TULÛAT

Tulûat

Müellifi: Bedîüzzaman Said Nursî

***

İFADE

Telepati nevinden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair; birdenbire kibrit yakmak gibi seri sualler soruyor. Ratb ve yâbis karışıyor.

İntihab kāriin arzusuna tabidir.

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى قَالَ:

وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ … وَ اصْبِرُوا

S: Âlem-i İslâm ulemasının ortasındaki müthiş ihtilafata ne dersin ve reyin nedir?

C: Evvela: (*[1]) Âlem-i İslâm’a gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i mebusan ve encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki: Rey-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki rey, ekseriyetin naziresidir. Rey-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın reylerine bırakılır. Tâ her bir istidat, terbiyesine münasip gördüğünü intihab etsin.

Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır:

Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikati tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefsü’l-emirde mukayyed ve o istidat ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidleri taassup edip o kavlin hıfzı için muhaliflerin red ve hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red o derece meydan aldı ki ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazen rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyet’in tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-i şemsten tefeyyüz etmesine istidat bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi ziyayı dahi men’etmektedir.

İkinci Nokta: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadatlardaki heves ve heva ve mevrus âyineye ve mizacına galebe çalmazsa o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidat onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken o, onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine musahhar eder. İşte şu noktadan hüda hevaya tahavvül ve mezhep mizaçtan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.

Fakat kaviyyen ümit ederim ki kâinatta şu meclis-i âlî, şu meczup sergerdan küre şehrinde millet-i insaniyede ve Âdem kavminde ulema-i İslâm âlemi, bir meclis-i mebusan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üstünden birbirine bakıp mabeynlerinden bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir.

S- Nasraniyet, İslâmiyet’in inkişafına bundan sonra mani olmayacak mıdır?

C- Nasraniyet ya intıfa veya ıstıfa ile terk-i silah edecektir. Zira birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlıkta da yırtıldı, tevhide yaklaştı; tekrar yırtılmaya hazırlanıyor.

Ya intıfa bulup sönecek veyahut doğrudan doğruya hakiki Hristiyanlığın esasına câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecektir.

Beşer dinsiz olamaz!

İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber (asm) işaret etmiştir ki: Hazret-i İsa gelecek, ümmetimden olacak; aynı şeriatımla amel edecektir.

***

Sâniyen:

Sebeb-i ihtilaf-ı muzır: “Bu haktır.” düsturu yerine “Yalnız hak budur.” ve “En güzeli budur.” hükmü yerine “Güzeli budur.” hükmü ikame edilmiştir. (El-hubbu fillah) esas-ı merhametkârı yerine (El-buğzu fillah) ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin muhabbeti yerine, başka meslekten nefret, harekâtında hâkim kılınmıştır. Hakikate muhabbet yerine, ene tarafgirliği müdahale etmiştir. Vesail ve delail, makasıd ve gayat yerine ikame edilmiştir.

Halbuki fâsid bir delil ile hak bir netice zihinde ikame edilir. Bâtıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tesbit edilir. Madem gaye ve maksat haktır; delil ve vesilelerdeki fesat, böyle inşikak-ı kulûbe sebebiyet vermemeli.

***

Sâlisen:

Sebeb-i ihtilaf, hâkim-i zalim olan cerbezedir. Fikr-i tenkit ve bedbinliğe istinad eden cerbeze, daima zalimdir.

S- O sâil-i meçhul, tekrar der: Cerbeze nedir?

C- (*[2]) Müteferrik büyük işlerde, yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir (*[3]).

Mesela, bir aşiretin her bir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile vehmen tayy-ı mekân ederek birden bir şahısta o muhassalı temsil edip başka efradı ona kıyas ederek o nazar ile baksa…

Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek bir dakika-i vâhidede, o şahs-ı hazırda sudûrunu tasavvur etse; acaba evvelki adam ne derece müstakzer, ikinci adam ne derece müteaffin hattâ hayal gözünü kapasa vehim dahi burnunu tutsa mağaralarından kaçsalar akıl onları tevbih etmeye hakkı olmayacaktır.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.

Hakikaten cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir.

Görülmüyor mu ki cerbeze-âlûd bir âşığın nazarında, umum kâinat, birbirine muhabbet ile müncezib, rakkasane hareket edip gülüşüyor… Veyahut çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin cerbeze-âlûd meyusiyeti nazarında, umum kâinat hüzün-engizane ağlaşıyor.

Herkes, istediği ve haline münasip gördüğü meyveyi koparır.

Bu makamda size bir temsil: Mesela, sizden yorulmuş yolcu bir adam, yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere, gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse (nekaisten müberra olmak, cinan-ı cennetin mahsusatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla) şu bahçenin müteferrik köşelerinde bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için inhiraf-ı mizaç sevki ve emri ile yalnız o taaffünatı taharri ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek, o bostanı bir selhhane ve mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefretle kaçar.

Acaba beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterebilecek midir?

Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

S- Herkes, zaman ve dehirden şikayet ediyor. Acaba Sâni’-i Zülcelal’in sanat-ı bedî’ine itiraz çıkmaz mı?

C- Hayır, aslâ. Belki manası şudur: Güya şikayetçi der ki istediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal; hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergârıyla nakşolunan feleğin kanunu müsait değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tabolunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahî razı değillerdir ki şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak’ın yed-i kudretinden şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüz iştihasıyla istediğimiz semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.

Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita, hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.

Elhasıl: Cerbeze bir hâkimdir. Yalnız seyyiat tarafını konuşturmamalı, onun hasmı olan hasenatı da dinlemeli. Sonra muvazene edip mizan-ı haşirdeki hükm-ü âdilane gibi racih gelene muhabbetle hak vermelidir.

S- Efkâr-ı hazırada cerbeze nasıl bir tesir etmiştir?

C- Bak, o seyyiedir ki Ararat Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebi bir devleti, ne safsatalı bahanelerle, bilmem hangi tarihte Kırım’da bize yardım etmiş gibi yavelerle, bize dost olabilecek surette gösteriyorlar.

Hem Sübhan Dağı kadar, İslâmiyet’in izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidîni, acib bahanelerle en fena derekesine indirip millete düşman gibi gösteriyorlar.

Hem de Avrupa’nın terbiyesinin neticesi olarak ­– خُذْ مِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ kaidesiyle her şeyin en iyi cihetini nazara almak maslahat iken– en fena ciheti nazara alıp mütemadiyen milleti yeise sevk ederek ruh-u cemaati öldürüyor.

Hem yine cerbeze seyyiesine, zaaf-ı akide inzimam etmesiyle, mesail-i diniyede en zayıf tarafını irae ederek dinsizliğe zemin ihzar ediyor.

Hem yine onun netaicidir ki mukteza-yı beşeriyet olan beyne’s-selef cereyan eden tenkidat-ı rakipkârane veya hakperestaneyi, sofestaîcesine bir cerbeze ile her birinin hakkında başkaların tenkidatını irae edip eâzım-ı ümmet hakkında hürmetsizlik ve emniyetsizliği telkin ederek, o vasıta ile ezhandaki İslâmiyet’in kudsiyetini sarsıyor.

İşte bunlar gibi çok mazarrat-ı azîme, şu nevi cerbezeden tevellüd ediyor.

İstanbul’u düşündükçe iki karış kadar dili uzanmış, sair azası neşv-ü nemadan mahrum kalmış, ihtiyar bir çocuğun timsali zihnime geliyor.

S- Anadolu aleyhinde çıkmış olan fetvaya ne dersin? (*[4])

C- Fetva-yı mahz değil ki i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünkü fetvanın kazadan farkı; mevzuu âmmdır, gayr-ı muayyendir hem mülzim değil… Kaza ise muayyen ve mülzimdir. Şu fetva ise hem muayyendir, kim nazar etse bizzarure muradı anlar. Hem mülzim olmuştur. Çünkü avam-ı Müslimîni onlar aleyhinde sevk etmekte esbabın en âhiridir.

Mademki şu fetva, kazayı tazammun ediyor, kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyatlarını aleyhlerinde olan davalarla, siyasiyyun ve ulemadan bir heyet tarafından, maslahat-ı İslâmiye noktasında muhakeme edildikten sonra fetva verilebilirdi.

Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılab var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet namı veriliyor.

S- Neden bu kadar (İ G Z) den nefret ediyorsun? Musalahasını da istemiyorsun?

C- Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedit görünen, manen ahlâkımıza vurduğu darbedir. Çekirdek halinde olan secaya-i seyyieyi içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur; izzet-i İslâmiye, namus-u millînin yarası pek derindir.

Edirne Camii’nde, bir İslâm hocasının lisanıyla, Venizelos gibi şeytan zalime dua ettirdi. Merkez-i Hilafet’te, Müslümanlar lisanıyla hizbü’ş-şeytan olan (İ G Z), Yunan askerlerini halâskâr, tathirci ilan ve karşısındaki güruh-u mücahidîni cani, zalim söylettirdi.

Acaba bir valide o dereceye getirilse ki çocuğunu kendi eliyle öldürerek, müteessir olmayarak, parça parça etse hiç mümkün müdür ki onda hissiyat-ı âliye ve ahlâk-ı sâmiye intıfa etmesin?..

S- Neden (İ G Z) siyaseti galip çıkar?

C- Siyasetinin hâssa-i mümeyyizesi; fitnekârlık, ihtilaftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahripkârlık, hariçte menfîliktir.

Bir adam kocaman bir binayı bir günde harap eder, bir taburu ihtilale verir. Şu alçak siyasettir ki (K T T)ni zahiren tel’in ettiği halde, gizlice dehalet ediyor. Fenalık ve ahlâk-ı seyyie, siyasetine vasıta olduğu için her yerde ahlâk-ı seyyieyi himaye ederek teşci eder. Şimdiki İstanbul hali şahittir.

S- Anadolu’da pek çok zulüm ediliyor ve pek çok Müslümanlar idam ediliyor. Neden böyle yapıyorlar?

C- Evet, maatteessüf pek feci şeyler oluyor. Fakat asıl sebep, mel’un mimsiz medeniyet, öyle zalimane bir silah, şu harb-i vahşiyaneye vermiştir ki o silahın karşısında dayanmak, onun naziriyle mukabele etmek lâzım gelir. Şeşhane ile mitralyöze mukabele edilmez. İşte o silah, o düstur ki medeniyet harbin eline vermiştir.

Ben de kendi gözümle Grandük Nikolaviç’in namına iki emri gördüm. Der: “Askerimize bir köyden bir tüfek açılsa çoluk çocuğu ile imha edilecektir.” İkinci emri de: “Bir cemaatte bir adam, cephe zararına bize hıyanet etse çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”

İşte böyle ezlem bir düstur ile (İ G Z) Anadolu’ya hücum ediyor.

S- Âlem-i İslâm’daki ihtilafı ta’dil edecek çare nedir?

C- Evvela, müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’an’ımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarîk-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihat ve vahdeti sarsamaz, racih de gelemez. اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ düstur tutulsa aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa –ki zaman dahi pek çok yardım ediyor– o ihtilafat sahih bir mecraya sevk edilebilir.

Esefâ! Gaye-i hayalden tenasi veya nisyan olmakla, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler. İşte gaye-i hayal, maksad-ı âlî bütün vuzuhuyla meydana atılmıştır.

***

Zulmün Şedit Bir Nev’i

Dünyaca havas tanılan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukara aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan iken esarete mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

Bir işte mehasin ve şeref hasıl oldukça havassa peşkeş edilir; seyyiat olsa avama taksim edilir.

Mesela, bir tabur galebe çalsa şan ve şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlup olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir. Mesela, bir aşiret namuskârane bir iş etse “Âferin Hasan Ağa!” derler. Fenalık ettikleri vakit “Tuh! Ne pis aşiret imiş.” diyecekler.

وَ اِذَا تَكُونُ كَرٖيهَةٌ اُدْعٰى لَهَا § وَ اِذَا يُحَاسُ الْحَيْسُ يُدْعٰى جُنْدُبْ

(*[5]) kavl-i meşhuru, şu acib zulmün tercümanıdır.

Hem de şu içtimaî sistemdeki damar-ı zulmün bir mecrası da şudur: Yüksek tabakada birinin öldürülmesiyle, çok seneler matem tutulur. Halbuki onun cinayetiyle tabaka-i avamda yüzer belki binler kişi telef olsa bir iki günde unutulur. Şu ise adalet-i Kur’aniyeye zıttır. Bir şah, bir gedayı öldürse şeriat kısasa hükmeder, ikisini bir görür.

***

Müstahak Bir Ceza

Şeriatın اَلْقَاتِلُ لَا يَرِثُ düstur-u âdilanesi, şeriat-ı fıtriye olan kavanin-i kadere muntabıktır ki tarîk-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. Wilson, Klemanso, Venizelos gibi.

Şuna bir misal: Bidayet-i inkılabımızdan beri, sevab-ı âhiretin vesilesini dinsizcesine şan ve şerefe vasıta yapanlar, müthiş bir rezaletle neticelendi. Muvakkat bir şan ve şereften sonra, elîm bir sukut takip etti. Lisan-ı halleri لَيْتَنٖى كُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا tilavet ediyor.

Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse şer taneleri neşv-ü nema bulur. Şimdiki şu medeniyet-i habîsenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi… Fıtraten –çendan– hayır ciheti galiptir fakat sümbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bab-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.

S- Taaddüd-ü zevcat ve abd gibi bazı mesaili, ecnebiler serrişte ederek medeniyet nokta-i nazarında, şeriata bazı evham ve şübehatı îrad ediyorlar.

C- İslâmiyet’in ahkâmı iki kısımdır:

Birisi: Şeriat ona müessistir. Bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.

Birisi dahi: Şeriat muaddildir. Yani gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp ehvenü’ş-şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiyeye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref’etmek, tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder.

Binaenaleyh şeriat vâzı-ı esaret değildir. Belki en vahşi bir suretten, böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir, ta’dil etmiştir.

Hem de dörde (*[6]) kadar taaddüd-ü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvafakatıyla beraber şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden, dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddüde öyle şerait koymuştur ki ona müraat etmekle, hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehvenü’ş-şerdir. Ehvenü’ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir.

Heyhat! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.

S- Dârülhikmeti’l-İslâmiye neden hizmet edemedi?

C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dârülhikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci ediyordu.

İkinci derecede sebep:

Dârülhikmet eczaları kabil-i imtizaç, belki de ihtilat değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. “Ene”ler kavîdir, delinmedi ki bir “nahnü” olsun. “Ben” “biz” olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi.

Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir.

Teavün düsturu bunun tamamen aksidir, maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise eseri hârikulâde derecesine is’ad eder.

Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner. Ehakkı aramakla bazen hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha var. Yani bazen hasen, ahsenden ahsendir.

S- Biri dese: “Bu hadîsi kabul etmem.” Nasıldır?

C- Bazen, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatîata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır. Mesela, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.

Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.

İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil belki cehildir.

Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan bürhan ve ispat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca ispat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihi müntefî olur.

S- Tenkidi nasıl görüyorsun? Hususan umûr-u diniyede.

C- Tenkidin sâiki ya nefretin teşeffisidir veya şefkatin tatminidir. Dostun veya düşmanın ayıbını görmek gibi…

Sıhhat ve fesada muhtemel bir şeyde, kabule temayül ve tercih şefkatten; redde temayül ve tercih –vesvese olmazsa– nefretten geldiğine ayardır.

وَعَيْنُ الرِّضَا عَنْ كُلِّ عَيْبٍ كَلٖيلَةٌ § وَلٰكِنَّ عَيْنَ السُّخْطِ تُبْدِى الْمَسَاوِيَا

Sâik-i tenkit, aşk-ı hak ve arzu-yu tenzih-i hakikat olmalı. Selef-i salihînin tenkitleri gibi.

***

S- Zalim gâvurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele edilmeli?

C- Propaganda, sâbıkan tezyif ettiğim zalim cerbezenin veled-i nâmeşruudur. Ona mukabele, o yalancı silahla olmamalı, belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar.

اِنَّمَا الْحٖيلَةُ فٖى تَرْكِ الْحِيَلِ

قُلِ اللّٰهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فٖى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maâsiye teklif noktasından bakmak lâzımdır.

Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez’a iltica etmemek elzemdir.

***

Hadsî Bir Hakikat

S- Hazret-i Azrail birdir, bir anda, her yerde eceli gelenlerin ruhunu kabzeder. Hazret-i Cebrail, Sidretü’l-münteha’da suret-i hakikiyesinde olduğu anda, Dıhye veya başkasının suretinde meclis-i Nebevîde iman ve İslâm’ın erkânını soruyor veya tebliğ eder. Daha yalnız Allah bilir kaç yerlerde bulunuyor.

Hazret-i Peygamber (asm) demiş: مَنْ رَاٰنٖى فِى الْمَنَامِ فَقَدْ رَاٰنٖى حَقًّا Şu sırrına binaen avam-ı ümmetten binlere bir anda menamen ve havassa yakazaten ve keşfen temessülü ve umum ümmetin salavatının istimaı ve âhirette umumla görüşmesi ve şefaati hem de bir veli bir anda pek çok yerlerde müşahedesi gibi sırların miftahı nedir?

C- Bir nuraninin timsali, onun hâsiyetine mâliktir hem gayrı değildir. Şu âleme karşı açılan âlem-i suver ve misalin bir penceresi olan ecsam-ı şeffafeden âyineler, ecsam-ı kesifenin hâssasız şeklini alır fakat nuraninin timsaliyle beraber hâssa-i zatiyesini de alır.

Mesela, bir adam binler âyine ortasında dursa her bir âyinede aynı şahıs bulunur fakat ruhsuz, hissiz, fikirsiz birer şahıstır.

Lâkin şems binler âyinede temessül etse her bir timsal çendan şemsin azamet-i mahiyetine ve mertebe-i kemaline mâlik değilse de lâkin şemsin hissi hükmünde olan harareti, hayatı hükmünde olan ziyası, aklı hükmünde olan tenviri olan havass-ı selâseyi câmi’dir. Nuraninin timsali hayy-ı murtabıttır. Kesifin timsali, meyyit-i müteharriktir. Ruh, en münevver bir nurdur. Tahdidi kabul etmeyen âlem-i misalin pencerelerinde temaşager bir ruhun gayr-ı mahsur timsalleri de birer ruh-u mütecessiddir. Havassına mâliktir, onun gayrı değillerdir.

***

[1] * Bir zaman böyle demiştim.

[2] * Bir zaman aşiretlere böyle cevap vermiştim.

[3] * Çirkin emirler, çirkin şeylerle tasvir edilir. Gelecek temsillerde kusura bakma.

[4] * Cây-ı dikkattir ki merkez-i Hilafet uleması ve Dârülhikmet ve zabıta-i ahlâkiye ile fuhuş, işret, kumar gibi kebairi izale değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükûmeti’nin bir emri ile bütün işret, kumar gibi kebairler men’edildi. Demek desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.

[5] * Musibet geldikçe bana bağırıyorlar, tatlı yendikçe Cündüb çağrılıyor.

[6] * Erkek galiben yüz yaşına kadar telkîh eder. Karı, yarı vakti hayz olduğu halde elliye kadar telakkuh eder.