Bakara Suresi 17-18-19-20. âyetler

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَ تَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ ۞ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ ۞ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ فٖيهِ ظُلُمَاتٌ وَ رَعْدٌ وَ بَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖٓى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ ۞ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

Bu uzun âyetle mâkabli arasında ve cümleleri arasında ve cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat, intizam:

Evet Kur’an-ı Kerim evvela münafıkların hallerini; sâniyen, cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra hayale, vehme, hisse de gösterip, onlara da kabul ettirilmesini bu temsil ile temin etmiştir.

Evet aklî şeylerden fazla; temsiller ile hayalî şeyleri kabule, hayal daha yakındır.

Ve keza akla muhalif olan ve hem gayr-ı me’luf bulunan bir şeyin me’nus bir şekilde gösterilmesiyle çabuk kabul eder.

Ve keza gaib bir şeyi hazır göstermekle akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur. His de kabul eder.

Hülâsa: Münafıkların kötülüğü, şu temsil ile akla tasdik ettirildiği gibi hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir.

Ve eyzan münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakiki bir irtibatın bulunması şu temsil ile gösterilmiştir.

Ve eyzan münafıkların muamelesini hayalin gözü önüne şu temsil ile getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal baksın, görsün, alsın ki bir itirazı kalmasın.

Sonra bu temsilin cümlelerinin meali, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikâyelerinin mealine muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikâyelerinin cümlelerine uygun gelir.

Evet münafıkların hikâyesi böyledir: Zahiren imana gelmişlerdir, sonra kalben küfür ve inkâr etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalaletten rücûa kādir olmamışlardır ki hakkı arasınlar.

Temsilin meali ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra her şey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sadâ olmadığından sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden âmâ gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından sanki lâl olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücûa kādir olmadıklarından sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir.

İşte temsildeki cümleler ile hikâyedeki cümleler arasında muvafakat tebarüz etmekle aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti.

İhtar: Temsildeki zulmet, hayret, ateş; hikâyedeki küfür, adem-i sebat, fitnelerine işarettir.

Sual: Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?

Cevap: Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nevinde, nevinde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa evvelce iman edip, sonra irtidad edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa, dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir. (Nasıl ki ateş, fitnelerine işarettir.) Bu da olmadığı takdirde, daire-i imkânda olan nurları vücud dairesine indirilmiştir.اِشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰى daki hidayet gibi.

Sonra cümlelerinin arasındaki cihet-i intizam:

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا Yani “Onların meselesi ateş yakan adamın meselesi gibidir.” Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:

Âyette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hâli Ceziretü’l-Arap’ta sakin, Kur’an’ın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar da çok defa güneşin zulmünden, gecenin zulmetine kaçarak, gece serininde yollarına devam ettikleri sırada şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlar ile dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp, onlar ile ferahlanmak ve eşyalarını görüp muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederler iken semavî bir âfet ile ateşleri söner. Ve rica, ümitleri tamamen yeise, hüsrana inkılab eder.

İşte Kur’an-ı Kerim onun bu durumuna فَلَمَّا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ cümlesiyle işaret etmiştir. Yani “Vaktâ ki o ateş etrafı ışıklandırdı. Birdenbire Cenab-ı Hak, nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi.”

فَلَمَّا daki ف kelâmın siyakı, kelâmın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki: Ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain ve ferah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yüzükoyun yere düştüler.

Sonra bu cümle-i şartiyenin şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lâzımken izae ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki:

Vaktâ ki ateş ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip, muhafaza etmediler. Ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler. O da söndü gitti. Evet ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i idame ise intıfasını yani sönmesini istilzam eder.

Nurlarının sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ cümlesiyle zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana maruz kaldıklarına işaret edilmiştir.

لَا يُبْصِرُونَ cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece müteselli olur. Fakat bunları da görmediği gibi onun o karanlıkta durması, yürümesi gibi bir musibet ve bir vahşettir.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ Yani “Sağır, lâl, kör olup dönemezler.” Bir insan böyle bir belaya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir:

Birincisi: Köyler halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de o ses vasıtasıyla bir aydınlık yolunu görmek ümidinde olabilir. Halbuki gecesi sâkit ve sakin, sessiz sadâsız bir gece olduğundan o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işareten Kur’an-ı Kerim صُمٌّ kelimesini demiştir.

İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse olur ki işiten olur da onun kurtarılmasına gelen olur, ümidini besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için dilli, dilsiz bir olur. Bu ricasını da kesmek için بُكْمٌ denilmiştir.

Üçüncüsü: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin ve görmek için bir alâmet, bir ateş, bir yıldızı arar; müteselli olur. Halbuki gecesi öyle bir zulmetlidir ki gözlü, gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için عُمْىٌ denilmiştir.

Dördüncüsü: O beladan kurtulup, rücû etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan maada bir çare kalmadığını görür görmez kuvvetine güvenir ve ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan öyle abluka etmiştir ki kuvvetiyle, çalışmasıyla kurtuluş imkânını bulamaz. Kendi sû-i ihtiyarıyla bir bataklığa girdikten sonra bir daha çıkması mümkün olmayan bir eşek gibi içinde kalır. Evet çok şeyler var ki insan, ihtiyarıyla girer amma çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, o insanı bırakmaz.

İşte onların şu vaziyetlerine karşı فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ denilmiştir ki o musibetten kurtulup, rücûlarına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen vahşet, yeis, korkular içinde kaldıklarına işarettir.

Cümlelerin heyetlerine gelince:

Evet مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki: Lisanlar üstünde deveran ile beyne’n-nâs garib ve acib şeylerde kullanılan ve “hikmetü’l-avam”, “felsefetü’l-umum” ile anılan مَثَلُ kelimesi münafıkların vaziyetleri bir ağrube ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Ve bu işaretten onların sıfatları nefret, lanet lisanları üstünde ile’l-ebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şanında olduğuna bir remiz vardır.

Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki كَ nin hazfı belâgatça daha makbul olduğu halde, ne için hazfedilmemiştir?

Cevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sâmi’ teşbih edatını görür görmez teşbih ile alâkadar olur, müşebbehün-bihte olan her noktadan müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirinde teşbihten gaflet ile her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmez ihtimali vardır.

İkinci “mesel” kelimesi ise ateş yakan o adamın vaziyeti, efkâr-ı âmmece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.

Sual: Ateş yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan اَلَّذٖى ile işaret yapıldığı neye binaendir?

Cevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirakiyle bir ziyade, noksanlık hasıl olmadığı takdirde fert nev, cüz’ küll bir olur. Maahâzâ اَلَّذٖى nin ifradı, onlardan her bir ferdin dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. Maahâzâ اَلَّذٖى nin اَلَّذٖينَ den ihtisar edildiği ihtimali vardır.

اِسْتَوْقَدَ deki س ateş yakmalarının külfet ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. اِسْتَوْقَدَ nin ifrad sîgasıyla نُورِهِمْ deki cem zamiri bir cemaat için bir ferdin ateş yakması âdet olduğuna işarettir.

Lamba ve saire âlât-ı tenviriye arasından نَارٌ ın intihab edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zahirî nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.

İhtar: Nekre olarak نَارٌ kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi ve nasıl bir ateş olursa hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.

فَلَمَّا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ Takibi ifade eden فَلَمَّا daki ف onların yeisten sonra ümit ve rica zamanları geldiğine işarettir. لَمَّا ise kıyas-ı istisnaî ile anılan dâhil olduğu cümlelerden birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delâlet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intac ettiğine ve onların teselli ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir.

اَضَٓاءَتْ kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.

مَا حَوْلَهُ dehşetin her dört taraftan ihata edildiğine ve ziya ile cihat-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.

ذَهَبَ Bunun ile اَضَٓاءَتْ arasındaki lüzum meselesi geçmiştir. Oraya bakılsın.

ذَهَبَ اللّٰهُ Zehabın Allah’a isnadı, iki cihetten rica ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: Âfet, semavî olduğundan def’i mümkün değildir. İkincisi: O âfet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Hak’tan merhamet de rica edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam; Hak’tan yardım, merhamet talep edemez.

بِنُورِهِمْ deki harf-i cer olan ب nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ manası; “Allah, onların nurlarını götürmüştür.” Malûm ya, Allah’ın aldığı bir şeyi kimse reddedemez.

نُورٌ unvanı ise sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden نُورٌ un هُمْ zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanar iken insanın ateşi sönerse, insan çok müteessir olur.

وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ Harf-i atıf olan vav, onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi: Ziyalarının selb ve söndürülmesidir. İkincisi ise: Zulmetin onlara ilbas ve giydirilmesidir.

تَرَكَ unvanı onların ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından bu gibilerin şanı alâkayı kesip, bütün bütün terketmeye delâlet eder.

فٖى edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki zulmetin şiddetinden, onların nazarında her şey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapıp, içine girip gizlenmişlerdir.

ظُلُمَاتٍ cem’i ise gecenin karanlığıyla bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın, yerlerinde vahşet ve dehşetin, zamanlarında da sükûn ve sükûnetin zulmetleri gibi türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir.

ظُلُمَاتٍ kelimesindeki tenkir ise o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul, ülfet etmemiş bir takım zulmetler olduklarına işarettir.

لَا يُبْصِرُونَ cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam, daha çok belaları görür. Gözleri gaib olanlar en gizli musibetleri görüyorlar.

لَا يُبْصِرُونَ sîga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvir ile, hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki sâmi’ hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla bir ibret alsın.

لَا يُبْصِرُونَ nin mef’ulsüz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini görmüyorlar ki celb ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki içtinab etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki bir parça ferahlansınlar. Sanki her birisi kendi başına tek o zulmet içinde kalır.

صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ Yani “Sağır, lâl, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp, kurtulamazlar.”

Bu cümlede bulunan sıfât-ı erbaa, münafıklar ile ateş yakanlar arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir. Ve şanlarını bildirir. Ve âyine gibi hallerini gösterir.

Evet ateş yakanlara karşı işaratı şöyledir ki:

Böyle bir zulmet musibetine düçar olan bir adam evvelen kurtarıcı bir ses dinlemek üzere etrafı dinler. Lâkin gecenin sessiz, lâl olduğu onun sağırlığını intac etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lâkin gecenin sâkit ve sağırlığı, onun lâllığına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alâmet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasız ve körlüğü onun körlüğünü mûcib olmuştur. Sonra evvelki yerine avdet ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücûa imkân yoktur. Bataklığa düşen gibi depreştikçe batar.

Münafıklara nâzır cihet ise:

Evet münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, dört cihetle kurtuluşları mümkün idi. Zira o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kur’an’ın irşadına kulak vermek ile necatları mümkün idi. Fakat nefislerinin şeytanî olan hevası Kur’an’ın sadâsını kulaklarına eriştirecek havayı karıştırmakla mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim bu cihetten ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten صُمٌّ demiştir. Ve bu işaretten, sanki kulakları kesilmiş, kulakları kesik itlerin kulaklarını andıran pek çirkin delikler kaldığına bir remiz vardır.

Sâniyen: Başlarını aşağıya indirip, vicdanlarıyla müşavere etmekle doğru yolu, hakkı sual etmekten necat cevabını almak imkânı var iken kalplerindeki inat, zebhedilen tavuk gibi dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedamet ile tövbe etmelerine mani olmuştur. Kur’an-ı Kerim bu kapının kapalı olduğuna işareten بُكْمٌ demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış ve ağızları sinek yuvası gibi kokulu çirkin bir delik gibi suratlarında kalmış olduğuna bir remiz vardır.

Sâlisen: İbret nazarıyla dâhilî ve haricî delilleri görmekle, hakka rücûları mümkün iken gafletleri gözlerine el basarak körlük de kapakları kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim buna işareten عُمْىٌ demiştir. Yani şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri oyulmuş şeytanların başlarını andıran, başlarında çirkin ve korkunç iki tane mağara şeklini hayale arz ediyorlar.

Râbian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp da nâdim olarak tövbe etmeleri mümkün olduğu halde nefislerinin hevasına, bozuk fıtratlarının iktizasına inzimam eden şeytanın iğvasıyla yaptıkları o çirkin haller gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kur’an-ı Kerim buna da فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarıyla girip bir daha ihtiyarıyla çıkamayan bedbaht insanlar olduğuna işaret etmiştir.

İkinci bir temsil:

اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ فٖيهِ ظُلُمَاتٌ وَ رَعْدٌ وَ بَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖٓى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ ۞ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

“Yahut münafıkların meselesi; semadan yağan şiddetli, fırtınalı bir yağmura tutulan yolcuların meselesi gibidir. O yağmurun şiddetini artıran zulmetler, gürültüler, şimşekler içinde vardır. Şimşeklerin çakmasıyla ölümün korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenab-ı Hak kudretiyle kâfirleri ihata etmiştir. Küfür cezasından kurtulan yoktur. Çakan şimşekler şiddetiyle hemen hemen gözleri kör edecek şanındadır. Şimşeklerin çakmasıyla etraf aydınlandığı zaman yürürler. Karanlıklar çöktüğü vakit duruyorlar. Eğer Cenab-ı Hakk’ın meşieti olsaydı kulak ve gözlerini götürür idi. Cenab-ı Hak her şeye kādirdir.”

Bu âyette beyan edilecek üç nokta vardır:

Birincisi: Bu âyetin mâkabliyle vech-i irtibatı.

İkincisi: Cümleleri arasında cihet-i intizam.

Üçüncüsü: Cümlelerin heyetlerinde, eczasında, kelimelerindeki nizam.

Evet bu âyetin cümleleri arasındaki nizam, irtibat aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.

Evvela bu âyeti, evvelki âyetle rabteden cihet:

Kur’an-ı Kerim münafıkların vaziyetini tasvir için itnab ve tatvil ile yani uzun ibareleri hâvi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetlerine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira;

birinci temsilin hülâsasına göre; münafık olan kimse, kendisini vücud sahrasında arkadaşlardan ayrılmış, tek kaldığını ve kâinat cemiyetinden tardedilmiş sahibsiz kaldığını bildiği gibi, her şeyi de ma’dum bilir. Ve vahşetle abluka edilmiş sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakıyor.

Münafığın şu bakışıyla, mü’minin bakışı arasında dağlar vardır. Zira mü’min olan zat nur-u iman ile bütün mevcudları, kendisine dost ve aşina bilir. Ve kâinat ile tevahhuş değil, tam ünsiyeti, muarefesi vardır.

İkinci temsilin hülâsasına göre; münafık olan adam, âlemi musibetleri ile öldürücü, belalarıyla tehdit edici, hâdisatıyla na’ra atıcı, şedaidiyle ihatacı bir şekilde görmekle bütün dünyanın envaıyla beraber adavetine ittifak ettiklerini zanneder. Onun bu zannına göre âlemde ona bir menfaat verecek bir şey yoktur. Bütün eşya onun aleyhinde olurlar.

Halbuki mü’min olan zat, imanın iktizasıyla; kâinatın yaptığı tesbihleri, tebşirleri bile işitiyor.

Ve keza Kur’an-ı Kerim temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir:

Birisi: Süflî, âmî olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir.

İkincisi: Kibirli, mağrur, güya yüksek tabakasıdır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir.

Sonra şu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makam ile münasebeti nedir?

Evet, Kur’an-ı Kerim’in muhataplarından tabaka-i ûlâ veya saff-ı evvel adamları, daima sahralarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar bilumum bu hâdiseyi ya görmüş veya ebna-i cinsinden işitmiştir. Hattâ böyle ateş yakmak meselesi, efkâr-ı âmme ile alâkadardır. Ve bu hâdise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder.

Sonra ikinci temsilin, birinci temsil ile münasebeti pek aşikârdır. Zira o, ona ikmal edici bir tetimmedir. Hattâ çok noktalarda da ittihadları vardır.

Sonra bu ikinci temsilin münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır:

1- Her iki taraf da öyle bir hayrete düşmüşlerdir ki kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri gaib olmuşlardır.

2- Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın düşman olduklarını zanneder. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.

3- Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hattâ kılınçların parıltısını görüp gözünü yummakla veya tüfeklerin sesini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurûbunu istemediğinden saatinin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir durum gösterirler. Halbuki kulağın tıkamasıyla veya gözün yummasıyla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.

4- Güneş, yağmur, su, ziya çiçeklere isabet ederlerse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kötü kötü kokuları ihdas ederler. Mevat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik rahmet ve nimet dahi lâyık ve onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmete ve nıkmete inkılab ederler.

5- İkinci temsilin mealiyle münafıkların kıssasının meali arasında eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle: صَيِّبٍ nebatata hayat verdiği gibi, İslâmiyet de ervaha hayat veriyor. Şimşek, gök gürültüsü (vaad vaîd) yani hayırlı zararlı, Allah’ın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın şeklerine işarettir.

Sonra bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:

Evet Kur’an-ı Kerim اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ cümlesiyle “Münafıklar; ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrada, karanlıklı bir gece, her bir katresi bir mermi gibi şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir.” dediği zaman sâmi’ derhal ayıldı ve suale geldi ki: “Yahu yağmurlar mergub ve matlub bir rahmet iken ne için onlara korkunç bir musibete dönmüştür?”

Kur’an-ı Kerim o suale karşı, o yağmurun dehşetini tasvir etmekle فٖيهِ ظُلُمَاتٌ demiştir. Ve ظُلُمَاتٌ ın cem’iyle bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden hasıl olan zulmete ve ihatalı, kesretli olduğundan sanki gecede bulut gibi bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.

Sonra zulmetli, yağmurlu geceler ale’l-ekser gürültülü olurlar. Sâmi’ yine suale geldi: “Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?”

Kur’an-ı Kerim buna da cevaben: وَرَعْدٌ diye vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahirî padişahı olan sema onları felakete, helâkete sevk etmek için çağırıp, bağırıyor. Zira dehşetli bir musibete uğrayan adam, sükûnu içinde kâinatın her tarafından zararlı harekeleri ve sükûtu içinde her taraftan korkunç sayhaları tahayyül ediyor. Maahâzâ ra’d sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendine karşı na’ralar olduğunu zanneder. Zira korkan ve hain bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.

Sonra ra’d, berk arasında bir refakat-ı zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman ötekisi de velev tufeyli yani, davetsiz olsun zihne gelir. Ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle Kur’an-ı Kerim رَعْدٌ dan sonra وَبَرْقٌ demiş ve tenkiriyle berkin pek garib ve acib olduğuna işaret yapmıştır. Evet berkin çakmasıyla zulümat âlemi ölür, ortadan kaldırılarak adem deryasına atılır. Ve âni olarak berkin ölümüyle de zulümat âlemi dirilir, meydan-ı haşre gelir. Sanki berk, söndüğü zaman âlemi tamamen dumanıyla dolduran hakikati meçhul bir ateştir ki gören adam sathî bir nazar değil, im’an ile dikkati lâzımdır ki kudretin âsâr-ı azametini görsün.

Sonra sâmi’ “Münafıkların şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?” diye kendi kendine düşünmeye başlarken Kur’an-ı Kerim, düşünmesine ihtiyaç bırakmadan يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hattâ boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmakların ucunu değil, parmaklarını tamamen kulaklarına sokuyorlar. Sanki musibetleri, dehşet kırbacıyla onların ellerini vuruyor. Onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıktan kulaklarına sokuyorlar.

Hülâsa: Sâıkanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehane hareketlerden ne oldukları anlaşılır.

Sonra sâmi’in zihnine geldi ki “Acaba bu musibet umumî midir, yoksa onlara mahsustur?” Buna karşı Kur’an-ı Kerim وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfran cezasıdır. Onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz’edilen kanun-u İlahîden huruc etmişlerdir.

Sonra sâmi’ “Ra’dın şiddetine mukabil berkin onlara bir faydası olmadı mı?” diye nefsiyle konuşurken Kur’an-ı Kerim يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ cümlesiyle berkin onlara bir faydası değil, bilakis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek şanında bir şiddet göstermektedir, diye sâmi’e cevap vermiştir. Âdeta ra’d kulaklarına, berk de gözlerine ilan-ı husumet etmişlerdir.

Sâmi’ baktı ki ra’d ve berk ve saire gibi kâinat eczası müttefikan onların aleyhinde olup, onları itlaf etmek için birbirine yardım ediyorlar. Buna karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kur’an-ı Kerim كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا cümlesiyle onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüz’î bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına fakat zulmet birdenbire istila ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.

Sâmi’ bu vaziyeti görünce suale geldi: “Yahu bu kadar tazipler altında ezilmekten ise birdenbire ölüp gitmeleri veya bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?” sormuştur. Kur’an-ı Kerim وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ cümlesiyle “Onların ölüm ile azaptan, ızdıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur. Bunun için meşiet-i İlahiye onların ölümüne taalluk etmemiştir. Taalluk etse etse gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taalluk eder. Buna da taalluk etmiyor. Çünkü kanun-u İlahîden hariç kalan bu gibi dürzilerin gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki azapları işitmekten ve ikabları görmekten zevk alsınlar.” diye sâmi’ efendiye cevap vermiştir.

Sonra bu kıssanın ihtiva ettiği azamet ve kudret-i İlahiye ile Cenab-ı Hakk’ın umum kâinatta tasarruf sahibi olduğu ve bilhassa âsâr-ı kudretinden ra’d, berk, sehab mu’cizeleri görünüp sâmi’ce tahakkuk edince “Kâinat, heybetinden bir tecelli ve bu musibetler de gazabının bir kahrı olan zatın kudreti ne kadar büyüktür سُبْحَانَ اللّٰهِ ” diye tesbihata başlamıştır. Kur’an-ı Kerim de onu tasdikan اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ demiştir.

Mezkûr âyetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetler:

Evet اَوْ كَصَيِّبٍ deki اَوْ süflî ve gayr-ı süflî münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması malûm ve müsellem olduğuna îmadır. Ve keza huruf-u âtıfadan terakkiyi ifade eden بَلْ kelimesinin manasına mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir.

كَصَيِّبٍ deki ك münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey mukadderdir. Zikredilmemesi, lafzın îcaz ve ihtisarı içindir. Lafızdaki îcaz da manayı itnab ve uzatılması içindir. Mananın bu uzatılması da sâmi’in vüs’at-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin edebilirse etsin.

Mesela اَوْكَالَّذٖينَ سَافَرُوا فٖى صَحْرَٓاءَ خَالِيَةٍ وَلَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ فَاَصَابَتْهُمْ مُصٖيبَةٌ بِصَيِّبٍ gibi münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, “Münafıklar hâlî bir sahrada, zulmetli bir gecede çıkıp yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir.”

İhtar: Herkesin bildiği مَطَرٌ kelimesine, me’luf olmayan صَيِّبٌ kelimesinin tercihen zikredilmesi, o yağmurun katreleri güya birer musibet olup, onların ruh u canlarına mermi gibi kasden atıldığına işarettir.

Sonra yağmurun çıplak sema cihetinden yağdığı herkesçe malûm olduğu halde مِنَ السَّمَٓاءِ kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani “sema” kaydıyla yapılan tahsis tamim içindir. Evet semanın kaydından anlaşılır ki o yağmur, bütün semanın ufkunu tutmuş, umumî bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer ondan hâlî kaldığı yoktur. Evet وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَٓائِرٍ يَطٖيرُ بِجَنَاحَيْهِ cümlelerinde dahi دَابَّةٍ in فِى الْاَرْضِ ile, طَٓائِرٍ in يَطٖيرُ ilâ âhir ile takyidleri ıtlak ve tamim içindir.

Müfessir unvanını taşıyan bazı adamlar yağmur ve saire gibi yağan şeylerin semanın cirminden yağdığına zehab etmiştir ve kocaman bir denizin de semada bulunduğunu ilâve etmiştir. Onları bu zehaba sevk eden, Kur’an-ı Kerim’in birkaç yerinde مِنَ السَّمَٓاءِ kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki ashab-ı tahkik ve erbab-ı belâgatça en uygun mana, مِنْ ile سَمَٓاءِ arasında جِهَةِ lafzının takdiriyle yağmurların sema cirminden değil, sema cihetinden nâzil olduğuna hükmetmektir.

Maahâzâ sema kelimesinin yukarıda bulunan her şeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da sema denilebilir. Ve bulut da sema kelimesinin şümulüne dâhildir.

Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir: Eğer kudret-i İlahiyenin azametine bakılırsa cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlahiyeye bakılırsa yağmurun nüzulü ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüzünü teşkil eden buhar-ı maînin tekâsüfünden husule geliyor.

Zira hikmet-i İlahiye bütün eşyada en güzel bir nizam tesis etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın, kolay, kısa yolları tercih etmeye bakar.

Yağmur meselesi hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:

Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı maînin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, her taraftan “Lebbeyk” diyerek toplanmaya başlar. Ve bulut şeklinde, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emri ile bir kısım zerreler, şiddet-i tazyik ve tekâsüften katrelere inkılab eder. Sonra kanunlar mümessili, nizamat ma’kesleri denilen, o katrelere münasip yaratılan, melaike vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul eder, yere düşerler. Lâkin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için yağan katrelerden boş kalan yerler denizlerden, yerlerden kalkan buharlar ile doldurulur.

İhtar: Semada büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecaz hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet cevv-i hava, denizin rengini andırır. Ve küre-i havaiyede münteşir bahr-ı muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baîd değildir. Fakat mana-yı hakiki ile bakılırsa hatadır.

Sual: وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ Âyet-i kerimenin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı?

Cevap: Bir kelâmın ne belâgata uygun ve ne akla muvafık ve ne mantığa mutabık mana-yı zahirîsine yapışıp, zahirinden ayrılmamak bir cümud ve bir sönüklüktür. Zira cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında قَوَارٖيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesi bir istiare-i bedîiyeyi tazammun ettiği gibi مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ dahi bir istiare-i bedîiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki:

Cennetin kapları ne şişeden ve ne gümüşten olmadıklarından bu cümlenin mana-yı zahirîsine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplar(a), “Gümüşten yapılmış şişelerdir.” denilemez. Zira her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak قَوَارٖيرَ مِنْ فِضَّةٍ den mana-yı mecaziyle şişenin şeffafiyeti, gümüşün beyazlığı kasdedilmiştir. Yani “O kaplar şişeler gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.”

Kezalik مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ cümlesi de iki istiareyi tazammun etmiştir. Bu istiareler sâmi’in şairane bir hayaline müessestir. Bu hayal de âlem-i süflî ile âlem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir.

Yani âlem-i süflî denilen arz, mevasim-i erbaada bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen zînetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir. Âlem-i ulvi olan semavat dahi bilhassa bulutlarıyla pek garib, acib keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar. Âdeta her iki âlem birbirine rekabet ediyorlar.

Bu iki âlem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neş’et eder. Şöyle ki:

Arz, sema güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen tuvaletleri yapıp hazırlıklarda bulundukları zaman arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer. Bahar mevsiminde zümrüt gibi yeşil halıları sahralarına serer. Yeşil kürkleri dağlarına giydirir. Başlarına beyaz sarıkları bağlar. Ve bu güzel inkılab ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mu’cizelerini, hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder.

Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için kocaman dağları, tepeleri, dereleri ve saire garib, acib şeylerin şekillerini ve beyaz, siyah, kırmızı gibi boyalar ile boyalanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileriye sürerek nazar-ı hikmete takdim eder.

İşte bu iki âlem arasındaki hayalî müşabehetten dolayı bilhassa yaz mevsimindeki bulutları, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, develerin kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar nazar-ı belâgatta pek güzel görünür.

Binaenaleyh âlem-i ulvi ile âlem-i süflî arasında ve dolayısıyla bulutlar ile dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ âyet-i kerimenin mana-yı beliğanesi “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz.” demekten ibarettir.

Bu güzel ve belâgatça makbul, akıl ve mantığa mutabık mana durur iken âyetin zahirine yapışıp “Beş yüz senelik bir mesafede iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek.” gibi sakat bir manaya zehab etmek kâr-ı akıl değildir. Hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet reddeder.

Yolcuların gecesini korkunç göstermek için zikredilen فٖيهِ ظُلُمَاتٌ deki فٖيهِ nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.

Sual: فٖيهِ deki zamirin صَيِّبٍ e râci olduğundan yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makûsedir, yağmur zulmetin içindedir.

Cevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk, yağmur ile dolu bir havuzdur. Ve zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmışlardır. İşte böyle bir zanna binaen yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.

ظُلُمَاتٌ ın cem sîgasıyla zikri ise bulutların karanlıklarından, kesafetinden ve âmm olduğundan ve yağmur katrelerinin kesafetinden hasıl olan müteaddid zulmetlere işarettir.

Tenkir ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُمَاتٌ daki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul bir takım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilâve etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekiddir.

وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ Yani gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakk’ın azametine, kudretine delâlet eden pek aşikâr iki âyettir ki âlem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam, intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir.

Sonra müsebbebatın esbabla zahirde bağlı olduğuna binaen, havada münteşir olan buhar-ı maîden bulutlar izn-i İlahî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniyle bir kısmı menfî elektriği hâmildir. Bir kısmı da müsbet elektriğe hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında tesadüm olduğunda irade-i Hâlık’la berk tevellüd eder. Bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbaniyle tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam, bir kanun altında olur ki o nizamı, o kanunu temsil eden ra’d ve berk melekleridir.

Sual: Ra’d ve berkin “zulümat” kelimesine atıflarından anlaşılır ki bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir?

Cevap: Dehşetinden bayılmış olan sâmi’ce, o yağmurun her şeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, ra’d ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dâhildirler.

Sual: Zulümatın aksine ra’d ve berkin müfred sîgasıyla zikirleri neye işarettir?

Cevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celbeden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı âni olarak ışıklandırmaktır. Bunlar ise mana-yı masdarîdir. Mana-yı masdarî müfred olur ve ifrad ile ifade edilir. Ve keza ra’d olsun, berk olsun, semavî âyetlerden efradı çok birer nevdirler. Burada onlardan maksat nevleridir, efradları değildir. Onun için ifrad ile zikredilmişlerdir.

Sual: Ra’d ve berkteki tenvin neye işarettir?

Cevap: Ya mahzuf bir sıfata ivazdır. Takdir-i kelâm (رَعْدٌ قَاصِفٌ) (بَرْقٌ خَاطِفٌ) dur. Yahut ra’d ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından onları görmüş ve işitmiş değillerdir ki onları bilsinler.

يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ Bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki:

Vaktâ ki sâmi’ şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti. Tabiî, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vaktâ ki Kur’an-ı Kerim’in tasvirinden malûmat aldı. Musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kur’an-ı Kerim يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فٖى اٰذَانِهِمْ … الخ demekle onları kurtaracak bir melce kalmadığına –ve necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan, boğulanlar gibi– semavî top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan maada bir çareleri kalmadığına işaret etmiştir.

Sual: Makamın iktizası hilafına يُدْخِلُونَ nin yerine يَجْعَلُونَ nin kullanılması neye binaendir?

Cevap: Yolcuların necatlarını intac edecek hakiki sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulak tıkılması gibi ca’lî ve zannî şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.

Sual: Geçen vak’aları zaman-ı hâle ihzar için kullanılan muzari sîgasıyla يَجْعَلُونَ nin zikri neye işarettir?

Cevap: Hayretleri artıran şu makamın sâmi’a verdiği dehşetten dolayı, yolcuların hâdisesini velev hayalî olsun görmek arzusunda bulunan sâmi’in arzusunu tatmin için (sîga-i muzari ile) geçen o vak’a zaman-ı hâle getirilerek sâmi’in hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza muzari sîgası ikide bir kesilip tazelenmekle beraber istimrar ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamına îma vardır.

اَصَابِعَهُمْ kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken burada parmak manasına olan اَصَابِعَ in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı derece-i şaşkınlıklarına işarettir.

فٖى اٰذَانِهِمْ Ra’dın sadâsından uğradıkları öyle bir şiddet-i havfa işarettir ki eğer ra’d, kulaklarının penceresinden içeriye girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarıya kaçacaktır.

Ve keza bu kayıtta çok güzel ve latîf bir îma vardır ki vaktâ ki onlar edilen nasihatleri, nida-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar. Semavat cihetinden kulaklar cephesi ra’d ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını, şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular.

اَلْجَزَاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ Evet el ile sirkat yapıldığından el kesilir. Fena sözler ağız ile söylendiğinden ağıza vurulur. O da nedamet için sağ elini ağzına, hacalet için de sol elini gözlerine koyar.

مِنَ الصَّوَاعِقِ Ra’d ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan sâıkanın zikriyle iktifa edilerek ra’dın sıfatı terkedilmiştir. Maahâzâ sâıka, şiddetli bir savt ile yakıcı bir ateşten ibaret olduğu cihetle, ra’dın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibar ile ra’dın sıfatı da zikredilmiş demektir.

حَذَرَ الْمَوْتِ Yani yolcuların sâıkalara karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç müdafaaları mal, evlat ve saire eşyanın korkusundan değildir. Ancak canlarını cehenneme teslim edecek ölüm korkusundandır. Çünkü musibetin çakısı kemiğe dayanmıştır. Başka şeylerin kederinde, merakında olamayıp yalnız ölüm ve hıfz-ı hayatı düşünürler.

وَاللّٰهُ مُحٖيطٌ بِالْكَافِرٖينَ Bu cümlede bulunan kelimelerin birbirleriyle münasebetleri ve ifade ettikleri nükteler:

Evet و aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir âlettir. Burada mâkabliyle mâba’di arasında bir münasebet görünmüyor. Yalnız birinci temsil ile ikinci temsilin arasındaki münasebete bakarak, şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor:

Onlar şenlikli yerlerden firar, şehirlilikten nefret, gecenin istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettikleri gibi nasihatlere itaat etmeyerek, sanki necatları çöllerde imiş gibi sahralara düştüler. En-nihaye haybet ve hüsrana uğrayarak Allah’ın belasına muhat ve maruz kaldılar.

اَللّٰهُ Bu kelime-i mübareke, onların son ümit ve ricalarının kesilmesine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve âhir Allah’ın merhametine iltica etmekle müteselli olur. Binaenaleyh Allah’ın kahr u gazabına müstehak olanın, elbette ve elbette necatından ümit ve ricası kesilir.

مُحٖيطٌ kelimesi onları abluka eden musibetlerin, Allah’ın âsâr-ı azameti olduğuna işarettir. Yani göklerin, bulutların, yağmurların, gecelerin onlara cihat-ı sitteden hücum ettikleri gibi Allah’ın da gazap ve beliyyatı her taraftan onları ihata etmiştir. Ve keza Allah’ın bütün kâinatı ihata eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata şâmil olan emirleri göz önüne getirilirse مُحٖيطٌ kelimesinden şöyle bir ihtar fışkırmaya başlar:

“Ey kâfirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız. Dâhilde ise her nereye kaçacak olursanız orada Allah ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırdır.”

بِالْكَافِرٖينَ Bu kelimeyi مُحٖيطٌ lafzına bağlayan ب harf-i cerri, Allah’ın gazabından kaçan kâfirler yine Allah’ın gazabına rast gelip musibet oklarına hedef olduklarına işarettir.

كَافِرٖينَ unvanı ise üç işareti taşıyor:

1- Temsil içerisinde mümesseli yani münafıkları göstermekle sâmi’in temsil ile meşgul olup mümesselden, maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir.

2- Temsil ile mümessel; yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin kuvvetinden dolayı birbirinin sıfatını, yekdiğerinin lakabını, soyadını taşıyabilmelerine işarettir.

3- Kâfirlerin kalbi gibi onların da kalpleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından, vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olamaz.

يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerler ile münasebetleri ve her birisinin taşıdığı işaretleri:

Evet, evvela bu cümle müste’nifedir. Yani mâkabliyle bağlı değildir. İstinafı ise mukadder bir suale cevaptır.

Sual: Berk, zulmetleri dağıtan ziyadar bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi?

Cevap: Bir fayda ve bir menfaat görmeleri öyle dursun, berkin zararından, belasından korktular diye Kur’an-ı Kerim bu cümle ile o mukadder suale cevap vermiştir.

Kurbiyet ve yakınlığı ifade eden يَكَادُ kelimesinin bu cümlede delâlet ettiği mana şundan ibarettir ki: Gözlerini hatf ve kör edecek esbab mevcud olduğuna rağmen her nasılsa bir maniden dolayı henüz kör olmamışlardır.

Kaptırmak manasını ifade eden يَخْطَفُ kelimesinde pek güzel ve latîf bir belâgat vardır. Şöyle ki:

Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esna-yı râhta eşyaya yetişmezden evvel birdenbire şimşek çakar, kaptırıcı bir kuş gibi o ziyayı alır götürür. Veya gözün şuâı eşyanın şekillerini alıp getirirken gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i süratle hücum ederek elinden o şekilleri alır götürür. Sanki zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o dürzilerin eşyayı görmelerine razı olmadığından gözün şuâından o şekilleri kaptırıyor.

عُيُونٌ kelimesine tercihen zikredilen اَبْصَارَهُمْ unvanı, Kur’an’ın beyan ettiği kat’î bürhanlarına karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve kalplerindeki kötü niyetlerini, amellerini andırmakla teşhir etmek içindir. Zira göz, kalbin âyinesidir. Kalbin muzmeratı gözde görünür.

كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا فٖيهِ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا Bu âyeti teşkil eden kelimelerin işaretleri:

Evet evvela, bu cümle yine müste’nife olup mâkabliyle alâkadar değildir. Ancak sâmi’in hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor:

Sual: Onların musibeti tebeddül ve taaddüd etmiştir. Acaba her iki halette halleri ne oldu?

Cevap: “Şimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler imiş. Zulmet de çöktüğü vakit dururlar imiş.” diye Kur’an-ı Kerim şu cümle ile sâmi’in o şüphesini izale etmiştir.

Sual: كُلَّمَا istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. اِذَا ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez, bu itibar ile şimşeğin ziyalandırılmasında كُلَّمَا nın, zulmetin çöktüğünde اِذَا nın kullanılması neye binaendir?

Cevap: Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir ziyayı bile fırsat bilip kaçırtmak istemediklerine işareten, ziya üzerinde كُلَّمَا istimal edilmiştir.

Sebebiyet ve menfaate delâlet eden اَضَٓاءَ لَهُمْ deki ل harfinden anlaşılır ki bayılmak derecesinde bir musibetzede nefsine ait şeylerden maada hiçbir şey düşünmüyor. Hattâ kudret-i İlahiyenin binlerce hikmetler için kâinata neşrettiği ziyanın menfaati tamamen kendisine ait olduğunu ve onun için gönderildiğini zanneder.

Ziyanın adem-i devamı yüzünden süratli bir yürüyüşle yollarına devam etmeleri mukteza-yı hâl ve makam iken süratsiz, âdi bir yürüyüş ifade eden مَشَوْا tabiri, musibetin şiddetinden neş’et eden zafiyet yüzünden sürat-i seyre kādir olmadıklarına işarettir.

Sual: İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde olmalıdır. Halbuki فٖيهِ deki zamirin ziyaya râci olması cihetiyle onların yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır?

Cevap: Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için sanki mesafe ve medar-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır.

وَاِذَا daki و yolcuların evvelce gördükleri zulmet musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet daha atıf ve ilâve edildiğine işarettir.

اِذَا nın ifade ettiği cüz’iyet ve kıllet ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük şiddetinden fikirlerine zulmeti getirmediklerine, ancak ale’d-devam ziya için bir fırsat beklerler iken birdenbire zulmetin hücumuna maruz kaldıklarına işarettir.

اَظْلَمَ nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin başka zulmetlerden şedit olduğuna işarettir.

Ve keza musibetzede olan yolcuların tahayyüllerine göre güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler, hep berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayalî bir îmadır.

Zarar için kullanılan عَلَيْهِمْ deki عَلٰى kelimesi zulmet musibetinin tesadüfî olmayıp ancak onların ceza-i amelleri olduğuna işarettir. Ve musibetzede olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler bütün insanlar içerisinden onları kasd ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını tahayyül ettiklerine bir remizdir.

Zulmet çöktüğü vakit sükûnetle durup depreşmemeleri icab eder iken “ayağa kalktılar” manasını ifade eden قَامُوا tabiri, musibetin şiddetinden ve musibetle çok uğraştıklarından rükû vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs peyda olduğuna ve zulmetin âni hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi, bellerini düzeltmelerine işarettir.

وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ Bu cümledeki kelimelerin işaretleri:

Evet evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şanında bulunan esbab zikredildikten sonra bu cümlede müsebbebatı meşiet-i İlahiye ile bağladıktan sonra evvelki cümlelere atfeden و harfi esbabın perdesi altında tasarruf eden ancak yed-i kudret ve bütün esbab ve illetler üzerinde murakabe eden nazar-ı hikmet olduğuna işarettir.

لَوْ Bu kelimenin tazammun ettiği (kıyas-ı istisnaî) şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i İlahiyenin olmaması; zehab-ı sem’ ve basarın olmamasına illettir. Zehab-ı sem’ ve basarın olmaması da meşietin olmamasını bildirmeye bir delil ve bir illettir.

Ve keza meşiet-i İlahiyeden maada bütün esbabın tekemmül etmesine ve yalnız meşiet-i İlahiyenin taallukuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına işarettir.

شَٓاءَ tabiri müsebbebatı esbabla bağlayan meşiet ve irade-i İlahiye olduğuna delâlet eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbab ise yed-i kudretin nazar-ı zahirîde umûr-u hasise ile mübaşereti görünmemek için vaz’edilmiş perdelerdir.

اَللّٰهُ Lafza-i Celalin sarahatle zikri; halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir ve men’ etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i kudreti görmeye fikirleri davet eder.

شَٓاءَ fiilinin bir mef’ul ile takyid edilmeyerek mutlak bırakılması; meşiet ve irade-i İlahiyenin, kâinatın ahvalinden müteessir olmadığına ve mevcudatın sıfât-ı İlahiyeye tesirleri bulunmadığına işarettir. Yani beşerin iradesi ve sair sıfatları mevcudatın hüsn kubh, büyüklük küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi sıfât-ı İlahiye müteessir olamaz. Sıfât-ı İlahiyeye göre hepsi mütesavidir.

Götürmek manasını ifade eden ذَهَبَ den anlaşılır ki esbab, müsebbebat üzerine musallat ve müstevli değildir. Yani esbabın irtifaı zamanında, onlar ile kaim ve bağlı olan müsebbebatın adem deryasına düşmesi ihtimali yoktur. Ancak esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret o müsebbebatı hıfzeder. Ve hikmet-i İlahiye muvazene ve nizam kanunu mûcibince başka mevkilere gönderir, ihmal etmez. Evet hararet suyu kaynatmakla bünyesini tahrip ettiği zaman, içindeki buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mûcibince muayyen bir mecrada muayyen bir mevkiye sevk edilir.

Ve keza ذَهَبَ tabirinden anlaşılır ki “havass-ı hamse” denilen duygular; tabiattan neş’et etmiş değildir ve kulak, göz uzuvlarına da lâzım değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Hak’tan ihsan edilen hediyelerdir. Şu kulak, göz etleri de âdi şartlardır.

Ve keza ذَهَبَ nin harf-i cer olan ب ile beraber gelmesinden anlaşılır ki müsebbebat, esbabdan ayrıldığı zaman başıboş bırakılmayarak yine bir nizam altına alınır. Çünkü ذَهَبَ بِهٖ “beraberce götürmek” manasını ifade eder. Malûm ya beraber götürülen bir şey sahibsiz, başıboş bırakılamaz.

İhtar: Sem’in müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri; işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet söylenilen sözler, birer birer kulağa girer, işitilir. Amma çok şeyler def’aten göze görünebilir.

اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ Bu cümledeki nükte ve işaretler:

Evet evvela, bu cümle münafık ve yolcuları istila eden dehşetin tahkiki için bir fezleke ve bir hülâsadır. Ve bu hülâsadan anlaşılır ki yolcuların ahvali, münafıkların ahvalini tamamıyla temsil ettikleri ve her bir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, her bir zerrede ve her bir halde kudret-i İlahiyenin de tasarrufu görünür.

Tahkiki ifade eden اِنَّ dâhil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakikatlerden olduğuna delâlet ettiği gibi meselenin azametine, vüs’atine, dikkatine ve nev-i beşerin de bu gibi meselelerde âciz, zayıf, kāsır olduğunu remzen gösteriyor. Çünkü bu gibi yakînî meselelerde tereddüdü intac eden vehimlerdir. Vehimleri tevlid eden zafiyet, acz, kusurdur. Bunlar da insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır.

اَللّٰهُ Lafza-i Celalin burada sarahaten zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile işarettir. Çünkü bütün mevcudat taht-ı tasarrufunda ve daire-i şümulünde bulunan kudret, sair sıfatlar gibi uluhiyetin lâzımesidir.

عَلٰى kelimesinden anlaşılır ki ademden eşyayı çıkartan kudret, o eşyayı mühmel ve başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabe ve nezareti altında terbiye ettirir.

كُلِّ edatından anlaşılır ki esbabın bütün eserleri ve hasıl-ı bi’l-masdar denilen ef’al-i ihtiyariyeye terettüp eden eserler tamamen kudrete bağlıdır.

Mevcud ve mevcudata şey ve eşya denilmesi, meşiet-i İlahiyenin taallukundan neş’et ettiğine nazaran شَىْءٍ tabirinden anlaşılır ki eşya vücuda geldikten sonra da Sâni’den alâkaları kesilmiyor. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sâni’e muhtaçtırlar.

قَادِرٌ kelimesine bedel sübut ve devamı ifade eden قَدٖيرٌ sîgasından anlaşılır ki kudret, makdurat nisbetinde olmayıp, daire-i tasarrufu pek geniştir. Ve kudret zatiyedir, tagayyürü kabul etmez. Ve kudret lâzımedir, ziyade ve noksana kabiliyeti yoktur. Ve kudret, “Rezzak, Gaffar, Muhyî, Mümit” gibi sıfât-ı fiiliyenin merci ve mizanıdır.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir