsin. En zayıf damar ve dehşetli mani, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verildikçe hiss-i nefs-i cisim galebe eder; zarurettir, mecburiyet var der, ruh ve kalbi susturur; doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilaçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise fedakârane, ihlasla hizmete zarar verir.

Hem gizli düşmanlarım da bu zayıf damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tama’ ve şan ve şeref cihetinde çalışıyorlar. (Çünkü insanın en zayıf damarı olan korku cihetinde bir halt edemediler, idamlarına beş para vermediğimizi anladılar.)

Sonra insanın bir zayıf damarı, derd-i maişet ve tama’ cihetinde çok soruşturdular. Nihayetinde, o zayıf damardan bir şey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk etti ki: Onların mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade resmen “Ne ile yaşıyor?” diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.

Sonra en zayıf bir damar-ı insaniye olan şan ve şeref ve rütbe noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf damarımı tutmak için emredilmiş ihanetler, tahkirler, damara dokunduracak işkenceler yaptılar. Hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki onların perestiş ettiği dünyanın şan ve şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hodfüruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u câh ve şan ve şeref-i dünyeviyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihetle divane biliyoruz.

Sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sayılan fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmaya müştak olan manevî makam sahibi olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaat-perestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlasa ve hiçbir şeye âlet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye, şahsî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki hakiki ihlasın sırrı bozulmasın.

İşte bunun içindir ki herkesin aradığı keşif ve keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı, zayıf damarlarımı tutmaya çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlup oldular.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve gelecek Leyle-i Kadir her bir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini hakikat-i Leyle-i Kadri şefaatçi ederek rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz.

Kardeşiniz

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikate pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer bu son Harb-i Umumî’nin eşedd-i zulüm ve istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlupların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fanteziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebed-perest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla ve gaflet ve dalaletin, en sert, sağır olan tabiatın, Kur’an’ın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek gaddarane hakiki sureti görünmesiyle ve elbette hiçbir şüphe yok ki:

Şimal’de, Garp’ta, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakiki sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette hiç şüphe yok ki:

Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarîhan ve işareten on binler defa dava edip, haber verip sarsılmaz kat’î deliller ile şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabule çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’an’ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sâniyen: Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi hem ruhu hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilaçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor. Ve aleyhinde dehşetli propagandalar ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış. Ve dalaletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfakında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Mesele’si ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş.

Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususi dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim hem marifetullah hem ibadettir.

Eski medreselerde beş on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.

Ve hem hükûmet ve millet ve vatan hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faydası bulunan bu Kur’an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müthiş belalara ve anarşistliğe bir set olabilsin.

Kardeşlerim! Merak etmeyiniz ve Nur’un fevkalâde perde altındaki fütuhatına kanaat ediniz. Şimdiye kadar hiçbir eserin böyle ağır şerait altında bu derece tesirli intişarını tarih göstermiyor. Hem tam serbestiyet verilmemesinin sebebi ve hikmeti: Nurların fevkalâde kuvvetinden korkuyorlar. Belki sarsıntı verecek diye tam takdir ve kabul etmek ile beraber, şimdilik resmen intişarından telaş ettiklerini, Diyanet Reisi büyük reisle görüşmesinde haber alınmış. Eski gibi hücum yok, belki musalaha istiyorlar. Fakat Nurlar lehinde kuvvetli cereyanlar, inşâallah o telaşı iştiyakla resmen neşrine çevirecek. Hem çok enaniyetliler, eserlerini terviç etmek için Nurların meydana çıkmalarına kıskanmak damarıyla taraftar olmuyorlar.

Sâlisen: Risale-i Nur, hacılarla hariç âlem-i İslâm’a yayılıyor, kendi kendini lâyık ellere yetiştiriyor. Ve Şam’a el yazısıyla gönderdiğimiz Asâ-yı Musa ve Zülfikar’ı, heyet-i ilmiye on beş gün tetkik etmiş, tam takdir etmelerine alâmet olarak demişler: Biz bunu, mecmualar halinde kısım kısım tabedelim. Hem bunu birden tabetmeye çok para lâzım.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Size hem acib hem elîm hem latîf bir macera-yı hayatımı ve düşmanlarımın hem şenî hem bin ihtimalden bir tek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nur’a karşı istimal edilecek hiçbir silahları kalmadığını beyan etmeye bir münasebet geldi. Şöyle ki:

Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur: Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken Bitlis’te merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene, onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular: “Neden bakmıyorsun?”

Derdim: “İlmin izzetini muhafaza etmek, beni baktırmıyor.”

Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprü’den tâ Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum Mebus Molla Seyyid Taha ve Mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki Molla Taha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: “Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”

Dedim: “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”

Hem bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benim ile arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için dünyanın maddî ve içtimaî ve siyasî bütün ezvakını ve merakını terk ettiğim ve idam gibi ehl-i garazın bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğim, yirmi sene işkenceli esaretimdeki iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat’î göründü.

İşte yetmiş beş sene devam eden bu düstur-u hayatım varken, Risale-i Nur’un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle şeytanların bile hatır ve hayaline gelmeyen bir iftira, resmî makamı işgal eden bir adam yaptı. Ve demiş: “Gecede tablalarla baklavalar, fahişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar.” Halbuki benim kapım gecede, dışarıdan ve içeriden kilitli, sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu. Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki ben işâ namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.

İşte böyle bir iftiraya bir sefih, ahmak insan eşek olsa sonra şeytan olsa buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi planlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun resmiyet cihetiyle beni değil belki Nurcuları lekedar etmek için kurduğu planı ile bu yeni hâdiseyi vesile edip şakirdlere leke sürmek istenildi. Fakat hıfz ve himayet ve inayet-i İlahiye, o planı da hârika bir tarzda akîm bıraktı.

Bu beyanla ben nefsimi tebrie etmiyorum belki “Kudsî hizmet-i imaniye, o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş ve o hizmetteki manevî zevk ona kâfi geliyor.” demek istiyorum ve Nurcuların ihtiyat ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.

Sâniyen: Makine işinde tecrübeli ve muktedir hususi kâtibi size gönderiyorum. Kendim zahmetle yazdığımdan bundan sonra kısaca yazacağım, gücenmeyiniz.

Râbian: Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini hâvi parlak, güzel mektubunu aldım ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeşlere, Zehralar, Lütfiyeler, Ulviyeler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem Hulusi’nin hem Feyzi’nin mektuplarını leffen gönderiyoruz.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve haccü’l-ekberde bulunan Nur şakirdleriyle ve hacdaki Nur taraftarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklaliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâm’ın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hint’te yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan’da dört beş hükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâm’ın bu büyük bayramının mukaddimesini tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor.

Sâniyen: İstanbul’da, Re’fet Bey’in ve Mustafa Oruç’un yazdıklarına göre, çok zaman İslâm ordusunu idare eden ve sonra dârülfünuna inkılab eden Harbiye Nezareti ve Bab-ı Seraskerî, o muazzam binanın alnında اِنَّا فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُبٖينًا ۞ وَ يَنْصُرَكَ اللّٰهُ نَصْرًا عَزٖيزًا hatt-ı Kur’an ile o manidar Kur’an âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden hatt-ı Kur’aniyeye bir numune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takip ettiği maksadına bir vesile ve Üniversite ileride bir Nur Medresesi olmasına bir işaret olduğu gibi Denizli Nurcularından Ahmedlerin meşhur âlim ve akılca on dokuzuncu asrın en büyüğü ve içtimaî feylesofların en ilerisi Bismark’ın eserinden aldıkları bir fıkrada, o yüksek Bismark eserinde diyor ki:

Kur’an’ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.

Ve Peygamber’e hitaben der:

“Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, ba’dema göremeyecektir. Binaenaleyh senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.”

Bismark

diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında tahrif ve nesholunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis ettiği için o cümleler yazılmamalı, ben de işaret ettim.

O zat, on dokuzuncu asrın en akıllı ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti olması hem âlem-i İslâm istiklaliyetini bir derece elde etmesi ve ecnebi hükûmetlerin hakaik-i Kur’aniyeyi araması ve Garp ve Şimal-i Garbî’de Kur’an lehinde büyük cereyan bulunması hem Amerika’nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Karlayl dahi aynen Bismark gibi demiş:

“Başka kitaplar, hiçbir cihette Kur’an’a yetişemez. Hakiki söz odur, onu dinlemeliyiz.” diye kat’î karar vermesi ve Nurların da her tarafta fütuhatı ve ileri gitmesi, büyük bir fâl-i hayırdır ki ecnebide çok Bismark ve Mister Karlayllar çıkacaklar ve emareleri de var diye Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve Bismark’ın fıkrasını leffen gönderiyoruz.

***

Sâniyen: Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlası kırar, hakikati değiştirir.

Hattâ benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, mübarek bir âlim takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir âlimi onun fikrine muhalif olmasından tekfir derecesinde tahkir edip kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm.

Demek tarafgirlik hissine siyasetçilik karışsa böyle acib hatalara sebebiyet veriyor diye اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedim. O zamandan beri siyaseti terk ettim.

O halimin neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki yirmi beş seneden beri bir gazeteyi ne okudum ne dinledim ve ne de merak ettim ve on sene Harb-i Umumî’ye bakmadım, bilmedim ve merak etmedim. Ve yirmi iki sene bu işkenceli esaretimde tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nur’daki ihlasa zarar gelmemek için müdafaatımdan başka istirahatim için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.

Hem bilirsiniz ki hapiste size yazdığım gibi benim idamıma hükmeden adamlar, beni işkenceyle tazip edenler, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar şahit olunuz ki ben onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damarıyla ihlasa zarar gelmemek için bu iki üç senede dâhilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.

Bilirsiniz ki kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp o para ile kendi kitaplarımı, yazan kardeşlerimden satın alıyordum. Tâ Risale-i Nur’un ihlasına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilmesin. Nur’un hakiki şakirdlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etsin, başka şereflere veya manevî, maddî menfaatlere gözünü dikmesin.

Hem münakaşa, münazaa ve mesail-i diniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek lâzımdır ki Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın. Hattâ bir hiss-i kable’l-vuku ile Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i Nur’un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahasesi aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbe geldi. Hattâ o Nur’dan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir oldum. Bu benim için bir Abdurrahman’dı, neden böyle şiddetli hiddet ettim. Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenab-ı Hakk’a şükür ki çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatasını da anladı ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatasını itiraf etti. İnşâallah o, keffaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.

Dört beş aydan beri bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyormuş; ben yeniden haber aldım ki bana gönderiliyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki değil gazete, Nur’dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zat, bir mektup içinde bir sahifesi benimle konuşan bir gazetecinin fakat dost ve hemşehri bir zatın mektubunu gösterdi. Dediler ki: “Çoktan beri senin namına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk sana söylemedik.” Ben de dedim: “O zata benim tarafımdan çok selâm ediniz. O dostun eski bildiği Said değişmiş, dünya ile alâkası kesilmiş. Hem hasta hem hususi mektubu kardeşime de yazamadığımdan o zat gücenmesin.”

Oradaki umum dostlara, hususan Hâfız Emin ve Hâfız Fahreddin gibi kardeşlerimize selâm ve bayramlarını tekrar tebrik ediyoruz.

Hadsiz şükür olsun ki Risale-i Nur’un Haremeyn-i Şerifeynce makbuliyetine bir alâmet şudur ki:

Denizli kahramanı Hâfız Mustafa, İstanbul’dan aldığı Zülfikar ve Asâ-yı Musa ve Siracünnur’u –ki Hindistan ulemasına gönderilecekti– onları alıp yolda bazı hacılara okutup beraber Medine-i Münevvere’de Keşmirli gayet meşhur bir âlim ve Türkçeyi de güzel bilen bir zata teslim etmiş. O zat da çok takdir edip kat’î teminat ile Hindistan ulemasının merkezine göndereceğini ve Medine-i Münevvere’ye mahsus olan mecmualar da yetiştiğini ve sair yerlere de gönderilen mecmualar selâmetle yetiştiğini, Denizlili Hâfız Mustafa’ya arkadaş olup ve yolda Nurları okuyarak giden hem genç hem Nurcu iki Afyonlu hacı ve başka hacılar, bu müjdeli haberi bana getirdiler ve hariçte Risale-i Nur’un ehemmiyetli revacını ve makbuliyetini müjdelediler.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Siz hiç merak etmeyiniz… Bu yirmi sene, yüzer tecrübe ile inayet-i İlahiye bizi himaye ettiği ve dehşetli zulümlerden kurtardığı gibi bu yeni manasız ve bütün bütün kanunsuz, dehşetli, gaddarane zulümden bizi kurtaracağına kat’î kanaat etmeliyiz. Şayet bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek binler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlahiyeye ve sevaba mazhar olmakla beraber pek çok bîçare ehl-i imanın imanlarına başka bir tarzda bir kudsî hizmet hükmüne geçtiğini rahmet-i İlahiyeden pek kuvvetli ümit ediyoruz.

Bu hâdisenin on vecihle kanunsuz olduğunu beyan ediyorum:

Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankara’nın yedi makamatının ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikle nazardan geçtiği halde, ittifakla hiçbir muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraetine hem Said ile beraber yetmiş beş arkadaşıyla birlikte beraet edildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi onlara el uzatmak, ne derece kanunsuzdur, zerre kadar insafı olan bilir.

İkincisi: Dersiniz ki: Beraetten sonra üç buçuk sene Emirdağ’da münzevi, garib, kapısını hem dışarıdan kilit hem içeriden sürgü ile kapayan ve yüzde bir adamı zarurî bir iş olmazsa yanına kabul etmeyen ve yirmi seneden beri devam eden telifini de bırakıp daha telif etmeyen bir adama dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak yanına gelip Arabî evradından ve başındaki bir iki levha-i imaniyeden başka taharriciler bir şey bulamadıkları halde, bu eziyetin ne derece hilaf-ı kanun olduğunu, zerre kadar aklı bulunan anlar.

Üçüncüsü: Mahkemece yetmiş şahidin tasdiki ile yedi sene İkinci Harb-i Umumî’yi bilmeyen ve merak edip sormayan ki şimdi on senedir aynı o halde bulunan ve yirmi beş seneden beri hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz seneden beri اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi iki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini kendine celbetmemek ve siyasete karışmamak için bir defa istirahati için hükûmete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi (siyasî entrikacısı gibi) onun menzilini ve inzivagâhını basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı ruhuna vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan, bu hale acıyacak.

Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra ve sebebi de cemiyetçilik ve tarîkatçılık olduğu evham ve bahanesiyle, büyük bir reisin ona şahsî garaz ile onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde cemiyetçilik, tarîkatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraet ettirip yalnız Risale-i Nur’un bir küçücük parçası olan Tesettür Risalesi’ni bahane ederek kanunla değil de yalnız kanaat-i vicdaniye ile yüz yirmi şakird içinde beş on şakirde altı ay ceza verdiler ki tetkik zamanına kadar dört ay mevkuf, bir buçuk ay da hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi yine dokuz ay cemiyetçilik ve tarîkatçılık gibi birkaç bahane ile bütün yirmi senelik mektubat ve telifatlarını inceden inceye tetkik ile beraber; Ankara’nın Ağır Ceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar, Ankara ve Denizli Mahkemesindeki nazar-ı tetkikte kaldıkları halde, o mahkemeler ittifakla cemiyetçilik ve tarîkatçılık vesair bahaneleri cihetinde beraet kararı verip o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Said’i arkadaşlarıyla beraber beraet ettirdikleri halde “bir siyasî cemiyet” nazarıyla ve “entrikacı bir siyasî adam” tarzında onu itham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde cemiyetçilik noktasında sevk etmek, ne kadar kanunsuz olduğunu insaniyeti sukut etmeyen bilir.

Beşincisi: Bir adam ki hakiki meslek ve meşrep ittihaz ettiği yirmi otuz senelik hayatında düstur kabul ettiği bir halin zıddıyla onu itham etmek nevinden kanunsuz ve keyfî bu taarruz hâdisesinin mahiyeti şudur ki:

Ben, Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibarıyla, bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere değil ilişmek hattâ beddua da edemiyorum. Hattâ en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddî belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evladı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için o dört beş masumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazen de helâl ediyorum.

İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki idare ve asayişe kat’iyen ilişmediğim gibi bütün arkadaşlarıma da o derece tavsiye etmişim ki üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirdleri manevî bir zabıtadır, idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.” dedikleri ve bu hakikate binler şahit ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve binler şakirdlerinde zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve teyid ettikleri halde, o bîçare adamın ihtilalci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulunmamakla beraber, yüz cinayeti bulunan bir adam gibi hattâ Kur’an’ı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun müsaade eder?

Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle dünyanın muvakkat şan ve şerefinin ve enaniyetli hodfüruşluk ve şöhret-perestliğin ne kadar zararlı ve ne kadar faydasız ve manasız olduğunu hadsiz şükür olsun ki Kur’an’ın feyziyle anlamış bir adam, o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip mahviyetle benliği bırakmak ve tasannu ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nâs ve şahsını medh ü senadan ve kendini manevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçması ve hem has kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip o hâlis kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onların onun hakkında medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki:

Şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip medhederek bir makam vermesi ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vaizin bazı sözleriyle acaba hangi kanunla medar-ı mes’uliyet olur ki o bîçare ve hasta ve çok ihtiyar ve garib ve münzevinin odasına büyük bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak hem evradından ve levhalarından başka bir bahane de bulmamak; acaba dünyada hiçbir kanun ve hiçbir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Yedincisi: Bu sırada dâhilde o kadar dâhilî ve haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdud birkaç arkadaşına bedel binler diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışmamak ve ihlasa zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için arkadaşlarına yazıp “Sakın cereyanlara kapılmayınız, siyasete girmeyiniz, asayişe dokunmayınız!” dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından, yenisi de “Bize yardım etmiyor.” diye ona çok sıkıntı verdikleri halde ve ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp kendi âhireti ile meşgul olan bir bîçarenin âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye, hangi kanun müsaade ediyor?

Ve vatana ve millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına ve komünistlerin neşriyatlarına serbestiyet kanunu ile ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mes’uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini ve ahlâkını ve asayişini temine yirmi seneden beri çalışan ve bu milletin hakiki nokta-i istinadı olan âlem-i İslâm’ın uhuvvetini ve bu millete dostluğunu iade ve takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin uleması tenkit niyetiyle Dâhiliye Vekilinin emriyle üç ay tetkikten sonra, tenkit etmeyerek tam kıymetini takdir edip “Kıymettar eser” diye Diyanet Kütüphanesine konulan Zülfikar ve Asâ-yı Musa gibi Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermeye acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf müsaade eder mi?

Sekizincisi: Yirmi sene sıkıntılı ve sebepsiz bir nefiyden sonra serbestiyet verildiği vakit, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek gurbeti, kimsesizliği tercih edip tâ ki dünya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin. Ve çok sevaplı olan camideki cemaatin hayrını bırakıp odasında yalnız oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek gibi bir halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve yüz binler kıymettar Türk zatların tasdikiyle bir dindar, müttaki Türk’ü, lâkayt çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini, yüz Kürt’e değiştirmediğini ispat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle ve âsârıyla İslâmiyet’in uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve şedit düşmanına karşı menfî hareket etmeyen ve hattâ onunla meşgul olmayarak, bedduayı dahi etmeyen bir adam hakkında, resmî lisanla ihanet için bir propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için: “O Kürt’tür, siz Türk’sünüz; o Şafiî’dir, siz Hanefî’siniz.” deyip halkları ürkütüp ondan çekindirmeye hangi maslahat, hangi kanun müsaade eder?

Dokuzuncusu: Çok mühimdir, kuvvetlidir. Fakat siyasete teması için sükût ediyorum.

Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı halde sırf manasız evhamdan ve bir habbeyi kubbeler yapmaktan ibaret, hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Buna da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ederek, böylece on vecihle kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ deriz.

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Nur’un ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerreme’ye götürüp gayet büyük bir Hintli âlim Ahmed Ali Şimşirî’ye teslim edip hem Hintçeye tercüme etmeye ve hem de Hint’e göndermeye teminat alan Nurun ehemmiyetli kahramanlarından kardeşimiz Hâfız Mustafa’ya binler bârekellah ve mâşâallah ve es’adekâllah deriz. Medresetü’z-Zehra, Mekke-i Mükerreme’deki o büyük zatla muhabere etsin.

Sâniyen: Bu defaki hâdisede bir habbeyi, evham yüzünden çok kubbeler yaptıklarını öğrendik. Bir emaresi de şudur:

Dâhiliye Vekilinin emriyle gece içinde Afyon Valisi, Emniyet Müdürüyle buraya gelip gecede menzilimi basmak istemişler. Müddeiumumî muvafakat etmediğinden sabaha kadar bekleyip en ziyade aleyhimizde bulunan iki adamı tayin edip kilidimi kırıp füc’eten baskın vermeleri hem aynı gün (Hâşiye[7]) faytonla çıktığım vakit burada emsali vuku bulmayan bir şekilde beş tayyare pek aşağıda uçup benim faytonumu bildikleri için etrafımda iki üç defa dönmeleri, ikinci gün başka bir tarafa, çok görünmeyen gizli bir dere tarafına faytonla giderken aşağıda uçan beş tayyarenin bir şey arıyor gibi döndüklerini gördük; anladık ki bizi arıyorlar. Yine aynen evvelki gün gibi o beş tayyare etrafımızda, kasaba üstünde gezip odamıza girdiğimiz zaman onların da gitmeleri kuvvetli bir emaredir ki bir habbe yüz kubbe yapılmış.

Burada böyle manasız evham yüzünden bana eziyet verilmesi ve Medresetü’z-Zehranın kahramanlarına buraya nisbeten bu üç senede on dereceden yalnız bir derece eziyet verilmek cihetiyle, Isparta Hükûmetine ve adliyesine teşekkürümü ve minnettarlığımı ve onların verdiği eziyetleri de helâl ettiğimi bildirirsiniz.

Said Nursî

***

Heyet-i Vekile’ye ve Milletvekilleri Riyasetine cüz’î fakat ehemmiyetli bir maruzatımdır

Otuz seneden beri hayat-ı siyasiyeden çekildiğim halde, bu sırada bir defaya mahsus olarak vatanî ve millî ve asayişî bir meseleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Çok emarelerle kat’î kanaatimiz geldi ki anarşilik hesabına bana ve bu Emirdağ kasabasına ve dolayısıyla bu vatana bir sû-i kasd var ki bir habbeyi kubbeler ve bir sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir hâdiseyi dağ gibi gösterip sükûnete muhtaç olan bu vatanda beni bahane edip anarşilik hesabına ve bir ecnebi planıyla bize, yani bîçare vatandaşlarımızı idam-ı ebedîden ve şübehat-ı uhreviyeden kurtarmaya çalışan Nur şakirdlerine, bütün bütün kanunsuz ve keyfî hücum edildi. Pek zahir bir garaz ile evham yüzünden, baruta ateş atmak gibi bu vatana ve asayişe beni bahane edip sû-i kasd edildi. Şöyle ki:

Üç mahkeme, yirmi senelik mektuplarımı ve kitaplarımı ve hallerimi inceden inceye tetkikten sonra, bize ve kitaplarıma beraet verdiği halde ve üç seneden beri telifatı terk ettiğim ve haftada ancak bir mektup yazabildiğim ve mecbur olmadan her biri bir gün nöbetle zarurî hizmetimi yapan üç dört terzi çırağından başka kimseyi kabul etmediğim halde ve serbestiyet verildiği ve memleketime gitmediğim halde, hiç ömrümde görmediğim bir tarzda ve resmî bir surette beni hiddete getirip bir hâdise çıkarmak için tahkir ve ihanet kasdıyla, kanunsuz ve garazla, beni taharri ile kapımın kilidini kırıp Kur’an’ımı ve Arabî levhalarımı evrak-ı muzırra gibi alıp götürmekle beraber, adliyenin mühim bir memuru, resmen buradaki memurlara âmirane demiş ki: “Said’i iki jandarma ile teşhir suretinde çıkarıp, zorla başına şapka giydirip öylece ifadeye getirmeli idiniz. Hem ona yanaşanları tutunuz.” diye ehemmiyetli bir mecliste ve ayn-ı hakikat olan ifademi okudukları vakit söylemiş. Bunda şek ve şüphe kalmadı ki beni tahkir ve ihanet edip, hiddete getirip asayişi bozmak garazı takip ediliyor.

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatine ve onlardan belaların def’ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki ben de onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım.

İşte sinek kanadını dağ gibi yaptıklarının bir emaresi şu ki: Benim gibi gurbette, hasta, ihtiyar, zayıf, tek başına bulunan bir adam için on gün zarfında beş defa Afyon Valisi ve Emniyet Müdürü ve iki defa Afyon Müddeiumumîsi benim için buraya gelmesi ve iki günde, her bir günde beş tayyare benim gezdiğim yerlerde beni nezaret altına alması ve beş polis hafiyesinin burada bana tarassud edenlere ilâve edilip ahvalimi tecessüs etmek için gönderilmesi ve postahanelere, bana ait mektupların müsaderesi için resmen emir verilmesi gösteriyor ki Şeyh Said ve Menemen Hâdisesi’nin on misli bir hâdiseyi evhamla düşünmüşler. Habbeyi kubbe söylemişler ki böyle bir vaziyet alıyorlar. Benim eski hayatımı zannedip ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilakis aldandılar.

Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.

Evet, eğer eski hayatım gibi izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün idam-ı ebedîsinden Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfî siyasete çalışmak olsaydı on Menemen, on Şeyh Said Hâdisesi gibi bir hâdiseye, o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.

Hem üç mahkeme ve yirmi senede kaç vilayetin zabıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri ve mazuriyetim ve inzivama binaen, tebdil-i kıyafetime hiçbir ihtar olmadığı halde böyle keyfî, kanunsuz, cebren, ahali içinde başıma şapkayı giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman-ı tahkikî dersinde kardeşane alâkadar olan yüz binler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip emsalsiz ağlamaya vesile olacaktı.

Zaten ecnebi parmağıyla, güya hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmak fikriyle damarlarıma dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr maksat için yapıldığına, çok emarelerle kat’î kanaatimiz geldi. Fakat Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış, hürmetten, teveccüh-ü âmmeden kaçmış ve şan ve şeref ve hodfüruşluk gibi riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir vaziyette iken bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenab-ı Hakk’a havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp hakikaten acıyorum.

Yâ Rabbî, onların imanını Risale-i Nur’la kurtar! İdam-ı ebedîden, sırr-ı Kur’an’la terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum!

Said Nursî

***

Bedîüzzaman Said Nursî’nin ders ve irşadıyla hakikate ulaşan ve Nur hizmetinde çok kıymettar ve yüksek hizmetleri sebkat eden kahraman ve hâlis bir talebenin, Üstadın mahiyetini tarif eden ayn-ı hakikat bir ifadesidir.

Bugünde Mele-i A’lâ’nın arzda medar-ı süruru

Bugünde sekene-i arzın Mele-i A’lâ’da medar-ı iftiharı

Bugünde Habibullah’ın medar-ı nazarı

Bugünde Müslümanlığın sertâcı

Bugünde hak tarîklerin şahı

Bugünde hakikatlerin imamı

Hem bugünde Mahbub-u Hudâ

Hem bugünde allâme-i asır

Hem bugünde zulmetin nuru

Hem bütün günlerde serdar-ı hidayet

Hem Molla Saidü’n-Nursî

Hem Bedîüzzaman el-Fahrü’d-devranî…

Hüsrev

***

Merhum Hasan Feyzi’nin Risale-i Nur Hakkındaki Manzumesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ

âyetinin Veraset-i Ahmediye (asm) cihetinde, mana-yı işarî noktasında, bu asırda o Rahmeten li’l-âlemîn’in bir âyinesi ve hakikat-i Kur’aniyenin bir hakiki tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir numunesi olmasından; hakikat-i Muhammediyenin (asm) bir kısım evsafı, mana-yı mecazî ile cüz’î bir vârisine verilebilir diye bu parlak kasideye ilişmedim. Yalnız hakikat-i Ahmediye (asm) âyinesinin farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.

Said Nursî

Huzur bulur bugün seninle âlem

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur

Sürur bulur bugün seninle âdem

Ey bir rahmet-i âlem Risale-i Nur

Bu hasta gönüller çoktan perişan

Varsa sende eğer Lokman’dan nişan

Bir şifa sun, gel ey mahbub-u zîşan

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Gelmez mi sonu bu uzun hecenin

Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin

Zâri arttı, sabrı bitti nicenin

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Fahr-i Âlem, arştan bu yere indi

Şah-ı Velayet gelip Düldül’e bindi

Zülfikar’a bugün artık Nur dendi

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risale-i Nur

Dertlere dermansın, mahbub-u cansın

Hem câmiü’l-esma ve’l-Kur’ansın

Hem de Nur-u Hak’tan bize ihsansın

Ey bir rahmet-i âlem Risale-i Nur

Bu âlemde madde değil, bir özsün

Her zerreden bakan bütün bir gözsün

Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün

Ey misal-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Çünkü sensin bu asırda Rahmeten li’l-âlemîn’in cilvesi

Çünkü sensin şimdi Şefîu’l-müznibîn’in vârisi

Ağisnâ yâ Gıyase’l-Müstagîsîn bir duası

Ey şule-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Şifa bulsun şimdi biraz yaramız

Revaç bulsun geçmez olan paramız

Saç nurunu, aka dönsün karamız

Ey ziya-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Meylimiz yok yalancı bir dünyaya

Son verdik biz bid’alara, riyaya

Kapılmayız öyle kuru hülyaya

Ey bir hakikat-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Yok bizde cemiyet kurma hülyası

Yok başka bir yola gitme sevdası

Olduk ancak Nur’un dertli şeydası

Ey dertlilere rahmet-i âlem Risale-i Nur

Geçmişiz hep medihlerden senadan

Yüz çevirdik servetlerden gınadan

Nur isteriz, geçmeden bu fenadan

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur

Âşıkların, arşa çıkan feryadı

Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı

Allah için eyle bize imdadı

Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risale-i Nur

Gökler saldı bela, yer verdi bela

Sarstı âfakı bir acı vaveylâ

Rahmet et âleme ey Nur-u Mevla

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Bir yanda sel var, bir yanda kan akar

Bu bela ateşi âlemi yakar

Ağlayan bu beşer hep sana bakar

Ey numune-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Çevrildi ateşle bu koca dünya

Bir cehennem gibi kaynadı derya

Yetiş imdada ey Şah-ı Evliya

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risale-i Nur

Zındıkaya, küfre karşı saldırdın

Gönüllerden kederleri kaldırdın

Bizi nurun deryasına daldırdın

Ey bîçarelere rahmet-i âlem Risale-i Nur

Kaldıramaz sana aslâ kimse el

Bağlıyoruz bizler sana candan bel

Dünyalara sensin ümit ve emel

Ey ziya-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Sen ordu kurmazsın erle, uşakla

Savaşmazsın öyle topla, bıçakla

Nurunla şu asrı tutup kucakla

Ey şimdi rahmet-i âlem Risale-i Nur

Bitsin de bu korkunç tufan-ı şedid

Açılsın yepyeni bir devr-i mesud

On sekiz bin âlem eylesin hep iyd

Ey ehl-i Kur’an’a rahmet-i âlem Risale-i Nur

Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet

Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet

Boğacaksın onu nurunla elbet

Ey bir rahmet-i âlem Risale-i Nur

Kızıl ejder yuvamıza girmesin

Zehirli eli yakamıza ermesin

Karşı durup nurun fırsat vermesin

Ey seyf-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Kara duman üstümüzden dağılsın

Kızıl alev sönüp âlem ayılsın

Bu zaferin haşre kadar anılsın

Ey zülfikar-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur

O soydandır nice canlar yakanlar

O soydandır evler barklar yıkanlar

O soydandır sana kinle bakanlar

Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Masumların kanlarını içerler

Ebu Cehl’i, Nemrutları geçerler

Ölümlerden ölümleri seçerler

Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risale-i Nur

Bir mikrop ki ciğerleri dişliyor

Kanımızla kendisini besliyor

Temiz yurdu telvis edip pisliyor

Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Gazilerin, fatihlerin konağı

Seyyidlerin, serverlerin otağı

Bu vatandır, şehitlerin yatağı

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

O şehitlerin ala dönmüş kefeni

Miskler kokar, güle benzer bedeni

Öper melekler de nurlu naaşını

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Kur’an diyor ölmemiştir, diridir

Her birisi Hakk’ın arslan eridir

Türbeleri yürekleri titretir

Ey âyine-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Armağansın çünkü asil millete

Düşmeyelim bir gün bile zillete

Götür bizi şanlı büyük devlete

Ey misal-i rahmet-i âlem Risale-i Nur

Eyleyeler nurun ile hep savlet

Zaferlerle şanlar bulur bu millet

Şarka, garba ziya salsın bu devlet

Ey bizlere rahmet-i âlem Risale-i Nur

Nurdan kanadın hem sağlam kolun var

Nurdan senin Hakk’a giden yolun var

Kabul et bir kemter Feyzi kulun var

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur!

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Üstadım, Efendim Hazretleri!

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ âyetinin nurlarından, Nur’un sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım ve huzur-u irfanınıza sundum. Kabulünü rica eder, selâmlarımızı sunar ve mübarek ellerinizden öperiz.

Bîçare talebeniz

Hasan Feyzi

(Rahmetullahi aleyhi ebeden daima)

***

Merhum Hasan Feyzi, Nurlardan aldığı hakikat dersini, Nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhika’ya girsin.

Said Nursî

Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var

Dert ehline bu manada canlar sunan eda var

Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine

Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var

Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen

Zayıflamış ruhlar için dağlar gibi gıda var

Hem dilersen tükenmeyen sermaye-i serveti

Aç gözünü, Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var

Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere

Her nefeste şefkat ile Rabb’imizden nida var

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden

Müjde olsun, artık sana cennet denen safa var

Uzaklara bakma! “Nurlara bak, yürü!” âlem onun âyinesi

Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var

Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan

Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var

Eller açıp yürü, bugün kana kana Risale-i Nur’dan ışık al

Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var

Hüner değil; dostu düşman, yârı ağyar eylemek

Yâdı biliş yapasın ki ancak dostta vefa var

Hünerdir ki yaprak atlas, toprak elmas olmalı

Çünkü bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var

Kısa görüp denizleri damlalara çevirme

Hakikatte, her damlada gizli birer derya var

Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın

Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var

Bir noktayı bir cihan yap, o cihana hâkim ol

Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var

Her zerrenin Kâbe’sidir kalbi, yine kendine

Dikkat eyle, her birinde yine ancak Hudâ var

Sakın Feyzi! Sen gözünü Hak yüzünden ayırma

Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.

(Denizli Kahramanı Merhum)

Hasan Feyzi

***

Mekteb-i fünunda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin bir şiiri

Hazretinize Buradan Ayrılırken Söylemiştim

Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak

Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak

Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm

Çünkü hicran dolu kalbim yine hicran olacak

Yine göç var diye mecnuna haber verme sakın

Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak

Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek

Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak

Haber aldım ki yarın yâd olacakmış bize yâr

Ne büyük yâre ki kimler buna derman olacak

Bu büyük derd-i elemden kime şekva edeyim

İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak

O şifa-bahş olan envarını sen çeksen eğer

Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak

O temiz pâk nefesin, âb-ı hayatı bu çölün

Onu dûr etme ki her fert ona reyyan olacak

Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer

Küçücük zerre de olsa meh-i tâbân olacak

O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe benim

Bu küçük kalb-i hazînim yine handan olacak

Bab-ı feyzinden ırak olmayı aslâ çekemem

Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak

Nazarın erse garib başıma ey nur-u Hudâ

Bugün artık bu hakir bendede umman olacak

Bu anâsır, yüzüne her ne kadar çekse hicab

Yine haksın, buna şahit yine Kur’an olacak

Kab-ı Kavseyn’den alıp dersimi bildim ki ayân

O güzel Nur-u Bedî’, manevî sultan olacak

Sakınıp Feyzi-i bîçareye bahis açma bugün

Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacak.

Bîçare Talebeniz

Hasan Feyzi

***

[1] Hâşiye: Bugün Emirdağ halkı, umumiyetle Nurlara dost ve taraftardır. Pek çok talebesi vardır. Emirdağı’nda ve civar köylerde Nur dersleri okunmaktadır.

[2] Hâşiye: Üstad Said Nursî, Emirdağı’nı bir Dershane-i Nuriye manasında kabul ettiğini söyler. Sav, Barla, Emirdağ, Eflani gibi Nurların ekseriyetle yayılıp okunduğu kasaba ve köyleri, birer Dershane-i Nuriye unvanıyla yâd eder. Ve kendi Nurs köyü gibi sağ ve ölü umum ahalisine, masum çocuklar ve mübarek hanımlarına dua eder, manevî kazancına hissedar eder.

[3] Hâşiye: Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç numune:

1- Üstadımız Bedîüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün Eskişehir’deki Yıldız Otelinde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: “Siz, farz namazlarınızı kılsanız o zaman fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünkü milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz.”

2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber’i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip kebairden çekilmek şartıyla bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünkü on saatlik bir yolu bir saatte kestirmeye vesile olan tren yolunda çalıştığından mü’minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.

3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, bir gün İslâmiyet’e büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz, asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet, hususan hava askeri olanların bir saati otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde iman nuru bulunsun ve imanın lâzımı olan namazı îfa etsin.”

4- Hem Barla hem Isparta hem Emirdağ’da çobanlara derdi: “Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız siz farz namazınızı kılınız tâ hizmetiniz Allah için olsun.”

5- Yine bir gün, Eğirdir’de elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: “Bu elektriğin umum millete büyük menfaati var. O umumî menfaatten hissedar olabilmeniz için farzınızı kılınız. O zaman bütün sa’yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer.” demiştir.

Bu neviden on binler misaller var.

Daimî hizmetinde bulunan talebeleri

[4] Hâşiye: İşte bu hakikat, Risale-i Nur’un –bu mektubun yazılışından on sene sonra– Ankara’da matbaalarda tabedilmesiyle tahakkuk etmiştir.

[5] Hâşiye: Bu, dünya çapındaki büyük şerefe ve en muazzam İslâmî hizmete ancak yeni hükûmet mazhar olabilmiş ve büyük bir anlayış göstererek, Risale-i Nur’un matbaalarda 1956 senesinde basılmasına sebep olmakla, millet-i İslâmiyenin büyük bir teveccühünü kazanmakla, kuvvetini çok fazla artırmak muvaffakıyetini elde etmiştir.

[6] Hâşiye: Ya hiçbir cihetle hiçbir kanun hattâ onların bazı keyfî kanunları, bize ve Risale-i Nur’a ilişmiyorlar veyahut şimdiki bazı kanunlar iliştiği halde; koca adliyeler ve üç büyük mahkemeler, istikbalde gelecek şiddetli nefret ve lanetten çekinmek için Nur’un ve bizim mahkûmiyetimize cesaret edemeyip ittifakla umumumuzun beraetine ve bütün Risale-i Nur’un iadesine karar verdiler. Dağ gibi kuvvetli adliyeler çekindiği halde, muvakkat bir makamda olan gaddar şahsiyetlerin bu zulmü yapmaları elbette semavatı ve arzı kızdırıyor, daha hiddetime lüzum kalmıyor.

[7] Hâşiye: Evet, buradaki Nur şakirdleri namına tasdik ediyoruz, hâdise aynen vuku buldu.

evet Terzi Mustafa, evet İsmail, evet Mustafa, evet Hizmetkârı Nuri, evet Hayri, evet Halil

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir