Bakara Suresi 26-27. âyetler

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَ يَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا الْفَاسِقٖينَ ۞ اَلَّذٖينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مٖيثَاقِهٖ وَ يَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ وَ يُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Gayet kısacık bir meali: Yani “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kâfirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir diyorlar. Allah onun ile çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki Allah’ın taatinden huruçla, misak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler, yeryüzünde işleri ifsaddır, dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır.”

Bu âyetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihat-ı nazmiyesi üçtür. Maahâzâ bu âyetin meali hem mâkabline hem mâba’dine hem Kur’an’ın tamamına bakıyor.

Mâba’dine olan vech-i irtibatı: Evet, vaktâ ki Kur’an-ı Azîmüşşan sinekten ankebuttan misal getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti; müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bularak ahmakane dediler ki:

“Allah azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, hayâ ederler.” Kur’an-ı Kerîm bu âyetle ağızlarına vurarak kapattı.

Mâkabline cihet-i nazım ve irtibatı: Evet, Kur’an’ın ihtiva ettiği sıfât ve mezayanın hiçbir kelâmda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı sure başında ispat edildiği gibi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvveti de Kur’an’ın i’cazıyla ispat edildi. Kur’an’ın i’cazı dahi tahaddi ile yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına davet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya yapılan davet, sükût ile cevaplandırıldı. Böyle cihan-şümul bir inkılabı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükût etmek, elbette eser-i aczdir. Kur’an-ı Kerîm’in bu ispatlarına karşı kâfirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi nabızları bile felce uğradı. Yalnız Kur’an, her hususta hadd-i kemale bâliğ olduğundan uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.

Ezcümle: “ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ gibi âdi, kıymetsiz misallerden Kur’an’ın getirdiği temsiller, yüksek kelâmların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beyne’n-nâs yapılan mükâlemelere, konuşmalara benziyorlar.” diye mugalata ile halt etmişlerdir. Kur’an-ı Kerîm onların o haltlarını bu âyetle başlarına vurmuştur.

Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icab eder. Onların pek vâhî ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neş’et etmiştir. O vehimler de bazı mugalatalardan husule gelmişlerdir.

Onların Kur’an’ın kemalini tenzil etmek için Kur’an’ın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri kıyas-ı maalfârıktır, aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları mugalata ile bu kıyasa sevk eden noktalar:

1- Onlar her şeye, me’luflarına baktıkları nazar ile bakıyorlar.

2- Onlar insanın zihninin, fikrinin, lisanının, sem’inin cüz’î olduklarını ve cüz’î olduklarından kasden ve bizzat iki şeye beraber taalluk edemediklerini nazara almışlardır.

3- Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştigal edenin himmeti alçaktır.

4- Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hattâ küçük veya alçak bir şeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azîm insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük bir şey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.

İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden Cenab-ı Hakk’ı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”

Acaba o süfeha takımı; Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın azametine mikyas ancak mecmu âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki eşcar kalem, denizler mürekkep olsa o kelimatı yazıp bitiremezler. (Hâşiye[1])

Mesela şems; âkıl, ihtiyar ve irade sahibi farz edilse ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı “Ne için bu pis, bu mülevves zerre ile meşgul oldu ve ne için ona ziyasını verdi?” diye itiraz edilebilir mi? Hâşâ! Şemsin azametine bir nakîse gelir mi? Yok.

Binaenaleyh gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir sanat ile ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi cevher-i fert ile tabir edilen zerre de onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i sanatıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında cevahir-i fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zatî sıfatlarıdır. Zat-ı Akdes’e lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun. Maahâzâ acz bu sıfatların zıddı olduğundan onların içine girip oturamaz.

Binaenaleyh kudret-i İlahiyede zerre ile şems arasında fark yoktur. Mesela, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse aralarında müsavat ve muvazene bulunduğundan hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur; ikisi de birdir. Kezalik mümkin olan bir şeyin tarafeyni yani vücud ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre bu hususta hepsi de birdir.

Hülâsa: Zerre gibi küçük şeyler veya âdi fiiller, Hâlık’ın halkıyla vücuda geldikleri için onun daire-i ilminde dâhil oldukları bedihîdir. Bu itibarla onlardan bahsetmekte bilbedahe müşahat (münakaşa etmek) yoktur. Kur’an-ı Kerîm اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُ âyetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani halk eden Hâlık, mahlukunu bilmez mi ve bilmemesinin imkânı var mı? Öyle ise mahlukundan ne için bahsetmesin, ne için mahlukuyla konuşmasın?

İkinci Mugalata: Onlar “Kur’an’ın üslupları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür.” diyorlar. Çünkü Kur’an’da bahsedilen âdi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir.

Bu cahil herifler bilmezler mi ki söylenilen bir kelâm, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar. Çünkü muhatabın ahvalini nazara almak lâzımdır ki söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh Kur’an’ın muhatabı beşerdir. Kur’an’ın maksadı da tefhimdir. Yani beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki belâgatın iktizası üzerine Kur’an, beşerin hissiyatıyla memzuç olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.

Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözler ile ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde o insan ile o çocuk arasında bir malûmat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz u i’talar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere i’ta edeceği malûmatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse beşer kat’iyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fennî terazilerin dilinden anlamaz.

Sual: Hakikaten eşyanın hakareti, hısseti; kudretin azametine, kelâmın nezahet ve nezaketine münafîdir?

Cevap: Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nâzırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz’edilmiştir ki sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taalluk ettiği bu cihette, hiçbir şey kudretin taallukundan hariç değildir.

Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zahiriyenin vaz’ını iktiza ettiği gibi vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şümulünü ve kelâmın her şeye ihatasını iktiza ederler. Maahâzâ bir zerre üstünde zerreler ile yazılan bir Kur’an, sahife-i semada yıldızlar ile yazılacak Kur’an’dan hüsün ve güzellikte aşağı değildir. Ve keza (Hâşiye[2]) bir sivrisineğin yaratılışı, sanatça filin hilkatinden dûn değildir.

Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.

Sual: Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye aittir?

Cevap: O gibi haller temsil getirene ait değildir ancak mümessel-i lehe aittir. Yani kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgatı; mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir abâ, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse “Padişah iyi yapmadı.” diye kimse itiraz edemez. Çünkü her şeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği (Hâşiye[3]) onlara musallat kılmıştır; ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki نَسْجُ الْعَنْكَبُوتِ ile yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.

Üçüncü Mugalata: Onlar diyorlar ki: “Hakikati izhar etmekte aczi îma eden bu gibi temsilata ne ihtiyaç vardır?”

Cevap: Kur’an’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nâs, çıplak olan hakaiki göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredatı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanıyla hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libas ile bir şive ile göstermiştir ki tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.

Bu âyetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:

Evet اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا cümlesi onların îrad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.

1- Allah’ın beşer ile konuşmasında ve onlara kahr ve itab etmekte ve onlardan şikayet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki âlemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.

2- İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerin getirilmesi… Zira bu Kur’an’ın beşer kelâmı olduğuna alâmettir.

3- Kelâmın arkasında, üslupların arasında insanın timsali görünür.

4- Hakaik, temsilatla tasvir ediliyor. Bu ise hakikati izhar etmekten âciz olduğuna delâlet eder.

5- Getirilen temsiller âdi temsillerdir. Bu ise mütekellimin zihni inhisar altında olduğuna emaredir.

6- Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zayıf olduğuna delildir.

7- Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından terki zikrinden evlâdır.

8- Bilhassa ehl-i izzetin hayâ ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm bu itiraz silsilesini اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا … الخ cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır.

1- Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celale münafî olmadığı gibi uluhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmaları, uluhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hâkim, tebaasından Çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.

2- Belâgat ve hikmetin iktizası üzerine, hakir manaları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.

3- Âdi temsillerde bir beis yoktur, terbiye ve irşad öyle ister.

4- İnayet-i İlahiyenin iktizası üzerine, hakaik temsilatla tasvir edilir.

5- Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslupları, şiveleriyle irşad etmek lâzımdır.

6- Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk’ın insanlar ile konuşması zarurîdir.

Hülâsa: Cenab-ı Hak insanlara cüz-i ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef’ale masdar yaptı. O âlem-i ef’ali bir nizam altına almak üzere kelâmını, yani Kur’an’ını da o âlem-i ef’ale gönderdi. Binaenaleyh tanzif ve tanzim için yapılan İlahî bir program, itirazlara mahal olamaz.

فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ

Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alâkaya gelince: Evvelki cümledeki hükmü ispat için bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def’ediyor. Şöyle ki:

Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti altında bakarsa بَعُوضَةً ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar.

Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden her rast geldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.

Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise âyinenin renkli yüzüne bakar, bir şey anlayamaz.

Hülâsa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üsluplarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden men’eden sineğin kanadı gibi; zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.

وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:

Evet, temsilat-ı Kur’aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise mezkûr temsilattaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:

Alçak nefis tarafından her şeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilat-ı Kur’aniyeye bakan olursa; tabiî o temsilatın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. Kur’an-ı Kerîm ihtisar ve kinaye tarîkıyla onların inkârı tazammun eden istifhamlarına مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki evvelki cümlede mezkûr olan يَعْلَمُونَ ye mutabakat için burada لَا يَعْلَمُونَ nin zikri lâzım iken مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا denilmiştir.

يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا : Bu cümle, onların temsilatının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat Kur’an-ı Kerîm usûl ittihaz ettiği îcaz ve ihtisara binaen, temsilatın âkıbetini yani temsilata terettüp eden dalalet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalalet ve hidayet, temsilata illet olamaz. Eğer illet olsa cebir olur. Ancak temsilatın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar “Ne için böyle oldu? Ne için i’caz bedihî olmadı? Ne için Allah’ın kelâmı olduğu zarurî olmadı? Ne için bu temsilat yüzünden vehimlere meydan verildi?” diye birçok sualleri ortaya çıkardılar. Kur’an-ı Kerîm يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا cümlesiyle o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:

O temsilatı nur-u iman ile tefekkür edenin nur-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazarîdir, bedihî değildir. Evet bu temsilat, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da yüksek istidatları neşv ü nemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi sağlam fıtratları, mücahede ile bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.

Sual: Diyorsun ki “Teklif, saadet içindir.” Halbuki ekser-i nâsın şakavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı bu kadar tefavüt-ü şakavet de olmazdı?

Cevap: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.

Evet, nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebep olmuştur.

Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir.

Sual: İnsanlardan büyük bir kısmın şakaveti meydanda iken yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev’in saadetine sebep olur ki “Şeriat rahmettir.” diyorsunuz. Halbuki nev’in saadeti ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse bu tavuk, yumurta nevine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilâhare yirmisi neşv ü nema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nevine hizmet etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse beşte biri altın, mütebâkisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh teklif de insanların beşte birini kurtarsa o beşte birin saadet-i neviyeye sebep ve âmil olduğuna kat’iyetle hükmedilebilir.

Maahâzâ yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve bi’n-netice cesaret de hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela, hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar.

Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i neviyenin yegâne âmilidir.

وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا الْفَاسِقٖينَ : Bu cümlenin mâkabliyle münasebeti: Evet, Kur’an-ı Kerîm يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından sâmi’ korktu. “Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebep nedir? Kur’an’ın nurundan zulmet nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevaplandırılmıştır ki: “Onlar, fâsıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nur nâra, ziya zulmete inkılab eder.” Evet, şemsin ziyasıyla pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur.

اَلَّذٖينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مٖيثَاقِهٖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ

Bu cümlenin evvelki cümle ile vech-i nazmı:

Evet bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:

Fısk; haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terk etmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder.

Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delail, uhûd-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.

Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna fıskın birinci sıfatı olan يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ cümlesiyle işaret edilmiştir.

Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser atar. Evet, şehvet veya gazap haddini aşarsa ırz ve namuslar pâyimal olur, masumlar mahvolur. Buna da fıskın ikinci sıfatı olan وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ cümlesiyle işaret edilmiştir.

Ve keza dünya nizamının bozulmasını intac edip fesat ve ihtilale sebebiyet veren iki ihtilalcidirler. Buna dahi fıskın üçüncü sıfatı olan وَيُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ cümlesiyle işaret edilmiştir.

Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar.

Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü hem astarını yırtar, altüst eder.

Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tabi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla fâsıklar hem nevinin zararına hem arzın fesadına çalışmış olur.

اُولٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ : Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda tekididir. Şöyle ki:

Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, arzda fesat yapmak gibi fâsıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdit ve korkuyu tekid için fâsıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: “O fâsıklar, âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi hidayeti dalaletle tebdil eden kafasız adamlardır.”

Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz:

Evvela bunu bilmek lâzımdır ki Kur’an-ı Kerîm’in âyetleri ve âyetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri; saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi bir âyet bir maksadı takip ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi cümlelerin izini takip ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشٖيرُ

Yani “Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar.” Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerîm’in selaseti ve yüksek belâgatı ve nakşındaki inceliği tabaka-i i’caza vâsıl olmuştur.

اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖٓى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا

Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:

اِنَّ kelimesi hem hükmün hakikate bağlı olduğuna hem hükümde vaki olan tereddüt ve inkârların def’ine delâlet eder. Öyle ise bu اِنَّ âyetin başında zikredilen müteselsil tereddütlere işarettir.

اَللّٰهَ kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani “Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allah’ı mümkinata kıyas ediyorsunuz, Allah unvanını taşıyan zat, mümkinata kıyas edilebilir mi?”

Sual: لَا يَسْتَحْيٖى Hayâ, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenab-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte fayda yoktur. Binaenaleyh لَا يَسْتَحْيٖى yerinde لَايَتْرُكُ denilmiş olsaydı muhaliyete mahal kalmazdı?

Cevap: بَعُوضَةً ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belâgat vesaire gibi esbaba karşı temsili terk etmek isteyen, hayâdan maada tek bir esbab yoktur. Hayâ da Cenab-ı Hak hakkında muhaldir. Öyle ise o temsili terk etmeye aslâ sebep bulunmadığına işareten لَا يَسْتَحْيٖى kelimesi لَايَتْرُكُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü لَايَتْرُكُ kelimesi, bu manayı ifade edemez.

Yahut يَسْتَحْيٖى nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri اَمَا يَسْتَحْيٖى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَنْ يُمَثِّلَ بِهٰذِهِ الْمُحَقَّرَاتِ yani “Muhammed’in Rabb’i bu hakir şeylerden temsil getirmeye hayâ etmez mi?” diye söyledikleri sözlerindeki يَسْتَحْيٖى kelimesine müşakelet ve müşabehet içindir. Kur’an-ı Kerîm belâgatça kıymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّحْبَةِ üslubuna binaen, onların kullandıkları يَسْتَحْيٖى kelimesini aynen kullanmıştır.

Onların bu sözlerine müşakelet ve müşabehet nokta-i nazarından اَنْ يَضْرِبَ yerinde مِنَ الْمَثَلِ الْحَقٖيرِ denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasip olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, latîf bir üsluba işarettir ki: Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir. Nasıl ki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur, aynen bunun gibi söylenilen bir söz de bir misal ile tasdik ve ispat edilmiş olur.

Yahut اَنْ يَضْرِبَ ile paranın darbına îma edilmiştir. Yani temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yani nasıl ki sikke; gümüş ve altına kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor.

Ve bu işaretle, vehimleri def’etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir. Evet durub-u emsal, malûm kaidelerdendir.

Daha kısa ve muhtasar olan ضَرْبٌ masdarı üzerine اَنْ يَضْرِبَ nin fiil sîgasıyla tercihen zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp بَعُوضَةً nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup itirazlara mahal değildirler. Zira اَنْ يَضْرِبَ fiildir. Fiil, müstakil ve sabit olmadığından sanki latîftir. Mütekellimin kasdı onda durmuyor, mef’ule geçiyor. Masdar olan ضَرْبٌ ise isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için sanki kesiftir. Mütekellimin kasdını cezbedip mef’ule vermemesi ihtimali vardır.

Binaenaleyh اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْيٖى ضَرْبَ الْبَعُوضَةِ مَثَلًا denilmiş olsaydı استحيا mahalli ضَرْبٌ olurdu. Halbuki istihyanın mahalli بَعُوضَةً dir.

مَثَلًا : Bundan murad, temsilin hâsiyeti olan aklî bir şeyi, hissî bir şeyle ve aslı olmayan mevhum bir şeyi muhakkak ve mevcud olan bir şeyle ve gaib olan bir şeyi, hazır bir şeyle tasvir etmektir. مَثَلًا deki tenkirden anlaşılır ki burada medar-ı nazar, bizzat meselin zatıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.

مَا tamimi ifade ettiğinden, kaidenin umumî olduğuna işarettir ki cevap yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.

بَعُوضَةً : Pek çok küçük ve hakir şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde بَعُوضَةً nin tahsisi, inde’l-bülega temsil için istimali çok olduğuna binaendir.

فَمَا فَوْقَهَا : Yani kıymet ve belâgatça baûdanın (sinek) mâfevki veya küçüklükte baûdanın mâdûnu veyahut hem kıymette hem küçüklükte baûdanın mâdûnu olan şeyler. Fakat مَا فَوْقَهَا tabiri, küçük şeyin belâgatça daha garib, hilkatçe daha acib olduğuna işarettir.

فَاَمَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِهٰذَا مَثَلًا

Bu cümlenin evvelki cümleden teferru ve teşaub ettiğini ifade eden ف bu cümleyi her iki şıkkıyla intac eden zımnî ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:

Cenab-ı Hak, temsili terk etmez. Zira belâgatın iktiza ettiği bir temsildir. Belâgatın iktiza ettiği şey terk edilmez. Öyle ise Cenab-ı Hak bu temsili terk etmez. Binaenaleyh insafı olan, o temsilin beliğ, hak ve Allah’tan olduğunu bilir. İnat ile bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkâra girer.

Hülâsa: Mü’min, insaflı olduğu için Allah’tan olduğunu tasdik eder. Kâfir olan adam inatçı olduğundan “Bunda ne fayda var?” der.

اَمَّا : Bu اَمَّا şart edatıdır. Dâhil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lâzım; veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar. Evet, bu اَمَّا iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz’edilmiştir. Binaenaleyh burada فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ cümlesinin اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا cümlesine lâzım ve zarurî olduğuna delâlet eder. Yani imanı olanın şe’ni, onun hak olduğunu bilmektir.

Kendisinden daha kısa olan اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine bedel اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا denilmesi, onun hak olduğunu bilmek “iman sebebiyle olduğuna” ve keza onun hak olduğunu bilmek “iman olduğuna” işarettir.

Belâgat nokta-i nazarından makama daha münasip olan اَنَّهُ الْبَلٖيغُ cümlesine tercihen اَنَّهُ الْحَقُّ denilmesi, onların itirazlarından kasdettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onların maksatları, Allah’tan olduğunu nefyetmektir.

اَنَّهُ الْحَقُّ hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki takbih edilmeyip istihsan edilen yalnız بَعُوضَةً temsilidir. بَعُوضَةً nin gayrısı ve بَعُوضَةً den daha iyisi, ayıplardan hâlî olsa bile, belâgatça بَعُوضَةً nin yerini tutamaz. Çünkü yalnız ayıplardan selâmet, kemale delil olamaz.

مِنْ رَبِّهِمْ : O temsilin, Rablerinden nâzil olduğunu ifade eden bu kayıt, onlar itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.

وَاَمَّا الَّذٖينَ كَفَرُوا : Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi mâkabllerindeki icmali tafsil etmekle, tahkik ve tekidi ifade ediyor.

اَلَّذٖينَ كَفَرُوا nun اَلْكَافِرُونَ kelimesine tercihen zikredilmesi, onların bu inkârı, kalplerinde rüsuh peyda eden küfürden neş’et ettiğine ve onun için onları yine küfre götürdüğüne işarettir.

Evvelki cümledeki يَعْلَمُونَ nin mutabakatı için burada فَلَا يَعْلَمُونَ denmesi münasip iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ îcaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir. Takdir-i kelâm: “Küfrü olan adam, hakikati bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.” Ve keza kendileri dalalette oldukları gibi ağızlarıyla halkı da dalalete sürüklediklerine işarettir.

يُضِلُّ بِهٖ كَثٖيرًا وَيَهْدٖى بِهٖ كَثٖيرًا : Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا mukaddem olduğuna nazaran, burada ona münasip olan يَهْدٖى بِهٖ nin takdimi lâzım iken يُضِلُّ بِهٖ takdim edilmiştir. Çünkü bu kelâmdan maksat, inkâr edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen يُضِلُّ بِهٖ kesb-i ehemmiyet ettiğinden takdim hakkını kazanmıştır.

Sual: Dalalet yerine يُضِلُّ, hidayet yerine يَهْدٖى yani masdardan fiile olan udûlden maksat nedir?

Cevap: Fiil-i muzari teceddüd ve istimrara delâlet ettiğinden; yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kur’an’ın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilâvesine sebebiyet verdiğine, mü’minlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bâis olduğuna işarettir. Ve keza bu cümle مَاذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ … الخ cümlesiyle işaret edilen istifhama cevap olduğu için her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek icab etmiştir. Ve bu icaba binaen, masdara tercihen fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalalet, ötekisinin de hidayettir.

كَثٖيرًا : Evvelki كَثٖيرًا den kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir. İkinci كَثٖيرًا den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kasdedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur’an’ın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir. Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’an’ın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla fazileti taşıyan az olsa da çok görünür.

وَمَا يُضِلُّ بِهٖٓ اِلَّا الْفَاسِقٖينَ : Evvelki cümlede mutlak ve mübhem olarak zikredilen كَثٖيرًا den hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddütleri bu cümle ile şöyle def’etmiştir ki: “Dalalete gidenler, fâsıklardır. Dalaletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise kesbleridir. Suç onlarda olup Kur’an’da değildir. Dalaleti halk etmek, yaptıklarının cezası içindir.”

Yine bilinmesi lâzımdır ki bu cümlelerin her birisi mâkablini şerh ve beyan eder; mâba’di de onu tefsir eder. Demek her cümle, mâkabline delil, mâba’dine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz:

1- Allah, o temsilden hayâ etmez. Çünkü o temsili terk etmez. Hem o temsil, beliğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allah’ın kelâmıdır. Bunu da mü’min olan kimseler bilir.

2- Allah münkirlerin dedikleri gibi o temsilden hayâ etmez. O münkirler “O temsilin terki lâzımdır.” diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler hem “Bunda ne fayda var?” derler. Hem inkâr ediyorlar, zira hakir görüyorlar. Hem işitmeleriyle dalalete girdiler, zira Kur’an onları dalalete attı. Hem onlar fıskla kabuklarından çıktılar hem Allah’a olan ahidlerini bozdular hem sıla-i rahmi kestiler hem arzda Allah’ın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh hâsir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalp ve ruhun azabı ile âhirette de Allah’ın gazabıyla ebedî bir azap içinde kalan onlardır.

اَلَّذٖينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ مٖيثَاقِهٖ وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ

Evvela bilinmesi lâzımdır ki Kur’an-ı Kerîm’in i’caz ve nazmında şek ve şüpheleri îka eden fâsıkların bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile tavsifleri, pek yüksek ve latîf bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’an-ı Kerîm diyor ki:

“Kur’an-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’cazını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların; Kur’an-ı Kerîm’in de nazım ve i’cazında tereddütleri ve kör gözleriyle i’cazını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı tesadüfe ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi pis fıtratlarıyla da Kur’an’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddimelerini akîm, semerelerini acı gördüler.”

يَنْقُضُونَ : “Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak” manasını ifade eden نَقض tabiri, yüksek bir üsluba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakk’ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nurani bir şerittir ki ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nurani şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın envaına dağıtır iken, en acib silsilesini nev-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini cüz-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir.

Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ahdini bozmamak ve îfa etmek ancak o istidatları lâyık ve münasip yerlerine sarf etmekle olur. Ahdin nakzı ise bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Mesela, bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzip; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.

وَيَقْطَعُونَ مَٓا اَمَرَ اللّٰهُ بِهٖٓ اَنْ يُوصَلَ Bu cümledeki emir, iki kısımdır:

Birisi, teşriîdir ki sıla-i rahim ile tabir edilen akraba ve mü’minler arasında şer’an emredilen muvasala hattıdır.

Diğeri, emr-i tekvinîdir ki fıtrî kanunlar ile âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Mesela ilmin i’tası, manen ameli emrediyor; zekânın i’tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.

İşte o fâsıklar, bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Mesela, akılları marifetullaha, zekâları ilme küs olduğu gibi; akrabalara ve mü’minlere dahi dargın olup gidip gelmiyorlar.

وَيُفْسِدُونَ فِى الْاَرْضِ : Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumî olursa hafif olur.

Ve keza bir şahsın kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit o şahıs, tam manasıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.

Sual: Bir fâsıkın fıskıyla arzın müteessir olması akıldan uzaktır?

Cevap: Mademki arzda nizam var, muvazene de olmalıdır. Hattâ nizam muvazeneye tabidir. Binaenaleyh bir makinenin dişleri arasına küçük bir şey düşerse makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılır iken, terazi muvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse muvazenesi bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, arzın muvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.

اُولٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ : اُولٰٓئِكَ üç şeyi ifade ediyor. Birisi ihzar, ikincisi mahsûsiyet, üçüncüsü uzaklıktır. Demek bu اُولٰٓئِكَ gaib olan o fâsıkları ihzar eder, mahsûs bir şekilde gösterir.

Sual: Onların ihzarını icab eden sebep nedir?

Cevap: Sâmi’in talep ve isteğidir. Evet, onların pis ahvalini işiten sâmi’, onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için; hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor tâ “Oh, oh!” demekle kalbi rahat olsun. Müşahedeleri mümkün olmadığı halde اُولٰٓئِكَ ile mahsûs gösterilmeleri; güya pis ahvalleri, habîs sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde bâliğdir ki herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsûs bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasarete mahkûm olduklarının sebebi de anlaşılmış olur.

O fâsıklara râci olan اُولٰٓئِكَ nin ifade ettiği uzaklık ise onların tarîk-i haktan uzaklıkları öyle bir dereceye bâliğdir ki bir daha tarîk-i hakka rücûları mümkün olmayıp bu yüzden zemme, tahkire müstahak olduklarına işarettir.

Hasrı ifade eden هُمْ hasaretin onlara münhasır olduğuna delâlet eder. Hattâ mü’minlerin bazı dünya lezzetlerinde hasaretleri, hasaret sayılmaz ve yine mü’minlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vaki olan zararları hasaret değildir.

اَلْخَاسِرُونَ deki harf-i tarif, cinsi ve hakikati ifade eder. Yani “Hüsran görenlerin hakikatini, cinslerini görmek isteyen varsa onlara baksın.” Ve keza onların meslekleri mahz-ı hasarettir, başka hasaretlere benzemiyor.

اَلْخَاسِرٖين : Hasaretin mutlak bırakılması, yani bir şeyle takyid edilmemesi, hasaretin bütün envaına şâmil olduğuna işarettir. Mesela, vefa-i ahidde nakz ile hasaret ettiler; sıla-i rahimde kat’ ile, ıslahta ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şakavetle yaptıkları hasaretler gibi.

***

[1] Hâşiye: Bu mealdeki âyette bir mübalağa, bir müzayede görünür. Fakat hakikate, vakıa bakılırsa ziyadelik yoktur. Çünkü “kelime” bir manayı ifade eden şeye denir. Amma nahvîlerin lafız ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet biri kāl, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kālin kelimatı elfaz ise lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî şairin وَفٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlık’ın azametine delâlet eden bir kelime-i haliyedir.

Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer halî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkep, kalem lâzımdır. Öyle ise onlar için de onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkeza her bir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâ gayrı’n-nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hakk’ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delâlet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatte اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهٖ مَدَدًا âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur belki tenakus vardır.

Mütercim Abdülmecid

[2] Hâşiye: Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ı Hak, sivrisineği file galip ve hâkim kılmıştır. Binaenaleyh hilkatçe dûn ise de cesaret hususunda faiktir.

Mütercim Abdülmecid

[3] Hâşiye: Bir a’rabînin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce اَرَبٌّ يَبُولُ الثَّعْلَبَانُ بِرَاْسِهٖ demekle sanemi kırmış atmış. Demek sanemlerin hakaretinden yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder.

Mütercim Abdülmecid

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir