MÜNAZARAT

Risale-i Nur Külliyatı’ndan

MÜNAZARAT

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

 

Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı tâli’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi

veyahut

Bedîüzzaman’ın Münazaratı


TAKDİM

Bu Münazarat Risalesi, Hz. Üstad Bedîüzzaman’ın Devr-i Meşrutiyet’te Şark’ta aşiretler arasında seyahat ederken telif ettiği bir eserdir.

İlk önce H. 1329’da İstanbul’da Matbaa-i Ebuzziyada tabedilmiştir. M. 1950 ve müteakip senelerde Isparta’da teksir ile neşredilen Mektubat mecmuasının ikinci cildinde Hutbe-i Şamiye ile birlikte Hz. Üstadımızın tensibiyle neşredilmiştir. Fakat Üstadımız ilk matbu nüshayı kendi dest-i hattıyla tashih etmiş ve 42. sahifesinde “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun.” sualinin başına kendi mübarek dest-i hattıyla “Buradan başlansın.” diye işaretlemiştir. İşte buna binaen Hatt-ı Kur’an Mektubat’ta Münazarat Risalesi “Buradan başlansın.” dan itibaren yazılmış ve öyle de neşredilmiştir. Hz. Üstadımız bazı hâşiyeler ilâve etmiş ve tashihatta bulunmuştur.

Mektubat’ta bulunan bu Münazarat’tan başka bir de yine Hüsrev Ağabeyin hattıyla müstakil olarak 1951’de Hz. Üstadımız Emirdağı’nda iken, Eskişehir’de teksir edilip neşredilen “Hutbe-i Şamiye’nin bir zeyli ile Eski Said’in kırk beş sene evvel aşâirin suallerine verdiği cevaplar” ismi ile bir Münazarat daha neşredilmiştir. Bilâhare yeni harfle neşredilen Münazaratlar, Hz. Üstad zamanında neşredilen bu nüshalara göredir. Ancak mezkûr sebeplere binaen nüsha farkları meydana gelmiştir. Gerek Münazarat, gerek Divan-ı Harb-i Örfî ve sair bütün Nur Mecmua ve Risalelerinin neşrinde Hz. Üstadımızın tashihleri me’haz ve esas alınmıştır.

Hz. Üstadımız, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında Münazarat ve Divan-ı Harb-i Örfî’den bahsettiğinde tashihat yapılması lüzumunu belirtmiş, bilâhare bizzat kendileri bu tashihatı yapmışlardır.

Emirdağ Lâhikası el yazma nüshalarda bulunan Hz. Üstadın şu cümlesi: “Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaatı, Risale-i Nur’un mesleğine uymayan bazı cümleleri tayyedilsin.” gibi Hz. Üstadımızın Münazarat ve Divan-ı Harb-i Örfî gibi eski âsârı hakkında böyle beyanları var. Hz. Üstadımız, bu eserlerini neşrederken defaatle tashihat yaptığına bizler şahidiz. Eski matbu Münazarat’taki Hz. Üstadımızın kendi mübarek dest-i hattıyla yaptığı tashihler de meydandadır.

Biz, Nurların neşriyle alâkadar bazı kardeşlerle beraber; evvela Hz. Üstadımızın matbu nüshada yaptığı tashihler esas alınarak ve diğer nüshalar da Hz. Üstadımızın nazarından geçmesi ve kabul etmesi mülahazasıyla umumunu cem’ederek, şimdiye kadar neşredilen nüshalar da dikkate alınarak Münazarat Risalesi böylece neşredilmektedir.

Hz. Üstadımızın Hizmetinde Bulunan Talebeleri

***

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz.

[Şarktaki aşiretlerin suallerine cevap olarak hazırlanıp H. 1329 (M. 1911) de neşredilen bu eser, bilâhare Müellif Bedîüzzaman Said Nursî tarafından tekrar gözden geçirilerek neşredilmiştir.]

***

Kırk beş sene evvel, Eski Said’in aşâirin suallerine verdiği cevapların bir kısmıdır

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

S- Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

C- İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de mağlup bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan –herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan– envar-ı İlahînin lemaatının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerarat-ı neyyiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u nuraninin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet, şu amud-u nurani (*[1]) dinin himayetini; şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki lemaat-ı müteferrika tele’lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, tesiri daha şedittir.

Elhasıl: Başkasına itimat etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misal söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur, o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bazı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tembel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona itimat etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçare koyunları müstebit kurtlar ve hırsızlar ve belalar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terk edip hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup bir çobana bedel bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin daha mı iyidir? Acaba Mamhuran hırsızlarını tövbekâr ve sofi eden şu sır değil midir? Evet, ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu ağladılar.

Evet, evet; neam, neam… Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlahiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.

Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen musika-i İlahiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalp ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intıbaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir neviyle onu ilan eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

Elhasıl: İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi; beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telaşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.

S- Bazı adam, dediğiniz gibi demiyor. Belki “Mehdi gelmek lâzımdır.” der. Zira dünya şeyhuhet itibarıyla müşevveşedir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü ile mütezelziledir.

C- Eğer Mehdi acele edip gelse baş-göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu. Zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücud-pezir olur. Rahmet-i İlahî şanındandır ki şu milletin sefaleti, nihayet-pezir olsun. Bununla beraber kim dese “Zaman bütün berbat oldu.” eskisine temayül gösterse; bilmediği halde İslâmiyet’in muhalefetinden neş’et eden eski seyyiatı, bazı ecnebilerin zannı gibi İslâmiyet’e isnad etmektir.

S- Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir?

C- Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir. (*[2])

Benî-beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine feda etmeyen; hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören; hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren; hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane millete ruhunu feda etmek davasında bulunan; hem de beylik veya tavaif-i mülûk mukaddimesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan; hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden herkesin âsabına dokundurmakla tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.

S- Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhahımız gibi görünüyorlar.

C- Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

S- Neden hüsn-ü zannımıza sû-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapsettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdane çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın…

C- Evet hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.

S- Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

C- Çendan cahilsiniz fakat âkılsınız. Hanginizle zebib yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil. İşte müştebih ağaçları gösteren, semereleridir. Öyle ise benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilaf ve zarar saklanmıştır.

Size bir misal daha söyleyeceğim: Şu sahrada bir nâr görünür. Ben derim nurdur; nâr olsa da eski nârdan kalma zayıf, yukarı tabakasıdır. Geliniz etrafına halka tutup temaşa edelim. İstifaza edip tâ tabaka-i nâriye yırtılsın, istifade eyleyelim. Eğer dediğim gibi nur ise zaten istifade edeceğiz. Eğer onların dedikleri gibi nâr olsa karıştırmadık ki bizi yaksın. Onlar diyorlar ki: “Ateş sûzandır.” Eğer nur olursa kalp ve gözlerini kör eder. Eğer nâr dedikleri nur-u saadet (*[3]) dünyanın hangi tarafına çıkmış ise milyonlarla insanın tulum gibi kan suyu üzerine boşaltılmış ise söndürülmemiş. Hattâ bu iki senedir mülkümüzde iki üç defa söndürülmesine teşebbüs edildi. Fakat söndürmek isteyenler, kendileri söndüler. (*[4]) (*[5])

S- Sen dedin ateş değil, şimdi ateş nazarıyla bakıyorsun.

C- Evet nur, fenalara nârdır.

S- O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.

C- Çok iyiler var ki iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

S- Nasıl iyilikten fenalık gelir?

C- Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir.

Zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi –Allah etmesin– bin sene yaşayacak olsa âdeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sureti bozmaya çalışacak. (*[6]) Şu halde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşçı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilal ve fesattır.

S- Belki onlar eski hali istiyorlar?

C- Size kısa bir söz söyleyeceğim. Ezber edebilirsiniz. İşte eski hal muhal ya yeni hal veya izmihlal.

Kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm, üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslâm’dır. Şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü milletimizin mâye-i hayatiyesidir.

S- Demek, hükûmet bundan sonra da İslâmiyet ve din için hizmet edecek midir?

C- Hayhay! Bazı akılsız dinsizler müstesna olmak şartıyla, hükûmetin hedef-i maksadı –velev gizli ve uzak olsa bile– uhuvvet-i imaniye sırrıyla üç yüz milyonu bir vücud eden ve nurani olan İslâmiyet’in silsilesini takviye ve muhafaza etmektir. Zira nokta-i istinad ve nokta-i istimdad yalnız odur.

Yağmurun kataratı, nurun lemaatı dağınık ve yayılmış kaldıkça çabuk kurur, çabuk söner. Fakat sönmemek ve mahvolmamak için Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak bize لَا تَتَفَرَّقُوا ve لَا تَقْنَطُوا ile ezel canibinden nida ediyor. Evet, şeş cihetten nağme-i لَا تَقْنَطُوا eyler hurûş.

Evet, zaruret ve incizab ve temayül ve tecarüb ve tecavüb ve tevatür; o katarat ve lemaatı musafaha ettirerek, ortalarındaki mesafeyi tayyedip bir havz-ı âb-ı hayatı ve dünyayı ışıklandıracak bir elektrik-i nevvareyi teşkil edecektir. Zira kemalin cemali dindir. Hem din; saadetin ziyasıdır, hissin ulviyetidir, vicdanın selâmetidir. (*[7])

S- Şimdi hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar? Ve hakkında acib garib rüyalar görülür?

C- Yirmi seneden beri onu, hattâ rüyalarda takip eden ve o sevda ile her şeyi terk eden birisi size güzel cevap verebilir.

S- Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdeta hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

C- Öyleler hürriyeti değil belki sefahet ve rezaletlerini ilan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nâzenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın.

عَلٰى اَنَّ كَمَالَ الْحُرِّيَّةِ اَنْ لَا يَتَفَرْعَنْ وَ اَنْ لَا يَسْتَهْزِئَ بِحُرِّيَّةِ غَيْرِهٖ اِنَّ الْمُرَادَ حَقٌّ لٰكِنَّ الْمُجَاهَدَةَ لَيْسَتْ فٖى سَبٖيلِهَا

(*[8])

S- Bazı nâs, senin gibi mana vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mal ve etvarı pis tefsir ediliyor. Zira bazı ramazanı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?

C- Evet, neam… Hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalp ve vicdan, fezail-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa ondan hakiki hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi salahat ve mahareti, tabir-i âherle fazileti ve hamiyeti, nur-u kalp ve nur-u fikri cem’edenler vezaife kifayet etmezler. Öyle ise ya maharettir veya salahattir. Sanatta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller belki şeyn Türk’türler. Yani fena ve çirkin Türk’türler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Her şeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehadır.

Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadîse yanlış mana verse veya yanlış amel etse; acaba hadîsi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip namus-u hadîsi muhafaza etmek mi lâzımdır?

Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun. لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ nehyinin sırrına mazhar olsun.

S- (*[9]) Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş. Öyle ise başkalar keyiflensin, bize ne?

C- Evet, zaten o sevda-yı hürriyettir ki sizi tahammülsûz meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin müşa’şa bu kadar mehasininden sizin anka-i meşrebaneniz sizi müstağni etmiştir. Fakat ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemut ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vakıâ şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellisi varsa o da hürriyetleridir.

Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

S- Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir:

حُرِّيَّةٌ حَرِّيَّةٌ بِالنَّارِ ۞ لِاَنَّهَا تَخْتَصُّ بِالْكُفَّارِ

C- O bîçare şair, hürriyeti Bolşevizm mesleği ve ibahe mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intac eder.

Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrar’dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve Kanun-u Esasî’yi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve kanun-u esasînin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur.

Hem de yirmi senelik İslâmiyet’in bir fedaisi de demiştir:

(*[10]) حُرِّيَّةٌ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ اِذْ اَنَّهَا خَاصِّيَّةُ الْاٖيمَانِ

S- Nasıl, hürriyet imanın hâssasıdır?

C- Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek, iman ne kadar mükemmel olursa o derece hürriyet parlar. İşte asr-ı saadet…

S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C- Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.

S- Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?

C- Zira her bir insan için, içinde görünecek ve onunla nâsı temaşa edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte o mertebe eğer kamet-i istidadından daha yüksek ise o, o seviyede görünmek için tekebbür ile ona uzanıp tetavül ve tekebbür edecektir. Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise tevazu ile takavvüs edip ona eğilecektir.

S- Pekâlâ, kabul ettik ki hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Rum ve Ermenilerin hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür. Reyin nedir?

C- Evvela: Onların hürriyeti, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer’îdir. Bundan fazlası; sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.

Sâniyen: Farz ediniz ki hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena olsun. Lâkin yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi gayr-ı müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyed olup ecnebilerin istibdad-ı manevîlerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler.

İşte hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-ı müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdad-ı manevînin dâfiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebilerin, bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdad-ı manevînin râfi’idir.

Evet Osmanlıların hürriyeti; koca Asya tâli’inin keşşafıdır, İslâmiyet’in bahtının miftahıdır, ittihad-ı İslâm surunun temelidir. (*[11])

S- Nedir o üç kayıt ki istibdad-ı manevî onunla âlem-i İslâmiyet’i kaydetmiştir?

C- Mesela, Rus hükûmetinin istibdadı, bir kayıttır. Rus milletinin tahakkümü de diğer bir kayıttır. Âdât-ı küfriye ve zalimanelerinin tagallübü de üçüncü bir kayıttır. İngiliz hükûmeti, gerçi zahiren müstebit değilse de milleti mütehakkimedir. Âdâtı dahi mütegallibedir. İşte size Hindistan bir bürhan ve Mısır yarı bürhandır.

Binaenaleyh milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük. Fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir. Yine esir Ekrad ve Etrak idi.

İşte o yalancı kaydı, üç veya on milyonun ayağında açıyoruz. Tâ ki üç kayıt ile mukayyed üç yüz milyon İslâm’ın hürriyetine meydan açılsın (*[12]). Elbette âcilen (عَاجِلًا) üçü veren ve âcilen (اٰجِلًا) üç yüzünü kazanan, hasaret etmiyor.

وَسَيَاْخُذُ الْاِسْلَامُ بِيَمٖينِهٖ مِنَ الْحُجَّةِ سَيْفًا صَارِمًا جَزَّارًا مُهَنَّدًا وَ بِشِمَالِهٖ مِنَ الْحُرِّيَّةِ لِجَامَ فَرَسٍ عَرَبِىٍّ مُشْرِقِ اللَّوْنِ فَالِقًا بِفَاْسِهٖ وَقَوْسِهٖ رُؤُسَ الْاِسْتِبْدَادِ الَّذٖى بِهِ انْدَرَسَ بَسَاتٖينُنَا

(*[13])

S- Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum âlem-i İslâm’ın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sadıkı olur?

C- İki cihet ile:

Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir set çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemez idi ki gözleri açsın, kemalâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, gitgide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı okusanız, tarîk-i siyaseti görseniz, huteba-i umumî olan –doğru konuşan– ceraidi dinleseniz anlayacaksınız ki: Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, âlem-i İslâm’ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acib ve terakki-i fikrî ve teyakkuz-u tam intac etmiştir ki pahasına yüz sene verse idik yine ucuzdu.

Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nuranisi tecelliye başladı. İslâmiyet’in ihtizazını ihbar etti ki: Her bir Müslim, cüz-ü fert gibi başıboş değildir. Belki her biri, mürekkebat-ı mütedâhile-i mütesaideden bir cüzdür. Sair eczalar ile cazibe-i umumiye-i İslâmiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır.

Şu ihbar bir kavî ümit verir ki nokta-i istinad, nokta-i istimdad gayet kavî ve metindir. Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, âlem-i İslâm’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir. (*[14]) عَلٰى رَغْمِ اَنْفِ اَبِى الْيَاْسِ

İkinci Cihet: Şimdiye kadar ecnebiler bahane mahane tutarlardı. Milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise ellerinde urûk-u insaniyetkâranelerine veya damar-ı mutaassıbanelerine veya âsab-ı dessasanelerine dokunduracak, ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bâhusus medeniyet, hubb-u insaniyeti tevlid eder.

S- (*[15]) Heyhat! Bize teselli veren şu ulvi emeli yeise inkılab ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?

C- Korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en fe-şey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilafatın gubarını silkip hakiki münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî-beşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavî ve en bâki hayatı intac eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O milliyet-i kudsiye sağ olsun. (*[16]) فَكُلُّ اٰتٍ قَرٖيبٌ

S- Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

C- Müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese tazibinden men’etse; nasıl benî-Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ… Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (ra) âdi bir Yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salahaddin-i Eyyübî’nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.

S- Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kere tecavüze başlıyorlar; bir kere “Hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık.” diyorlar. Bizi meyus ediyorlar?

C- Zannediyorum tecavüzleri, eskiden sizden tahayyül ettikleri tecavüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecavüze karşı bir nümayiş gibidir. Eğer tamamıyla iman etseler ki tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şayet adalete kanaat etmezlerse hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp ikna ettirecektir.

Hem de “Meşrutiyeti biz istihsal ettik.” olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrutiyet; askerimizin süngüsüyle, cemiyet-i milliyenin kalemiyle sahife-i vücuda geldi. Öyle herzegûların arzuları, beylik ve muhtariyetin ammizadesi olan adem-i merkeziyet-i siyasiye idi. Sonra da yüzde doksan bize ittiba ettiler. Beşi geveze, birkaç tanesi de zevzeklik edip eski hülyalarından vazgeçmek istemiyorlar.

S- Yahudi ve Nasâra ile muhabbetten Kur’an’da nehiy vardır: لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارٰٓى اَوْلِيَٓاءَ Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

C- Evvela: Delil kat’iyyü’l-metin olduğu gibi kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse itiraz olunmaz.

Hem de hüküm müştak üzerine olsa me’haz-i iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasâra ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir.

Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya sanatı içindir. Öyle ise her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.

Sâniyen: Zaman-ı saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adâveti o noktada toplayıp muhabbet ve adâvet ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu.

Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılab-ı acib-i medeni ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zapt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır.

İşte şu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’anîde dâhil değildir.

S- Bir kısım Jön Türk der: “Demeyiniz Hristiyanlara hey kâfir. Zira ehl-i kitaptırlar.” Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?

C- Kör adama, hey kör demediğiniz gibi… Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy var: مَنْ اٰذٰى ذِمِّيًّا … الخ

Sâniyen: Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri, dinsiz ve münkir-i Sâni’ demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyet’i münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mananın tebadüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.

Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelata karıştırmaya mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.

S- Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bâhusus gayr-ı müslimler de güya bir İslâm kızını almışlar. Filan yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş. Olmuş, olmuş, olmuş ilâ âhir.

C- Evet, maatteessüf daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı. Fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse devası âsândır.

Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.

Mesela, şu aşiretin her bir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile vehmen tayy-ı mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip başka efradı ona kıyas ederek o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede, o şahıstan sudûrunu tasavvur etse; acaba ne derece evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hattâ hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralarından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garaibin makinesidir. Görünüyor ki cerbeze-âlûd bir âşığın nazarında, umum kâinat birbirine muhabbet ile müncezib ve rakkasane hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin nazarında, umum kâinat hüzün-engizane ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasip gördüğü meyveyi koparır.

Bu makamda size bir temsil îrad edeceğim. Mesela, sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse; nekaisten müberra olmak, cinan-ı cennetin mahsusatından ve her kemale bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla şu bahçenin müteferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için –inhiraf-ı mizaç sevki ve emriyle– yalnız o taaffünatı taharri ve o murdar şeylere idame-i nazar eder. Güya onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü ederek, o bostanı bir selhhane ve mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifra eder, kemal-i nefret ile kaçar. Acaba beşerin lezzet-i hayatını gussedar eden böyle bir hayale, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi?

Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya (*[17]) gören, hayatından lezzet alır.

S- Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?

C- Dört vecihle:

Evvela: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz; o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinden size ayıp mı oldu?

Sâniyen: Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın, Arap müşriklerinden muahid ve halîfleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise ehl-i kitaptır. Orduda toplu olmayıp müteferrik olduklarından, bizdeki ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye karşı set çeker.

Sâlisen: Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri Ocağı buna şahittir.

S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?

C- İki sebebi biliyorum:

Birincisi: لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa’y ve اَلْكَاسِبُ حَبٖيبُ اللّٰهِ olan ferman-ı Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb, bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü.

Zira i’lâ-yı kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen ve dünya مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ الْاٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdir etmeyen ve kurûn-u vustâ ve kurûn-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaati ile mahsul ve ücretteki kanaati temyiz etmeyen ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ biri tembelliğin unvanı, diğeri hakiki ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddimattaki bir tevekkül-ü tembelane; diğeri, İslâmiyet’in muktezası olan, netice itibarıyla gerden-dâde-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minane tevekküldür) ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki o meyelanı kırdılar, o şevki de söndürdüler.

İkinci Sebep: Biz, gayr-ı tabiî ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp belamızı bulduk.

S- Nasıl?

C- Maişet için tarîk-i tabiî ve meşru ve zîhayat; sanattır, ziraattır, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise memuriyet ve her neviyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir. Fakat hilebaz kısmında… Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa yalnız maişet ve menfaat için girse bir nevi çingenelik eder (*[18]).

İşte memuriyet filcümle ve askerlik bi’l-cümle bizde olduğu için servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp zayi ettik. Eğer öyle gitse idi biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesalih-i mürsele ise İmam-ı Mâlik mezhebinde bir illet-i şer’iye olabilir.

S- Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar, nasıl olur?

C- Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi… Zira meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte; millet-i İslâmiyeden aktar-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi edip bini kazanan zarar etmez.

S- Şeriatın bazı ahkâmı mesela, valilerin vazifelerine taalluku var.

C- Bundan sonra bizzarure hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslâmiye ve diyanet dairesi hem âlî hem mukaddes hem ayrı hem nezzare olacaktır. Şimdi hâkim şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için onun nevinden şahs-ı manevî bir fetva emini ister.

S- Eskiden beri işitiyoruz ki: “Bazı Jön Türkler masondurlar, dine zarar ediyorlar.”

C- İstibdat, kendini ibka etmek için şu telkinatı vermiştir. (*[19]) Bazı lâübalilik dahi şu vehme kuvvet veriyor. Fakat emin olunuz ki onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları, dine zarar değildir. Belki milletin selâmetini temin etmektir. Fakat bazıları, dine lâyık olmayan bârid taassuba müfritane ilişiyorlar.

Demek hürriyete ve meşrutiyete hizmetleri sebkat eden veyahut kabul eyleyenleri, Jön Türk tesmiye ediyorsunuz. İşte onların bir kısmı, İslâmiyet fedaileridir. Bir kısmı da selâmet-i millet fedaileridir. Onların ukde-i hayatiyelerini teşkil eden, mason olmayan ekseri İttihat ve Terakki’dir. Ve sizin şu aşâiriniz kadar ulema ve meşayih, Jön Türkler meyanında mevcuddur.

Vakıâ onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur. Yüzde doksanı sizin gibi mutekid müslimlerdir. (Ve’l-hükmü li’l-ekser)

بِقَاعِدَةِ اَنَّ زَيْنَ عَيْنِ الرِّضَا حُسْنُ النَّظَرِ بِاللُّطْفِ وَالشَّفْقَةِ وَاَنَّ نُورَ الْفُؤَادِ بِالرِّفْقِ وَالرَّحْمَةِ وَلَقَدْ سَمٰى عَلَى الْحَقِّ بِاِقْدَامِ التَّوْفٖيقِ وَ سَعِدَ مَنِ اخْتَارَ الْاِسْتِضَاءَ بِمِصْبَاحِ (اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى)

(*[20])

Hüsn-ü zan ediniz, sû-i zan hem size hem onlara zarar verir.

S- Neden sû-i zannımız onlara zarar versin?

C- Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyet’in zevahirini bilirler. Taklit ise teşkikat ile yırtılır. O halde bazılarına bâhusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggil olursa “dinsiz” dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp mesleği İslâmiyet’ten hariçmiş gibi vesveselerle “Herçi bâd âbâd” diyerek, meyusane belki muannidane İslâmiyet’e münafî harekâta başlar.

İşte ey bîinsaflar! Gördünüz, nasıl bazı bîçarelerin dalaletine sebep oluyorsunuz. Fena adama, iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama, fenasın fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.

S- Neden?

C- Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdud ve mahsur kaldığı gibi sahibi de perde-i hicab ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalışır. Lâkin vaktâ ki perde yırtılsa hayâ atılır, hücum gösterilse fenalık fena tevessü eder.

Ben 31 Mart Hâdisesi’nde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler, hâşâ şeriatı istibdada müsait zannederek tuti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz!” demekle, hakiki maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten planlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler.

İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah!

وَلَقَدْ قَعَدَتِ الْهِمَّةُ بِتِلْكَ النُّقْطَةِ وَلَمْ تَقْتَدِرْ عَلَى النُّهُوضِ وَلَقَدْ شَوَّشَتْ طَنْطَنَةُ الْاَغْرَاضِ صَدَاءَ مُوسٖيقَةِ الْحُرِّيَّةِ.. وَلَقَدْ تَقَلَّصَتِ الْمَشْرُوطِيَّةُ مُنْحَصِرَةً اِسْمًا عَلٰى قَلٖيلٖينَ فَتَفَرَّقَتْ عَنْهَا حُمَاةُ ذِمَارِهَا

(*[21])

S- Neden dinsiz zannettiğimiz bazılarından bize zarar gelsin?

C- Hayal perdesi üstünde size bir timsal manzarasını göstererek mazarratını anlatacağım:

İşte şu sahrada gayet muhteşem bir bostan içinde bir kasır var. Kasrın bir köşesinde sizin Beytüşşebab Kaplıcası gibi bir kaplıca olduğunu tahayyül ediniz. Siz dışarıda bürudetin tazyikiyle, kar’ın tokadıyla, rüzgârın sillesiyle ihtiyaren veya ıztıraren saray içine girmeye mecbursunuz. Lâkin kapıda bir iki kör ve havuz içinde bazı çıplak adamları görmüş veya işitmişsiniz. Bundan tevehhüm ediyorsunuz ki o saray, körhane veya çıplakhanedir. Siz girdiğinizde, onlar gibi olmak için taat libasını çıkarıyorsunuz ve onların avretini görmemek için akide denilen hakikat gözünü kapatıyorsunuz. Halbuki onlar muhteşem odalarda gözleri açık ve avretleri mestûr olarak mütefekkirane meşveret ve bazı köşelerdeki kör ve çıplakların setr ve tedavisine hizmet ediyorlar. İşte sen, şu suret-i vahşiyane ve eblehanede avretin açık, gözün kapalı olarak içlerine girsen; acaba bundan daha büyük maskaralık ve zarar olabilir mi?

Hakikaten bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyet’ten tecerrüd etse bile fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyet’ten vazgeçemez. En ebleh en sefih bile sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyet’e bütün mevcudiyetiyle taraftardır; lâsiyyema siyasetten haberdar olanlar…

Hem zaman-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki bir Müslüman; muhakeme-i akliyesiyle başka bir dini, İslâmiyet’e tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dâhil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var, o başka mesele. Taklit ise ehemmiyetsizdir. Halbuki edyan-ı saire müntesipleri mutlaka fevc fevc, muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat’î ile daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.

Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-i İslâmiyet’e ittibaları nisbetindedir. Başkaların temeddünü ise dinleriyle makûsen mütenasiptir.

Hem de hakikat bize bildiriyor ki: Mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema uyanmış, insaniyeti tanımış, müstakbele ve ebede namzet olmuş adam; dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdud âmâline neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı yani din-i hak olan dane-i hakikati, elde etmezse yaşamaz.

Bu sırdandır ki herkeste din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek, istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraatü’l-istihlal vardır.

Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-i İslâmiyet’i nasıl dar buldunuz ki fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip İslâmiyet’in yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz. Hem de umum kemalâtı câmi’, bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı nurani-yi İslâmiyet’i, ne cüretle matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz? Evet, herkes âyinesinin müşahedatına tabidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz size öyle göstermiştir.

S- İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak. (*[22])

C- Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız “Sadakte!” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (*[23]) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنٖيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.

(*[24]) وَلَوْ مِنَ الشَّاهِدِ عَلٰى طَيْفِ الضَّيْفِ

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ilerileşmiş (ayrılmış) olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (*[25]) hakaikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın yani on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medeni ve dinde lâkayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz tâ ki hakikat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..

S- Eskiler bizden a’lâ veya bizim gibi; gelenler bizden daha fena gelecekler?

C- (*[26]) Ey Türkler ve Kürtler, acaba şimdi bir miting yapsam sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlatlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem. Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:

“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız!”

Hem de sol tarafında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlatlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:

“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşagabeli bir kıyas oldunuz!” (*[27])

İşte ey bedevî göçerler ve ey inkılab softaları! (*[28]) Manzara-i hayal (*[29]) üstünde gördünüz ki şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.

S- Bu kadar tahkire müstahak değiliz. Biz eslâfın ezyalini tutmakla beraber, ahlâfın teşebbüsatından dahi geri kalmamaya söz veriyoruz. فَفَتَحْنَا السَّمْعَ لِكَلَامِكَ فَمَرْحَبًا بِهٖ

C- Nedamet ettiğinizden vazifeniz olan suale avdet edebilirsiniz.

S- Ulema-i eslâf istibdadın fenalığından bahsetmişler mi? (*[30])

C- Bin kere evet. Zira ağleb-i şuara kasidelerinde, çok müellifler kitaplarının dibacelerinde zamandan şikayet ve dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayak altına alıp çiğnemişler. Eğer kalp kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız göreceksiniz ki bütün itirazat okları, mazinin muzlim perdesine sarılan istibdadın bağrına gider. Ve işiteceksiniz ki bütün vaveylâlar istibdat pençesinin tesirinden gelir. Gerçi istibdat görünmüyordu ve ismi belli değildi lâkin herkesin ruhu istibdadın manasıyla tesemmüm ederdi ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhîler nefes aldıkça amîk ve derin bir feryat koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünkü karanlıkta ve toplanmamış idi.

Vaktâ ki o mana-yı istibdadı, def’i muhal bir bela-yı semavî zannettiler; zamana hücum ve dehrin başına tokat ve feleğin bağrına oklar atmaya başladılar. Çünkü bir kaide-i mukarreredir: Bir şey cüz-ü ihtiyarînin dairesinden ve cüz’iyetten çıkıp külliyet dairesine girse veyahut bihasebi’l-âde def’i muhal olsa zamana isnad edilir ve kabahat dehre atılır, taşlar feleğin kubbesine vurulur. Eğer iyi temaşa etsen göreceksin ki feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalpte tahaccür eder.

اُنْظُرْ كَيْفَ اَطَالُوا فٖيمَا لَا يَلْزَمُ وَكُلَّمَا اَضَائَتْ لَهُمُ السَّعَادَةُ اَثْنَوْا عَلٰى مَنْ سَادَهُمْ وَكُلَّمَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ شَتَمُوا الزَّمَانَ

(*[31])

S- Acaba şu zaman ve dehrin şikayetinden Sâni’-i Zülcelal’in sanat-ı bedî’ine itiraz çıkmaz mı?

C- (*[32]) Hayır, aslâ! Belki manası şudur: Güya şikayetçi der ki: İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal ise hikmet-i ezeliyenin düsturu ile tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid ve inayet-i ezeliyenin pergârıyla nakşolunan feleğin kanunu müsait ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tabolunan zamanın tabiatı muvafık ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahî razı değillerdir ki şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak’ın yed-i kudretinden şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz.

Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhitayı hareket-i mühimmesinden durdurmaz.

S- Çok âlim ve şairler, zamanlarında büyük hâkimleri ifrat ile sena etmişler. Halbuki o hâkimlerin çoğuna müstebit nazarıyla bakıyorsun? Demek iyi etmemişler.

C- وَلَوْلَا خِلَالُ سُنَّةِ الشِّعْرِ مَا دَرٰى § بُنَاةُ الْمَعَالٖى كَيْفَ تُبْنَى الْمَكَارِمُ

kaidesince onların niyetleri: Ümerayı seyyiattan latîf bir hile ile vazgeçirmek ve onlara hasenat arkasında müsabaka için garib bir bahşiş-i şairaneyi ortaya koymak. Lâkin o bahşiş koca bir milletin sırtından alındığından istibdatkârane hareket etmişlerdir. Demek, çendan niyette iyi etmişler lâkin amelde yanlış gitmişler.

S- Neden?

C- Zira kaside ve bazı teliflerinde büyük bir kavmin mehasinini manen garet edip bir müstebide verip ve ondan gösterdiklerinden şu noktadan bilmeyerek istibdadı alkışlamışlar.

S- Biz Türkler ve Kürtler, bizde kalbimizin dolusu belki cesedimiz mâlâmâl belki inbisat edip şu derelerde dağ olarak tahaccür etmiş kalemiz olan bir şecaat vardır. Ve başımızın dolusu zekâvetimiz var. Ve sinemizi mâlâmâl edecek gayret vardır. Ve bedenimizi ve azalarımızı dolduracak itaat vardır. Ve dereleri hayatlandıracak ve dağları müzeyyen edecek efradımız var. (*[33]) Neden böyle sefil ve müflis ve zelil kaldık ki hem yol üstünde de kaldık. Terakkiye binenler bizi çiğneyip istikbale doğru koşup gidiyorlar. Komşumuz olan milletler bizden az iken, kuvvetleri bizden çok kısa iken üzerimize tetavül ediyorlar? (*[34]) اِنَّ رِكْسَهُمْ يَغْلِبُ طَاهِرَنَا

C- Hînâ, Meşrutiyet’te tövbenin kapısı açıktır ve tövbe edenler çoktur. Şimdiki rüesaya tevbih ve ta’nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sâbıka atıyorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mazur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kırılmasın. Zira milletin hatırı, onların hatırından daha âlî, daha gâlîdir.

İşte o tedenninin mühim bir sebebi: Bazı rüesa ile haksız olarak millete fedakârlık iddia eden sahtekâr hamiyet-füruşlar veya velayeti dava eden ehliyetsiz bazı müteşeyyihlerdir. Fakat sünnet-i seniyeye muhalif olan bu sünnet-i seyyie, yine istibdadın seyyiatındandır.

S- Nasıl?

C- Zira her bir millet için o milletin cesaret-i milliyesini teşkil eden ve namus-u milliyesini muhafaza eden ve kuvveti onda toplanacak bir manevî havuz vardır. Ve sehavet-i milliyesini teşkil eden ve menafi-i umumiyesini temin eden ve fazla kalan malları onda tahazzün edecek bir hazine-i maneviyesi vardır. İşte o iki kısım reisler, bilerek veya bilmeyerek, o havuzun ve o hazinenin etrafında delik melik açtılar. Mâye-i bekayı ve madde-i hayatı çektiler. Havuzu kurutup hazineyi boş bıraktılar. Böyle gitse devlet milyarlar borç altında kalıp düşecek. Nasıl bir adamın kuvve-i gazabiyesi olan dâfiası ve kuvve-i şeheviye olan cazibesi olmazsa ölmüş olmuş olur ve hay iken meyyittir. Hem de bir şimendiferin buhar kazanı delik melik olsa perişan ve hareketten muattal kalır. Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağılır. Öyle de bir şahs-ı manevî olan bir milletin kuvvet ve malının havuzu ve hazinesini boşaltan başlar; o milleti serseri, perişan ve mevcudiyetsiz edip fikr-i milliyetin ipini kesip parça parça ederler. Evet,

حَقٖيقَتِ كَتْم نَمٖى كُنَمْ بَرَاىِ دِلِ عَامٖى چَنْد

bazı avamın hatırı için hakikatin hatırını kırmayacağım.

S- Şu makam, nihayet derecede tafsile değer bir makamdır. Mücmel ve mübhem bırakma!

C- Zaman-ı sâbık, vahşet ve cehaletinizi istihdam ederek pis bir tarîk ile ve müheyya ettiği planlarla, bir kısım büyükler cebir kuvvetiyle o menbaı ve o madeni delip zülâl-i hayatı kumistan ve şûristan sahrasına akıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar yeşillendi. Hattâ onlar servet-i dünyadan tenfir yolunda pençesini küçük bir “sayd”a (ava) atan bîçarelerin hassas ve zayıf damarlarını tutarlardı. Tâ pençeleri o sayddan açılsın, onlar o avı kaçırsınlar.

Evet, her milletin –o milletin menfaati için– bir miktar malı ile fedakârlık edip bir sehaveti vardır. İşte bizdeki sehavet-i milliye sû-i istimal edildi. Başka milletin sehavet-i milliyesi zeyn-âb (havuz) gibi içine girer, milletin cevfinde hazine tutar. Ulûm ve maarif, altına su verir.

Hem de zaman-ı sâbıkta bir kısım büyükler, namus-u milleti muhafaza eden cesaret-i milliyeyi sû-i istimal edip zemin-i ihtilaf olan kumistana atıp kaybettiler. Her biri o kuvvetin bir zarfını başkasının boynuna vurup kırdılar ve kırıldı. Hattâ beş yüz bin kahraman ile namus-u milleti muhafaza etmeye müstaid olan bir kuvvet-i azîmeyi mabeynlerinde sarf edip ihtilafat zemininde mahvettiklerinden, kendilerini terbiyeye müstahak ederlerdi. Eğer meşrutiyetten ve hürriyet-i şer’iyeden istifade edip o delikleri kapatıp veya zeyn-âb suretine çevirseniz, o kıymettar kuvveti harice sarf etmek için devletimizin eline verseniz; pahasına merhamet ve adalet ve medeniyeti kazanacaksınız.

— Eğer isterseniz sizin ile becayiş olacağım. Ben sorayım, siz cevap veriniz.

C- فَاسْئَلْ وَلَا تَجِدْ بِهٖ خَبٖيرًا

S- Ermeni milleti sizden daha cesur olabilir mi? (*[35])

C- Hayır, aslâ! Olmamış ve olamaz.

S- Neden onların bir fedaisini yandırıp parça parça ederlerdi, esrarını ve arkadaşını izhar etmezdi. Halbuki sizin bir yiğidinize bir bıçak vurulsa bütün esrarını kanıyla beraber fışkırtarak döker. Bu, şecaatçe büyük bir tefavüttür. Sebebi nedir?

C- Biz asıl sebebini teşhis edemiyoruz. Fakat biliriz ki zerreyi dağ gibi eder ve arslanı tilkiye mağlup ettirir bir nokta vardır. Senin vazifeni kaldıramıyoruz. Vücudunu bildik, mahiyetini sen şerh et.

C- Öyle ise dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeni’nin himmeti, mecmu-u millettir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa feda etmeye iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür.

Halbuki şimdikilere demiyorum, lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülahaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle (*[36]) onlar gibi temaşa etseydiniz kahramanlığınızı, âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler nihayette korkak ve sefil olacaklardı.

Hakikaten sizin hârikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filan yiğittir.” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler eğer uyansalar hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine yani üç yüz milyon İslâm’ın uhuvvetlerini ve manevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.

Maatteessüf güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline geçtiği gibi güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezaili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Hem büyük bir taaccüble görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ı hazıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezası olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar.” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrayı gayr-ı müslimler çalmışlar. Çünkü onların bir fedaisi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun, içinde bir hayat-ı maneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun.” Veyahut وَاِنْ مِتُّ عَطْشًا فَلَا نَزَلَ الْقَطْرُ olan kelime-i hamka ve seciye-i avrâ, himmetimizin elini tutmuş rehberlik ediyor.

İşte en iyi haslet ki dinimizin muktezasıdır. Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek milletimiz olan İslâmiyet haydır, ile’l-ebed bâkidir. Milletim sağ olsun. Sevab-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır, âlem-i ulvide beni mütelezziz eder. وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا ” deyip Nur’un ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.

S- Biz kuvvetimizi nasıl toplayıp namus-u İslâmiye-i milliyeyi muhafaza edeceğiz?

C- Fikr-i milliyet ile milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesai-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menbadır. (*[37])

S- Nedir o çeşme?

C- Zekât. Sizler Hanefî ve Şafiîsiniz.

Sual: (*[38]) حَبَّذَا وَنِعْمَتْ اِنْ لَمْ تَذْهَبْ غَائِضَةً بَلْ فَاضَتْ اِلٰى تِلْكَ الْخَزٖينَةِ

Cevap: اَجَلْ اِنَّ فٖيكُمْ ذَكَاوَةً اِنَّمَا تَتَزَاهَرُ بِالزَّكَاةِ

S- Nasıl?

C- Eğer ezkiya, zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya, velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.

S- Daha başka?

C- İanat-ı milliye-i İslâmiye denilen nüzur ve sadakāt, zekâtın ammizadeleridirler, asabiyetini çekerler, hizmette yardım edecekler.

S- Neden çok âdât-ı müstemirremizi tezyif ediyorsun? (*[39])

C- Her bir zamanın bir hükmü vardır. Şu zaman, bazı ihtiyarlanmış âdâtın mevtine ve neshine hükmediyor. Mazarratlarının menfaatlerine olan tereccuhu, idamına fetva veriyor.

S- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir?

C- Doğruluk.

S- Daha?

C- Yalan söylememek.

S- Sonra?

C- Sıdk, ihlas, sadakat, sebat, tesanüd. (*[40])

S- Yalnız?

C- Evet.

S- Neden?

C- Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.

S- En evvel rüesamız ıslah olunmalı?

C- Evet, reisleriniz malınızı ceplerine indirip hapsettikleri gibi akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise şimdi onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:

Eyyühe’r-rüus ve’r-rüesa!.. Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız. İşi birbirinize havale etmeyiniz. Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü şu mesakini istihdam ile ücretinizi almışsınız. İşte hizmet vaktidir.

فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ

S- Bir iki senedir herkeste bir arzu-yu diyanet ve meyelan-ı hak uyanmıştır. Hattâ bizim Gevdan, Mamhuran hırsızları da Şeyh Ahmed’in bir nasihati ile sofi olmuşlar.

وَقَدْ قَطَعَ الطَّرٖيقَ عَلَى الشَّقَاوَةِ هٰذَا الْمَيَلَانُ

C- Reşadet-penah meşrutiyet ve şeyh-i Risale-i Nur sayesindedir. (*[41])

Zira meşrutiyet-i şer’iye taht-ı efkâra çıktı, hablü’l-metin-i milliyeti ihtizaza getirdi, nurani urvetü’l-vüska olan İslâmiyet ihtizaza geldi. Her bir Müslim anladı ki başıboş değil. Menfaat-i müştereke ile ve hiss-i mücerred ile başkalarıyla bağlıdır. Umum İslâm bir aşiret gibi birbiriyle merbuttur.

Nasıl bir aşiretten bir adam bir iyilik etse umum aşiret bu namus ile iftihar eder, hissedar olur. O namus bir olarak kalmaz. Binlerle âyinede görünen bir mum gibi binler olur. O aşiretin rabıta-i hayatiyesine nur ve kuvvet verir. Eğer birisi bir cinayet işlese bütün efrad-ı aşiret onunla bir derece müttehem sayılır. Mesela, şu mecliste olan adamlar birbiriyle bağlı olur. Birisi kendini çamura atsa arkadaşlarını ya beraber düşürecek veya tahrik ile taciz edecek. Binaenaleyh şimdi bir günah “bir”likte kalmaz, bine çıkar. Bir hayır كَمَثَلِ حَبَّةٍ اَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فٖى كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ hükmüne geçer.

İşte şu nüktedir ki ya fikren veya ruhen uyanmışlara ağlamaya hâhiş vermiştir. Bir bahane ile ağlarlar, tövbekâr olurlar. Lâkin minare başında olan akıl, kalîb-i kalp dibinde bulunan sebebini iyi göremiyor.

Elhasıl: İslâm uyandı ve uyanıyor (*[42]). Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tövbekâr eden işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamış olduğundan İslâmiyet’in kudsî milliyetine daha yakınsınız.

S- (*[43]) Misafirperverlik müstahsen bir âdetimiz olduğunu bilirken neden kimseye misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men’ediyorsun. Halbuki size iyilik etmek borcumuzdur ve hakkınızdır. İşte şu âdetimiz قَدْ اَكَلَ الدَّهْرُ عَلَيْهَا وَ شَرِبَ Neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif ediyorsun?

C- Evvela: İlim azizdir, zelil etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir kısım ehl-i ilim vardır ki dünyaya tenezzül etmez ve sanat-ı ilmi, medar-ı maişet etmez. Talebe ise cerrar ve seeleden ayrıdır.

Sâniyen: Vazifelerinde ihmal ile kanaat gösteren ve maaşlarıyla kanaat etmeyen, harcırahları ellerini misafirlikten çektirmemiş olan bazı memurlara fiilen nasihat etmek isterim.

Sâlisen: Vâridat-ı zulmiyeleri kesilmiş olan bazı büyüklere, zulümat-ı zulme sapıp pek geniş açtığı masarifin kapısının seddine yol gösteriyorum.

Râbian: Millet içinde seyahat edenler, acaba millet için mi veyahut keyif için midir? Bir mizan göstermekle hile ve hamiyete bir mihenk gösteriyorum.

S- Sen halkın ihsanına mani oluyorsun. Acaba bundan sehavetin tezyifi çıkmaz mı?

C- İhsan ihsandır, eğer nev’e olsa veya muhtaca ve fakire olsa… Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa şahsı tembel eder, çingeneliğe alıştırır.

Elhasıl: Millet bâkidir, fert fâni…

اَلْمِلَّةُ بَاقِيَةٌ وَمَا اَمَدَّهَا § وَالْفَرْدُ فَانٖى وَمَا يَتَمَثَّلُهُ

Sual:

مَا تَقُولُ فِى الْاِحْسَانَاتِ الشَّخْصِيَّةِ فِى السَّلَفِ اُمَنَاءِ الْاُمَّةِ وَرُشَدَاءِهَا وَسُيُوفِ الدَّوْلَةِ وَصَلَاحِهَا تَجَلَّتِ الْعُبُوسِيَّةُ بِمَكَارِمِهَا بِاِهْدَاءِ عَشَرَةِ دَنَانٖيرَ لِشِعْرٍ لَا يُوَازِنُ شَعٖيرَةً

(*[44])

C-

فٖيهِ مَا فٖيهِ… مَعَ اَنَّهَا بِالنِّهَايَةِ قَدِ انْجَرَّتْ اِلَى النَّوْعِ وَالْمِلَّةِ لِاَنَّ اللِّسَانَ الَّذٖى خَدَمَهُ الشِّعْرُ خَيْطُ الْمِلِّيَّةِ مَعَ اَنَّ هٰذَا الزَّمَانَ هُوَ الَّذٖى كَشَفَ عَنْ اِحْتِيَاجِ الْمِلِّيَّةِ وَفَتَحَ الْبَابَ لِهٰذَا الْمَقْصَدِ الْعَالٖى

S- Mütegallib başlar, kendi kendilerine düştüler. Zulmün kapısı, onların yüzlerine karşı kapatıldı. Düşenlere ayak vurulmaz. Sekeratta olanları bırak kendi haline, sekeratını tamam etsin.

C- İsterim ki hürriyet-i şer’iyenin sünnetini onlara ezber ettireceğim. Eğer ölmedilerse temessül etsinler. Evet, yalnız istibdadın kuvveti ile terbiye olan başlar, bi’l-istihkak düştüler. Lâkin içlerinde gayet hamiyetli adamlar var, onlara teşekkür ederiz. Bazı mütekâsil var, onlardan şikayet ederiz. Bazı mütehayyir, mütereddid var; onları irşad etmek isteriz. Bazı ölmüşler var, miraslarını muhafaza etmek isteriz. Tâ yeni çıkmalar almasınlar.

نَعَمْ اَنَّ بَيْنَهُمْ حُمَاةً لِلْمِلِّيَّةِ فَنَشْكُرُهُمْ وَ مُتَكَاسِلٖينَ فَنَشْكُوهُمْ وَ مُتَحَيِّرٖينَ فَنُرْشِدُهُمْ وَ اَمْوَاتًا فَنُحَافِظُ عَلٰى مٖيرَاثِهِمْ لِئَلَّا يَاْخُذَهُ مَنْ …

S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdin. Neden şimdi bid’aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

C- Bazen adâvet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet, nefsim için onları ne kadar severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım.

(*[45]) وَلَقَدِ انْتَقَشَ فٖى سُوَيْدَاءِ قُلُوبِهِمُ الطَّاهِرَةِ الصِّبْغَةُ الرَّبَّانِيَّةُ وَ فٖى خَلَدِهِمْ ضِيَاءُ الْحَقٖيقَةِ

نَدٖيمَانْ بَادَهَا خُورْدَنْد رَفْتَنْد § تَهٖى خُمْخَانَهَا كَرْدَنْدُ و رَفْتَنْد

Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk yani ihlas için terk-i menafi-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh yani ittihad-ı İslâm’a hizmet ve irşad…

فَتَاَسُّفًا قَدْ اَسَاؤُا مُتَّكِئٖينَ وَتَكَاسَلُوا فٖى خِدْمَتِهِمْ فَحٖينَئِذٍ اُرٖيدُ تَحْوٖيلَ هِمَمِهِمْ اِلٰى مَجْرٰيهَا الْحَقٖيقِىِّ الْقَدٖيمِ

S- Daima ittihad-ı İslâm’dan bahsedersin. Sen bize tarif et?

C- İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerü’l-Esved’i, Kâbe-i Mükerreme’dir ve dürret-i beyzası, Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerreme’si, Ceziretü’l-Arap’tır; Medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve ittihad-ı İslâm’ın taşını ve nakşını istersen işte bak:

Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdane humret (1); hürmet ve merhametten tevellüd eden masumane tebessüm (2); fesahat ve melahattan hasıl olan ruhanî halâvet (3); aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş’et eden semavî neşe (4); hüzn-ü gurûbîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet (5); hüsn-ü mücerredden, cemal-i mücelladan tecelli eden mukaddes ziynet (6) (Hâşiye[46]) birbiri ile imtizaç edip ondan çıkan levn-i nurani ancak o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâbe-i saadetinin tâk-ı muallâsının kavs-i kuzahının elvan-ı seb’asının lacivert levninin timsali belki şu levnin manzarası bir derece irae edilebilir.

Lâkin ittihat, cehil ile olmaz. İttihat, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şuâ-ı elektrikiyle olur.

S- Neden eskiden sükût ettin?

C- (*[47]) لِاَنَّ الْاِسْتِبْدَادَ كَانَ مَانِعًا لِلْاِتِّحَادِ فَكُنْتُ سَكَتُّ عَلٰى جَمْرِ الْغَضٰى

S- Bid’alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur.

اَلَّا تَخَافُ اَنْ تُصٖيبَهُمْ بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحَ عَلٰى مَا فَعَلْتَ مِنَ النَّادِمٖينَ

Cevap:

اِنَّ الْمَوْلٰى جَلَّ جَلَالُهُ قَدْ وَسَمَ بِقُدْرَتِهٖ عَلٰى جِبَاهِهِمُ الرَّفٖيعَةِ نَقْشَ الْحَقٖيقَةِ وَمُرَادٖى اَنْ اُرْشِدَ مَنْ طَاشَ فَهْمُهُ مِنْ ذٰلِكَ النَّقْشِ

(*[48])

Evet, benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.

Beni tehdit ile vazgeçiremezler. Azm-i kat’î ile maksadımın yoluna tesadüf eden her bir mehalike gireceğim. Şu hayat-ı dünyeviyeyi edna bir Ermeni, milleti için feda ettiği halde; ben ki şu hayat ile alâkam pek zayıf… Bâhusus yedi defadır şu hayat elimden uçacaktı, emaneten elimde bırakılmış. Bunu vermekten minnet etmek hakkım değildir. O ruh, kafesten ağaca uçmak; akıl, re’sten yeise kaçmak istedikleri halde ileride feda için ibka edildi. Bu hayat ile tehdit etmek hiçtir.

Kaldı ki hayat-ı uhreviye ile tehdit ediyorlar. Ondan da hiç minnet çekmem. Şimdiki nâr-ı teessüfle muhterik bir ruh olsun, onların bedduasıyla cehennemde yansın; o teessüf ateşini içinden çıkarmak ile vicdan, maksattan bir Firdevs tazammun ettiği gibi hayal dahi emelden bir cenneti teşkil edecektir.

Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harp ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın.

S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi-i şahsiyeyi hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyet’in mâyesi olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.

S- Nasıl olsunlar?

C- Ya başlarımızdan kalksınlar yahut inat, gıybet ve taraftarlığı mabeynlerinden kaldırsınlar. Zira bir kısım dalalet ve bid’at fırkalarının teşekkülüne, bazı bid’atkâr müteşeyyihler sebebiyet vermiştir.

S- Nasıl birbiriyle ittihat ve ittifak edecekler? Halbuki bazıları bazılarını münkirdir. Onların düsturlarındandır ki münkir ile muhabbet belki ünsiyet dahi haramdır. İnkâr meselesi mühimdir?

C- Öyleyse size şöyle bir hitap etmek hakkımdır:

Ey divaneler! İşitmediniz mi, anlamamış mısınız ki اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ bir namus-u İlahîdir. Veya körleşmiş misiniz ki görmüyor musunuz ki لَا يُؤْمِنُ اَحَدُكُمْ حَتّٰى يُحِبَّ لِاَخٖيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهٖ bir düstur-u Nebevîdir. Acaba şu sıdk ve kizb mabeyninde mütereddid olan inkâr meselesi, nasıl oldu şu iki esas-ı azîm ve metine nâsih olabildi? Bu inkâr meselesi doğru olsun, Allah’ın kelâmı değil ki mensuh olmasın. İşte zaman onu nesheder. Zararı faydasına galebesi, neshine fetva verir. Mensuh ile amel caiz değildir.

S- Belki birbirleriyle adâvetleri, birbirinden gördükleri nâmeşru bazı ef’al içindir?

C- Acaba ne cihetle, ne insaf ile, ne suretle Sübhan Dağı kadar ağır ve büyük olan iman ve İslâmiyet ve insaniyet ve cinsiyet sebebiyle hasıl olan muhabbet; şöyle çocuğun bahanesiyle bazı nâmeşru harekât vesilesinden mütehassıl olan adâvete karşı hafif ve mağlup olmuştur?

Evet, muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adâveti intac eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adâvete mağlup ettiren adam, nazar-ı hakikatte Cebel-i Uhud’u bir çakıl taşından aşağı derecesine indirmek kadar ahmakane hareket etmiştir.

Adâvetle muhabbet, ziya ile zulmet gibi içtima edemez. Adâvet galebe çalsa muhabbet mümaşata inkılab eder. Muhabbet galebe çalsa adâvet terahhum ve acımaya inkılab eder.

Benim mezhebim; muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adâvettir.

S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâm’ın ziya-yı kalp ve nur-u fikriyle ittihat ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefis ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki bir mürşid ve hakiki şeyh olsun.

Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû-i zan yolunu açmıştır!

S- Sözlerin iyi fakat dinleyen nerede? Meslek âlî, ittiba edenler aşağıdır.

Cevap: اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ § مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ

اَلْمَلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

S- Âlem-i İslâm ulemasının ortalarındaki müthiş ihtilafata ne dersin? Reyin nedir?

C- Ben âlem-i İslâmiyet’e gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i mebusan ve bir encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki rey-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki rey-i ekseriyetin naziresidir. Rey-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın reylerine bırakılır. Tâ her bir istidat terbiyesine münasip gördüğünü intihab etsin. Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır: (*[49])

Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikati tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefsü’l-emirde mukayyed ve o istidat ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassup edip o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazen rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyet’in tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten tefeyyüz etmesine istidat bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi ziyayı dahi men’etmektedir.

İkincisi: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidatlardaki heves ve heva ve mevrus âyineye ve mizacına galebe çalmazsa o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidat onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken o, onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine musahhar eder. İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezhep dahi mizaçtan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.

S- Acaba kâinatta şu meclis-i âlî-i İslâmî, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı daha bulmayacak mıdır?

C- İman ederim ki umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i mebusan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerine birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.

S- (*[50]) Taaddüd-ü zevcat ve esir ve köle gibi bazı mesaili, bazı ecnebiler serrişte ederek medeniyet nokta-i nazarında şeriata bazı evham ve şübehatı îrad ediyorlar.

C- Şimdilik mücmelen bir kaide söyleyeceğim. Tafsilini müstakil bir risale ile beyan etmek fikrindeyim.

İşte İslâmiyet’in ahkâmı iki kısımdır:

Birisi: Şeriat ona müessistir, bu ise hüsn-ü hakiki ve hayr-ı mahzdır.

İkincisi: Şeriat, muaddildir. Yani gayet vahşi ve gaddar bir suretten çıkarıp ehvenü’ş-şer ve muaddel ve tabiat-ı beşere tatbiki mümkün ve tamamen hüsn-ü hakikiye geçebilmek için zaman ve zeminden alınmış bir surete ifrağ etmiştir. Çünkü birden tabiat-ı beşerde umumen hüküm-ferma olan bir emri birden ref’ etmek, bir tabiat-ı beşeri birden kalbetmek iktiza eder.

Binaenaleyh şeriat vâzı-ı esaret değildir, belki en vahşi suretten böyle tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek surete indirmiştir, ta’dil etmiştir.

Hem de dörde kadar taaddüd-ü zevcat tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekiz dokuzdan dörde indirmiştir. Bâhusus taaddüdde öyle şerait koymuştur ki ona müraat etmekle hiçbir mazarrata müeddi olmaz. Bazı noktada şer olsa da ehvenü’ş-şerdir. Ehvenü’ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat!.. Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.

Maatteessüf sû-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arap’tan sonra İslâmiyet’in kıvamı olan Etrak’i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan kanun-u esasîyi ve hürriyetin ilanını tekfire delil gösterirdi,

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ … اِلٰى اٰخِرِ

hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki: مَنْ لَمْ يَحْكُمْ bimana مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ dır. Acaba sâbık istibdadı, hürriyet zanneden ve kanun-u esasîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden, şu kısımdandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâm’a insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar, şu kısımdandır.

Eyyühe’l-avam! Şimdi Allah’a ısmarladık. Siz durunuz, havas ile konuşulacak bir davam var. Hükûmet ve eşraf ve İttihat-Terakki’ye (mason olmayan kısmına) karşı bir mühim meselem var.

Ey tabaka-i havas! Biz avam ve ehl-i medrese sizden hakkımızı isteriz.

S- Ne istersin?

C- Sözünüzü fiiliniz tasdik etmek, başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek, işi birbirine atmamak, üzerinize vâcib olan hizmetimizde tekâsül etmemek, vasıtanızla zayi olan mâfâtı telafi etmek, ahvalimizi dinlemek, hâcatımızla istişare etmek, bir parça keyfinizi terk etmek ve keyfimizi sormak istiyoruz.

Elhasıl: Vilayat-ı Şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihat ve terakki manasındaki hissemizi isteriz. Üzerinize hafif, yanımızda çok azîm bir şey isteriz.

S- Maksadını mübhem bırakma, ne istersin?

C- Camiü’l-Ezherin kız kardeşi olan, Medresetü’z-Zehra namıyla dârülfünunu mutazammın pek âlî bir medresenin, Kürdistan’ın merkezi hükmünde olan Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini isteriz. Emin olunuz biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.

S- Nasıl? Ne gibi? Ne için?

C- Ona bazı şerait ve vâridat ve semerat vardır.

S- Şeraiti nedir?

C- Sekizdir.

Birincisi: Medrese nam me’luf ve me’nus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.

İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc ve lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.

S- Şu mezcde ne hikmet var ki o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

C- Dört kıyas-ı fâsid (*[51]) ile hasıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylaneye ettiği mugalatayı izale etmek.

S- Ne gibi?

C- Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.

Üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasından veya istînas etmek için lisan-ı mahallîye aşina olanları müderris olarak intihab etmektir.

Dördüncüsü: Ekrad’ın istidatları ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi, ya cebir ile ya hevesatlarını okşamak ile olur.

Beşinci şart: Taksimü’l-a’mal kaidesini bitamamiha tatbik etmek tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, her bir şubeden mütehassıs çıkabilsin.

Altıncı şart: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek hem de mekatib-i âliye-yi resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntic kılmak, akîm bırakmamaktır.

Yedinci şart: Dârü’l-muallimîni muvakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak, mezcetmektir. Tâ ki intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebadül ile her biri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.

S- Vâridatı nedir?

C- Hamiyet ve gayret.

S- Sonra?

C- Şu medrese çekirdek gibi bi’l-kuvve bir şecere-i tûbayı tazammun eyliyor. Eğer hamiyet ve gayretle yeşillense tabiatıyla madde-i hayatını cezb ile sizin kuru kesenizden istiğna edecektir.

S- Ne cihetle?

C- Çok cihetle.

Birincisi: Evkaf, hakkıyla intizama girse şu havuza tevhid-i medaris tarîkıyla bir mühim çeşmeyi akıtacaktır.

İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü’z-Zehra, İslâmiyet’e ve insaniyete göstereceği hizmetle şüphesiz bir kısım zekâtı bi’l-istihkak kendine münhasır edecektir. Bâhusus zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.

Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile İslâmiyet’e edeceği hizmetle ukûl yanında en a’lâ bir mektep olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan İslâmiyet’in ianat-ı milliyesi olan nüzur ve sadakāt kısmen ona teveccüh edecektir.

Dördüncüsü: Mezkûr tebadül için dârü’l-muallimîn ile imtizaç ettiğinden dârü’l-muallimînin vâridatı bir derece tevsi ile muvakkaten ve âriyeten –eğer mümkün ise– verilse bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir.

S- Bunun semeratı nedir ki on belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?

C- İcmali: (*[52]) Kürt ve Türk ulemasının istikbalini temin ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstermek ve ondan istifade ettirmektir.

S- İzah etsen fena olmaz.

C- Birincisi: Medarisin tevhid ve ıslahı…

İkincisi: İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet İslâmiyet’in şe’ni; metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ulemanın şanı değildir.

Üçüncüsü: Mehasin-i meşrutiyeti neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâirde meşrutiyeti incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan edilmezse istifade edilmez, o daha zarardır. Hasta, tiryakı zehir-âlûd zannetse elbette istimal etmez.

Dördüncüsü: Maarif-i cedideyi medarise sokmak için bir tarîk ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira mükerreren söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş’um bir tevehhüm şimdiye kadar set çekmiştir.

Beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekkenin musalahalarıdır. Tâ temayül ve tebadül-ü efkârıyla lâekall maksatta ittihat eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki onların tebayün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehalüf-ü meşaribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira her biri mesleğine taassup, başkasının mesleğine sathiyeti itibarıyla tefrit ve ifrat ederek biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.

Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll… Biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nurani timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Âyine kendince güneşi temsil ettiği gibi şu Medresetü’z-Zehra dahi o kasr-ı İlahîyi haricen temsil edecektir.

Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet ettiğimiz gibi siz de bize hizmet ediniz. Yoksa…

Ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet! Size itaat ettiğimiz gibi saadetimizi temin ediniz. Ve illâ…

Ey Kürt ve Türk’ün cemiyet-i milliye vazifesini bi’l-istihkak omuzunuza alan eski İttihat ve Terakki! İyi ettiniz, mezcettiniz. İyi etseniz iyi… Ve illâ فَرُدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰى اَهْلِهَا (*[53])

S- Ulemaya pek çok itab edilir, hattâ…

C- Büyük hem pek büyük bir insafsızlık!..

S- Neden?

C- Ademin kabahatini, vücuda vermek kadar ahmaklıktır.

S- Ne demek?

C- Bir zatta ilim, adem-i hilim ile iktiranı cihetiyle, adem-i hilimden neş’et eden kabahati ile ilmi mahkûm etmek ne derece eblehliktir. Öyle de İslâm’ın kudsiyetini daima telkin eden ve ahkâm-ı diniyeyi iktidarlarınca tebliğ eden ve şimdi millet-i İslâmiye mabeyninde en ziyade hürmet ve muhabbet ve merhamete müstahak olan bîçare ulemayı, zamana yakışacak ulemanın adem-i vücudundan neş’et eden kabahati ve günahı ile mahkûm etmek ve o kabahat ve o günahı o bîçarelere hamletmek, ahmaklık değildir de ya nedir?

Evet, vücudlarından zarar gelmemiş, istediğimiz ulemanın ademinden gelmiştir. Zira zekiler galiben mektebe gittiler. Zenginler, medresenin maişetine tenezzül etmediler. Medrese de –intizam ve tefeyyüz ve mahreç bulunmadığından– zamana göre ulemayı yetiştiremedi. Sakınınız! Ulemaya buğzetmek, büyük bir hatardır (*[54]).

S- Niyeti hâlis olanlar azdır. Senin niyetin hâlis olsa muvaffak olacaksın, niyetine bak?

C- Lillahi’l-hamd ve lâ fahir. (*[55]) İhlas-ı niyeti ihlâl eden ve anâsır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki istikbalini temin edeyim. Öyle bir cünunum var ki Divan-ı Harp dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı. Öyle bir cehaletim var ki beni ümmi edip dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum.

Kaldı ticaret-i uhrevî. Öyle bir ahdetmişim ki re’sü’l-malı da kaybetsem mesleğimden dönmeyeceğim. Şimdiden hasaret ediyorum, çok günaha düşüyorum.

Bir şey kaldı: O da şöhret-i kâzibedir. İşte ben ondan usandım, kaçıyorum. Zira uhdesinden gelmediğim çok vazifeyi bana yükletiyor.

S- Neden meşrutî hükûmete ve dinsiz olmayan Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?

C- Mümkün olduğu derecede sû-i zan ettiğiniz için ben hüsn-ü zan ederim. Eğer öyle ise zaten iyi. Yoksa tâ öyle olsunlar, yol gösteriyorum.

S- İttihat ve Terakki hakkında reyin nedir?

C- Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete muterizim. (*[56]) Lâkin onların iktisadî ve maarifî olan –bâhusus şarkî vilayetlerdeki– şubelerini bir derece istihsan ve tebrik ederim.

S- Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi nedir?

C- Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedit olan yeis rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı لَا تَقْنَطُوا kılıncını istimal ediniz.

Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zapt eden meylü’t-tefevvuk istibdadı hücuma başlar. Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz كُونُوا لِلّٰهِ hakikatini o düşmana gönderiniz.

Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden acûliyet çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz وَاصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا yu siper ediniz.

Sonra da medeni-i bi’t-tab olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Siz de خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ olan mücahid-i âlîhimmeti mübarezesine çıkarınız.

Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup hücum edip belini kırar. Siz de عَلَى اللّٰهِ لَا غَيْرِهٖ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ olan hısn-ı hasîni himmete melce ediniz.

Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden tefviz ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ olan hakikat-i şâhika üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine yetişmesin.

Sonra Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de اِسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ۞ وَلَا تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ olan kâr-aşina ve vazife-şinas olan hakikati gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.

Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylü’r-rahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz.

Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyic olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir.

اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ الرَّاحَةَ اِنَّ الْاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَ الْجِدَالِ

(*[57])

Seyahatimde beni tanımayanlar kıyafetime bakıp beni tacir zannedip derlerdi ki:

— Sen tacir misin?

C- Evet, tacirim hem de kimyagerim.

S- Nasıl?

C- İki madde var, mezcettiriyorum: Bir tiryak-ı şâfî, bir elektrik-i muzi tevellüd eder.

S- Nerede bulunur?

C- Medeniyet ve fazilet çarşısında; cephesinde insan yazılan ve iki ayak üstünde olan sandık içindeki, üstüne kalp yazılan siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.

S- İsimleri nedir?

C- İman, muhabbet, sadakat, hamiyet.

Ceride-i seyyare, Ebu lâşey, İbnü’z-zaman, Ehu’l-acayip, İbnü ammi’l-garaib

Said El-Kürdî En-Nursî

Bedîüzzaman

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Telifinden otuz dört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım, gördüm ki: Eski Said’in o zamandaki inkılabdan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir halet-i ruhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurat ve hatîatından bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedamet ediyorum. Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden niyazım odur ki: Ehl-i imanın meyusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatîat, hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.

Eski Said’in bu gibi eserlerinde iki esas-ı mühim hükmediyor. O iki esasın hakikatleri vardır fakat ehl-i velayetin keşfiyatı tevilata ve rüya-yı sadıkanın tevile muhtaç oldukları gibi; o hiss-i kable’l-vukuun dahi daha ince tabirlere lüzumu varken Eski Said’in o hiss-i kable’l-vuku ile hissettiği o iki hakikatin tevilsiz, tabirsiz bir surette beyanı, kısmen kusurlu ve kısmen hilaf görünüyor.

Birinci Esas: Ehl-i imanın meyusiyetine karşı “İstikbalde bir nur var.” diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un istikbalde, dehşetli bir zamanda, çok ehl-i imanın imanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip o adese ile Hürriyet İnkılabı’ndaki siyaset dairelerine bakmış; tabirsiz, tevilsiz tatbike çalışmış. Siyaset ve kuvvet ve kemiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş fakat tam doğru diyememiş.

İkinci Esas: Eski Said, bazı dâhî siyasî insanlar ve hârika ediblerin hissettikleri gibi çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kable’l-vuku tabir ve tevile muhtaç iken bilmeyerek resmî, zayıf ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru fakat hedef hata.

İşte Eski Said de eski zamanda böyle acib bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücum ile beyanatı var. O müthiş istibdadat-ı acibeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’an’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def’eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir numunesi olarak üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan’ı üç yüz seneden beri üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü a’zamî bir derecede yani birisinin hatasıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidanesine inzibat ve adalet namını vermiş, dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.

Münazarat namındaki eserde, bazı latîfe suretinde bazı kayıtlar, hâşiyecikler bulunur. O eski zaman telifinde zarifü’t-tab talebelerine bir mülâtafe nevindedir. Çünkü onlar, o dağlarda beraberinde idiler. Onlara ders suretinde beyan ediyormuş.

Hem bu Münazarat Risalesi’nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medresetü’z-Zehra hakikati ise istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur’a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kable’l-vuku ile o nurani hakikati, bir maddî surette arıyordu.

Sonra o hakikatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad, on dokuz bin altın lirayı Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehraya verdi, temel atıldı. Fakat sâbık Harb-i Umumî çıktı, geri kaldı. Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakikate çalıştım. İki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzalarıyla, o medresemize –yüz elli bin banknota iblağ ederek– o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf medreseler kapandı, onlar ile uyuşamadım, yine geri kaldı.

Fakat Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta vilayetinde tesis eyledi, Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri, o âlî hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.

Eski Said’in İttihat-Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükûmetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise bir hiss-i kable’l-vuku ile –yağı içinde bulunan– o cemaat-i askeriyede ve o cemiyet-i milliyede bir milyona yakın ve evliya mertebesinde olan şüheda, altı yedi sene sonra tezahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak meşrebine muhalif onlara dört sene tarafgir bulunmuş. Sâbık Harb-i Umumî çalkamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip yine mücahedesine döndü.

***

Aziz kardeşlerim!

Mahrem Sırr-ı İnna A’tayna’da cifirle istihracım, aynen Münazarat Risalesi’nde “Bir nur çıkacak ve göreceğiz.” diye gaybî müjdeler gibi ilhamî ve hak bir hakikati, fikrimle olan tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur, beni düşündürüyordu. Münazarat ve Sünuhat gibi risalelerdeki müjde-i nuriye ise Risale-i Nur tam halletti. Geniş daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i nuriye ile o kusuru izale ettiği gibi İnna A’tayna sırr-ı mahreminde “On iki on üç sene sonra İslâmiyet’e darbe vuranların başlarında öyle müthiş bir patlayış olacak ki kıyamete kadar unutulmayacak.” mealindeki istihrac-ı cifrî çok geniş bir dairede olduğu halde, nur müjdesi sırrının aksine olarak dar bir dairede ve hususi bir hükûmette tatbik etmek suretiyle, fikrim o geniş daireyi ihata edemeyerek o hakikatin suretini değiştirmiş.

Halbuki o istihracın gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede, perde altında bilinmeyen ve küre-i arzın ekserini ve nev-i beşerin kısm-ı a’zamını istibdadı altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve manen binler başından bir başı ve en müthişi olan o göçüp giden adam, tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavî müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar; kıyamete kadar azabını çekecekler ve çekiyorlar. Ve edyan-ı semaviyeye ve İslâmiyet’e ettikleri cinayetlerin cezasını, çok geniş bir dairede gördüler ve görüyorlar. Mimsiz medeniyetin pisliği ile dünyayı mülevves ettikleri için aynı istihracın gösterdiği tarihte, o mimsiz medeniyetin başına da öyle bir semavî tokat indi ki en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.

Elhasıl: Sırr-ı İnna A’tayna’da çok geniş bir daire, dar bir dairede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise dar ve manevî fakat yüksek bir daireyi, geniş ve maddî bir daire suretinde tasvir edilmişti. Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyorum ki bu iki kusurumu, kuvvetli bir ihtar-ı manevî ile ıslah etti. يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ sırrına mazhar eyledi.

‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ‌

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşlerim!

Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.

Evvela: Hürriyet’in üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Gevdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebuzziyada tabedilen, kırk bir sene evvel tabedilmiş fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim.

Anladım ki Eski Said, acib bir hiss-i kable’l-vuku ile otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve maneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medeni perdesini kendilerine maske yapan ve vatan-perverlik perdesi altında dinsiz ve hakiki bedevî ve hakiki mürteci yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.

Sâniyen: O matbu eserin yüz beşinci sahifeden tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti.

Dedi: “Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak.”

O vakit, ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:

Herkese dünya terakki dünyası olsun, yalnız bizim için mi tedenni dünyasıdır? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.

Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitane benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temaşa eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed vs. size hitap ediyorum.

Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.

Yani İhtiyar Risalesi’nin On Üçüncü Rica’sında beyan ettiği gibi Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezar taşı olmuş. Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz, demektir.

Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin yüz kırk yedinci sahifeden tâ yüz elli yedinci sahifeye kadar Medresetü’z-Zehranın tesisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış.

Bir fâl-i hayırdır ki yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılması ile Maarif Vekili Tevfik, Van’da Şark Üniversitesi namında Medresetü’z-Zehrayı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celal dahi mühim meseleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor.

Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.

Birincisi: Eski Said bir hiss-i kable’l-vuku ile iki acib hâdiseyi hissetmiş fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikate bakmış. Hakikatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:

Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek.” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.

İşte Nur’un zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı hem Eski Said bir derece haklıdır.

Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve manen daha geniş olması; Eski Said’in o rüya-yı sadıka gibi olan hiss-i kable’l-vuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sümbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.

İkinci Hakikat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, İşaratü’l-İ’caz’ın baştaki ifade-i meramında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki: Hem maddî hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler diyordu. Hattâ hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezherin Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (rh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ

Said cevaben demiş:

اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا

Yani Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?

O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahît’e söylemiş.

O allâme zat demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.

Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.

İkinci tevellüd de inşâallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.

Üçüncü Hakikat: Hem Eski Said hem Yeni Said, hem maddî hem manevî büyük bir hâdise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’l-vuku ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Halbuki o his ile nur meselesinin aksi ile gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu İkinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tabir ediyor ki:

İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki manevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i maneviye-i İslâmiye manen o İkinci Harb-i Umumî’den daha dehşetli olmasından Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tabir ediyor ve o hiss-i kable’l-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o muteriz ehl-i velayeti zahiren haklı fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın itirazını tam reddediyor.

Said Nursî

***

Hulusi Bey’in Fıkraları

Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten arz edeyim:

Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesailin hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak her şeyi sizden öğrendiğim için bu vesile ile hakikat sahasındaki malûmatımı; hasbe’l-beşeriye fütur hasıl oluyorsa şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’an’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilaçlarınızla sıhhatimi; matbaha-i Kur’an’dan intihab buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hâsselerimin kuvvetini, hayatın beş derecesini de talim, mevtin itibarî bir keyfiyet olduğunu tefhim, idam-ı ebedînin mutasavver olamayacağına kalbimi takvim buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin her halde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı nihayetsiz artırmaya sebep olmuştur.

Risale-i Nur ile ihda buyurduğunuz dualar, zaten her gün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi gelmektedir. Kur’an’ın nihayetsiz füyuzatından, tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz manaları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu bîçare ve müştak talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar ediyorsunuz ki bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş oluyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

***

Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevata; mütevekkilen alallah, akşam ile yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.

Sevgili Üstadım! Evvelce arz ettiğim vechile ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da üstadım olan dellâl-ı Kur’an’ın vazife-i memure-i maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’an hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’an’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hâssaten istirham ediyorum.

İnşâallah müstecab olan duanızla Allahu Zülcelal, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vâsıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.

***

Evet, İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyidü’l-mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvi bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.

Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse gerek Risale-i Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.

***

Gönül isterdi ki o muazzam Sözler’e sönük yazılarımla biraz uzun cevap yazayım. Fakat buna muvaffak olamıyorum. Kabiliyetimin azlığı, istidadımın kısalığı, iktidarımın noksanlığıyla beraber uhdeme verilmiş olan birkaç maddî vazifelerin taht-ı tesirinde dimağım meşgul ve âdeta meşbu’ olduğundan, o mübarek cevherlerinize mukabil âdi boncuk bile ibraz edemeyeceğim.

Biliyorsunuz ki çok ifadelerimde sizi taklit ettiğimin birinci sebebi, merbutiyet-i hâlisanemin; ikincisi, kudret-i kalemiyemin kifayetsizliğidir. Fakat mübarek Yirmi Dördüncü Söz’de misali geçen fakir gibi ben de derim: Ey sevgili Üstadım, eğer gücüm yetse elimden gelse bütün o nurlu Sözler ayarında kelimelerden mürekkeb cümlelerle size maruzatta bulunmak isterim. Fakat biliyorsunuz ki yok. Niyetime göre muamele buyurunuz.

Hulusi

***

[1] * Risale-i Nur’u hissetmiş ki üç sahife ile cevap veriyor. Fakat siyaset perdesi başka renk vermiş.

[2] * Burada mason ve dönmelerin ve Bolşevizm’i isteyenlerin cemiyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hâkimiyeti gaybî ihbar eder.

[3] * Burada dahi Risale-i Nur’u hissetmiş fakat siyaset perdesiyle bakmış, hakikatin şekli değişmiş.

[4] * Said’i yirmi beş sene ezen bir parti; bu hükmü, zulmü sönmesiyle tasdik etti.

[5] * Evet, bu zamanda dahi Risale-i Nur’u söndürmeye çalışanlar kendileri söndüler. Cehennem azabı gibi azap çekerler.

[6] * Ki komünist ve anarşist manasıyla Kemalizm ve inkılab softaları ve dönmeleri görmüş gibi haber veriyor.

[7] * Acele etme yani şifre gibi işaratı var.

[8] * Acele etme yani Mizan ceridesinin sahibi Murad haklıdır. Tanin muharriri Hüseyin Cahid yanlış ve hata ediyor.

[9] * Hayme-nişinler tarafından yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin sualidir.

[10] * Güzel tarif.

[11] * Kırk dört sene sonra söylemesi lâzım gelen sözleri, o zaman söylemiş.

[12] * Lillahi’l-hamd, şimdi açılmaya başladı.

[13] * Yine bak mâşâallah hem Nur’un Zülfikar ve Hüccetullahi’l-Bâliğa gibi mecmualarını hem Yemen, Mısır, Cezayir, Hint, Fas, Kafkas, Fars ve Arap gibi İslâm milletlerini haber verir gibi şifreli bir fıkradır.

[14] * Lillahi’l-hamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.

[15] * Dehşetli ve hakikatli bir sual.

[16] * Eski Said parlak bir nurun hissiyle, kuvvetli bir ümitle, tam teselli ile siyaseti İslâmiyet’e âlet etmek fikriyle, hararetle hürriyete çalışırken diğer bir hiss-i kable’l-vuku’la dehşetli dinsizce bir istibdad-ı mutlakı, kırk sekiz sene evvel bir hadîsin manasıyla geleceğini haber verdiği bir kumandanın çıkmasını ve Said’in teselli haberlerini yirmi beş senede bilfiil tekzip edeceğini hissederek, otuz seneden beri ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ deyip siyaseti bıraktı, Yeni Said oldu.

[17] * Mevt, bir nevmdir.

[18] * Ey memurlar, Eski Said’in kırk beş sene evvel söylediği bu sözünden gücenmeyiniz.

[19] * Nasıl ki şimdi yirmi beş sene istibdad-ı mutlakı yapanlar, dindarları irtica ile ittiham ederek istibdad-ı mutlakın altındaki irtidadlarını saklıyorlar.

[20] * Tekrar temaşa et çünkü bu Arabî fıkra şifrelidir, işaratı var.

[21] * Gitme, dikkat et. Âlîhimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakiki hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı. Fedakârları da dağıldılar.

[22] * Muhtemeldir ki burada büyük bir veli; Eski Said’in Risale-i Nur’un dar dairesini gayet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kable’l-vuku’la kırk sene evvel hissederek, bu risaledeki çok cevapları o histen neş’et ettiğinden o veli, yalnız bu noktada itiraz etmiş.

[23] * Medresetü’z-Zehranın Van’daki numunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesinin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.

[24] * Gitme! Seni çağırır.

[25] * İstikbalde telif edilecek Risale-i Nur Külliyatı’nı hiss-i kable’l-vuku ile haber veriyor.

[26] * Antikalığı için bu cevap dahi yazıldı.

[27] * Fenn-i mantığın tabiratı. O zaman ilm-i mantık dersini alan talebeleri, o mecliste bulunmasından öyle söylemiş.

[28] * Sonradan ilâve edilmiştir.

[29] * Hayal dahi bir simotograftır.

[30] * Bu sual-cevap dahi her zaman yaşayabileceğinden o kırk sene evvelki ders şimdi dahi lüzumludur, yaşar.

[31] * Dur, geçme, anla! Yani iyilikleri reislere, fenalıkları zamana verip şetimle şekva ederler.

[32] * Ehemmiyetli bir cevaptır.

[33] * Demek kuvve-i maneviyeleri kırılmamış.

[34] * İstersen dikkat et. O zaman Ermeni Mebusu Vartakis ve Hakkari Mebusu Seyyid Molla Tahir’e işaret eder.

[35] * Türkler ve Kürtler şecaat fenninde allâme olduklarından ben sâil, onlar mücîb olabilirler.

[36] * Milliyetimiz bir vücuddur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır.

[37] * Kırk beş sene evvel bedevî aşâire olan bu dersler, şimdi Nur’un şakirdlerine de bir ders olabilir diye kalbime ihtar edildi. Ben de Medresetü’z-Zehra erkânına havale ederim. Lüzumsuz, münasip olmayan kelimeleri çıkarıp bu zamana ve Nurculara muvafık kısmını yazsınlar. Tâ Eski Said dahi bir Nurcu olsun, o zamanda münferid kalmasın.

[38] * Darılma, şu kelâm zekâtın postunu giymiş.

[39] * Bazı sualler komşu görünüyor. Lâkin ortalarında büyük bir dere var. Hayal bir balona binse ve eline bir dürbün alsa ancak vatanlarını bulabilir.

[40] * Madem muhataplar içine Nurcular girdiler. Sıdk kelimesine ihlas, sadakat, sebat, tesanüd gibi kelimeler ilâve olur.

[41] * Madem Nurcular Mamhuran içine girmişler “şeyh-i meşrutiyet” yerine, Ahrar perdesi ve hamiyet-i İslâmiye ve milliye altında, ittihad-ı Muhammedî dairesinde şeyh-i Risaletü’n-Nur denilmeli.

[42] * Evet kırk beş sene sonra Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklallerini kazandılar. Eski Said’i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha edecekler.

[43] * Şu birbirinden uzak suallerden senin hayalin atlamakla jimnastiğe alışır. Lâkin dikkat et; bir şey ayağına dolaşıp, düşüttürüp ayağı kırılmasın.

[44] * Şu ibare, kendine hediye olunan ve mevzuun fabrikasından çıkan yerli bir üslubu giymiştir.

[45] * Şu üslup, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. Yani Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, Hâlid Ziyaeddin, Seyyid Taha, Seyyid Sıbgatullah ve Seyda gibi evliyaya işaret var.

[46] Hâşiye: Şu müselsel üsluptaki fıkralar; her biri İslâmiyet’in bir şuâına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir rabıtasına, bir temeline işarettir.

[47] * Lisan-ı Arabî’nin elzemiyetini düşündüğüm vakitte söylemişim.

[48] * Mürşidler şu tekkede, yani bu ibarette toplanmışlar. Ziyaret etmeden geçme. Yani hem Mevlevî hem Kādirî hem Nakşî hem Bektaşî’ye işaret var.

[49] * Şu iki noktaya dikkat ile kıymet versen fena olmaz.

[50] * Bir Arnavut tarafından vuku bulan sualdir.

[51] * İşte o kıyaslar, maneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünunda meşhur olanların, başkasında da sözünü hüccet tutmak. Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü, ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip dinde de nefsine itimat etmek. Hem de selefi halefe, maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fâsid kıyaslardır.

[52] * Şu Medresetü’z-Zehraya dair mebahisi, Hürriyetin üçüncü senesinde nutuk suretiyle Bitlis’te, Van’da, Diyarbekir’de, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: “Hakikattir hem mümkündür.” Demek diyebilirim ki ben bu meselede onların tercümanıyım.

[53] * İhtar: Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükûmet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira sizin sû-i istimaliniz, onların sû-i tefehhümünden daha ziyade sû-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim. Dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.

[54] * Ey ehl-i medaris, meyus olmayınız! Şimdi ilim ve fen hâkimdir. Her neviyle teali edecek. En a’lâsı en âlî tabakaya çıkacak.

[55] * Şeyhin kerameti şeyhten rivayet, lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür.

[56] * Adaletin tevziinde adalet olmazsa zulüm görünür. Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hodpesend hakkı iltizam etse çokları haksızlığa sevk eder belki mecbur eder.

[57] * Şimdi anlıyorum ki ne dediğimi anlamıyorsunuz. Zira ben siz oluyorum, anlamıyorum. Şunun büyük kardeşi olan “Ulema Reçetesi” daha mübhem konuşuyor. Demek beraber gezmekliğim lâzım. İşte ben de hayalimi terfik ettim.

HUTBE-İ ŞAMİYE

Risale-i Nur Külliyatı’ndan

HUTBE-İ ŞAMİYE

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

 

Bu Hutbe-i Şamiye eseri, Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuz beş yaşında iken Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Cami-i Emevî’de îrad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tabedilmiştir. Bilâhare müellif Bedîüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.

***

Arabî Hutbe-i Şamiye’nin Mukaddimesidir

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kırk sene evvel Şam’daki Cami-i Emevî’de Şam ulemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri bir hiss-i kable’l-vuku ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmi beş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kable’l-vukuun kırk elli sene tehirine sebep olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyet’te başlamış.

Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Cami-i Emevî yerine âlem-i İslâm camiinde üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.

Said Nursî

***

Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un hârika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual ve cevabı yazacağız. Şöyle ki:

Çoklar tarafından hem bana hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar ki: “Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalalete mukabil Risale-i Nur mağlup olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece set çektikleri halde; sefahet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden mahrum bıraktıkları halde en şiddetli hücum ve en gaddarane muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha risalelerinden kemal-i iştiyak ile perde altında intişar etmesi ve dâhil ve hariçte kemal-i iştiyak ile kendini okutturması hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı elcevap deriz ki:

Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir manevî cehennemi dalalette gösterdiği gibi imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenlerini o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü bu zamanda iki dehşetli hal var:

Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın yegâne çaresi; aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlup etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا âyetinin işaretiyle; bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki Risale-i Nur o meslekten gidiyor.

Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında Cenab-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da “Cenab-ı Hak Gafuru’r-Rahîm’dir hem cehennem pek uzaktır.” der, sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur.

İşte Risale-i Nur’daki ekser muvazeneler küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefis-perest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevk eder. O muvazenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvazeneler ve Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’ndaki uzun muvazene; en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.

Mesela Âyet-i Nur’daki seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilatını isteyen Sikke-i Gaybiye’nin âhirine baksın.

Ezcümle: O seyahat-i hayaliyede, rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım. Hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalalet ve gafletin gözüyle baktığımdan feryat eyledim. Birden hikmet-i Kur’aniye ve imanın dürbünü ile gördüm: Rahman ismi Rezzak burcunda, parlak bir güneş gibi tulû etti. O aç, bîçare zîhayat âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazîn ve elîm ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Ehl-i dalaletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi, gördüm ki: Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki şekva ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalaletin dürbünü ile baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki en derin kalbimden feryat ettim. “Eyvah!” dedim. Çünkü insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve fıtrî istidatları ve fıtrî had konulmayan, serbest bırakılan kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih ihtiyaçları ve zaaf ve aczleriyle beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’daları ile beraber gayet kısa bir ömür, her gün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş halet olan mütemadî zeval ve firak belasını çekmek içinde ehl-i gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar. Birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalp ve ruh ve aklımla bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryat ile ağlamaya hazır iken birden Kur’an’dan gelen nur ve kuvvet-i iman o dalalet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki:

Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda birer güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı insan âlemi içinde çok âlemler bulunan umumunu ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî haletleri dağıtıp, nurani âhiret âleminden pencereler açıp o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrat-ı kâinat adedince اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ، اَلشُّكْرُ لِلّٰهِ dedim. Ve aynelyakîn gördüm ki imanda manevî bir cennet ve dalalette manevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.

Sonra küre-i arzın âlemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’aniye ile ışıklanmış bir göz ile baktım, gördüm ki:

Hâlık-ı arz ve semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semavati ve’l-arz ve Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burçlarında güneş gibi tulû ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki o halette, benim imanlı gözüme küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve zîruhları güneşin etrafında, memleket-i Rabbaniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulatını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i arzın zerratı adedince اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ dedim.

İşte buna kıyasen Risale-i Nur’da pek çok muvazenelerle, ehl-i sefahet ve dalalet, dünyada dahi bir manevî cehennem içinde azap çektiklerini ve ehl-i iman ve salahat, dünyada dahi bir manevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyatıyla ve cilveleriyle, manevî cennet lezzetleri tadabilirler, belki derece-i imanlarına göre istifade edebilirler.

Fakat bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfaka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nevinden bir sersemlik vermiş ki ehl-i dalalet manevî azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan Allah’ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi.

Şimdi ise eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-i imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi –bu dünyada onların temellerini parça parça edecek– bir hakikat-i kudsiye lâzımdır ki onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun ki bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemaatı bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor ki yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlup olmayıp galebe etmiş.

Evet Risale-i Nur’da, iman ve küfür muvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkûr hakikati bilmüşahede ispat ediyor. Mesela, Yirmi İkinci Söz’ün iki makamının bürhanları ve lem’alarına ve Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıf’ına ve Otuz Üçüncü Mektup’un pencerelerine ve Asâ-yı Musa’nın on bir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’aniyedir.

İnşâallah nasıl Tılsımlar mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-i âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle de ehl-i dalaletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada lezaiz-i cennetlerini gösteren ve iman cennetin bir manevî çekirdeği ve küfür ise cehennem zakkumunun bir tohumu olduğunu gösteren Nur’un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda bir mecmuacık olarak yazılacak ve inşâallah neşredilecek.

***

Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Bütün zîhayatlar, hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına takdim ettikleri manevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini, o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a biz de takdim ediyoruz ki demiş: لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ Yani rahmet-i İlahiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem hadsiz salât ü selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (asm) üzerine olsun ki demiş: جِئْتُ لِاُتَمِّمَ مَكَارِمَ الْاَخْلَاقِ Yani benim, insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.

Hamd ve salâttan sonra: Ey bu Cami-i Emevî’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki o sabî çocuk, sabahleyin medreseye gidip okuyup akşam da babasına gelip okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Bu altı dehşetli hastalığın ilacını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, eczahane-i Kur’aniyeden ders aldığım altı kelime ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

BİRİNCİ KELİME: “El-emel”. Yani rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümit beslemek. Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen: Ey İslâm cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab’ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Yeisin burnunun rağmına olarak (Hâşiye[1]) ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim:

İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş.

Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddimatlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddimatına başlıyoruz:

İşte İslâmiyet’in hakaiki hem manen hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.

Birinci cihet olan manen terakki ise: Biliniz! Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanının İslâmiyet’in hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyet’in kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-i İslâmiye’de zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassuplarının zafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi dinlerine salabet ve taassuplarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem asr-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki bir Müslüman’ın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyet’e tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki bütün dinlerin etbaları ise –hattâ en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların– muhakeme-i akliye ile İslâmiyet’e dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslâmiyet’e girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar (Hâşiye[2]).

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.

Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı istinad noktası ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata müptela ve ebede kadar uzanmış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni’-i âlem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa beşerin başında maddî manevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

Hasıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi’ istidadını hissetmiş. Ve insan, acib cem’iyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış belki ebede mebustur ki ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya; insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvası ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.” Elbette hakiki insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedidini dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın kıtaları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem âyât-ı Kur’aniye, başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder “Aklına bak.” der “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin.” diyor.

Mesela bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki hakikati bilesiniz.” “Biliniz!” ve “Bil!” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki istikamet yolunu bulsun. Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalalete düşüyorlar. Ey insanlar ibret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmaya çalışınız!” manasında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde beşeri aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâm’ın cami-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!

Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tabi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkisafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emareleri göründü. 71’de fecr-i sadıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa otuz kırk sene sonra fecr-i sadık çıkacak.

Evet, hakaik-i İslâmiyet’in mazi kıtasını tamamen istilasına sekiz dehşetli manialar mümanaat ettiler:

Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mani, marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.

Dördüncü ve Beşinci Maniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebilerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mani dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat, nev-i beşerde başlamasıyla zeval bulmaya başlıyor.

Altıncı, Yedinci Maniler: Bizdeki istibdat ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat kuvveti şimdi zeval bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz kırk sene sonra zeval bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mani de zeval buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallah tam zeval bulacak.

Sekizinci Mani: Fünun-u cedidenin bazı müsbet mesaili, hakaik-i İslâmiyenin zahirî manalarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mazideki istilasına bir derece set çekmiş. Mesela, küre-i arza emr-i İlahî ile nezarete memur Sevr ve Hut namlarında iki ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikati bilmediklerinden İslâmiyet’e muarız çıkmışlar.

Bu misal gibi yüz misal var ki hakikati bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmaya mecbur oluyor. Hattâ Risale-i Nur, Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’nde fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’an’ın bir lem’a-i i’cazını gösterip ehl-i fennin medar-ı tenkit zannettikleri Kur’an-ı Kerîm’in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar edip en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Bu mani, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.

Evet, bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda telifatları var. Bu sekizinci dehşetli manianın zîr ü zeber olacağına emareler görünüyor.

Evet, şimdi olmasa da otuz kırk sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini, bu üç kuvveti tam teçhiz edip cihazatını verip o sekiz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.

Evet, meşhurdur ki: “En kat’î fazilet odur ki düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.”

İşte yüzer misallerinden iki misal:

Birincisi: On dokuzuncu asrın ve Amerika Kıtası’nın en meşhur feylesofu Mister Karlayl, en yüksek sadâsıyla çekinmeyerek feylesoflara ve Hristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:

“İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak, İslâmiyet’in hakkı imiş. Çünkü sair dinler –fakat Kur’an’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı– hiç hükmündedir.”

Hem Mister Karlayl yine diyor: “En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed’in (asm) sözüdür. Çünkü hakiki söz onun sözleridir.”

Hem yine diyor ki: “Eğer hakikat-i İslâmiyet’te şüphe etsen bedihiyat ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah edersin. Çünkü en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyet’tir.”

İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış.

İkinci Misal: Avrupa’nın asr-ı âhirde en meşhur bir feylesofu Prens Bismark diyor ki:

“Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen beşerin saadeti için aradığım hakiki hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in aleyhissalâtü vesselâm Kur’an’ını umum kütüblerin fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in aleyhissalâtü vesselâm sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını inkâr etmiş olurlar. Yani Kur’an Allah kelâmı olduğu bedihîdir.”

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki:

Avrupa ve Amerika, İslâmiyet’le hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.

Ey Cami-i Emevî’deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm camiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddimeler netice vermiyor mu ki istikbalin kıtalarında hakiki ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyet’tir ve İslâmiyet’e inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakiki dinidir ki Kur’an’a tabi olur, ittifak eder.

İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyet’in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı ispat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâm’ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizaç edip yerleşmiş (Hâşiye[3]).

Birincisi: Bütün kemalâtın üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri bir tek nefis hükmüne getirebilen ve hakiki bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyet’tir.

İkinci Kuvvet: Medeniyet ve sanatın hakiki üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedit bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvi hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer’iyenin esasları olan, müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.

Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki i’lâ-yı kelimetullahı ilan ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye’nin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâm’ın şahs-ı manevîsi o kat’î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def’etmek, silah ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silah, kılınç yerine hakiki medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.

Biliniz ki:

Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demir yolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup yeise düşüyorsunuz ve âlem-i İslâm’ın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz.

Madem meylü’l-istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev-i beşerin eski hatîatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah…

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir.

Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşi ile sulh-u umumî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.

Dersin başında, bir buçuk bürhanı davamıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi bir bürhan mücmelen bitti. O davanın yarı bürhanı da şudur ki:

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki: Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni’-i Zülcelal’in hakiki maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nevi ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor. Mesela, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni; nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni’-i Zülcelal’in o nevideki nizamında mu’cizat-ı kudretini ve hikmetini ve اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ hakikatini gösteriyor.

Hem istikra-i tamme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki:

Şer, kubuh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksud değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani mesela, çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz’î şerler, çirkinlikler; küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş.

İşte kâinatta hakiki maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tamme ile ispat ediyor ki hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakiki maksud onlardır. Elbette beşer bu kadar zulmî küfriyatlarıyla zemin yüzünü mülevves ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikiye mazhar olmadan, dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak. Belki cehennem hapsine girecek.

Hem istikra-i tamme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki mahlukat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip sanat-ı İlahiyeyi ve muntazam hikmetli icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’al-i İlahiyeyi anlamak için ve sanat-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas, kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Hâlık-ı Zülcelal’in küllî, muhit ef’al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahluku beşer olduğunu ispat ediyor.

Hem İslâmiyet’in kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem beşer içinde en eşref ve en a’lâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet hem istikra-i tamme ile tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’an hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

Madem bu yarı bürhanın üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki nev-i beşer şakavetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh edip bu istikra-i tammeyi kırıp meşiet-i İlahiyeye ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye karşı temerrüd edip şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi o zalimane vahşetinde ve mütemerridane küfründe ve dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisanım olsa o hadsiz lisanlarla kasem ederim ki âlemi bu nizam-ı ekmel ile bu kâinatı zerreden seyyarata kadar, sinek kanadından semavat kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halk eden Hakîm-i Zülcelal’e ve Sâni’-i Zülcemal’e o hadsiz lisanlarla kasem ediyoruz ki beşer; hiçbir cihetle bütün enva-ı kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair taifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine binler senede sebep olan o zakkumları yiyip hazmetmesi mümkün değil.

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal ile olabilir ki beşer bu âleme emanet-i kübra mertebesinde ve halife-i rûy-i zemin makamında sair enva-ı kâinata büyük ve mükerrem bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en perişan, en muzır ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, hiçbir cihetle kabul olunamaz.

Bu hakikat için elbette bu yarım bürhanımız netice veriyor ki âhirette cennet ve cehennemin zarurî vücudları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe edecektir. Tâ ki nev-i beşerde dahi sair neviler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak olacak. Tâ beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsavi olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi takarrur etti, denilebilsin.

Elhasıl: Madem mezkûr kat’î hakikatlerle bu kâinatta en müntehab netice ve Hâlık’ın nazarında en ehemmiyetli mahluk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı bâkiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe beşerdeki şimdiye kadar zalimane vaziyetler cehennemin vücudunu ve fıtratındaki küllî istidadat-ı kemaliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, cenneti bedahetle istilzam ettiği gibi; her halde iki harb-i umumî ile ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum şerlerini hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını zîr ü zeber etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek.

Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeye ve sulh-u umumîyi temin etmeye vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümit ediyoruz ve bekliyoruz.

İKİNCİ KELİME ki müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:

Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş.

İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi Garpta bir iki milyonluk küçük bir devlet, Şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.

Hem o yeistir ki yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş.

Hem o yeistir ki kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istila ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, meyusiyetle kırıldığı için zalim ecnebiler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslüman’ı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip “Neme lâzım!” der “Herkes benim gibi berbattır.” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o kātilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.

لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ hadîsinin hakikatiyle belini kıracağız inşâallah.

Yeis; ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى hakikatine muhaliftir. Korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Araplar yeisi bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME ki bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki:

Sıdk, İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır ve ulvi seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.

Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var, şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nâr ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Hâşiye[4])

Bu sıdk ve kizb, küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı saadette sıdk vasıtasıyla Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın a’lâ-yı illiyyîne çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-i imaniye ve hakaik-i kâinat hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir meta hükmüne geçmiş.

Ve kizb vasıtasıyla Müseylime-i Kezzab’ın emsali, esfel-i safilîne sukut etmiş. Ve kizb o zamanda küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılab-ı azîm gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena en pis bir mal olup o malı satın almak değil; herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılab-ı azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında bulunan sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzab’a kendilerini benzetemezler. Belki bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymettar meta ve hakikatlerin anahtarı Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın a’lâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadîsçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan “Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamber’den aleyhissalâtü vesselâm rivayet ettikleri hadîsler, bütün sahihtir.” diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadîsin ittifakına kat’î hüccet, bu mezkûr hakikattir.

İşte asr-ı saadetteki inkılab-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazen yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki sahabelere kimse yetişemez. Yirmi Yedinci Söz’ün zeyli olan sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz.

Ey bu Cami-i Emevî’deki kardeşlerim! Ve kırk elli sene sonra âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dört yüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. “Urvetü’l-vüska” sıdktır. Yani en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.

Amma maslahat için kizb ise zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim “muvakkat” fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar sû-i istimal edilmiş ki yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez.

Mesela, seferde namazı kasretmenin sebebi, meşakkattir. Fakat illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Sû-i istimale düşebilir. Belki illet, yalnız sefer olabilir.

Aynen öyle de maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok, sû-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ Yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû-i istimali ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılablar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.

Evet, her söylediğin doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazen zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû-i tesir eder; hak, haksızlıkta sarf olur.

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.

Bu hakikat Risale-i Nur’un “Yirmi İkinci Mektup”unda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise düşmanlarımızın seyyiatı –tecavüz olmamak şartıyla– adâvetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir onlara.

Bazen insanın gururu ve nefis-perestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adâvetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Madem muhabbet adâvete zıttır. Ziya ve zulmet gibi hakiki içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise o, hakikatiyle kalpte bulunacak; onun zıddı hakikatiyle olmayacak. Mesela, muhabbet, hakikatiyle bulunsa o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adâvet hakikatiyle kalpte bulunsa o vakit muhabbet; mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı olabilir.

Evet muhabbetin sebepleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nurani, kuvvetli zincirler ve manevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususi sebeplerdir. Öyle ise bir Müslüman’a hakiki adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek; İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki ağlamak ister, bir şey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbin bir adama benzer ki sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, sirayet eder, yüz olur. Bir tek hasene bazen bir kalmıyor. Belki bazen binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakiki milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakiki iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya her bir fert o cinayeti işlemiş gibi o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki bu zamanda, hususan kırk elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk elli sene sonra çok misalleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevî’deki kardeşler ve kırk elli sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvan-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz fakat menfaat vermeye iktidarımız yok, onun için mazuruz.” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım!” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi bu zamanda hasene –yani İslâmiyet’in kudsiyetine temas eden iyilik– yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen fayda verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için “Neme lâzım!” deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!..

Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürt gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.

Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvidir.

Hususan kırk elli sene sonra Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvi bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşâallah nesl-i âti görecek.

Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki ben, bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün siyasatın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki İslâmiyet’i kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâm’ın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebilerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiyat verdiler.

Aynen öyle de yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.

Mesela, bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.”

İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır.

Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir.

Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “Nefsî! Nefsî!” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle –menfaat-i şahsiyesini düşünmekle– bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسُهُ فَلَيْسَ مِنَ الْاِنْسَانِ لِاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ

Yani kimin himmeti yalnız nefsi ise o, insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenidir. Ebna-yı cinsini mülahazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Mesela, bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından ebna-yı cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyet-perverdir. Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cani bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese hakiki özrü olsa o müstesna.

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ âyet-i kerîmesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki nev-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi en büyük kıta olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya Kıtası’nın ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıtalar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki üç yüz belki dört yüz milyon İslâm’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki o hürriyet-i şer’iye, âdab-ı şer’iye ile süslenip Garp medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.

İmandan gelen hürriyet-i şer’iye, iki esası emreder:

اَنْ لَا يُذَلِّلَ وَ لَا يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لَا يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ

لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ ۞ نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani iman bunu iktiza ediyor ki tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek. Allah’a hakiki abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi –Allah’tan başka– kendinize Rab yapmayınız! Yani Allah’ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer’iye; Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır.

فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلَا عَاشَ الْيَاْسُ فَلْتَدُمِ الْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورٰى

وَالْمَلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûra kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tabi olanlara olsun. Selâm ve selâmet hüdaya tabi olanlar üstüne olsun, âmin!

Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin hususan Asya’nın hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

Elcevap: Nur’un Yirmi Birinci Lem’a-i İhlas’ında izah edildiği gibi haklı şûra; ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden üç elif, yüz on bir olduğu gibi ihlas ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakiki ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.

Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûra-yı şer’î ile yaşayabilir. O düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.

***

Arabî Hutbe-i Şamiye’nin Zeyli’nin Kısa Bir Tercümesi

Hutbe-i Şamiye’nin Arabî Zeyli’nde, gayet latîf bir temsil ile imandan gelen manevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu meselemiz münasebetiyle bir hülâsasını beyan ediyoruz:

Hürriyet’in başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu.

Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?”

O zaman dedim: Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman hamiyet-i diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menafi-i şahsiyesini millete feda edene has kalır. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kalesi olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı saadet ve tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’îsidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kaledir.” dediğim vakit o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikati der:

Bakınız bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği halde o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.”

Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar? O hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak haletini veren, o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan cahilane itikadsızlıklarıdır.

Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rûy-i zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim!” deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hâdisatlara karşı da hattâ mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı, imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlahiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o masum çocuk gibi fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milliyetidir.

O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle ispat ettiği bir hakikati ki bu risalenin mukaddimesinde bir iki misali söylenmiş. Mesele şudur ki:

Küfür ve dalalet, bütün kâinatı ehl-i dalalete binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut tâ kalpteki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi’ mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle küfür ve dalalet bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini; yalnız iptal-i his nevinden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte iman ve küfrün muvazenesi âhirette cennet ve cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir manevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür dünyada dahi bir manevî cehennem ve hakiki saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini, kat’î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halk ettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız.

Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazireleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte kâinat içinde maddî ve manevî bütün bu silsileler; imansız ehl-i dalalete hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i maneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki o hadsiz silsileleri, maddî ve manevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni’-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemalât-ı sanata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i maneviyeyi tamamıyla eline verip saadet-i ebediyenin bir numunesini iman gösteriyor.

İşte ehl-i dalaletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir teselli veremez, kuvve-i maneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i maneviyesi kırılmak belki o temsildeki masum çocuk gibi fevkalâde bir kuvvet-i maneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni’-i Hakîm’in hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. “Sâni’-i Hakîm’in emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler.” deyip anlar. Kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur.

Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği –vicdanında– bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi onun cesareti ve kuvve-i maneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hâdisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer.

İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalaletin de bu dehşetli şakavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i maneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i maneviyeyi ve teselliyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp Garplılaşmak unvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i maneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalalet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu; pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak beşer, hissedecek; dünyanın ömrü kalmışsa Kur’an’ın hakaikine yapışacak.

***

İşte sâbık temsil gibi eski zamanda, Hürriyet’in başında bazı dindar mebuslar, Eski Said’e dediler:

Sen her cihette siyaseti dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet, şeriatsız olamaz. Bunun için seni de “Şeriat isteriz!” diyenlerin içine 31 Mart’ta dâhil ettiler.

Eski Said onlara demiş ki:

Evet, millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikati ispat edecek binler hüccetten bir küçük numune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:

Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafir, hane sahibine dedi: “Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?”

Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.”

Misafir dedi: “Biz, paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”

Hane sahibi demiş: “Biz emr-i İlahî namına ve adalet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”

Misafir dedi: “Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.”

Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşıma girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”

Misafir taaccüb etti, dedi ki: “Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.”

Hane sahibi dedi: Siz büyük bir hakikatten ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatin sırrı budur:

Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hâssası ile kalbin kulağı ile kelâm-ı ezelîden gelen ve “hırsız elinin idamına” hükmeden اَلسَّارِقُ وَ السَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا اَيْدِيَهُمَا âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir. Gitgide o meyelan bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil belki manevî kuvveleri –akıl, kalp ve vicdan– birden o hisse, o hevese hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvi zecir ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

Evet iman kalpte, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça “Yasaktır!” der, tard eder kaçırır.

Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlup etmez.

Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh hem akıl hem vicdan hem insaniyetin mahiyetindeki latîfeleri müteessir ve alâkadar olurlar.

İşte bu mana içindir ki elli senede bir ceza, sizin her gün müteaddid hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz’î bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan –hususan ihtiyacı da varsa– kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek hakiki adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

İşte bu cüz’î sirkat meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir…

(Hikâyenin hülâsası bitti.)

***

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak; anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silah edecekler diye kalbe ihtar edildi.

İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar mebuslara Eski Said söylemiş. Ve iki defa tabedilen Arabî Hutbe-i Şamiye’nin Zeyli’nde kırk beş sene evvel yazılmış. (Hâşiye[5])

Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi olmasından bera-yı malûmat hakiki dindar mebusların nazarına medar-ı ibret için gösteriyoruz.

Said Nursî

***

HUTBE-İ ŞAMİYE’NİN ZEYLİNİN ZEYLİ

(Kırk iki (*[6]) sene evvel dinî ceridelerde neşredilen Said’in makalesidir.)

Yaşasın Şeriat-ı Garra

29 Şubat 324

Dinî ceride: 73

Mart 1909

Ey mebusan!

Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz zira itnabında îcaz var. Şöyle ki:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet, bu unvan ile beraber asıl mâlik-i hakiki ve sahib-i unvan-ı muhteşem (1)

ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın (2)

ve nokta-i istinadımızı temin eden (3)

ve meşrutiyeti bir esas-ı metine istinad ettiren (4)

ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran (5)

ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6)

ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7)

ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8)

ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9)

ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10)

ve sizi muaheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11)

ve maksat ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden (12)

ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13)

ve çürük mesavî-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15)

ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide –sırr-ı i’caza binaen– bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16)

ve Arap ve Turan ve İran ve Samileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17)

ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18)

ve kanun-u esasînin ruhunu ve On Birinci Madde’yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19)

ve Avrupa’nın eski zann-ı fâsidlerini tekzip eden (20)

Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21)

ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe karşı set çeken (22)

ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranisi ile ortadan kaldıran (23)

ve umum ulema ve vaizleri ittihat ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden (24)

ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade telif ve rabteden (25)

ve en cebîn ve âmî adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakiki-i terakki ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden (26)

ve hēdim-i medeniyet (*[7]) olan sefahet ve israfat ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden (27)

ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa’ye neşat veren (28)

ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten (29)

ve her birinizi ey mebuslar elli bin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden (30)

ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren (31)

ve hüsn-ü niyete binaen a’malinizi ibadet gibi ettiren (32)

ve üç yüz milyon Müslüman’ın hayat-ı maneviyesine sû-i kasd ve cinayetten sizi tahlis eden (33)

ol şeriat-ı garra unvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi şey kaybedeceksiniz? Vesselâm.

Yaşasın şeriat-ı garra!..

Said Nursî

***

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (asm)

5 Mart 1325

Dinî Ceride No: 77

18 Mart 1909

Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyet’e istinad iledir. O hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni’-i âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm ile tahalluk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniye’den zuhuru, kader-i İlahînin bir işaret ve remzidir ki bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatimizin meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyne’l-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm ile tahalluk ve sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i kātıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize her bir mü’min manen müntesiptir. Sureten intisap ise sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulema ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.

Said Nursî

***

İhtar-ı Mahsus

Gazeteci denilen huteba-i umumî, iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür.

Birincisi: Vilayatı, İstanbul’a kıyas ederek… Halbuki elifbayı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî olur.

İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Halbuki bir erkek, kadının kametinden istihsan ettiği libası giyinse maskara ve rezil olur.

Said Nursî

***

Hakikat

26 Şubat 1324

Dinî Ceride: 70

Mart 1909

Biz Kalû Belâ’dan Cemiyet-i Muhammedî’de (aleyhissalâtü vesselâm) dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i kātıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki (Hâşiye[8]) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتٖينُ  hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hüküm-ferma olacaktır.

İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis, mani-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdadın yadigârıdır.

Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddimatı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursî

***

Sadâ-yı Hakikat

27 Mart 1909

Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi îma eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bâhusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir testide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini de imandır. Encümen ve cemiyetleri, mesacid ve medaris ve zevayadır. Müntesibîni umum mü’minlerdir. Nizamnamesi sünen-i Ahmediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). Kanunu, evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Bu ittihat, âdetten değil, ibadettir.

İhfa ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib ve muhit ve merakiz ve meâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumeti ise cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslâmiyet’i mahbub ve ulvi göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dâhil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar.

İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan ittihad-ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

جُمْلَه شٖيرَانِ جِهَانْ بَسْتَۀِ اٖينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ حٖيلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ اٖينْ سِلْسِلَه رَا

Said Nursî

***

Neşrettiğim fihriste-i makasıddan terk ettiğim bir fıkradır. Şöyle ki:

Zahiren hariçten cereyan eden maarif-i cedidenin bir mecrası da bir kısım ehl-i medrese olmalı. Tâ gıll ü gıştan tasaffi etsin.

Zira bulanıklığıyla başka mecradan taaffün ile gelmiş ve atalet bataklığından neş’et ve istibdat sümumu ile teneffüs eden, zulüm tazyiki ile ezilen efkâra bu müteaffin su, bazı aksü’l-amel yaptığından, misfat-ı şeriat ile süzdürmek zarurîdir. Bu da ehl-i medresenin dûş-u himmetine muhavveldir.

وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Said Nursî

***

Reddü’l-Evham

31 Mart 1909

İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fâsideyi reddedeceğim.

Birinci Vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor.

Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.

لَا خَيْرَ فِى الدُّنْيَا بِلَا دٖينٍ

Sâniyen: Mademki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tavaif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük…

İkinci Vehim: Bu unvan tahsisiyle, müntesip olmayanları vehim ve telaşa düşürüyor?

Elcevap: Evvel de söylemiştim. Ya mütalaa olunmamış veya sû-i tefehhüme uğramış olduğundan tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:

İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bi’l-kuvve veya bilfiil sabit olan ittihat muraddır. Yoksa İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da sudur. Bu unvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikisi şöyledir:

Esas temeli, şarktan garba cenuptan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlahî; peyman ve yemini iman; nizamnamesi, sünnet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm); kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer’iye; kulüp ve encümenleri, umum medaris, mesacid ve zevaya; o cemaatin ile’l-ebed ve muhalled nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit nâşir-i efkârı başta Kur’an ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlem’dir (aleyhissalâtü vesselâm).

Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet vesaire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad tarîkiyle siyasete taalluk edecektir. Kılınçları, berahin-i kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemic olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşv ü nema vermektir.

Beşinci Vehim: Ecnebilerin bundan tevahhuş etmek ihtimali var?

Elcevap: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassuplarında İslâmiyet’in ulviyetine dair konferanslarla (Hâşiye[9]) takdis etmeleri bu ihtimali reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mani olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan sû-i ahlâk ve harekettir ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.

Amma ecnebilerin vahşi oldukları kurûn-u vustâda; İslâmiyet, vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde, adalet ve itidalini muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebiler medeni ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyet’i, mahbub ve ulvi olduğunu, evamirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.

Altıncı Vehim: Bazıları “Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksat eden ittihad-ı İslâm, hürriyeti tahdid eder ve levazım-ı medeniyeye münafîdir.” diyorlar.

Elcevap: Asıl mü’min, hakkıyla hürdür. Sâni’-i âlem’e abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek ne kadar imana kuvvet verilse hürriyet de o kadar kuvvet bulur.

Amma hürriyet-i mutlak ise vahşet-i mutlakadır belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.

Sâlisen: Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.

Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebiye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır –istihsan ettiği– libası erkek giyse maskara olur.

Yedinci Vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakku’l-asâdır. Rekabet ve münaferatı intac eder.

Elcevap: Evvela umûr-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.

Sâniyen: Muhabbet-i din sâikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihat ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak. Birinde hata bulunsa müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.

Sâlisen: İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikate “Püf, üf!” eden, divaneliğini ilan eder.

Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatler maksatta ittihat etmelidirler. Mesalikte ve meşreplerde ittihat mümkün olmadığı gibi caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün.” sözünü de söylettirir.

Sekizinci Vehim: Ehl-i ittihad-ı İslâm olan buradaki cemaate, manen gibi sureten de intisap edenlerin ekserisi avam, bir kısmı da meçhulü’l-hal olduğundan fitne ve ihtilafı îma ediyor.

Elcevap: Belki ağraza adem-i müsaadesine binaendir. Hem de madem maksadı, ittihat ve i’lâ-yı kelimetullahtır. Teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet camiinde şah ve geda birdir. Müsavat hakiki düsturdur. İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakidir. Ve en müttaki, en mütevazidir.

Binaenaleyh manen asıl hakikat-i ittihada intisap ile beraber sureten onun numunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisap ile teşerrüf edecek, yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, bahr-i ummanı tezyid edemez. Hem de bir günah-ı kebire ile imandan çıkmadığı gibi şems garptan tulû etmediğinden tövbenin kapısı da açıktır. Bir testi müteneccis su, bir denizi tencis etmediği gibi kendi de temizlendiğinden şimdi bu numune-i ittihada intisap eden adama şartımız olan sünnet-i Nebeviyeyi (aleyhissalâtü vesselâm) ihya ve evamirine imtisal ve nevahiden içtinab ve asayişe ilişmemek –elinden gelse– azm-i kat’î ile dâhil olan bazı meçhulü’l-hal olanlar bu hakikat-i âliyeyi lekedar etmez. Zira kendi lekedar olsa da imanı mukaddestir. Rabıta da imandır. Bu unvan-ı mukaddese böyle bahane ile leke sürmek; İslâmiyet’in kıymet ve ulviyetini bilmemekle beraber, kendini ahmaku’n-nâs ilan etmektir.

Numune-i ittihat olan cemaatimize –sair cem’iyat-ı dünyeviyeye kıyasen– leke sürmeyi, ta’riz etmeyi cemi’ kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarîkiyle bir itirazları olursa cevaba hazırız. İşte meydan!

Benim dâhil olduğum cemaat, burada tafsil ettiğim ittihad-ı İslâm’dır. Yoksa muterizlerin bâtıl tevehhüm ettikleri cemiyet-i mütehayyile değildir. Bu dinî heyet efradı, şarkta olsa garpta olsa cenupta olsa şimalde olsa beraberiz.

Sual: Sen imzanı bazen Bedîüzzaman yazıyorsun. Lakap medhi îma eder?

Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu unvan ile ibraz ediyorum. Zira bedî’, garib demektir. Benim ahlâkım suretim gibi üslub-u beyanım elbisem gibi garibdir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslup ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu unvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım bedî’, acib demektir.

اِلَىَّ لَعَمْرٖى قَصْدُ كُلِّ عَجٖيبَةٍ ۞ كَاَنّٖى عَجٖيبٌ فٖى عُيُونِ الْعَجَائِبِ mâsadak oldum. Bir misali budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılabatını gördüm. وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Cemi’ mü’minlerin lisanıyla insanların adedi kadar deriz: Yaşasın şeriat-ı Ahmedî! (aleyhissalâtü vesselâm).

Bedîüzzaman Said Nursî

***

Biraderim Başmuharrir Bey’e!

Edibler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılab-ı şer’iye gösterdi ki vicdanlarda hüküm-ferma, nure’n-nur olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur.

Said Nursî

***

HUTBE-İ ŞAMİYE’NİN BİRİNCİ ZEYLİNİN ZEYLİNDEN SON PARÇADIR

(31 Mart Hâdisesi’nde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki dinî ceridelerde 1325’te neşredilmiştir. Miladî: 1909)

Kahraman Askerlerimize

Ey şanlı asakir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyet’i iki defa büyük vartadan tahlis eden muhteşem kahramanlar!

Cemal ve kemaliniz, intizam ve inzibattır. Bunu da hakkıyla en müşevveş bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın namusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir.

Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, müşfik pederlerinizdir. Kur’an ve hadîs ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki: Haklı âmire itaat farzdır.

Malûmunuzdur ki otuz üç milyon nüfus yüz sene zarfında böyle iki inkılabı yapamadı. Sizin o itaatten neş’et eden hakiki kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi medyun-u şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize itaatledir. İslâmiyet’in namusu da o itaattedir. Biliyorum ki müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zabitlerinizin âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garra böyle emrediyor. Zira zabitler ulü’l-emrdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ulü’l-emre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.

Said Nursî

***

Asakire Hitap

(Dinî Ceride Numara: 110

30 Nisan 1909)

Ey asakir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlem’in (aleyhissalâtü vesselâm) fermanını size tebliğ ediyorum ki şeriat dairesinde ulü’l-emre itaat farzdır. Ulü’l-emriniz ve üstadlarınız zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika herc ü merc olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve maden-i istimdadıdır.

Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz hârikulâde olduğundan ve şeriat-ı garranın iki mu’cize-i garrasını izhar ettiğinizden zayıfü’l-akide olanlara, hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki bürhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılabın pahasına binler şehit verse idik ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüzü feda olunsa bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi mevti intac eder.

Tarih-i âlem serâpa şehadet ediyor ki asker neferatının siyasete müdahaleleri, devletçe ve milletçe müthiş zararları intac etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz, böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men’edecektir. Siyaseti düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ulü’l-emrlerinizdir.

Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def’ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt caiz değildir. Ef’al-i hususiye-i nâmeşrua, sanattaki maharet ve hazakate münafî değildir ve sanatı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mahirin nâmeşru harekâtı için onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik fenn-i harpte tecrübeli ve o sanatta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşru harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp, mühim bir sanattır.

Hem de sizin kıyamınız; şeriat-ı garra, –yed-i beyza-i Musa gibi– sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılabda ilaç gibi idi ki fazla olsa zehire münkalib olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin terakkiler için Avrupa’nın istibdad-ı manevîsi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garra!.. Yaşasın askerler!..

Said Nursî

***

Cemiyetlere İhtar-ı Mühim

Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından fırkalarda husumet, taassup ve taraftarlık intac eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsait bir zemin olur. Binaenaleyh bizdeki fırkaların şimdiki hal ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevverü’l-fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.

Bedîüzzaman Said Nursî

***

Hakikat Çekirdekleri

Otuz beş sene evvel tabedilen “Hakikat Çekirdekleri” namındaki risaleden vecizelerdir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

1- Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur’an’dır.

2- Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı tâli’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâm’dır.

3- Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır.

4- Haşirde bütün zevi’l-ervahın ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zatiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda meratib olamaz, her şey ona nisbeten birdir.

5- Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.

6- Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.

7- Kâinatın telifinde öyle bir i’caz var ki bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ diyeceklerdir.

8- Esbaba tesir-i hakiki verilmemiş, vahdet ve celal öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zahirde dest-i kudret, mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin.

9- Mahall-i taalluk-u kudret olan her şeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir.

10- Âlem-i şehadet, avâlimü’l-guyub üstünde tenteneli bir perdedir.

11- Bir noktayı tam yerinde icad etmek için bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bâhusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.

12- Meşhurdur ki: Hilâl-i iyd’e bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zat yemin ederek “Hilâli gördüm.” dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede? Kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede? Fâil-i teşkil-i enva nerede?

13- Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ (طابع) değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.

14- Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir.

15- Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der: “Ben sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.

16- Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı kamer, bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olduğu gibi mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i kübra-yı Ahmediyedir ki nübüvvetinin velayeti bu keramet-i bâhire ile ispat edilmiştir. Ve o parlak zat, berk ve kamer gibi melekûtta şule-feşan olmuştur.

17- Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahittir. Birincisi, ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi, birincisine bürhan-ı innîdir.

18- Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevk eder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder.

19- Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş; kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu.

20- Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır.

21- Nasraniyet, ya intıfa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyet’in esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.

İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

22- Cumhur-u avamı, bürhandan ziyade, me’hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder.

23- Şeriatın yüzde doksanı –zaruriyat ve müsellemat-ı diniye– birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez.

Kitaplar ve içtihadlar Kur’an’a dürbün olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı!

24- Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez.

25- Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid’attır, reddedilir.

26- İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

27- Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü ediyor. Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib istinsah ediyor. İn’ikas, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuraninin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da gayrı da değildir.

28- Şems, hareket-i mihveriyesiyle silkinse meyveleri düşmez; silkinmezse yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.

29- Nur-u fikir, ziya-yı kalp ile ışıklanıp mezcolmazsa zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzii (Hâşiye[10]) leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi fikret-i beyzada süveyda-i kalp bulunmazsa basîretsizdir.

30- İlimde iz’an-ı kalp olmazsa cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.

31- Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.

32- Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.

33- Bir şeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüzünün ademiyle olduğundan zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor, müsbet yerine menfîce hareket ediyor.

34- Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.

35- Zulüm, başına adalet külahını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.

36- Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır.

37- Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.

38- Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.

39- Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avamın fakrı sebeb-i merhamet ve ihsan iken esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

40- Bir şeyde mehasin ve şeref hasıl oldukça havassa peşkeş ederler, seyyiat olsa avama taksim ederler.

41- Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.

42- Bütün ihtilalat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki kelimedir:

Birinci Kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!”

İkinci Kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.”

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki o da vücub-u zekâttır.

İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır.

Adalet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya “Yasaktır, girmeye hakkın yoktur!” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişini yemeden dinlemeli!

43- Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez.

44- Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adâvetidir.

45- Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maâsiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebir ve İtizal, burada barışırlar.

46- Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez’a iltica etmemek gerektir.

47- Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir.

48- Öyle zaman olur ki bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. (Hâşiye[11]) Öyle şerait tahtında olur ki küçük bir hareket, insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır ve öyle hal olur ki küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.

49- Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalata müreccahtır.

لَا يَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلُ كُلِّ صِدْقٍ

Her sözün doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.

50- Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

51- İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir.

52- Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini, yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi; âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını hârikulâde tacil etti.

53- Hristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

54- Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır.

55- Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.

56- Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder; hurafata kapı açar.

57- İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.

58- Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana mal eder.

59- Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.

60- İhya-yı din, ihya-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır.

61- Nev-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâekall ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:

1- Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni tecavüzdür.

2- Hedef-i kasdı menfaattir. O ise şe’ni tezahümdür.

3- Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni tenazudur.

4- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni müthiş tesadümdür.

5- Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmindir. O heva ise insanın mesh-i manevîsine sebeptir.

Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır ki şe’ni, adalet ve tevazündür.

Hedefi de menfaat yerine fazilettir ki şe’ni, muhabbet ve tecazübdür.

Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki şe’ni, samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı, yalnız tedafüdür.

Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki şe’ni, ittihat ve tesanüddür.

Heva yerine hüdadır ki şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun.

62- Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder. Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir.

63- Şehit kendini hay bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.

64- Adalet-i mahza-i Kur’aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki ihtirasına mani her şeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

65- Havf ve zaaf, tesirat-ı hariciyeyi teşci eder.

66- Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.

67- Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.

68- Deli adama “İyisin! İyisin!” denilse iyileşmesi, iyi adama “Fenasın! Fenasın!” denilse fenalaşması nadir değildir.

69- Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

70- İnadın işi, şeytan birisine yardım etse “Melektir.” der, rahmet okur; muhalifinde melek görse “Libasını değiştirmiş şeytandır.” der, lanet eder.

71- Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse dert getirir.

72- اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتٖى فٖيهَا التَّسَانُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرٖيكِ السَّكَنَاتِ وَالْجَمَاعَةُ الَّتٖى فٖيهَا التَّحَاسُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكٖينِ الْحَرَكَاتِ

73- Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem’ ve zam, kesir darbı gibi küçültür. (Hâşiye[12])

74- Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.

75- İmanî meselelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.

76- Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.

77- Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan bazen hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak” demeli “Hüve’l-hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli “Hüve’l-hasen” dememeli.

78- Cennet olmazsa cehennem tazip etmez.

79- Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor. Nur, nâr göründüğü gibi; bazen şiddet-i belâgat dahi mübalağa görünür.

80- Hararetteki meratib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Kudret-i ezeliye zatiyedir, lâzımedir, zaruriyedir; acz tahallül edemez, meratib olamaz, her şey ona nisbeten müsavidir.

81- Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.

82- Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.

83- İnsanlarda veli, cumada dakika-i icabe, ramazanda Leyle-i Kadir, esma-i hüsnada ism-i a’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.

84- Dünyada masiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir.

85- Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık; gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm vesaire suretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.

86- Âkilü’l-lahm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir hem rûy-i zemini temizliyorlar hem rızıklarını buluyorlar.

87- Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.

88- Lezaiz çağırdıkça sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan “Sanki Yedim” namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.

89- Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.

90- Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş lezaiz, “Âh vâh!” dedirtir. “Âh!” müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm “Oh!” dedirtir. O “Oh!” muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

91- Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.

92- Derece-i hararet gibi her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflense şişer, merak edilse ikileşir; kalpteki misali, hayali, hakikate inkılab eder; o da kalbi döver.

93- Her adam için heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün.

İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.

94- Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur; kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur. Bir ulü’l-emrin makamındaki ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir. Hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti tevazudur.

Fert mütekellim-i vahde olsa müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez.

95- Tertib-i mukaddimatta “tefviz” tembelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattir, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.

96- Evamir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur.

Mesela, sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa’yin sevabı servettir, sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.

97- Temasül tezadın sebebidir. Tenasüp tesanüdün esasıdır. Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir. Merak ilmin hocasıdır.

98- Kudret-i Fâtıra, ihtiyaç ile hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan bütün hayvanatı gemlendirip nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halâs edip hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.

99- Sıkıntı, sefahetin muallimidir. Yeis, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalp, ruh sıkıntısının menbaıdır.

100- اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ بِالتَّهَوُّسِ تَرَجَّلَ النِّسَاءُ بِالتَّوَقُّحِ

Bir meclis-i ihvana güzel bir karı girdikçe riya, rekabet, hased damarı intibah eder. Demek inkişaf-ı nisvandan, medeni beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.

101- Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir.

102- Memnû heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir ya bir heves-i mütecessim veya bir riya-yı mütecessiddir.

103- İslâmiyet’in müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dâhiline girmiş zatta; meylü’t-tevsi, meylü’t-tekemmüldür. Lâkaytlık ile haricde sayılan zatta meylü’t-tevsi, meylü’t-tahriptir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır.

Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir.

104- Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.

105- Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse yıldızları zerrat ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.

106- Şeriat ikidir:

Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.

İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki bazen yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melaike bir ümmet-i azîmedir ki sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.

107- اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَبٖينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ الْاِنْسَانِ تَرٰى سِرًّا عَجٖيبًا اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ يٰسٓ كُتِبَ فٖيهَا سُورَةُ يٰسٓ

108- Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kabiliyeti tevessü ettikçe o taun da tevessü eder.

109- En bedbaht en muzdarip en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira atalet, ademin biraderzadesidir; sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.

110- Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef’i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm’a zarar-ı mutlaktır, mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise hürmetsiz ve ismetsizdir.

111- Cumada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvi ihtar eder. Hadîs ile âyet muvazene edilse görünür ki beşerin en beliği dahi âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.

Said Nursî

***

Hutbe-i Şamiye’nin İkinci Zeyli’nin İkinci Kısmı
Sure-i İhlas’ın Bir Remzi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْسَلٖينَ

قُلْ هُوَ ıtlak ile tayini, tevhid-i şuhuda işarettir.

اَىْ: لَا مَشْهُودَ بِنَظَرِ الْحَقٖيقَةِ اِلَّا هُوَ

اَللّٰهُ اَحَدٌ tevhid-i uluhiyete tasrihtir.

اَىْ: لَا مَعْبُودَ اِلَّا هُوَ

اَللّٰهُ الصَّمَدُ tevhid-i rububiyete remizdir.

اَىْ: لَا خَالِقَ وَلَا رَبَّ اِلَّا هُوَ

Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.

اَىْ: لَا قَيُّومَ وَلَا غَنِىَّ عَلَى الْاِطْلَاقِ اِلَّا هُوَ

لَمْ يَلِدْ tevhid-i celale telmihtir. Şirkin envaını reddeder. Yani tagayyür veya tecezzi veya tenasül eden, ilah olamaz. Ukûl-ü aşere veya melaike veya İsa veya Üzeyr’in velediyetini dava eden şirkleri reddeder.

وَلَمْ يُولَدْ ispat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbab-perest, nücum-perest, sanem-perest, tabiat-perestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl veya bir maddeden mütevellid olan ilah olamaz.

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ câmi’ bir tevhiddir. Yani zatında, sıfatında, ef’alinde naziri, şeriki, şebihi yoktur.

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ وَ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ

Şu sure, bütün enva-ı şirki reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Her biri ötekinin hem neticesi hem bürhanıdır.

Muvahhid-i ekber ve tevhidin bürhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân ve azası belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük bürhanın sadâ-yı bülendine iştirak ederek hep birden لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diye mevlevîvari zikrediyorlar.

Tevhidin bürhan-ı nâtıkı olan Kur’an’ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki kalbinde derinden derine gayet ulvi, nihayet derecede ciddi, gayet samimi, nihayet derecede munis ve mukni ve bürhan ile mücehhez bir sadâ-yı semavî işiteceksin ki: اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ zikrini tekrar ediyor.

Evet, şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde sikke-i i’caz, içinde nur-u hidayet, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak; solunda vicdanı istişhad; önünde hayır, hedefinde saadet-i dâreyn, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var, girebilsin!

***

Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latîfe-i Rabbaniye, her birinin bir gayatü’l-gayatı var:

İradenin ibadetullahtır.

Zihnin marifetullahtır.

Hissin muhabbetullahtır.

Latîfenin müşahedetullahtır.

Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye hem tehzib hem bu gayatü’l-gayata sevk eder.

***

Eğer icaddaki vasıta hakiki olsaydı ve hakiki tesir verilseydi hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi hem de bizzarure eserde itkan-ı kemal-i sanat muhtelif olacaktı. Halbuki en âdiden en âlîye, en küçükten en büyüğe itkan; derece-i kemalde, mahiyetin kameti nisbetindedir. Demek Müessir-i Hakiki’den bazı karib, bazı baîd, kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile kısmen vesait ile değildir. İnsanın ihtiyarî eserindeki adem-i kemal; cebri nefiy, ihtiyarı ispat eder.

Cây-ı dikkattir ki: Cüz’î bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i sanatı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve (cilnar) gülnardan intizamca geridir. Demek, kâinattaki cazibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa cüz-i lâyetecezzadaki küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.

İslâmiyet der: لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ Hem vesait ve esbabı, müessir-i hakiki olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve –güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lambanın nuru gibi– birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz. (Hâşiye[13])

Bu sırdandır ki bizde sülûk tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fena fillah makamını görür. Gayr-ı mütenahî makamatta sülûka başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle, gururuyla söner. Hakiki Hristiyanlık değil belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyan’da, ene levazımatıyla kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, makam sahibi bir adam, Hristiyan olsa mütesallib olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt olur.

***

Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedit ve mütenevvi lezzet, tagayyür-ü âlemin mâyesi ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek ayn-ı lezzettir. Faaliyet istihaleyi tazammun etse lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o tattır. Zîşuura nisbeten gayetteki kemal, ne kadar cazibedarsa “Lâmüdrike”ye nisbeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa’ye sevk eder. Bu sırdandır ki rahat zahmettir, zahmet rahattır.

Hırs ile acûliyet, sebeb-i haybettir. Zira müretteb basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle tatbik-i hareket etmediğinden harîs muvaffak olamaz. Olsa da tertib-i ca’lîsi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan yeise düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır.

Allah kalbin bâtınını iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini, sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri içine idhal eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat eder.

***

Hırs cihetiyle siyaset efkârını, İslâmiyet akaidinin yerlerine kadar îsal eden herifler şan ve şeref değil belki şeyn ü şenaate mazhar oldular. Nefsanî aşklardaki felaketler, haybetler bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı matemdir.

Gece kalben nevmi merak edersin, bakiyyesini de kaçırıp uyanık kalırsın.

İki dilenci: Biri musırr-ı muhteris, biri müstağni-i muhteriz… İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir numunesidir.

***

En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik hem iz’an hem iltizam hem teslim hem manevî imtisaldir. Şu tenkit; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır.

Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurani sıcak kalplerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.

وَالَّذٖى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشٖيرِ النَّذٖيرِ وَبَصٖيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَاَجَلَّ وَاَجْلٰى وَاَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ تَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَقٖيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَاَنْزَهُ وَاَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ

Zira hakikatbîn göz aldanmaz, hakperest kalp aldatmaz.

***

Gıybetin Derece-i Şenaati

Kur’an der: اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا

Altı kelime ile altı derece şiddetle gıybeti takbih ediyor. Yani hemze ile der:

Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim aklın yoksa kalbine bak! Böyle şeye muhabbet eder mi? Selim kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvari iftirasa iştiha gösterir mi? Manen insaniyetin olmazsa rikkat-i cinsiye ve karabet-i rahmiyene bak! Böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-i cinsiyen olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki ölüyü dişlerinle parçalıyorsun.

Demek akıl, kalp, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, tabiat, şeriat nazarında gıybet; merduddur, matruddur.

***

اِنَّ الْاِنْسَانَ الَّذٖى لَا يُدْرِكُ سِرَّ التَّعَاوُنِ لَهُوَ اَجْمَدُ مِنَ الْحَجَرِ اِذْ مِنَ الْحَجَرِ مَا يَتَقَوَّسُ لِمُعَاوَنَةِ اَخٖيهِ اِذِ الْحَجَرُ مَعَ حَجَرِيَّتِهٖ اِذَا خَرَجَ مِنْ يَدِ الْمُعَقِّدِ الْبَانٖى فِى السَّقْفِ الْمُحَدَّبِ يَمٖيلُ وَ يَخْضَعُ رَاْسَهُ لِيُمَاسَّ رَاْسَ اَخٖيهِ لِيَتَمَاسَكَا عَنِ السُّقُوطِ

Yani kubbelerde taşlar, baş başa vururlar tâ düşmesinler.

Cüz-i lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şümusa müteselsil mahrutî silsilenin vasatındaki cevher-i ferîdi, insan-ı mükerremdir.

***

İnsanın meşhur havassından başka havassı vardır. Zaika gibi bir hiss-i sâika hem bir hiss-i şâika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur hisler çoktur.

***

Bazen arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.

***

Garibdir ki bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü amber diye yüzüne gözüne bulaştırır.

***

Şehit velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse cihad, şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire on binler evliya inkişaf ve tezahür etse az bir mükâfat değildir.

***

Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.

İcra-yı adalet, din namına olmalı tâ akıl ve kalp ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar eğer tahakkuk etse. Nâsın itabından çekinir eğer tebeyyün etse.

***

Bir cani yüzünden, çok masumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir cani sıfat yüzünden, çok evsaf-ı masumeyi muhtevi bir mü’mine adâvet edilmez.

Lâsiyyema sebeb-i muhabbet olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adâvet olan şeyler, çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlıksa mü’minin mü’mine adâveti, o kadar kalpsizliktir. Mü’minlerde adâvet, yalnız acımak manasında olabilir.

Elhasıl: İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.

اَلْكَلَامُ كَالْمَالِ لَا يَجُوزُ فٖيهِ الْاِسْرَافُ

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Hem geçmiş hem gelecek hem maddî hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi, bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip isteyip o mübarek dualara âmin deriz.

Sâniyen: Hem çok defa manevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahremce cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyasetle hararetli meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim.

Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açılmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatında ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ۞ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا

Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki o başka meseledir.” diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilatını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskide Şark’taki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i Garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir hem gayet tembel eyledi.

Semavî Kur’an’ın kanun-u esasîsi لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى ۞ كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risale-i Nur bu esası izahına binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcatını tedarik etmeyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zalime-i hazırası, sû-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’an’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât ve hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından hakiki bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Mesela, Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük bir nimet iken maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyacat-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm; ondan bir ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i Garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla, intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!

Risale-i Nur’u himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın muammasını keşif ve halleden bir keşşaf olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i a’zamı olduğunu, yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz.

Evet, Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki Risale-i Nur gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp tenvir ve irşad edecektir.

Risale-i Nur yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif edilmiştir. Bugün tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felaket içerisinde çırpınan beşeriyet için halâskâr olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nurani ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir.

Eğer biz muktedir olsak bu hakikati, kâinata nâzır bir mahalle çıkıp bütün kâinata ilan edeceğiz. Fakat mademki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur’un cihan-şümul kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz. Şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalât menbaı olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadî ve devamlı bir şekilde her gün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşâallah. Fakat her an bütün işlerimizde olduğu gibi bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle muvaffak olabileceğiz.

Hem şu hakikat zahir ve bâhirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir. Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatı’nı okumazsa büyük bir mahrumiyete düçar olur. Fakat biz idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halâskârı ve milyarlarca insanların fevkinde olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun olduğumuzu tarif edemiyoruz.

Yine dua ve himmetinizle idrak etmişiz ki Kur’an-ı Kerîm’in bir mu’cize-i maneviyesi olan hârika Risale-i Nur Külliyatı’nın bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için ancak Cenab-ı Hakk’a şöyle yalvarmaya karar verdik:

“Yâ Rab! Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp bâki ve sermedî bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zalimlerin ve düşmanların sû-i kasdlarından muhafaza eyle, Kur’an ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle, ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle!” diye dua ediyoruz.

Evet, Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmasına nâil olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan veya bir tahmin ile değil, tahkikî ve tetkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn bir kuvvet-i imaniye ile inanıyoruz ki zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, Bedîüzzaman ortadan kaldırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.

Bizim bu kanaatimiz, safdilane veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid bir tahkik iledir. Bunun için muarız olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir.

Dua ve şefkat buyurun, Kur’an ve iman hizmetinde fedai olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlas-ı tamme muvaffak olalım.

Üniversite Nur talebeleri namına

Abdülmuhsin

***

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Çok mübarek Üstadımız Hazretleri!

Evvela: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı, Nur’un müştakları sürur içinde kaldılar. Nur’dan kısmeti olanlar, birer birer çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler مَنْ طَلَبَ وَ جَدَّ وَجَدَ hakikatince buluyorlar. Bu sefer Ziya kardeşimizin getirdiği otuz dört adet Sözler kapışıldı. Asâ-yı Musalar Ankara’ya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılıyor.

Risale-i Nur’un perde arkasındaki parlaklığını görmeyenler dahi ona taraftardırlar. Risale-i Nur’un Medresetü’z-Zehrası Anadolu çapında ve âlem-i İslâm ölçüsünde genişleyeceğini; Risale-i Nur’un hakikatinin yüksekliğinden ve dikkat ve tefekkürle okuyan mü’minlerin ve ehl-i ilmin arasında vücuda gelen sarsılmaz uhuvvet ve kardeşlikten anlıyoruz.

Medresetü’z-Zehranın bu muazzam faaliyetleri, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlahî ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şaşaasız, gösterişsiz ve mütevazi ve fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir. Fıtraten acûl olan insanoğlu âlemde hâkim olan kanun-u İlahî’yi düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp büyük dairelere sapıyor.

Tohumları atılmış ve sümbül vaktine gelmiş olan Risale-i Nur’un yetiştirdiği hakiki imanlı zatlar, inşâallah yakın zamanda âlem-i İslâm’a birer numune-i imtisal olup nur-u hidayeti göstereceklerdir.

Ankara Üniversitesi Nur talebeleri namına

Abdullah

[1] Hâşiye: Eski Said, hiss-i kable’l-vuku ile 1371’de –başta Arap devletleri– âlem-i İslâm’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırk beş sene evvel haber vermiş. İki harb-i umumî ve otuz kırk sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1370’te olan vaziyeti 1327’de olacak gibi müjde vermiş, tehirinin sebebini nazara almamış.

[2] Hâşiye: İşte bu mezkûr davaya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırk beş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’an’ı mekteplerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiplerinin bir kısmı Kur’an’ı İngiliz’e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslâmiyet’le Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur.

[3] Hâşiye: Evet Kur’an’ın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyoruz ki: Kur’an’da mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşerin istikbalde terakki edeceğini ve o mu’cizatın nazireleri istikbalde vücuda geleceğini beşere ders verip teşvik ediyor:

“Haydi çalış, bu mu’cizatın numunelerini göster. Süleyman aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! Hazret-i Musa’nın asâsı gibi taştan âb-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy! Bazı enbiyalar gibi şark ve garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün sanatına medar olmak için demiri bal mumu gibi yap! Yusuf aleyhisselâm ve Nuh aleyhisselâmın birer mu’cizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de sair enbiyanın size ders verdiği mu’cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklitlerini yapınız.”

İşte buna kıyasen Kur’an, her cihetle beşeri maddî manevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor.

[4] Hâşiye: Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet o zamanda kırk elli sene evvel hissetmiş ki bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyet’in hakaikine bir hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış.

Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garplılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki:

Bir salih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti. (Hâşiye)

Said Nursî

Hâşiye: Siyaseti Yeni Said bütün bütün terk ettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.

Hâşiye: Hem Üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüz otuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme (*) ve hükûmet memurları tarafından tam tetkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim, mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat’î ispat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise bu fevkalâde hale karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakiki ihlasa bir delil saymaktayız.

Nur Şakirdleri

(*) Şimdi yüz mahkeme.

[5] Hâşiye: Hutbe-i Şamiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için Üstadımızdan rica ettik ki: Bize bir iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız ders verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan en evvel onları üniversitelilerin ve dindar mebusların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit “Eski zamanda şimendiferde mektepli o iki muallim yerine sizleri ve bana şeriat hakkında sual soran kırk beş elli sene evvelki mebuslar yerine, şimdiki hakiki dindar mebusları kabul ve tasavvur ediyorum ve öylece konuşuyorum.” dediği için biz de ehl-i maarif ve dindar mebuslara, bera-yı malûmat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i Şamiye’den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasip görülse neşir de edeceğiz.

Âlem-i İslâm’daki siyaset-i İslâmiyeye dair Üstadımızdan bir ders almak isterdik. Halbuki otuz beş seneden beri siyaseti terk ettiğinden Eski Said’in siyaset-i İslâmiyeye temas eden bu Hutbe-i Şamiye tercümesi Eski Said hesabına bir derstir.

Tahirî, Zübeyr, Bayram, Ceylan, Sungur, Abdullah, Ziya, Sadık, Salih, Hüsnü, Hamza

[6] * Bu tarih 1951 senesine aittir.

[7] * Hēdim-i medeniyet: Medeniyeti yıkıcı.

[8] Hâşiye: O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş.

[9] Hâşiye: Bismark ve Mister Karlayl gibilerin malûm beyanatlarına işaret eder.

[10] Hâşiye: Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa göz, göz olmaz.

[11] Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahdine attığı bir tek gülle, Eski Harb-i Umumî’yi patlattırdı; otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.

[12] Hâşiye: Hesapta malûmdur ki darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’, bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur; yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

[13] Hâşiye: Nakşibendî rabıtası bu sırra bina edilmiştir.

DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ

Risale-i Nur Külliyatı’ndan

İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

veya

DİVAN-I HARB-İ ÖRFÎ

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

 

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

(Yarım asır evvel tabedilen bu müdafaayı şimdi bu asra daha muvafık gördük. Güya o zamandan elli sene sonra bir hiss-i kable’l-vuku ile bir nevi ihbar-ı gaybî olarak hayat-ı içtimaiyeyi alâkadar eden çok hakikatlere temas ettiğinden neşredildi.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz, sıddık kardeşim,

Madem eski zamanda iki defa tabedilmiş, kimse itiraz etmemiş, ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Has dostların tensibiyle fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Bu risale, eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir.

Said Nursî


1328’de eserin ikinci tabındaki ifade-i nâşir

Ahmed Ramiz der:

323 senesi zarfında idi ki Şark’ın yalçın, sarp, âhenîn mavera-i şevahik-ı cibalinde tulû etmiş Said Nursî isminde nevadir-i hilkatten ma’dud bir ateşpare-i zekânın İstanbul âfakında rü’yet edildiği haberi etrafa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o hârika-i fıtratı peyapey gördükçe, mader-i hilkatin hazain-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir türlü hazmedemeyenler, Şarkî Anadolu kıyafetinde, o şal ve şalvar altında, öyle bir kanun-u dehanın ihtifa edebileceğini bir türlü anlayamayarak bir kısım adamlar, ona mecnun demişlerdi.

Said Nursî filvaki’ ifrat-ı zekâ itibarıyla hudud-u cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki “Onun ulvi ruh ve kemal-i aklına işarettir.” diye bir zat şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:

Cünun başımda yanar, ateş-i maâlîdir

Cünun başımda benim bir zekâ-i âlîdir

Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet

Benim cünunumu bekler azîm bir niyet

Evet Said Nursî, İstanbul’a şûrezar Vilayat-ı Şarkiyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatle nefyolmasından İstanbul’a gelmesiyle beraber Merhum Sultan Abdülhamid tarafından suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı. Birkaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi, Said Nursî’yi Üsküdar’a Toptaşı’na yolladılar. Çünkü hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Tımarhaneden ikide bir çıkartılıyor; maaş, rütbe tebşir ediliyor. Hazret-i Said: “Ben memleketimde mektep medrese açtırmak üzere geldim, başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem.” diyordu…

Tabir-i âherle Bedîüzzaman iki şey istiyordu: Vilayat-ı Şarkiyenin her tarafında dinî mektepler, medreseler açtırmak istiyor ve başka bir şey almamak istiyordu…

Arş-ı kanaat oldu behişt-i gına bize

Biz etmeyiz zemin-i müdaraya ol emin

Mansıbların, makamların en bülendidir

Hizmet-i iman ile asayiş ve saadeti temin

Şehzadebaşı’nda şematetle konferans verildiği gece, kemal-i mehabetle sahneye çıkıp îrad ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da ileri olduğunu teyid eder. Gerek o gece, gerek menhus 31 Mart’ta cihan-değer nasihatleriyle ortaya atılan hoca-i dânâya; böyle tehlikeli bir anda vücud-u kıymettarının sıyaneti, nefean li’l-umum elzem olduğu halde ve ihtar edildiği zaman: “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir…”

“Yerinde ölmek için bu hayat lâzımdır.”

fikrine karşı:

Aşinayız, bize bîganedir endişe-i mevt

Adl ü Hak uğruna nezreylemişiz canımızı

Ol bize âb-ı hayat, ateş-i seyyal-i memat

mısraı ile mukabele ederdi.

Said-i hüşyarın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için lisan-ı hamasetinden bu mezkûr mısraını söylemek kifayet eder.

Bedîüzzaman’a zurefadan biri bir gün irfanıyla mütenasip bir esvab iktisaı lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh de: “Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz. Hem onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum (Hâşiye[1]), onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulatını giyiyorum.” buyurmuştur.

Elyevm, Said Nursî memleketine döndü. Karışmış İstanbul’un hava-i gıll u gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felaketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek meyus ve müteessir; vahşetzar fakat munis, vefakâr ve namus-perver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kim bilir belki en büyük icraatından biri de budur.

Nâşiri

Ahmed Ramiz

(rahmetullahi aleyh)

***

1327’de tabedilen

İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

MUKADDİME: Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu, zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi.

Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep eyledi.

Ey şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevî talebenin hal-i ihtilalde olan ceset ve dimağına gönderiniz. Tâ tahtie ile hataya düşmeyiniz. 31 Mart Hâdisesi’nde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:

— Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.

Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek; değil yalnız sizlere belki bu zamandaki nev-i benî-beşere îrad ettiğim bir nutuktur. Onun için يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُ sırrınca kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı. Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyakla müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki bir bedevî garaib-perest, İstanbul’un acayip ve mehasinini işitmiş fakat görmemiş, nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder; ben de ma’rez-i acayip ve garaib olan âlem-i âhireti o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil; sizin elinizden gelirse beni vicdanen tazip ediniz! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!

Bu hükûmet, zaman-ı istibdatta akla husumet ederdi; şimdi de hayata adâvet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa yaşasın cünun, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.

Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin?”

Dedim: Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilalcilerin isteyişi gibi değil.

Hem de dediler: İttihad-ı Muhammediye’ye (asm) dâhil misin?

Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle… Ve o ittihattan olmayan, dinsizlerden başka kimdir? Bana gösteriniz.

İşte o nutku şimdi neşrediyorum. Tâ ki Meşrutiyet’i lekeden ve ehl-i şeriatı meyusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şüpheden kurtarayım. İşte başlıyorum:

Dedim: Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali:

اِذَا مَحَاسِنِى اللَّاتٖى اَدِلُّ بِهَا …… كَانَتْ ذُنُوبٖى فَقُلْ لٖى كَيْفَ اَعْتَذِرُ

Yani medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl i’tizar edeyim, mütehayyirim.

Mukaddime olarak söylüyorum: Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere idam olunsam iki şehit sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.

Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar, kabahatini setr için başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla itham ederler. Şimdiki hafiyeler eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimat olunur? Adalet onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile insan, adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle ta’dil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’edip bir zaman-ı vâhidde, bir şahs-ı vâhidden sudûrunu tevehhüm ederek şedit cezaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedittir.

Şimdi gelelim on bir buçuk cinayetlerimin ta’dadına:

BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i Hürriyet’te elli altmış telgraf umum şark aşiretlerine sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi:

“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise hakiki adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

Her yerden bu telgrafların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi.

Demek Vilayat-ı Şarkiye’yi tenbih ettim, gafil bırakmadım. Tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. Neme lâzım demediğimden cinayet işledim ki bu mahkemeye girdim…

İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ Hadîsinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.

Herhangi bir nutuk îrad ettim ise her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa bürhan-ı kat’î ile ispata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır.”

Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa’nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan cinayet ettim ki bu tarz muamelenizi gördüm…

ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul’da yirmi bine yakın hemşehrilerimi –hammal ve gafil ve safdil olduklarından– bazı particiler onları iğfal ile Vilayat-ı Şarkiye’yi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:

“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakiki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zira hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.”

İşte o hammalların, Avusturya’ya karşı –benim gibi bütün Avrupa’ya karşı– (*[2]) boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılane hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur.

Padişaha karşı irtibatlarını ta’dil etmeye ve boykotajlarla Avrupa’ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden demek cinayet ettim ki bu belaya düştüm…

DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı –hâşâ ve kellâ– istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:

Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.

Ben ki bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki bu tokadı yedim…

BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edibler edepli olmalı hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz iki kıyas-ı fâsidle yani taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz. Ve Avrupa’nın hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvamın ihtilafı; mekânların ve aktarın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilafı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilali, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-yı hali düşünmemekten çıkar.

Ben ki ümmi bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim…

ALTINCI CİNAYET: Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki avam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lafızlarla heyecanı teskin ettim. Ezcümle: Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.

Ben ki bedevî bir adamım. Medenilerin entrikalarını bildiğim halde işlerine karıştım. Demek cinayet ettim…

YEDİNCİ CİNAYET: İşittim, İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki bu ism-i mübareğin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim, bu ism-i mübareği bazı mübarek zevat –Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar– daha basit ve sırf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat’-ı alâka ettiler. Siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: “Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez.” Ben nasıl ki dindar müteaddid cemiyete bir cihette mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezalik o ism-i mübareğe intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dâhil olduğum İttihad-ı Muhammedî’nin (asm) tarifi budur ki:

Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nurani ile merbut bir dairedir. Dâhil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetü’l-vahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, Kalû Belâ’dan dâhil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmaları da Levh-i Mahfuz’dur. Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de i’lâ-i kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, cami ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlem’dir (asm). Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede yani ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve –eğer zarar etmezse– nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnamesi Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Ve kılınçları da berahin-i kātıadır. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da i’lâ-i kelimetullahtır. Şeriatta yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir, onu da ulü’l- emirler düşünsünler.

Şimdi maksadımız, o silsile-i nuraniyeyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk-i hâhiş-i vicdaniye ile tarîk-i terakkide kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira i’lâ-i kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.

İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Vilayat-ı Şarkiye’yi ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki demiş:

İhtilaf u tefrika endişesi

Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni

İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz

İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni…

Yavuz Sultan Selim

Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:

Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten halâs etmek ve umum mü’minlere şümulünü ilan etmek. Tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.

İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının, tevhid ile önüne set olmaktı. Vâ esefâ ki zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı. Ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref’ oldu.

Ben ki âdi bir adamım. Böyle meclis-i mebusan ve a’yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim…

SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki askerler bazı cemiyetlere intisap ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telaş ettim. Bir gazetede yazdım ki:

Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dâhildir. Zira ittihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve i’lâ-i kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir. Millet ve cemiyet onlara intisap etmek lâzımdır. Sair cemiyetler milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (asm) ki umum mü’minlere şâmildir. Cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli gaziler, şehitler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker –zabit olsun, nefer olsun– hariç değil ki tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.

Ben ki âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim…

DOKUZUNCU CİNAYET: Mart’ın 31’inci günündeki dehşetli hareketi, iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metalibi işittim. Fakat yedi renk süratle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi; o ayrı ayrı matlablardaki fesadatı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mu’cize gibi muhafaza eden lafz-ı şeriat yalnız göründü.

Anladım iş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil; ben de bir şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim. Bakırköyü’ne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı zaten elbisem beni ilan ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos’a kadar tek başıma olsun Hareket Ordusuna karşı mukabele ederek ispat-ı vücud edecektim, merdane ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu. Tahkike lüzum kalmazdı.

İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-i askeriyeden sual ettim. Dediler ki: “Askerlerin zabitleri asker kıyafetine girmiş. İtaat çok bozulmamış.”

Tekrar sual ettim: “Kaç zabit vurulmuş?” Beni aldattılar, dediler: “Yalnız dört tane. Onlar da müstebit imişler. Hem şeriatın âdab ve hududu icra olunacak.”

Ben de gazetelere baktım, onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim. Zira en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede meyus ve müteessir oldum. Ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:

“Ey askerler! Zabitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa siz, o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhidi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz.”

Ben onların hareketini ve şecaatlerini okşadım. Zira efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdir ile beraber, nasihatimi bir derece tesir ettirdim. İsyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle âsân olmazdı.

Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım “Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün.” demediğimden cinayet ettim…

ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlerim tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:

Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâm’ın namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vâbestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâm’a zarar ediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz.

Biliniz ki: Asker ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Bir çark itaatsizlik etse bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı siyasete karışmaz. Yeniçeriler şahittir. Siz Şeriat dersiniz, halbuki Şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’an’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sabittir ki: Sağlam dindar, hakperest ulü’l-emre itaat farzdır. Sizin ulü’l-emriniz, üstadınız zabitlerinizdir.

Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabip bir cihette günahkâr olsalar tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik münevverü’l-efkâr ve fenn-i harbe aşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşru hareketi için itaatinize halel vermekle Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlahî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yed’in kuvveti de itaat ve intizamdır. Zira bin muntazam ve mutî asker, yüz bin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılabları siz itaatinizle kan dökmeden yaptınız.

Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverü’l-fikir bir zabiti zayi etmek, manevî kuvvetinizi zayi etmektir. Zira şimdi hüküm-ferma, şecaat-i imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazen bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir. Ecnebiler size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil.

Elhasıl: Fahr-i Âlem’in fermanını size tebliğ ediyorum ki: İtaat farzdır. Zabitlerinize isyan etmeyiniz. Yaşasın askerler!.. Yaşasın meşruta-i meşrua!..

Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden cinayet ettim…

ON BİRİNCİ CİNAYET: Ben Vilayat-ı Şarkiye’de aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin. Zira o vilayatta yarı-bedevî vatandaşların zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir.

Ve o sâik ile Dersaadet’e geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte –şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan– istibdatlar, merhum Sultan-ı Mahlu’a isnad edildiği halde; onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hata ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.

Şimdiki sivrisinekler beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul’un ekserisi bunu bilir.

Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım. Ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan Vilayat-ı Şarkiye’nin yüksek dağlarını terk etmekle millet için tımarhaneye, tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umûrlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki bu dehşetli mahkemeye girdim!..

YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâm’ın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihate istidat kesbetmiş zannıyla ve “Aslah tarîk, musalahadır.” mülahazasıyla, şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı Sâbık’a, ceride lisanıyla söyledim ki:

“Münhasif Yıldız’ı dârülfünun et, tâ Süreyya kadar âlî olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et! Zekâtü’l-ömrü, ömr-ü sânî (Ömer-i Sânî) yolunda sarf eyle.

Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin.”

Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim.

Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (Hâşiye[3])

Yazık! Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyet’e uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hâdisede ifrat-perver olanlar meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf set çektiler. Bu seddi çekenler, ref’ etmelidirler. Vatan namına rica olunur.

Ey paşalar, zabitler! Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul’un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevap isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:

Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı avamiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdat olan ve “İttihat ve Terakki” ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lâzım. Tâ ki biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.

Fahir olmasın, derim: Biz ki hakiki Müslüman’ız. Aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki: اِنَّمَا الْحٖيلَةُ فٖى تَرْكِ الْحِيَلِ

Fakat meşru, hakiki meşrutiyetin müsemmasına ahd u peyman ettiğimden istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.

Fikrimce meşrutiyetin düşmanı; meşrutiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.”

En büyük hata, insan kendini hatasız zannetmek olduğundan hatamı itiraf ederim ki nâsın nasihatini kabul etmeden nâsa nasihati kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden başkasının irşadına çalıştığımdan emr-i bi’l-marufu tesirsiz etmekle tenzil ettim.

Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza bir kusurun neticesidir. Fakat bazen o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam masum iken cezaya müstahak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder. Fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.

Ey ulü’l-emr! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim; kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı; onunla avama nasihatimi tesir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfim var. Kahrolayım, eğer idama esirger isem. Mert olmayayım, eğer ölmeye gülmekle gitmezsem.

Sureten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intac edecektir. Bu hal bana zarar değil belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatimdeki tesiri kırdınız. Sâniyen: Kendinize zarardır. Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kātıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar kaç tanesi sağlam çıkacaktır.

Eğer meşrutiyet, bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلَانِ اَنّٖى مُرْتَجِعٌ (Hâşiye[4]) Zira yalanlarla ittihat yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, muhabbet ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.

Maatteessüf bunu kemal-i telaş ve teessüfle ihtar ediyorum ki: Mesela, bir âlim-i zîtehevvür ki sıfat-ı ilim kendini fesat ve fenalıktan men’etmiş iken daima onun sıfat-ı tehevvüründen vücuda gelen fesat ve fenalığın zikri vaktinde, onu âlimlikle yâd etmek ve sıfat-ı ilme ilişmek, nasıl ilme husumet ve adâveti îma eder. Kezalik şeriat-ı mutahharanın ve ittihad-ı Muhammedînin ism-i mukaddesi ki fırkaların ağraz-ı şahsiye ve hilaf-ı şeriat ile ektikleri tohum-u fesadı, bir milyon fişek havaya atıldığı ve umum siyaset ve asayiş efrad elinde kaldığı ve ortalık anarşist gibi olduğu halde, o müthiş fırtına mu’cize-i şeriatla kansız, hafif geçtiği halde, o mübarek nam ile o müthiş fesadı binden bir dereceye indirmekle beraber; daima o ismi garaz sahiplerine siper göstermek, pek büyük ve tehlikeli bir noktaya belki ukde-i hayatiyeye ilişmektir ki dehşetinden her bir vicdan-ı selim titriyor, dağdar-ı teessüf oluyor.

Süreyya’yı süpürge yapmaya, üfürmekle şemsi söndürmeye ihtimal veren; belâhetini ilan eder. Mesela Ağrı Dağı ile Sübhan Dağı, ikisini tartacak dehşetli bir terazinin birer kefesine konulsalar ve cevv-i semada Zühal’de duran bir melek de o terazinin ucunu tutsa Ağrı Dağı üzerine bir dirhem ilâve olunsa Sübhan Dağı âsumana, Ağrı Dağı zemine geldiğini görenlerden fikri kısa olanlar, kıymet ve sıkleti, tamamen o ilâveye verecekler.

İşte haysiyet-i askeriye ve hamiyet-i İslâmiye ve şeriat-ı Muhammediye, o cesîm dağlara benzer. Esbab-ı hariciye, bir dirhem kıymetindedir. Bu kıymetsiz esbabı esas tutmak, insaniyetin ve İslâmiyet’in kıymetini bilmemek ve tenzil etmektir.

Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun. Şöyle ki:

31 Mart Hâdisesi denilen o sâıka ve müthiş fırtına, esbab-ı adîde tahtında öyle bir istidad-ı tabiîyi müheyya etmişti ki neticesi herc ü merc olduğu halde, min indillah ehl-i kıyamın lisanına daima mu’cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden Nisan’ın nısfından sonraki gazeteleri indallah mahkûm ediyor. Zira o hâdiseye sebebiyet veren yedi mesele ve onunla beraber yedi hal nazar-ı mütalaaya alınsa hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:

1- Yüzde doksanı İttihat ve Terakki’nin aleyhinde hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.

2- Fırkaların meydan-ı münakaşatı olan vükelayı tebdil idi.

3- Sultan-ı mazlumu sukut-u musammemden kurtarmaktı.

4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdab-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne set çekmekti.

5- Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey’in kātilini meydana çıkarmaktı.

6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.

7- Hürriyeti, sefahete şümulünü men’ ve âdab-ı şeriatla tahdid ve avamın siyaset-i şer’î bildikleri yalnız kısas ve kat’-ı yed haddini icra idi.

Fakat zemin bataklık ve dâm ve plan serilmişti. Mukaddes olan itaat-i askeriye feda edildi. Üssü’l-esas esbab, fırkaların taraftarane ve garazkârane münakaşatı ve gazetelerin belâgat yerine mübalağat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşleri idi. Bu metalib-i seb’ada; nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür, bunda da yalnız ziya-yı şeriat-ı beyza tecelli etti. Zira fesadın önüne set çekti.

Elhasıl: Sekiz dokuz ayda gazetelerin heyecan verici neşriyatıyla ve fırkaların cemiyetlere fedai yazmakla ve inkılabı vücuda getiren zevatın tahakkümatıyla ve itaat-i askeriyeye münafî olan hürriyet-i mutlaka efrada sirayetle ve âdab-ı diniyeye muhalif zannettikleri şeyleri bazı dikkatsizlerin efrada telkinatıyla ve itaat bozulduktan sonra müstebitler, cahil mutaassıplar, dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan olanlar iyilik zannı ile o bataklık zeminde tohum ekmeye başlamasıyla ve devletin umum siyaseti cahil efradın elinde kalmakla ve bir milyona yakın fişek havaya atılmakla ve dâhil ve hariç müddeîler parmak vurmakla ortalık anarşistlik haline girdiğinden bu hâdisenin istidad-ı tabiîsi, herc ü merc ve müdahale-i ecnebi iken min indillah ism-i şeriat, o müteaddid sebeplerden çıkan ervah-ı habîse ve münteşireyi yuvalarına ircâ ile on üç asırdan sonra bir mu’cize daha gösterdi.

Hem geçen inkılab-ı azîmde ordu ve ulemanın “Meşrutiyet, şeriata müsteniddir.” diye yükselen sadâsı, umum ehl-i İslâm’ın vicdanlarını manyetizmalandırdı. O inkılab, inkılabların kaide-i tabiiyesini hark ile şeriatın tesir-i mu’cizanesini gösterdi. Ve daima da gösterecektir.

Nisanın nısf-ı âhirinde çıkan gazetelerin esas-ı fikirlerine muterizim. Şöyle ki:

Hayat onun yoluna feda edilen ve hayattan bin derece daha yüksek olan haysiyet ve itaat-i askeriyeyi –hayata feda edilen ve ehl-i vicdan nazarında gayet hasis olan âmâl-i nâmeşruaya– feda etmeye ihtimal verdiler. Hem de hakaik ve ahval onun cazibesine tabi ve o merkeze merbut olan şems-i şeriat, saltanata veya hilafete veya başka siyasete tabi ve âlet tevehhümüyle, bir şems-i müniri, münkesif bir yıldıza peyk ve cazibesine tabi itikad etmek gibi göstermekle tarîk-i dalalete sülûk ettiler.

Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz ancak milliyetimiz olan İslâmiyet’in terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa “Yürüyüşünü terk etti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi.” diye olan darb-ı mesele mâsadak olacağız.

Evet, hem şan ve şeref-i millet-i İslâmiye hem sevab-ı âhiret hem hamiyet-i milliye hem hamiyet-i İslâmiye hem hubb-u vatan hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız. Zira müsenna daha muhkemdir.

Ey paşalar, zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevap isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmaya sezadır. (Hâşiye[5])

Birinci Sual: Gazetelerin aldatmalarıyla meşru bilerek, buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?

İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse yahut bir veli haydut kıyafetine girse veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.

Üçüncü Sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddid şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Dördüncü Sual: Bir masumu idam etmek mi yoksa on caniyi affetmek mi daha zarardır?

Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?

Altıncı Sual: Bir maden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref’-i imtiyazdan başka ne ile olur?

Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahpusînin belki yüzde sekseni masum iken acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hal hüküm-ferma olsa garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.

Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise acaba kabahat kimdedir?

Dokuzuncu Sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zayiat vuku bulsa kabahat kimdedir?

Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muaheze olunsa acaba bîçare milleti ateşe atmak için bir plan olmaz mı? Böyle olmasa idi başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?

On Birinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse acaba keffaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve masum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hüküm-fermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenasüh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!

Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücud ki sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için gayet telaş ve zahmetle onları def’e çalışırken biri çıksa dese ki: “Maksadı sivrisinekleri, arıları def’etmek değil belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister.” Acaba böyle demekle, hangi ahmağı kandıracaktır?

Sualin diğer yarısı çıkmaya izin yoktur.

Ey paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:

Gazetelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.

(Hâşiye[6])

Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلَا يُعْلٰى عَلَيْهِ

Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah.

بَسْ كُنَمْ چُونْ زٖيرَكَانْرَا اٖينْ بَس اسْت

بَانْگِ دِهْ كَرْدَمْ اَگَرْ دَرْ دِهْ كَس اسْت

Sizin işkenceli hapishanenin hali; zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalpler hazîn, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber vicdanım beni tazip etmediği için o hal bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.

Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. (Hâşiye[7])

Musibet zamanının uzunluğundan uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.

Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalplerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden “Ây! Vây!” ve “Âh!”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâm’da yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsait bir zemin ise herkes şahit olsun ki o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalp, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam manasıyla hüküm-fermadır.

Bildiğime göre edibler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağraz görüyorum. Eğer edep böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dâhil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yani Başit başındaki ecram ve elvah-ı âlemi, gazetelere bedel mütalaa edeceğim.

Muarradır feza-yı feyzimiz şeyn-i temennadan

Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğna

Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden

Öyle mecnunuz ki ettik vuslat-ı leyladan istiğna…

وَلَوْلَا تَكَالٖيفُ الْعُلٰى وَ مَقَاصِدُ عَوَالٍ ۞ وَ اَعْقَابُ الْاَحَادٖيثِ فٖى غَدٍ

لَاَعْطَيْتُ نَفْسٖى فِى التَّخَلّٖى مُرَادَهَا ۞ وَ ذَاكَ مُرَادٖى مُذْ نَشَئْتُ وَ مَقْصَدٖى

وَ اَكْتُمُ اَشْيَاءً وَلَوْ شِئْتُ قُلْتُهَا ۞ وَلَوْ قُلْتُهَا لَمْ اُبْقِ لِلصُّلْحِ مَوْضِعًا

Tenbih: Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakiki medeniyet nev-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i neviyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir.

Hem de mana-yı meşrutiyete ibtila ve muhabbetimin sebebi şudur ki:

Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tâli’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır. Zira şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye, âlemde bâhusus bundan sonra Asya’da hüküm-ferma olduğu halde her bir ferd-i Müslüman, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine mâlik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslâm’ı esaretten halâs etmeye bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir; su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah elektrik-i hakaik-i İslâmiyet’le imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

İstibdadın Garibüzzamanı

Meşrutiyetin Bedîüzzamanı

Şimdikinin de Bid’atüzzamanı

Said Nursî

***

HÂTİME

Vatandaşlarıma ve kardeşlerime burada birkaç söz söylemezsem bence bahis nâtamam kalır.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir.

Hikmet denilen makine-i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme uzanan ve dal budak salan kanun-u nurani-yi İlahiyenin müessisi olan hikmet-i İlahiye, ufk-u ezelden kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile müteferrik su gibi katre katre zayi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle yani İslâmiyet milliyeti ile tevhid ve mezc ederek zerratın cazibe-i cüz’iyeleri gibi bir cazibe-i umumî-i vatanî teşkil ile bu kütle-i azîmi, küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i İslâmiyenin cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin mevkebinde bir kevkeb-i münevver gibi cazibesine ittiba ile muvazene ve aheng-i umumiyeyi muhafaza ediniz.

Hem de hürriyet-i şer’iye denilen yüksek bir hakikat-i içtimaiye, Sübhan ve Ağrı Dağları gibi istikbalin cibal-i şâhikasının tepesinde ayağa kalkmış ve esaret-i nefis altına girmeyi yasak etmiş ve gayra tecavüzü tecviz etmeyerek şeriata istinad etmiş olan sultan-ı hürriyet-i şer’iye, yüksek sadâ ile sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve müteferrik insanlara “Fen ve sanat silahıyla cehalet ve fakra hücum ediniz!” emrini veriyor.

Hem de ihtiyaç denilen medeniyetin pederi ve terakkiyatın müessisi olan üstad-ı ihtiyaç, sillesini kaldırmış, size hükmediyor ki ya hayat-ı hürriyetinizi bu sahra-yı vahşette yağmacılara vereceksiniz veyahut meydan-ı medeniyette fen ve sanat balonuna ve şimendiferine binerek istikbali istikbal ve ecnebi ellerine geçen o emval-i müttefikayı istirdad ederek kâbe-i kemalâta koşacaksınız.

Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal sahralarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salahaddin-i Eyyübî ve Celaleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zâl gibi ecdadlarınızdan emsalleri gibi dâhî kahramanlar ile bir çadırda oturan bir aile gibi herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat’î ile emrediyor ki: Tâ her biriniz umum İslâm’ın ma’kes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâm’ın ferdî bir misal-i müşahhası olunuz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslâmiyenin galeyanı ile ahlâk da tekemmül ve teali eder.

Hem de meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahakkümün belasından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mâyesiyle mayalandıran meşrutiyet-i meşrua, sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki sinn-i rüşde büluğunuzu ve vâsîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihatla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi, milletin kalp ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa sıfır çekecek ve şehadetname-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserane ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet-saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılab edecektir, inşâallah…

Hattâ diyebilirim ki: Ey Şark Vilayetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sükûtî medreselerine nisbeten, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i mebusan-ı ilmiyeyi gösteriyor. Hem Şafiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten وَ اَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى nın başka bir unvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Hem de her bir kemalin müessis ve hâmisi olan cesaret ve namus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki şimdiye kadar dimağdan kalbe mecra açmakla, aklı kuvvete mezc ederek maarifinizi kılınçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise kalpten fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında, namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılınçlarınızı, fen ve sanat ve tesanüd-ü hikmet-i Kur’aniye cevherinden yapmalısınız.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Bedîüzzaman Said Nursî

***

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (asm)

Dinî Ceride: 77

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Şeriat-ı garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyet’e istinad iledir. O hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni’-i âlem’e hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira maruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniye’den zuhuru, kader-i İlahînin bir işaret ve remzidir ki bu memleket insanlarının makine-i tekemmülatının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet’le neşv ü nema bulacaktır. Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Bizim cemaatimizin meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyne’l-İslâm muhabbete imdat ve husumet askerini bozmaktır. Mesleğimiz ise ahlâk-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i kātıa ve maksadımız i’lâ-i kelimetullahtır.

***

Hakikat

26 Şubat 1324

Dinî Ceride: 70

Mart 1909

Biz Kalû Belâ’dan Cemiyet-i Muhammedî’de dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Mademki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silahıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silahıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i kātıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki (Hâşiye[8]) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الْقَوِىُّ الْمَتٖينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hüküm-ferma olacaktır.

İttifak hüdadadır, hevada ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu, şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Yeis, mani-i herkemaldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün.” istibdadın yadigârıdır.

Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddimatı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Said Nursî

***

Sadâ-yı Hakikat

27 Mart 1909

Tarîk-i Muhammedî şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi îma eden gizlemekten de müstağnidir. Hem de o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bâhusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir testide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedî’nin (asm) cihetü’l-vahdeti tevhid-i İlahîdir. Peyman ve yemini de imandır. Müntesibîni umum mü’minlerdir. Nizamnamesi sünen-i Ahmediyedir (asm). Kanunu, evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Bu ittihat, âdetten değil, ibadettir.

İhfa, havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib, muhit, merakiz ve meâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumet ise cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslâmiyet’i mahbub ve ulvi göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dâhil olsalar, onları taklit edip çıkmazlar.

İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) olan ittihad-ı İslâm meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

جُمْلَه شٖيرَانِ جِهَانْ بَسْتَۀِ اٖينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ حٖيلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ اٖينْ سِلْسِلَه رَا

Said Nursî

***

(Kırk beş sene evvel dinî ceridelerde neşredilen, Eski Said’in o dindar mebuslara hitaben bir makalesidir.)

Yaşasın Kur’an-ı Kerîm’in Kanun-u Esasîleri

29 Şubat 1324

Mart 1909

Dinî ceride No: 73

Ey mebusan! Uzunluğu ile beraber gayet mûciz bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnabında yani uzunluğunda îcaz var. Şöyle ki:

Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem’-i kuvvet, bu unvan ile beraber asıl mâlik-i hakiki ve sahib-i unvan-ı muhteşem olan

ve müessir ve adalet-i mahzayı mutazammın bulunan ve nokta-i istinadımızı temin eden

ve meşrutiyeti ve cumhuriyeti bir esas-ı metine istinad ettiren

ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran

ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden

ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden

ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden

ve umumî ezhanı manyetizmalandıran

ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren

ve sizi muaheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran

ve maksat ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden

ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden

ve çürük mesavî-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden

ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran

ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiyi, sırr-ı i’caza binaen bir zaman-ı kāsırda tayyettiren

ve Arap ve Turan ve İran ve Samileri yani beraber olanları tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren

ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren

ve kanun-u esasînin ruhunu ve On Birinci Madde’yi muhafaza ile sizi hıns-ı yeminden (yemin bozmaktan) kurtaran

ve Avrupa’nın eski zann-ı fâsidlerini tekzip eden

Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın Hâtemü’l-enbiya ve şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiren

ve muharrib-i medeniyet olan ve anarşiliğe yol açan dinsizliğe karşı set çeken

ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranisi ile ortadan kaldıran

ve umum ulema ve vaizleri ittihat ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden

ve adalet-i mahzası merhametli olduğundan anâsır-ı gayr-ı müslimeyi daha ziyade telif ve rabteden

ve en cebîn ve âmî adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakiki-i terakki ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden

ve hēdim-i medeniyet olan sefahet ve israfattan ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden bizi halâs eden

ve muhafaza-i âhiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa’ye neşat veren

ve hayat-ı medeniye olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten

ve her birinizi ey mebuslar elli bin kişinin takazasını yani haklarını sizden dava etmelerini hakkınızda tebrie eden

ve sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren

ve hüsn-ü niyete binaen a’malinizi ibadet gibi ettiren

ve üç yüz milyon Müslüman’ın hayat-ı maneviyesine sû-i kasddan ve cinayetten sizi tahlis eden

ol Kur’an-ı Mukaddes’in düsturları unvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi bir şey kaybedeceksiniz? Vesselâm…

Yaşasın Kur’an’ın kanun-u esasîleri!

Said Nursî

***

Hürriyete Hitap

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l-hayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse…

El-azametü lillah ve’l-minnetü lehü ki bizi kabr-i vahşet ve istibdattan ihraç ve cennet-i ittihat ve muhabbet-i milliyeye davet etti.

Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt hakikatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler يَا لَيْتَنٖى كُنْتُ تُرَابًا demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrutamız mu’cize gibi doğduğu için inşâallah bir seneye kadar تَكَلَّمَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki azapsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer’î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.

Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dâhil olalım!

Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb

İkincisi, muhabbet-i milliye

Üçüncüsü, maarif

Dördüncüsü, sa’y-i insanî

Beşincisi, terk-i sefahettir.

Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet vâcibdir.

Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i hayırdır ki hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzade olarak kâbe-i kemalâta doğru gönderdiği gibi hâtimesi de yani otuz sene kadar rengârenk sefahet ve israfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden umûrlar maddeten zararını ihsas edeceğinden o muzlim ve kesif olan sehab, arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan şems-i şeriat ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet berrak ve saf ve esasatta Asya’yı ve Rumeli’ni tenvir ve mutazammın olduğu istidad-ı kemalin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvan ile tezyin edeceğini bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.

Bir mu’cize-i Peygamberîdir (asm) ve bu millet-i mazlumeye bir inayet-i İlahîdir ve cemiyet-i milliyenin niyet-i hâlisanesinin bir kerametidir ki bu maden-i saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi. Milel-i saire milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyulat-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş mevlevî gibi) meczup cevvalin sımahında tanin-endaz ve umum milleti sürur ile bir garib ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.

Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.

Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik, neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî (asm) ile şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri zaman-ı kāsırada tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz.

Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye[9]) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nema bulur. Sadr-ı evvelin yani sahabe-i kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hüküm-ferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsavatları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir.

Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittibada serbestiyet ile tefsir ve amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira sefih mahcurdur.

Geniş ve müşa’şa olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat (zira çocuğa geniş olmaz) şanlı olan ittihad-ı millîyi, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır.

Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh aldanmayalım خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki ecnebilerde mehasin-i medeniye-i kesîresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû-i tâli’ cihetiyle ve sû-i intihab tarîkıyla müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlîhimmet, zîb ü zîverle muzahref, cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesavî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i ayni’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun.

Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için iki cihetle sarılmak zarurîdir.

Ey hamiyetli ebna-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz. Efkâr-ı fâside sahibi yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdadatı veyahut seyl-i hurûşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezalimi, bir daha temaşa etmemek için tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve hal meyanında delinmez bir sedd-i âhenîn çekmek istiyorum. Şöyle ki:

Bu inkılab, doğurduğu hürriyeti eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi bu kadar tazyikatın tesiriyle meyusiyet ve mahv olmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki güya hürriyet rahm-ı maderde tekmil yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihade-i saha-i vücud olduğu anda hüküm-fermalığını ilan ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delmeye uğramayacak bir sedd-i âhenîn gibi veyahut taht-ı Belkısî gibi beş hakaik-i sabite üzerine teessüs edecek.

Birinci Hakikat: Mecmuda bir kuvvet bulunur, hiçbir fert o kuvvete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti gibi veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetimiz gibi. Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile veyahut hodserane ile bunu zayıf etse umumun hakkına affolunamaz bir cinayettir.

İkinci Hakikat: Zaman-ı salifte yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hüküm-ferma, vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deveran-ı demmi yerine girmiş ise öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri baykuşların âşiyaneleri gibi satırları inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar. Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı, ilim ve marifettir. Müvellidi medeniyet ve şanı tezayüd ve ömrü ebedî olduğundan herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuş ise o hükûmeti, kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi bunu alenen gösteriyor.

Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi adamlar idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel ettiğimiz yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak hârika ve dâhî adamlar lâzımken Asya ve Rumeli tarlası acaba öyle mahsulat verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılablar başa gelmezse evet. Ve Üçüncü Hakikat’e dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mazide insan, istidad-ı gayr-ı mütenahîye mâlik iken o kadar dar ve mahdud daire içinde hareket ediyordu ki: Güya insan iken hayvan gibi yaşadığından efkâr ve ahlâkı, o daire nisbetinde tedenni etmiş ve mahsur kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane eğer yaşasa ve bozulmazsa fikr-i beşerin ağır zincirlerini paralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri herc ü merc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir.

Hattâ benim gibi bir köylü adam, süreyya kadar ulvi olan idare-i umumîyi nazara alacak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak. Ve her bir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından, himmeti Süreyya kadar teali ve ahlâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden Eflatunları, İbn-i Sinaları ve Bismarkları, Dekartları ve Taftazanîleri inşâallah geri bırakacak.

Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyyen ümitvarız.

Lâsiyyema şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın mahall-i zuhuru ve devlet-i mütemeddine-i sâlifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâmiyet’in maşrık-ı tulûu olduğundan insanların fıtratlarında ektikleri bu üç istidadat-ı kemal, bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa herkesin istidadı ve fikr-i münevverinin dal ve budakları şecere-i tûba gibi her tarafa açacaktır. Ve şarkın garba nisbetini, seherin gurûba nisbeti gibi edecektir. Eğer sûs-ü ataletle ve sümum-u ağraz ile kurutulmazsa.

Dördüncü Hakikat: Şeriat-ı garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meylü’l-istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tagaddi ile büyümesi nisbetinde, şeriat-ı garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bâhirdir. Asr-ı saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı bâhusus o zamanda delil-i kat’îdir ki şeriat-ı garra müsavatı ve adaleti ve hakiki hürriyeti cemi’ revabıt ve levazımatıyla câmi’dir. İmam-ı Ömer (ra), İmam-ı Ali (ra) ve Salahaddin-i Eyyübî âsârı bu müddeaya delil-i alenîdir.

Buna binaen kat’iyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız, sû-i ahvalimiz dört sebepten gelmiş:

1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından

2- Bazı müdahinlerin keyfe-mâyeşa sû-i tefsirinden

3- Zahir-perest âlim-i cahilin veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-be-mahallinden

4- Sû-i tâli’ cihetiyle ve sû-i intihab tarîkıyla müşkilü’t-tahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavî-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki bu netice-i seyyie zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa’y etse sefahete vakit bulamayacaktır. Bu iki kısmın herhangisinde bir fert, sefahete inhimak gösterdi ise bu heyet-i içtimaiye içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.

Beşinci Hakikat: Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i mebusan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misal; eski hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır.

Üçüncü Hakikat’in bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle üç şey ihtar ediyorum.

Birincisi: Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref’ ve yenilerini ikame eylemesi muhal olmasa da müteazzirdir. Binaenaleyh istidad-ı habîs ve kabil-i ıslah olmayan adamları zaten cism-i devlet def’-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar zaten güneş garptan tulû etmediğinden tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umumu aleyhinde itale-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti –bozulmuş bazı efkâr ve ahlâklarına binaen– bir hastalığa hedef edecektir.

İkincisi: Ben Şark’ın dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki bundan yedi sekiz ay mukaddem Dersaadet’e geldim. Gördüm ki İstanbul tevahhuş ve tenafür-ü kulûb sebebiyle medeni libası giymiş vahşi bir adama benzerdi. Şimdi ittihad-ı millî sebebiyle medeni adam fakat yarı medeni, yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel Şarkta fenalığın sebebi, Şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki hasta olan İstanbul’u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, bir divanelikle taltif edildim.

Hem de gördüm ki medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan geri kalmış. Güya İslâmiyet sû-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına dönüp gidiyor, zaman-ı saadete bizi şikayet edecektir.

Bunun en büyük sebebi; istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin –ki cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif veyahut

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشٖيرُ

beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mektep ve ehl-i tekyenin– tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşaribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış, ittihad-ı milleti çatallaştırmış, terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor. Öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalahadır. Tâ itidal noktasında musafaha ile birleşmeli ki aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler.

Üçüncüsü: Ben vaizleri dinledim. Nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddea ve müteharri-i hakikati ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.

İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı tâ ispat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni olmalı tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olmaları da şarttır.

Yaşasın şeriat-ı garra!.. Yaşasın adalet-i İlahî!.. Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-i mücessem askerler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas ordular!.. Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i Ahrar ve Nur talebeleri!

Said Nursî

***

(Hâşiye): Medar-ı ibret ve hayrettir ki kırk üç sene evvel hürriyetin üçüncü gününde İstanbul’da hem sonra Selanik’te Meydan-ı Hürriyet’te binler siyasîlere karşı dava ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği ve hürriyeti ve meşrutiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı ve sonra 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle şeriat isteyenleri mes’ul ettikleri zamanda Divan-ı Harb-i Örfîde Said’in bu münteşir nutuklarından tam beraet verildiği halde; şimdi ise siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten siyasete pek az teması için yirmi yedi sene dinsizlik hesabına işkenceler ve gaddarane azap ve cezalar verenler, elbette din namına zulmettiklerini ve engizisyonlardan daha zalim olduklarını ispat eder.

Said Nursî

 

[1] Hâşiye: Otuz sene cebir ve işkenceler altında sıkıştırıldığı halde, hiçbir defa Avrupa şapkasını başına koymadı.

[2] * Bedîüzzaman’a zurefadan biri bir gün, irfanıyla mütenasip bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarün-ileyh de: “Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamulatını giyiyorum.” buyurmuştur.

[3] Hâşiye: O yarının zamanı; on beş sene sonra yirmi sekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, Siracünnur’un âhirindeki bahse bakınız. Tam o yarı cinayeti bileceksiniz.

[4] Hâşiye: Yani bütün dünya, cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim.

[5] Hâşiye: Bu sualler, kırk elli masum mahpusun tahliyesine sebep oldu.

[6] Hâşiye: Şimdi Üstad Bedîüzzaman bu kırk beş senedeki dehşetli mahkemelerinde aynen bu on bir buçuk cinayetlerini ve on bir buçuk suallerini o Divan-ı Harb-i Örfîdeki gibi tekrar etmiştir ve etmektedir.

Nur talebeleri namına Hüsrev

[7] Hâşiye: Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri kırk beş sene evvel tımarhane hükmündeki mahkeme-i zalimanede aldıkları dersi, şimdi bu gaddarane hazır mektepte imtihan vermişler ve böylece iki şehadetname almışlardır.

Nazif, Hüsrev

[8] Hâşiye: O zaman meşrutiyet, şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş.

[9] Hâşiye: Evet, daha dehşetli bir istibdat ile pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.

Fihrist (Muhakemat)

FİHRİST

Mukaddime

BİRİNCİ MAKALE (Unsur-u hakikatin veyahut bazı mukaddimat ve mesail ile İslâmiyet’e saykal vurmanın beyanındadır.)

Birinci Mukaddime (Akıl ve naklin taâruzu, Kur’an’ın makasıd-ı esasiyesi.) İkinci Mukaddime (Âlemde meylü’l-istikmal, mesailin iki kısım olması, maddiyat-maneviyat farkı.)

Üçüncü Mukaddime (İsrailiyatın ve hikmet-i Yunaniyenin efkâr-ı İslâmiyet’e karışması.)

Dördüncü Mukaddime (Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder.)

Beşinci Mukaddime (Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder.)

Altıncı Mukaddime (Tefsirde mezkûr olan her bir emir, tefsirden olmak lâzım gelmez.)

Yedinci Mukaddime (Mübalağa ihtilalcidir.)

Sekizinci Mukaddime (Ebna-yı maziyle ebna-yı müstakbeli muvazene.)

Dokuzuncu Mukaddime (Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemaldir.)

Onuncu Mukaddime (Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muaheze olunmaz.)

On Birinci Mukaddime (Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir.)

On İkinci Mukaddime (Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur.)

Birinci Mesele (Arzın yuvarlak olması.)

İkinci Mesele (Arzın öküz ve balık üzerinde olması)

Üçüncü Mesele (Kaf Dağı)

Dördüncü Mesele (Sedd-i Zülkarneyn, Ye’cüc Me’cüc)

Beşinci Mesele (Cehennem yer altındadır.)

Altıncı Mesele (Kur’an’ın belâgatı, hasais ve mezaya, bâhusus istiare ve mecaz üzere müessesedir.)

Yedinci Mesele (Kur’an’da zikrolunan fakat hakikate zıt görünen bazı ifadelerde büyük bir nükte-i belâgat olduğu.)

Sekizinci Mesele (İmkânatı vukuata karıştırmamak, imkân-ı zatî yakîn-i ilmîye münafî olmadığı, imkân-ı vehmîyi imkân-ı aklî ile iltibas etmemek, mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmemek gibi hususlar.)

İkinci Makale (Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç meselenin beyanındadır.)

Birinci Mesele (A’cam, Araplara muhtelit olduklarından; belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri.)

İkinci Mesele (Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır.)

Üçüncü Mesele (Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemali ve sureti, üslup iledir.)

Dördüncü Mesele (Kelâmın kuvvet ve kudretinin menbaı.)

Beşinci Mesele (Kelâmın servet ve vüs’atinin menbaı.)

Altıncı Mesele (Kelâmın semeratı; tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir.)

Yedinci Mesele (Belâgatın ukde-i hayatiyesi, hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir.)

Sekizinci Mesele (Maânî-i beyaniyenin aşılaması ve telkîhi ve manaların becayiş ve inkılabları.)

Dokuzuncu Mesele (İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası.)

Onuncu Mesele (Kelâmın selaseti.)

On Birinci Mesele (Beyanın selâmet ve sıhhati.)

On İkinci Mesele (Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı.)

Üçüncü Makale (Unsur-u Akide ile ecvibe-i Japoniye beyanındadır.)

Birinci Maksat (Delail-i Sâni’ beyanındadır.)

İkinci Maksat (Peygamberimiz (asm) hem Sâni’e hem nübüvvete hem haşre hem hakka hem hakikate bir hüccet-i kātıadır.)

Üçüncü Maksat (Haşr-i cismanîdir.)

Kardeşi Abdülmecid’in Takrizi

Takriz

Bu risalenin müellifi, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu risalenin telifinden otuz sene sonra telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı’ndan “Dokuzuncu Şuâ”ın başında diyor ki:

Latîf bir inayet-i Rabbaniyedir ki bundan otuz sene evvel Eski Said yazdığı tefsir mukaddimesi Muhakemat namındaki eserin âhirinde “İkinci Maksat: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نخو بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ” deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîm’ime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamdolsun ki otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.

Küçük Biraderim Abdülmecid’in Takrizidir

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

أحمده تعالى حمدًا بلا حدّ، وأصلي على رسوله سيدنا محمد وعلى اٰله وصحبه سالكي الطريق الأسدّ.

وبعد: فاعلم أنه من يَرُمْ أن يعرج إلى سماء الحقائق، ويسم أن يسرح فكره فى رياض الدقائق، ويطلب ميزانًا لتمييز الكاذب عن الصادق، ومكنسة لتكنيس غبار الأوهام عن وجوه الشقائق، وجنة يروض فيها جياد الأفكار، وجُنة يدافع بها نضال السقيمة من الأخيار، ومضمارًا يبارز فيه الأبطال من الأجبار: فعليه بتدرس وتدريس هذا الكتاب.. لأنه قد بني على أساسي تهديم الخطأ وتعمير الصواب، وأصلى تصقيل الإسلامية عن الوهميات التى بها تعاب، وتصفية العقائد عن الخرافات التى بها تشاب.. كيف لا، وقد أخرج تلك الحقائق الموؤدة في أخاديد الخبالات، وفض أفواه الأوهام عن مكنونات هاتيك النكات. فحل الأذهان، وأذهن الفحول، وسمح به ثاقب الأفكار، وأفكر العقول وخاطر كل ما يوصف به فهو فوقه ولو بذل الواصف في أطرائه طوقه.

وإن شككت فيما أقول فيه، انظر إلى الفرائد الساقطة من فيه…

ويحق أن يقال في تأليفه:

بديع النسج والاسداء إنشا § من التعييب والتّعْيير حاشا

كتابًا باللاٰلي قد توشا § أناسي النصوص قد تحشّا

مرىء الصدق والحق المبين § ويومي للكنوز تحت غين

ولذي الدين والأحباب زين § كما للقالي والحساد شين

يمزق عن وجوه الحق مينا § يعمّى لذوي الالحاد عينًا

محك للنحول من نقول § وقيد للعقول من فحول

جدير بالتقلّد في نحور § محافظة الحدود والثغور

خليق بالتقلد في العناق § لضرب الفرق في رأس النفاق

على الطرف متى يُسطر سُطُر § ه لا يغشاه طول الدهر عور

على القلب بان تكتب أحرى § وأن تجعل مكان الحبر تبرًا

صغير الجرم تبرى المثال § كمرقاةٍ الى أوج الكمال

كثير الرموز والمعنى دقيق § وعن دركه ذو الطعن سحيق

هلال الشكّ معناه فحدد § بكحل ضدّه العين فراود

وإني لا يكون ذا كذا كا § ويختصم بكتفيه السماكا

وقد أنشاه رازيّ الأوان § مجيد للبديع في الزمان

وذا العصر به يعلو وسام § لذا التأليف تاريخ تمام

Yakînin kâşifi olmakla miftah-ı belâgattır

Hakikat olduğu şeye menar-ı ihtida odur

Hakk’ın keşşafı olmakla belâgatça misalsizdir

Belâgatta olan esrara bir misbah-ı vehhacdır

Mesailden ne şey müşkül olursa onda zahirdir

Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır

Hakk’ın cevher-i âlîsiyle elmas-ı hakikatten

Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i kātı’dır

Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemalâta

Urûc etmek için hakkıyla bir nurani mirkattır.

Abdülmecid

Üçüncü Makale

Unsuru’l-Akide

Üçüncü Makale

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

Bu kelime-i âliye, üssü’l-esas-ı İslâmiyet olduğu gibi kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyet’in en nurani ve en ulvi bayrağıdır. Evet, misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet, âb-ı hayat olan İslâmiyet ise bu kelimenin aynü’l-hayatından nebean eder. Evet, ebede namzet olan nev-i beşer içinde saadet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir. Evet, kalp denilen avâlim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latîfe-i Rabbaniyenin fotoğrafıyla alınan timsal-i nuraniyle Sultan-ı ezel’i ilan eden harita-i nuraniyesidir ve tercüman-ı beliğidir. Evet, vicdanın esrarengiz olan nutk-u beliğanesini cemiyet-i kâinata karşı vekaleten inşad eden hatib-i fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezel’i ilan eden imanın mübelliğ-i beliği olan lisanın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.

İşaret: Bu kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, uluhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed aleyhisselâm, Sâni’-i Zülcelal’e zatıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.

Tenbih: Hakaik-i akaid-i İslâmiye, bütün teferruatıyla kütüb-ü İslâmiyede mufassalan müberhene ve musarrahadır, görünebilir. Ve görülen şeyi göstermek, zahirin hafâsına veya muhatabın gabavetine işaret ve techil olduğundan, akidenin yalnız üç dört unsurunu beyan edeceğim. Diğer hakaikini fuhûl-ü ulemanın kitaplarına havale ederim. Zira bana hâcet bırakmamışlar.

Mukaddime

Ehl-i dikkatin malûmudur ki makasıd-ı Kur’aniyenin fezlekesi dörttür: Sâni’-i Vâhid’in ispatı ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adildir.

Birinci Maksat: Delail-i Sâni’ beyanındadır. Bir bürhanı da Muhammed’dir (aleyhisselâm). Sâni’in vücud ve vahdeti, ispata ihtiyaçtan müstağnidir. Lâsiyyema Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. Binaenaleyh hitabımı ecanibe, bâhusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zira onlar eskide bazı sualler etmiştiler, ben de cevap vermiştim. Şimdi ihtisar ile yalnız bir iki suallerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim. Onlardan bir sual:

مَا الدَّلٖيلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ الْاِلٰهِ الَّذٖى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ وَالْخَلْقُ مِنْ اَىِّ شَىْءٍ اَمِنَ الْعَدَمِ اَوِ الْمَادَّةِ اَوْ ذَاتِهٖ اِلٰى اٰخِرِ سُؤَالَاتِهِمُ الْمُرَدَّدَةِ

Yani vücud-u Sâni’e delil-i vâzıh nedir?

İşaret: Gayr-ı mütenahî olan marifetullah, böyle mahdud olan kelâma sığışmaz. Binaenaleyh kelâmımdaki iğlakın mazur tutulması mercûdur.

Tenbih: Bervech-i âti kelâmdan maksat, muhakeme ve muvazenenin tarîkını göstermektir. Tâ ki mecmuunda hakikat tecelli etsin. Yoksa zihnin cüz’iyeti sebebiyle, o mecmuun her bir cüzünde neticenin tamamını taharri etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakikati evham içinde setretmektir.

Mukaddime

Hakikatin keşfine mani olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve taraftar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla ircâ etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahane ile mahane tutmak gibi emirlerden nefsini tecrit ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalp ile dinle!

Birinci Maksat

Cemi’ zerrat-ı kâinat, birer birer zat ve sıfât ve sair vücuh ile gayr-ı mahdude olan imkânat mabeyninde mütereddid iken bir ciheti takip, hayret-bahşa mesalihi intac etmekle Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle, avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latîfe-i Rabbaniyeden ilan-ı Sâni’ eden itikadın misbahını ışıklandırıyorlar.

Evet, her bir zerre kendi başıyla Sâni’i ilan ettiği gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesaide-i kâinatın her bir makam ve her bir nisbetinde her bir zerre muvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhar ve kıraat ettikleri için Sâni’in delaili, zerrattan kat kat ziyadedir.

Eğer desen: Neden herkes aklıyla görmüyor?

Elcevap: Kemal-i zuhurundan… Evet, şiddet-i zuhurdan görünmemek derecesine gelenler vardır. Cirm-i şems gibi.

تَاَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَاِنَّهَا § مِنَ الْمَلَاِ الْاَعْلٰى اِلَيْكَ رَسَائِلُ

Yani eb’ad-ı vâsia-i âlemin sahifesinde Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan gelen selâsil-i resail seni a’lâ-yı illiyyîn-i yakîne çıkarsın.

İşaret: Kalbinde nokta-i istimdad, nokta-i istinad ile vicdan-ı beşer Sâni’i unutmamaktadır. Eğer çendan dimağ tatil-i eşgal etse de vicdan edemez. İki vazife-i mühimme ile meşguldür. Şöyle ki:

Vicdana müracaat olunsa kalp bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalp gibi kalpteki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’ dahi ceset gibi istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasip olan âmâl ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdad…

Hem de bununla beraber kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musibet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinad marifet-i Sâni’dir.

Evet, her şeyi hikmet ve intizamla gören Sâni’-i Hakîm’e itikad etmezse ve ale’l-amyâ tesadüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse, tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir halet-i cehennem-nümun ve ciğer-şikâfta kaldığından; eşref ve ahsen-i mahluk olan insan, her şeyden daha perişan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakikatine muhalif oluyor. İşte nokta-i istinad… Evet, melce yalnız marifet-i Sâni’dir.

Demek, şu iki nokta ile bu derece nizam-ı âlemde hüküm-fermalık, hakikat-i nefsü’l-emriyenin hâssa-i münhasırası olduğu için her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücud-u Sâni’ tecelli ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor. Vicdan nezzardır, kalp penceresidir.

Tenbih: Arş-ı kemalât olan marifet-i Sâni’in mi’raclarının usûlü dörttür:

Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.

İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni olan mütekellimînin tarîkidir. Bu iki asıl, filvaki’ Kur’an’dan teşaub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için tavîlü’z-zeyl ve müşkülleşmiştir.

Üçüncüsü: Hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masûn değildirler.

Dördüncüsü ki belâgat-ı Kur’aniyenin ulüvv-ü rütbesini ilan eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’anîdir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:

Birincisi: “Delil-i inayet”tir ki menafi-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’aniye bu delile îma ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise Sâni’in kasd ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor.

Mukaddime: Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikra-i tam edemez ve ihata edemez. Fakat nev-i beşerdeki telahuk-u efkâr sayesinde, kâinatın her bir nevine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.

Bununla beraber bir emirde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için kaidenin külliyeti nev’in hüsn-ü intizamına delildir. Demek, cemi’ fünun-u ekvan kaidelerin külliyetlerine binaen, istikra-i tâmla nizam-ı ekmeli intac eden birer bürhandırlar. Evet, fünun-u kâinat bitamamiha mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermek ile Sâni’in kasd ve hikmetine parmak ile şehadet ve işaret ettikleri gibi şeyatîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıbdır.

İşaret: Cehl-i mürekkebi intac eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyanı olan mümaresat-ı elzemiyattan nefsini tahliye etsen; hurdebînî bir hayvanın sureti altında olan makine-i dakika-i bedîa-i İlahiyenin şuursuz, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatında evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husul-pezir ve o destgâhın masnuu olduğunu kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemiyorsun.

Meğer her bir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti ispat ettikten sonra, zerrat-ı saire ile vasıtasız muhabereyi itikad ve esbab-ı tabiiyenin üssü’l-esası hükmünde olan cüz-i lâyetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dâfianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen…

Eğer nefsin bu muhalata ihtimal verse seni insaniyet defterinden sildirecektir. Fakat caizdir ki: Her bir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun, kaidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten haricîliğe ve itibardan hakikate ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.

Tenbih: فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ! Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle müptela ola.

İstersen Kur’an’a müracaat et. Delil-i inayeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zira Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi fevaidi tezkâr ve nimetleri ta’dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inayete mezahirdir. İcmali budur, tut!

Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlahiye taalluk ederse âyât-ı âfakıye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütüb-ü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı suretiyle sana görünecektir.

İkinci Delil-i Kur’anî: “Delil-i ihtira”dır. Bunun hülâsası: Mahlukatın her nevine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasip bir vücudun verilmesidir. Zira hiçbir nev-i müteselsil, ezelî değildir. “İmkân” bırakmaz. Hem de bizzarure bazının “hudûs”u nazarın müşahedesiyle ve sairleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.

Vehim ve tenbih: İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, inkılab-ı hakaikin gayrısıdır.

İşaret: Her bir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz.

Evet hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvanat ve nebatat lisanıyla iki yüz bini mütecaviz olan envaın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin her birinin müstakillen hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz hadsiz makine-i acibe-i İlahiyenin tasni ve icadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir fert ve her bir nevi, müstakillen Sâni’-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını ilan ve izhar ediyor. Evet, Sâni’-i Zülcelal her şeyin cephesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.

Tenbih: Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkül-ü enva gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için o umûrun esas-ı fâsidesini tebeî nazarıyla adem-i derkinden neş’et eder. Evet, nefsini ikna etmek suretinde müteveccih olursa muhaliyet ve adem-i makuliyetine hükmedecektir. Faraza kabul etse de “tegafül-ü ani’s-Sâni’” sebebiyle hasıl olan ıztırar ile kabul edebilir.

Tenbih: Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri itibarıyla daima hakkı satın almak istiyor ve daima hakikati arıyor ve daima maksadı saadettir. Fakat bâtıl ve dalal ise hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatin madenini kazarken ihtiyarsız bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikati bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan hâib oldukça asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri; muhal ve gayr-ı makul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebeî ile kabulüne mecbur oluyor.

İşte bu hakikati pîş-i nazara al! Göreceksin ki: Bütün nizam-ı âlemden eser-i gaflet olarak tevehhüm ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakış ve sanat-ı bedîada tahayyül ettikleri tesadüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehadatına rağmen esbab-ı camideden itikad ettikleri tesir-i hakiki ve nefislerine mugalata edip vehmin –istimrara istinaden– iğvasıyla tecessüm ve tahayyül olunan tabiat-ı mevhumeyi merci yapmakla teselli ettikleri; elbette fıtratları reddeder.

Fakat yalnız hakka teveccüh ve hakikate kasd ettikleri için şu evham-ı bâtıla davetsiz olarak yolun canibinden taarruz ettikleri için elbette hedef-i garazına nazarını dikmiş olan adam o evhama tebeî ve sathî bir nazar ile bakıyor. Onun için muzahref olan içine nüfuz edemez. Fakat ne vakit rağbet ve kasd ve satın almak nazarıyla baksa, almaya değil belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez.

Evet, şu kadar çirkin bir şeyi vicdan ve akıl muhal görüyor. Kalp dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip her bir zerreye hükemanın akıllarını ve hükkâmın siyasetlerini verip tâ her bir zerre ehavatıyla ittifak ve intizam meselesinde müşavere ve muhabere etsinler.

Evet, bu surette bir mesleği, insan değil hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çare, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise bu suretten başka bir şey ile tasvir edilmez. Evet, bâtılın şe’ni şöyledir: Ne vakit tebeî bir nazar ile bakılırsa sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im’an-ı nazar eyledikçe ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.

İşaret: Madde dedikleri şey ise suret-i mütegayyire hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır. Feyâ acaba! Sâni’-i Vâcibü’l-vücud’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da her bir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakikaten cây-ı taaccübdür… Evet, insan düşündükçe cemi’ sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olan Sâni’den istiğrab ve istinkâr ettikleri şu hayret-efza masnuatı, tesadüf-ü amyâya ve hareket-i zerrata isnad ettikleri için insanı insaniyetten pişman eder.

Telvih: Harekât-ı zerrattan husulü dava olunan kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle envadaki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek bütün envaın fasılları ve umum a’razın havass-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhteradırlar. Tenasül, teselsülde şerait-i âdiye-i itibariyedendir.

İşte delil-i ihtiraînin icmali…

Eğer açık olarak mufassalan istersen Kur’an’ın firdevsine gir. Zira hiçbir ratb ve yâbis yoktur ki o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsait ve meşiet taalluk ve tevfik refik olursa elfaz-ı Kur’aniyenin esdafında şu bürhanı tezyin eden cevherleri, gelecek kütübde tafsil edilecektir.

Vehim ve Tenbih: Eğer sual etsen: “Nedir şu tabiat ki daima onun ile tın tın ediyorlar? Nedir şu kavanin ve kuva ki daima onlar ile mütedemdimdirler?”

Cevap vereceğiz ki: Âlem-i şehadet denilen, cesed-i hilkatin anâsır ve azasının ef’allerini intizam ve rabt altına alan şeriat-ı fıtriye-i İlahiye vardır. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki “tabiat” veya “matbaa-i İlahiye” ile müsemmadır. Evet tabiat, hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir. İşte kuva dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, her biri şu şeriatın birer meselesidir.

Fakat o şeriattaki ahkâmın istimrarına istinaden hem de hayali hakikat suretinde gören ve gösteren nüfusun istidatları bir zemin-i şûre müheyya etmesiyle vehm ü hayal tasallut ederek tazyik edip şu tabiat-ı hevaiye tavazzu ve tecessüm edip mevcud-u haricî ve hayalden misal suretine girmiştir. Evet, şunun gibi vehmin çok hileleri vardır.

İşaret: Şu tabiat ve kuva-yı umumiye tesmiye ettikleri emirler, kat’iyen aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münasebet yok iken ve şu kâinata illet ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, mahza Sâni’den tegafül ve intizamın ilcaından tevellüd eden yalnız ıztırar ile, veleh-resan-ı ukûl olan kudretin âsârını şu matbaa-misal olan tabiatın sanatından görmek, tabiatı mistar iken masdar tahayyül etmek; lâzım-ı eammın vücuduyla, melzum-u ehassın vücudunu intaca çalışan akîm bir kıyasın neticesidir. Evet, şu kıyas-ı akîm, dalalet ve hayret vâdilerine çok yolları açmıştır.

Tenvir: Ef’al-i ihtiyariyenin nazzamı olan şeriat ve kanun şu kadar hark ve muhalefetle beraber, birçok cühhal-i vahşiye âdeta şeriatı bir hâkim-i ruhanî ve nizamı bir sultan-ı manevî tevehhüm edip bir tesiri tahayyül eder. Evet, bir taburun veya askerin muttarid olan harekâtını ve yeknesak olan etvarlarını ve birbiriyle rabtolunan ahvallerini müşahede eden vahşi bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut heyet-i askeriyeyi, manevî bir iple merbut zannederse, acaba garib görünecek midir? Veyahut bir bedevî veya bir şairü’t-tab, nâsı bir vaz’-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini telif eden nizamı bir mevcud-u manevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül ederse çok görünecek midir? Öyle ise kâinatın ahvaline taalluk eden ve tabiat tesmiye olunan ve tasdik-i enbiya veya tekrim-i evliyadan başka hark olunmayan ve müstemirre olan şu şeriat-ı fıtriye-i İlahiye, evhamda tecessüm etsin, neden taaccüb olunsun?

Vehim ve Tenbih: İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i cüz’î ve teakubî oldukları gibi fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise maksat ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya “fena fi’l-maksat” oluyor. İşte şu noktaya binaen hasis bir emir veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya muvazenet bozulur. Hem de insan hangi şeye temaşa ederse elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vâcibü’l-vücud’u tefekkür etse yine kuvve-i vâhimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dürbün yapmak istiyor.

Halbuki Sâni’-i Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhisar yoktur. Ziya-yı şems gibi kudret ve ilim ve iradesi şâmile ve âmmedir, münhasır olmaz, muvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır. Her bir cüzü mikyas olamaz.

İşte Vâcibü’l-vücud’u mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hata-yı mahzdır.

İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı müessir-i hakiki olduklarına; ve Mutezile, hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlahînin nefyine; ve Mecusiler, halk-ı şer başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular.

Ey birader! Şu vehim itikad tarîkıyla olmazsa da vesvese cihetiyle bazen mü’minlere musallat oluyor.

İşaret: Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’ta-i vücuddur. İ’ta-i vücud ise idam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.”

Cevaben derim: Yahu! Sizin bu istis’âbınız ve şu meselenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibda-ı İlahîyi, abdin sanat ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye ve terkibiyede bir sanat ve kesbi vardır. Evet, bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.

Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki icad-ı sırf ve idam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üssü’l-esası, müşahedattan neş’et eder. Demek, âsâr-ı İlahiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek, ibadın ve kâinatın umûr-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sâni’i farz ederek o noktadan şu meseleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcibü’l-vücud’un canibinden, kudret-i tammesi nokta-i nazarından bu meseleye temaşa etmek gerektir.

İşaret: Birinin âsârı muhakeme olunursa onun hâssasını nazara almak lâzımdır. İşte şu meselede edilmemiştir. Zira bu meseleye, acz-i abdin arkasında kudret-i mümkinatın tarafında kıyas-ı temsilînin perdesi altında temaşa ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde bir kısmını maddesiz ibda ve bir kısmı dahi maddeden inşa ile şu kadar hayret-feza âsâr-ı mu’cize ile kudret-i kâmile-i İlahiyeyi göstermekle beraber ondan sarf-ı nazar etmek, gaibi şahit suretinde görmek olan kıyas-ı hâdi’ ile ve ebna-yı cinsini muhakeme ettiği gibi bir kaide-i mahdude ile Vâcibü’l-vücud’a nazar ederler. Hattâ çok meseleyi akl-ı selim makul gördüğü halde, onlar gayr-ı makul tevehhüm ederler.

Tenbih: Muhteraattan kat’-ı nazar; masnuatın en zahir ve münevver ve “ziya” dedikleri olan nur-u ayn-ı âlemin kavanin-i acibesi ve onun semeresi ve misal-i musağğarı olan nur-u basarın nevamis-i bedîasıyla münevver ve musavver olan kemal-i kudret-i İlahiyenin canibinde muvazene nokta-i nazarında gayr-ı makul ve uzak tevehhüm olunan mesaile temaşa edilirse me’nus ve ayn-ı aklın kirpikleri ortasında görülecektir.

Tenbih: Nasıl ki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni’in zaruriyatı, mahfiyat-ı sanatına bürhandır. İkisi beraber bu meseleyi ispat eder.

Telvih: Acaba nizam-ı âlemdeki sanattan daha dakik daha acib daha garib, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zira fünun, gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni’in kasd ve sanat ve hikmetine şehadet ettiklerinden ukûlü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakikati, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.

Evet, zemin ve âsumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecram-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zat-ı Akdes’ten neden istiğrab olunsun ki ondan derecatla eshel ve ehaff olanı hamletsin. Evet, bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüt etmek, sırf safsata etmektir.

Elhasıl: Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi bazı sutûru arkalarındaki sanat ve hikmeti tefsir eder.

İşaret: Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihat ve hulûl zahir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki bazı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücuda bir münasebet gösterir.

Elcevap: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki vücud-u Akdes’e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani âlemden Sâni’i müşahede etmek tarîkıyla takip ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfâtı ise dıyku’l-elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye tabir ettikleri hakaiki, başkalar anlamadılar… Sû-i tefehhüm ile kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler.

Yuha onların akıllarına! Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, serâ derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet, şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin düçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla كَلَّا وَاللّٰهِ اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَ اَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الطَّامِسَةِ demeye mecbur oluyor.

İşaret: Şunlar, ehl-i vahdetü’ş-şuhuddurlar. Fakat vahdetü’l-vücud ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.

Tenbih: Şu mutasavvıfînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden, marifet-i İlahiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihat edecek? Kellâ! Evet, mümkünün ne kıymeti vardır tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ! Neam, mümkünde füyuzat-ı İlahiyeden bir feyiz tecelli eder.

İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i uluhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki her şeyi maddede görmek, hattâ uluhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiye o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. “Bir vardır.” derler…

El-insaf! Serâ Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ enva ve eşkâliyle halk eden Hâlık-ı Zülcelal’e kasem ederim ki dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden rey-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir rey yoktur.

Tenvir: Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa her biri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyiz alacaktır. Şu hayalî feyiz ise ne güneşin zatı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûnagûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lisana gelirse her biri “Güneş benim gibidir.” veyahut “Güneş benim.” diyeceklerdir.

اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت § عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت

Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun meşrebi, ehl-i mahv ve sekrin meşrebidir. Safi meşrep ise meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

حَقٖيقَةُ الْمَرْءِ لَيْسَ الْمَرْءُ يُدْرِكُهَا فَكَيْفَ كَيْفِيَّةُ الْجَبَّارِ ذِى الْقِدَمِ

هُوَ الَّذٖى اَبْدَعَ الْاَشْيَاءَ وَ اَنْشَاَهَا فَكَيْفَ يُدْرِكُهُ مُسْتَحْدَثُ النَّسَمِ

Tenbih: İşte vücud-u Sâni’in delail-i icmalîsi… Tafsili ise kütüb-ü selâsede gelecektir.

Eğer desen: “Delail-i tevhidin burada velev icmalen olsun beyanını isterim.”

Derim ki: Delail-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki bu kitapta zikirden müstağnidirler. İşte لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sadefinde meknun olan bürhanü’t-temanü’, bu minhaca bir menar-ı neyyirdir. Evet istiklal, uluhiyetin hâssa-i zatiyesidir ve lâzıme-i zaruriyesidir.

Tenvir: Kâinattaki teşabüh-ü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş, birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savab ve birbirinin nida-yı ihtiyacına lebbeyk cevabı vermek ve bir nokta-i vâhideye temaşa etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor. Evet, bir makinenin sâni’i ve muhterii bir olur.

وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’ad-ı nâmahdud

Sutûr-u kâinat-ı dehirdir a’sar-ı nâma’dud

Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte

Mücessem lafz-ı manidardır âlemde her mevcud.

Hoca Tahsin’in nâma’dud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakiki lâyetenahîlik değildir.

İşaret: Sâni’-i Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: Masnûda olan feyz-i kemal, Sâni’in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsün ve cemal ve kemal varsa umumundan lâyuhad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni’ muttasıftır. Evet, ihsan servetin, icad vücudun, icab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir.

Hem de Sâni’-i Zülcelal, cemi’ nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının istidatsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsaf ve levazımatından mukaddestir. لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ جَلَّ جَلَالُهُ

İkinci Maksat

Mukaddime

Eğer desen: Dibacede demiş idin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı, birincisine şahit ve meşhuddur.

Elcevap: Neam, evet. Marifetullah denilen kâbe-i kemalâta giden minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere aleyhisselâmın yaptığı tarîk-i hadîd-i beyzasıdır ki ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed aleyhisselâm, avâlim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin ma’kes ve tercümanı makamında olan lisan-ı sadıkı, berahin-i Sâni’in en sadık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir.

Evet hem zatı hem lisanı birer bürhan-ı neyyirdir. Neam, hilkat tarafından Zat-ı Muhammed bürhan-ı bâhirdir. Hakikat canibinden lisanı, şahid-i sadıktır. Evet, Muhammed aleyhisselâm hem Sâni’e hem nübüvvete hem haşre hem hakka hem hakikate bir hüccet-i kātıadır. Tafsili gelecektir.

Tenbih: Devir lâzım gelmez. Zira sıdkının delaili, Sâni’in delailine tevakkuf etmez.

Temhid: Peygamberimiz (asm) Sâni’in bir bürhanıdır. Öyleyse şu bürhanın ispat-ı sıdkını ve intacını ve sureten ve maddeten sıhhatini ispat etmek gerektir. Nahu:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ الَّذٖى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ

Emma ba’dü: Ey hakikatin âşığı! Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen, kalp dedikleri latîfe-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla ircâ etmek ve mecmuun neticesini her bir fertten istemek –ki zafiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir (*[1])– hem de bahaneli çocukluk tabiatı hem de mahaneli düşman seciyesi hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’atı taskil ve tasfiye et, muvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezahür eden hakikatin şule-i cevvalesini karine-i münevvire et, tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def’edebilesin. Hem de munsifane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle.

Tenbih: Şu bürhanın suğrası, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise nübüvvet-i Muhammed’dir (aleyhissalâtü vesselâm). İşte başlıyoruz:

İşaret: Sâni’in hikmeti ve ef’alindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat’an istilzam ederler…

Eğer desen: Bu icmaldeki manayı anlamadım, tafsil et…

Derim: İşte dinle, görüyorsun ki maddiye ve maneviye olan nev-i beşerdeki nizamatın hem de hâsiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok envaın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir:

Birincisi: “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle:

Nur-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve ircâ etmekle hasıl olan kabiliyet-i ilim ve terkip dedikleri kavanin-i cariyeyi istimal edip sanatıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i sanattan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ âlemdeki nizam-ı ekmelin muvazenesi muhafaza olunsun.

İkincisi: Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir.

İşaret: Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye ve her cihetten tasallut-u tam verildiği halde istidadındaki lâyetenahîliğin hükmünce bir “Âh, âh, leyte!”yi çekecektir. Güya o adem-i rıza ile remiz ve işaret ediyor ki: İnsan ebede namzettir ve saadet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.

Tenbih: Adem-i abesiyet ve hakaik-i eşyanın sübutiyetleri îma ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve her bir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle keşmekeş ve tehasüdden hâlî olmayan şu dünya-yı deniye içinde kemalât-ı insaniye yerleşmez. Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sümbüllensin ve ahval ve kemalâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hemdest-i vifak olabilsin.

Tenbih ve İşaret: İstitradî olarak haşre îma olundu. İleride zaten bürhan-ı kat’îyle ispat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidat ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve nâtıkıyetin kıymetine ve istidadın muktezasına teemmül ve tetkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör… Yanına git ve de: “Ey hayal ağa! Beşaret sana! Dünya ve mâfîhanın saltanatı milyonlar sene ömür ile beraber sana verilecektir fakat âkıbetin dönmemeksizin fena ve ademdir.” Acaba hayal sana nasıl mukabele edecek? Âyâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevap verecektir?

Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a’mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ, saadet-i ebediyenin fıkdanına!” diyecektir. Hayale zecir ve ta’nif ederek: “Yahu! Bu dünya-yı fâniye ile razı olma!”

İşte ey birader, hînâ bu saltanat-ı fâniye, sultan-ı insaniyetin en hakir hizmetkârı veyahut şairi veyahut sanatkâr ve tasvircisini işbâ ve razı edemezse nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti işbâ edebilir? Kellâ! Neam, onu işbâ edecek yalnız haşr-i cismanînin sadefinde meknun olan saadet-i ebediyedir.

Üçüncüsü: İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab’ı ve ziynete olan meylidir. Yani insanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir.

Neam insan, hayvan gibi yaşamamalıdır ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münasip bir kemal ile yaşamak gerektir.

Binaenaleyh beşer mesken ve melbes ve me’keli, sanayi-i kesîre ile taltif etmesine muhtaçtır. Bu sanatlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebna-yı cinsiyle imtizaç etmek, o da iştirak etmek, o da teavün etmek, o da sa’yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber kuva-yı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adalete ihtiyaç, o da her aklın adalete adem-i kifayetine binaen onu muhafaza edecek kavanin-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç, o da tesirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine, o mukannin dahi zahiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve manen tefevvuka hem de Sâni’-i âlem’in tarafından bazı umûr ile muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nisbete hem de evamirine olan itaati temin ve tesis eden azamet-i Sâni’in tasavvurunu zihinlerde idame edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibadete muhtaçtır. O ibadet dahi Sâni’in canibine efkârı tevcih eder. O teveccüh ise inkıyadı tesis, o inkıyad dahi nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi ademü’l-abesiyeti ve Sâni’in hikmeti, masnûdaki teennuku kendine şahit gösterir.

İşte eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâse ile olan temayüzünü derk edebildin, bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev-i beşerde kutub belki merkez ve bir mihverdir ki ahval-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:

Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarîk-ı akıldaki evhamın ihtilatı, nasıl nev-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid peygamberdir.

İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâyetenahîlik ve tabiatındaki meylü’t-tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meylü’l-istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meylü’t-terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü edecek, zîhayat ve ebediye bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir. İşte şeriatı getiren peygamberdir.

Eğer desen: “Biz görüyoruz ki dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzamadırlar.”

Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz’etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani ne kadar sureten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır fakat sîreten ve maneviyaten ve manen fâside ve muhtelledir.

Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hüküm-fermalığı bedihî olan hikmet-i İlahiyeye münakızdır.

Vehim ve Tenbih: “Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddimatı da zahir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavî dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor.

Evet, nasıl ki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatte muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir nebiye muhtaçtır.

İşaret: Binlerce enbiya, nev-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mu’cizatla müddeayı ispat etmişlerdir. İşte o enbiyanın cemi’ mu’cizatları lisan-ı vâhid ile nübüvvet-i mutlakayı ilan eder. Bizim şu suğramıza dahi bir bürhan-ı kātı’dır. Buna tevatür-ü bi’l-mana veya ne tabir ile diyorsanız deyiniz, metin bir delildir.

Tenbih: Şu muhakematın cihetü’l-vahdeti budur ki: Eğer cemi’ fünun ele alınırsa ve fünunların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve intizama temaşa edilirse hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın mâyesi ve ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âheri içine atılmakla –ekl ve nikâhtaki gibi– perişan olan umûr ve ef’al o mâye ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inayet-i İlahiye nokta-i nazarında nazar-ı dikkate alınırsa hem de hikmetin şehadetiyle sabit olan adem-i abesiyet ve adem-i ihmali mütalaaya alınırsa istikra-i tâmla netice veriyor ki:

Mesalih-i külliyenin kutub ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev-i beşerde zarurîdir. Faraza olmazsa perişan olan nev-i beşer, güya muhtel bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umumînin ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa biz insanlar sair kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?

Tenbih: Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâni’in suğrası senin sahife-i zihninde intikaş etmiş ise hazır ol! Kübrası olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine geçiyoruz:

İşaret ve İrşad: Kübra sadıktır. Zira sahife-i itibar-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyayı mütalaa etsen ve lisan-ı tarihte cereyan eden ahvallerini dinlersen ve hakikati, yani cihetü’l-vahdeti tesir-i zaman ve mekân ile girdiği suretlerden tecrit edebilirsen göreceksin ki:

İnayet-i İlahiyenin ziyası olan mehasin-i mücerredenin şulesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı; enbiya, düstur-u hareket ettiklerini ve nev-i beşer tarafından enbiyaya karşı keyfiyet-i telakkileri ve ümeme karşı suret-i muameleleri ve terk-i menafi-i şahsiye ve sair umûrlar ki onlara nebi dedirmiş ve nübüvvete medar olmuş olan esaslar ise evlad-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziretü’l-Arap’ta menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan Zat-ı Muhammed’de daha ekmel ve daha azhar bulunur.

Demek oluyor ki: İstikra-i tam ile hususan nev-i vâhidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin ianesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i netice vermekle beraber, tenkihü’l-menat denilen hususiyattan tecrit nokta-i nazardan cemi’ enbiya lisan-ı mu’cizatlarıyla vücud-u Sâni’in bir bürhan-ı bâhiresi olan Muhammed’in sıdkına şehadet ederler.

İ’tizar: Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlakça oluyor. Zira şu hakaik her tarafa derin köklerini attıklarından mesele uzunlaşıyor. Suret-i meseleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakikati incitmek istemiyorum. Hem de hakikatin etrafına bir daireyi çekmek istiyorum tâ hakikat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız febiha… Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. Keyfinize…

Mukaddime

Peygamberin delil-i sıdkı; her bir hareket, her bir halidir. Evet, her bir hareketinde adem-i tereddüt ve muterizlere adem-i iltifat ve muarızlara adem-i mübalat ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde hakikatin ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir.

Elhasıl: Tahavvüf ve tereddüt ve telaş ve mübalat gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı îma eden umûrlardan müberra iken, bilâ-perva ve kuvvet-i itminanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat kaideleri harekâtıyla tesis ettiğine binaen, her bir fiil ve her bir tavrının iki taraftan yani bidayet ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı dîdar ediyor. Bâhusus mecmu-u harekâtının imtizacından ciddiyet ve hakkıyet şule-i cevvale gibi ve in’ikasatından ve muvazenatından sıdk ve isabet, berk-i lâmi’ gibi tezahür ve tecelli ediyor.

İşaret: Zaman-ı mazi ve zaman-ı hal, yani asr-ı saadet ve zaman-ı istikbal tazammun ettikleri berahin-i nübüvvet lisan-ı vâhid ile maden-i ahlâk-ı âliye olan Zat-ı Muhammed’de (aleyhissalâtü vesselâm) dâî-yi sıdkı ve dellâl-ı nübüvveti olan bürhan-ı zatînin nidasına cevap ve hemdest-i vifak olarak nübüvvetini i’lâ ve ilan ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu halde kitab-ı âlemden olan fasl-ı zamanın sahife-i selâsesini mütalaa edeceğiz. Hem de o kitaptan mesele-i uzma ve münevvere olan Zat-ı Muhammed’i (asm) temaşa ve ziyaret edeceğiz. Müddeamız olan bürhanın kübrasını onun ile ispat edeceğiz.

İşte bu noktaya binaen mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur.

Birinci Meslek

Yani mesele-i âliye-i zatiyeyi temaşa etmekte dört nükteyi bilmek lâzımdır:

Birincisi: لَيْسَ الْكَحَلُ كَالتَّكَحُّلِ kaidesine binaen sun’î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da tabiî yerini tutmadığından heyetinin feletatı, muzahrefiyeti îma edecektir.

İkincisi: Ahlâk-ı âliyenin hakikatin zeminiyle olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idame eden ve imtizaçlarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren, heyet-i mecmuasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet, şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.

Üçüncüsü: Umûr-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezâdde olan eşyalarda tenafür ve tedafü kaide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; maneviyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.

Dördüncüsü: لِلْكُلِّ حُكْمٌ لَيْسَ لِكُلٍّ

Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr ve siyer ve tarih-i hayatı… Hattâ a’danın şehadetleriyle, Zat-ı Peygamber’de vücudu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihata ve tecemmu ve imtizacından tevellüd eden izzet ve haysiyetten neş’et eden şeref ve vakar ve izzet-i nefis ile –ferişteler, devlerin ihtilat ve istiraklarından tenezzühleri gibi– sırr-ı tezada binaen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu’ ve tenezzüh ve teberri ederler. Hem de hayat ve mâyeleri makamında olan sıdk ve hakkıyeti tazammun ettiklerinden, şule-i cevvale gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.

Tenbih: Ey birader! Görüyorsun ki bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki cemi’ ahlâk-ı âliye birden tecemmu ede…

Evet, mecmuda bir hüküm bulunur, fertte bulunmaz.

İşaret ve Tenbih: Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat her bir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda asr-ı saadet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki:

Sıdk, kendi hüsn-ü hakikisini kemal-i haşmetle izhar ve onun ile temessük eden Muhammed’i (asm) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe i’lâ ve âlemde inkılab-ı azîmi îka ettiğinden şarktan garba kadar kizbden bu’d derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini i’lâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gayet nâfık ve râic etmiştir (*[2]).

Ve kizb ise teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların laşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhar ve onun ile temessük eden Müseylime ve emsali, esfel-i safilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesad etmiştir (*[3]).

İşte ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arab’ın tabiatlarındaki meylü’r-râic sâikasıyla müsabaka ederek o kâsid kizbi terk edip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adaletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte sahabelerin aklen olan adaletleri bu sırdan neş’et eder.

İrşad ve İşaret: Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe’ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemal-i istikametle ve kemal-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahval ile ve müsavat ve muvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve hiçbir hali mestûriyeti muhafaza etmeyen –lâsiyyema öyle ehl-i inada karşı– bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılab-ı azîm nazara alınırsa, haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmezse nefsine levmetsin. Zira zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır.

Hem de en hatarlı makamlarda –Gār’da gibi– tarîk-i halâsı mefkud iken ve haytu’l-emel bihasebi’l-âde kesilirken, gayet metanet ve kemal-i vüsuk ve nihayet-i itminan ile olan hareket ve hal ve tavrı, nübüvvet ve ciddiyetine şahid-i kâfidir ve hak ile temessük ettiğine delildir.

İkinci Meslek

Yani sahife-i ûlâ, zaman-ı mazidir. İşte şu sahifede dört nükteyi nazar-ı dikkate almak lâzımdır:

Birincisi: Bir fende veyahut kısasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse o fende hazakat ve maharetini gösterir.

İkincisi: Ey birader! Eğer tabiat-ı beşere ârif isen; küçük bir haysiyetle, küçük bir davada, küçük bir kavimde, küçük bir hilafın serbestiyetle irtikâb olunmadığına nazar edersen; gayet büyük bir haysiyetle, nihayet cesîm bir davada, hasra gelmeyen bir kavimde, hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmiliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil olmayan meselelerde, tam serbestiyetle bilâ-perva ve kemal-i vüsuk ile alâ ruûsi’l-eşhad zikir ve nakilden güneş gibi sıdkın tulû edeceğini göreceksin.

Üçüncüsü: Bedevîlere nisbet çok ulûm-u nazariye vardır; medenilere nisbeten lisan-ı âdât ve ef’alin telkinatıyla, ulûm-u mütearifenin hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye binaen bedevîlerin hallerini muhakeme etmek için kendini o bâdiyede farz etmek gerektir. Eğer istersen İkinci Mukaddime’ye müracaat et, zira şu nükteyi izah etmiştir.

Dördüncüsü: Bir ümmi, ulema meyanında mütedavil bir fende beyan-ı fikir ederse ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefün fîha olan noktalarda muhalefet edip musahhihane olan söylemesi, onun tefevvukunu ve kesbî olmadığını ispat eder.

Şu nüktelere binaen deriz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm malûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayr-ı mukayyed olan ruh-u cevvale ile tayy-ı zaman ederek, mazinin a’mak-ı hafâsına girerek, hazır ve müşahit gibi enbiya-yı sâlifenin ahvallerini ve esrarlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir dava-yı azîmede –ki bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder– bilâ-perva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddime olarak o esrar ve ahvalin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütüb-ü sâlifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahval-i enbiyayı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.

Teznib: Cemi’ enbiyanın delail-i nübüvvetleri, sıdk-ı Muhammed’e (asm) delildir ve cemi’ mu’cizatları, Muhammed’in bir mu’cize-i maneviyesidir (aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.

İşaret: Ey birader! Bazen kasem, bürhanın yerini tutar. Zira bürhanı tazammun eder. Öyle ise:

وَالَّذٖى قَصَّ عَلَيْهِ الْقِصَصَ لِلْحِصَصِ وَ سَيَّرَ رُوحَهُ فٖى اَعْمَاقِ الْمَاضٖى وَ فٖى شَوَاهِقِ الْمُسْتَقْبَلِ فَكَشَفَ لَهُ الْاَسْرَارَ مِنْ زَوَايَا الْوَاقِعَاتِ اِنَّ نَظَرَهُ النَّقَّادَ اَدَقُّ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَيْهِ وَ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ عَلَى النَّاسِ

Evet, neam. Onun nur-u nazarına hayal, kendini hakikat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten müstağnidir.

Üçüncü Meslek

Yani zaman-ı halin, yani asr-ı saadetin sahifesinde dört nükte, bir noktayı nazar-ı dikkate almak gerektir:

Birincisi: Küçük bir âdet, küçük bir kavimde veya zayıf bir haslet, kalil bir taifede; büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan; acaba gayet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’luf ve çok da mütenevvia, tamamen râsiha olan âdât ve ahlâk, nihayet kesîr ve me’lufatına gayet mutaassıp ve şedidü’ş-şekîme olan bir kavmin a’mak-ı ervahından az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal’ u ref’ ettiğini ve o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi ve def’aten nihayet derecede tekemmül ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, hârikulâde olduğunu tasdik etmezsen seni sofestaî defterinde yazacağım.

İkincisi: Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi –ki ona inkıyad, tabiat-ı saniye hükmüne girdiği için– tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim hem de gayet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili hem de düvel-i râsihaya def’î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.

Üçüncüsü: Tahakküm-ü zahirî, kahr ve cebir ile mümkündür. Fakat efkâra galebe etmek hem de ervaha tahabbüb ve tabâyia tasallut hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine daima muhafaza etmek, hakikatin hâssa-i farikasıdır. Bu hâssayı bilmezsen hakikatten bîganesin.

Dördüncüsü: Tergib veya terhib hilesiyle ancak yalnız bir tesir-i sathî edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu halde a’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şuâ-ı hakikatin hâssasıdır.

Evet, kasavet-i mücessemenin misal-i müşahhası olan “ve’d-i benat” gibi umûrlardan kalplerini taskil etmesi ve rikkat-i letafetin lem’ası olan hayvanata merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyin etmesi; öyle bir inkılab-ı azîmdir –hususan öyle akvam-ı bedevîde– ki hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmadığından hârikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basîrettir. Basîretin varsa tasdik edeceksin.

Şimdi Nokta’yı dinle: İşte tarih-i âlem şehadet eder ki: En büyük dâhî odur ki bir veya iki hissin ve seciyenin ve istidadın inkişafına ve ikazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim ikaz edilmezse sa’y hebaen gider ve muvakkat olur. İşte en büyük dâhî ancak bir veya iki hissin ikazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve hamiyet ve muhabbet…

Bu noktaya binaen Ceziretü’l-Arap sahra-i vesîasında olan akvam-ı bedevîde kâmine ve nâime ve mestûre olan hissiyat-ı âliye –ki binlere bâliğdir– birden inkişaf, birden ikaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatin, ziya-i şule-feşanın hâssasıdır. Bu noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziretü’l-Arab’ı gözüne sokacağız.

İşte Ceziretü’l-Arap… On üç asır beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?

İşaret: Kim tevfik isterse âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî ise muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et, göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavanin-i amîka-i dakika –ki hurdebîn-i akıl ile görülmez– hakaik-i şeriat ne derecede müraat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir.

Evet, şu a’sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakaikini muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki Resul-i Ekrem aleyhisselâmın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.

Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki:

Muhammed-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâm ümmiyeti ve adem-i kuvvet-i zahiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyl-i saltanat ile beraber, gayet hatarlı mevâkide kemal-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabâyia tasallut, gayet kesîre ve müstemirre ve râsiha ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi gayet metin bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zaviye-i vahşette hâmid (خامد) olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic… Evet, hissiyat-ı âliyeyi ikaz ve cevher-i insaniyetlerini izhar etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasîrde is’ad ederek, şark ve garpta oturmuş bir devlet-i cesîmeyi bir zaman-ı kalilde teşkil edip ateş-i cevval gibi belki nur-u nevvar gibi veyahut asâ-yı Musa gibi sair devletleri bel’ ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basîreti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hak ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen seni insanların defterinden sildirecektir.

Dördüncü Meslek

Sahife-i müstakbelden, lâsiyyema mesele-i şeriattır. İşte dört nükteyi nazar-ı dikkatten dûr etmemelisin.

Birincisi: Bir şahıs dört veya beş fende meleke sahibi ve mütehassıs olmaz. Meğer hârika ola…

İkincisi: Mesele-i vâhide, iki mütekellimden sudûr eder. Birisi, mebde ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nisbetini ve mevzi-i münasipte istimalini, yani münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için o fende olan maharetine ve melekesine ve ilmine delâlet ettiği halde; öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delâlet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu fark etmezse ruhun hisseder.

Üçüncüsü: İkinci Mukaddime’de geçtiği gibi bir iki asır evvel hârika sayılan keşif bu zamana kadar mestûr kalsaydı, tekemmül-ü mebâdi cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al. On üç asır geri git, o zamanların tesiratından kendini tecrit et, dehşet-engiz olan Ceziretü’l-Arap’ta otur, dikkatle temaşa et, görürsün ki:

Ümmi, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki yalnız zekâya değil belki gayet kesîr tecarübün mahsulü olan fünunun kavaniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki istidad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse o şeriat dahi tevessü ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelî’den geldiğini ilan etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil belki nev-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarfını (*[4]) çürütmüş ola…

Dördüncüsü: Onuncu Mukaddime’de geçtiği gibi hem de ikinci nokta-i itirazın cevabında da geleceği gibi şudur ki: Cumhurun istidad-ı efkârı derecesinde şeriatın irşad etmesidir. Şöyle ki:

Cumhurun âmîliği için hakaik-i mücerredeyi; me’lufları vasıta olmaksızın adem-i telakkileri sebebiyle, müteşabihat ve teşbihat ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda cumhurun, hiss-i zahir sebebiyle hilaf-ı vakii zarurî telakki etmekle beraber, mebâdi basamakları adem-i in’ikad ve tekemmülünden, mağlataların vartalarına düşmemek için şeriat öyle mesailde ibham etti ve mutlak bıraktı lâkin hakikati îmadan hâlî bırakmadı.

Vehim ve Tenbih: Resul-i Ekrem’in her bir fiil ve her bir halinde sıdk lemean eder. Fakat her fiili ve her hali hârika olmak lâzım değildir. Zira izhar-ı hârika tasdik-i müddea içindir. Hâcet olmadığı veya münasip olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye mütâbaatla, kavanin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.

Ey birader! Şu Tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddimesi’nin taifesindendir. Nisyanın hatasıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri tut. İşte neticeye giriyoruz:

Bak ey birader! Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir. Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazetü’l-kalp ve terbiyetü’l-vicdan ve tedbirü’l-ceset ve tedvirü’l-menzil ve siyasetü’l-medeniye ve nizamatü’l-âlem ve fennü’l-hukuk vesaire… Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsait olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz’ederek tenmiye ve tefrîini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki bu fünunun mecmuuna değil belki ekalline on üç asır terakkiden sonra en medeni yerlerde en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-i beşerin haricinde –bâhusus o zamanda– olduğunu tasdikten vicdan-ı munsifane seni men’edemiyor.

İşte fazl odur ki a’da ona şehadet ede. Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlyle (Karlayl), Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki:

“O tetkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyet’in dairesinde yaşayabilir mi?” Kendisi kendine “Evet.” ile cevap veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar.

Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman, ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından bir şey çıkmaz, ilâ âhirihî…

Evet, on üç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakaikini muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş; hakikat-i İslâmiyet’in omuzu üstünden türab-ı hafâyı terkîk ve tahfif ediyor. Neam, vücud ve hal-i âlem buna şahittir. Makale-i Ûlâ’daki mukaddimatı nazara almak gerektir.

Vehim ve Tenbih: Eğer desen: Her bir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür.

Elcevap: Neam, lâ! Zira öyle bir fezleke ki: Hüsn-ü isabet ve mevki-i münasipte ve münbit bir zeminde istimal gibi, sâbıkan mezkûr sair noktalar ile cam gibi maverasından ıttıla-ı tam ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden çıkarsa birinin cehline ve ötekisinin ilmine bazı umûr-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delâlet eder.

İşaret ve İrşad ve Tenbih: Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve muvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da mukaddimat-ı isna aşerden müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et! İşte:

Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz.

Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır.

Ve hem de fünun, mürur-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir.

Hem de müstakbeldeki bedihî bir şey, mazide nazarî olabilir.

Hem de medenilerin malûmu, bedevîlere meçhul olabilir.

Hem de maziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir.

Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir.

Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir.

Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez.

Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta eder.

Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır.

Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebâdi tekemmül etmişler.

Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?

İşte ey birader! Şu zatlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrit et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zamanın olan şu asrın sahilinden içine gir. Tâ asr-ı saadet olan adaya çık. İşte her şeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki:

Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikati omuzuna almış ve bütün nev-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: O şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder.

Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevap verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.

Hâtime

Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri’den ve efkârın istidatları nisbetinde olan irşaddan tecahül edip bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz edersen ki şeriatın başı olan Kur’an’da üç nokta vardır:

Birincisi: Kur’an’ın mâbihi’l-imtiyazı ve vuzuh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafîdir ki vücud-u müteşabihat ve müşkülattır.

İkincisi: Şeriatın maksud-u hakikisi olan irşad ve talime münafîdir ki fünun-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.

Üçüncüsü: Tarîk-ı Kur’an olan tahkik ve hidayete muhaliftir; işte o da bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına imale edip hilaf-ı vakıa ihtimalidir.

Ey birader! Tevfik Allah’tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta, tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’caz-ı Kur’an’ın en sadık şahitleridir. İşte:

Birinci noktaya cevap: Zaten iki defa şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle ki:

Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı Şâri’de ekall, eksere tabidir. Zira avama müvecceh olan hitabı, havass fehim ve istifade ediyorlar. Bilakis olursa olamaz. İşte cumhur-u avam ise me’luf ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve makulat-ı sırfeyi temaşa edemezler. Meğer mütehayyelatlarını dürbün gibi tevsit etseler… Fakat mütehayyelatın suretlerine hasr ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaiki görüyor. Mesela, kâinattaki tasarruf-u İlahîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler. اِنَّ اللّٰهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى gibi…

İşte hissiyat-ı cumhur şu merkezde olduklarından elbette irşad ve belâgat iktiza eder ki: Onların hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşat ve ihtiram edilsin. İşte riayet ve ihtiram, ukûl-ü beşere karşı olan tenezzülat-ı İlahiye ile tesmiye olunur. Evet o tenezzülat, te’nis-i ezhan içindir. Onuncu Mukaddime’ye müracaat et.

İşte bunun içindir ki: Hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dürbün vaz’edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden, maânî-i amîka veya müteferrikayı bir suret-i sehil ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında istiarat-ı kesîreyi îrad ederler. Demek, müteşabihat dahi istiaratın en ağmaz olan kısmıdır. Zira en hafî hakaikin suver-i misaliyesidir. Demek, işkâl ise mananın dikkatindendir, lafzın iğlakından değildir.

Ey muteriz! İnsafla nazar et ki fikr-i beşerin bâhusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakaiki, şöyle bir tarîk ile takrib etmek, acaba tarîk-i belâgat olan mukteza-yı halin mutabakatına muvafık ve makamın nisbetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol…

İkinci noktaya cevap: İkinci Mukaddime’de mufassalan geçmiştir. Âlemde meylü’l-istikmalin dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin semeratı ve tecarüb-ü kesîre ile ve netaic-i efkârın telahukuyla teşekkül eden ve merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet, müteahhirin in’ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vâbestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddime olabilir.

Bu sırra binaendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin faraza on asır evvel bir adam tefhim ve talimine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka bir şey yapamazdı.

Mesela, denilse idi: “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin tâ Sâni’in azametini bilesiniz.”

Cumhur-u avam ise hiss-i zahir veya galat-ı hissin sebebiyle hilaflarını zarurî bildikleri için ya tekzip veya nefislerine mugalata veya mahsûs olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden bir şey gelmezdi. Teşviş ise bâhusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle: Sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.

Tenbih: Şu gibi meseleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zahir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarîhi tasrih etmektir. Lâkin hînâ ki hissin galatı bizim “ma nahnü fîh”imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise ibham ve ıtlaktır. Tâ ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikate telvih ve remiz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasıl ki şeriat-ı garra öyle yapmıştır.

Yahu ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakikat böyle midir ki sen irşad-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi, irşada münafî ve mübayin tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemal olan şeyi noksan tahayyül edesin?

Yâ eyyühe’l-hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki ezhanı tağlit ve efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i’dadından ezhan müstaid olmadıkları için ukûle tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ! كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ bir düstur-u hikmettir. İstersen mukaddimata müracaat et bâhusus Birinci Mukaddime’de iyi tefekkür et!

İşte bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına göstermek olan üçüncü noktaya cevap:

Birinci Mukaddime’de tedebbür et, sonra bunu da dinle ki Şâri’in irşad-ı cumhurdan maksud-u aslîsi: İspat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyle ise Kur’an’daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlal içindir. Cumhurun efhâmına göre sanatta zahir olan nizam-ı bedî’ ile nazzam-ı hakiki olan Sâni’-i Zülcelal’e istidlal etmek içindir. Halbuki sanatın eseri ve nizamı her şeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taalluk etmez.

Tenbih: Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki bazı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve istînas-ı efkâr için cumhurun mutekadat-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delâlet etmek için değildir. Zira Kur’an, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatleri ehl-i tahkike parmakla gösterir ve işaret eder.

Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübin’in bazı âyâtı, bazısına müfessirdir. Yani bazı âyâtı, ehavatının mâfi’z-zamirlerini izhar eder. Öyle ise bazıları diğer bir ba’za karine olabilir ki mana-yı zahirî murad değildir.

Vehim ve Tenbih: Eğer istidlalin makamında denilse idi ki: Elektriğin acayibi ve cazibe-i umumiyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyade olan anâsırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber suriye olan hareketini nazara alınız, tâ Sâni’i bilesiniz! İşte o vakit delil olan sanat, marifet-i Sâni’ olan neticeden daha hafî ve daha gamız ve kaide-i istidlale münafî olduğundan bazı zevahiri, efkâra göre imale olunmuştur. Bu ise ya müstetbeü’t-terakib kabilesinden veya kinaî nevinden olduğu için medar-ı sıdk ve kizb olmaz. Mesela قَالَ lafzındaki elif, eliftir. Aslı vav olsa kâf olsa ne olursa olsun tesir etmez.

Ey birader, insaf et! Acaba şu üç nokta-i itiraz, cemi’ a’sarda cemi’ insanların irşadları için inzal olunan Kur’an’ın i’cazına en zahir delil değil midir? Evet

وَالَّذٖى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشٖيرِ النَّذٖيرِ وَ بَصٖيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَ اَجَلُّ وَ اَجْلٰى وَ اَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْ يَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَقٖيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَ اَعْلٰى وَ اَنْزَهُ وَ اَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ

(*[5])

Neam, hayalin ne haddi vardır ki nur-efşan olan nazarına karşı kendini hakikat gösterebilsin. Evet, mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdktır. Hak ise tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir.

Beşinci Meslek

Marufe ve meşhure olan havârık-ı zahire ve mu’cizat-ı mahsûsedir. Siyer ve tarihin kitapları onlar ile meşhundur. Ulema-yı kiram (cezahumullahu hayran) hakkıyla tefsir ve tedvin etmişlerdir. Malûmun talimi lâzım gelmemek için biz tafsilinden kat’-ı nazar ettik.

İşaret: Şu havârık-ı zahirenin her bir ferdi eğer çendan mütevatir değildir, mutlaka cinsleri, belki çok envaı kat’iyen ve yakînen mütevatir-i bi’l-manadır. O havârık birkaç nevi üzerindedir. İşte:

Bir nev’i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır, Peygamber’den (asm) istifade ve istifaza ederek keramet sahibi olduğundan kalb-i hassasından hiss-i kable’l-vukua binaen irhasatla Fahr-i Âlem’in geleceğini ihbar etmiştir.

Bir nev’i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıtlarını kırmış ve hudud-u maziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.

Bir kısmı dahi: Tahaddi vaktinde izhar olunan havârık-ı hissiyedir. Bine karib ta’dad olunmuştur. Demek, söylediğimiz gibi her bir ferdi, âhâdî de olursa mecmuu mütevatir-i bi’l-manadır.

Birisi: Mübarek olan parmaklarından suyun nebeanıdır. Güya maden-i sehavet olan yed-i mübarekesinden mâye-i hayat olan suyun nebeanıyla, menba-ı hidayet olan lisanından mâye-i ervah olan zülâl-i hidayetin feveranını hissen tasvir ediyor.

Biri de: Tekellüm-ü şecer ve hacer ve hayvandır. Güya hidayetindeki hayat-ı maneviye, cemadat ve hayvanata dahi sirayet ederek nutka getirmiştir.

Biri de: İnşikak-ı kamerdir. Güya kalb-i sema hükmünde olan kamer, mübarek olan kalbiyle inşikakta bir münasebet peyda etmek için sine-i saf u berrakını mübarek parmağın işaretiyle iştiyakan şakk u çâk etmiştir.

Tenbih: İnşikak-ı kamer mütevatir-i bi’l-manadır. وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ olan âyet-i kerîme ile sabittir. Zira hattâ Kur’an’ı inkâr eden dahi bu âyetin manasına ilişmemiştir. Hem de ihtimal vermeye şâyan olmayan bir tevil-i zaîften başka tevil ve tahvil edilmemiştir.

Vehim ve Tenbih: İnşikak hem âni hem gece hem vakt-i gaflet hem şu zaman gibi âsumana adem-i tarassud hem vücud-u sehab hem ihtilaf-ı metali’ cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir. Hem de hem-matla’ olanlarda sabittir ki görülmüştür.

Birisi ve en birincisi ve en kübrası olan Kur’an-ı Mübin’dir. İşte sâbıkan bir nebzesine îma olunan yedi cihetle i’cazı müberhendir. İlâ âhirihî… Sair mu’cizatı kütüb-ü mutebereye havale ediyorum.

Hâtime

Ey benim kelâmımı mütalaa eden zevat! Geniş bir fikir ile ve müteyakkız bir nazar ile ve muvazeneli bir basîretle mecmu-u kelâmımı yani mesalik-i hamseyi muhit bir daire veya müstedir bir sur gibi nazara alınız, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetine merkez gibi temaşa ediniz. Veyahut sultanın etrafına halka tutmuş olan asakir-i müteavinenin nazarıyla bakınız! Tâ ki bir taraftan hücum eden evhamı, mütecavibe ve müteavine olan cevanib-i saire def’edebilsin.

İşte şu halde Japonların suali olan (*[6]) مَا الدَّلٖيلُ الْوَاضِحُ عَلٰى وُجُودِ الْاِلٰهِ الَّذٖى تَدْعُونَنَا اِلَيْهِ ye karşı derim: İşte Muhammed aleyhissalâtü vesselâm…(*[7])

İşaret ve İrşad ve Tenbih: Vaktâ kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat canibinden müstantık ve sâil sıfatıyla gönderilen fenn-i hikmet, istikbale teveccüh eden nev-i beşerin talîalarına rast gelmiş; birden fenn-i hikmet şöyle birtakım sualleri îrad etmiş ki:

“Ey insan evlatları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle? Ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz nereden? Ve müntehanız nereyedir?”

O vakit nev-i beşerin hatip ve mürşid ve reisi olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat canibinden gelen fenn-i hikmete şöyle cevap vermiştir ki:

“Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i mevcudat, Sultan-ı ezel’in emriyle, kudret-i İlahiyenin dairesinden memuriyet sıfatıyla gelmişiz. Şu hulle-i vücudu bize giydirerek ve şu sermaye-i saadet olan istidadatı veren, cemi’ evsaf-ı kemaliye ile muttasıf ve Vâcibü’l-vücud olan Hâkim-i Ezel’dir. Biz maaşir-i beşer dahi şimdi saadet-i ebediyenin esbabını tedarik etmekle meşgulüz. Sonra birden ebede müteveccihen şehristan-ı ebedü’l-âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.

İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma! Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!”

Üçüncü Maksat

Haşr-i cismanîdir. Evet, hilkat onsuz olmaz ve abestir. Neam, haşir haktır ve doğrudur. Bürhanın en vâzıhı, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

Mukaddime

Kur’an-ı Mübin, haşr-i cismanîyi o derece izah etmiştir ki edna bir şüpheyi bırakmamış. İşte biz de kuvvetimize göre onun berahinini bir derece tefsir için birkaç makasıd ve mevakıfına işaret edeceğiz.

BİRİNCİ MAKSAT: Evet, kâinattaki nizam-ı ekmel hem de hilkatteki hikmet-i tamme hem de âlemdeki adem-i abesiyet hem de fıtrattaki adem-i israf hem de cemi’ fünun ile sabit olan istikra-i tam hem de yevm ve sene gibi çok envada olan birer nevi kıyamet-i mükerrere hem de istidad-ı beşerin cevheri hem de insanın lâyetenahî olan âmâli hem de Sâni’-i Hakîm’in rahmeti hem de Resul-i Sadık’ın lisanı hem de Kur’an-ı Mu’ciz’in beyanı, haşr-i cismanîye sadık şahitler ve hak ve hakiki bürhanlardır.

Mevkıf ve İşaret:

1- Evet, saadet-i ebediye olmazsa nizam, bir suret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Cemi’ maneviyat ve revabıt ve niseb, hebaen gider. Demek nazzamı, saadet-i ebediyedir.

2- Evet, inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinattaki riayet-i mesalih ve hikem ile mücehhez olduğundan saadet-i ebediyeyi ilan eder. Zira saadet-i ebediye olmazsa kâinatta bilbedahe sabit olan hikem ve fevaide karşı mükâbere edilecektir.

3- Neam, akıl ve hikmet ve istikraın şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeye işaret, belki delâlet eder. Zira adem-i sırf, her şeyi abes eder.

4- Evet, fıtratta ezcümle âlem-i suğra olan insanda, fenn-i menafiü’l-azanın şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösterir ki: İnsanda olan istidadat-ı maneviye ve âmâl ve efkâr ve müyulatının adem-i israfını ispat eder. O ise saadet-i ebediyeye namzet olduğunu ilan eder.

5- Evet, öyle olmazsa umumen kurur, hebaen gider. Feyâ li’l-aceb! Bir cevher-i cihan-bahanın kılıfına nihayet derece dikkat ve itina edilirse hattâ gubarın konmasından muhafaza edilirse nasıl ve ne suretle o cevher-i yegâneyi kırarak mahvedecektir? Kellâ! Ona itina, onun hatırası içindir.

6- Evet, sâbıkan beyan olunduğu gibi cemi’ fünunla hasıl olan istikra-i tâmla sabit olan intizam-ı kâmil, o intizamı ihtilalden halâs eyleyen ve tekemmül ve ömr-ü ebedîye mazhar eden haşr-i cismanînin sadefinde olan saadet-i ebediyeyi bizzarure iktiza eder.

7- Evet, saatin saniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene ve ömr-ü beşer ve deveran-ı dünya; birbirine mukaddime olarak döner, işler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi mevtten sonra kıyamet dahi o destgâhtan çıkacağını haber veriyorlar.

Evet, insanın her ferdi, birer nevi gibidir. Zira nur-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki bütün ezmanı yutsa tok olmaz. Sair envaın efradlarının mahiyeti, kıymeti, nazarı, kemali, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvi, küllî, sermedîdir. Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i neviye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umumiyeye remiz ve işaret, belki şehadet eder.

8- Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur istidadatında mündemic olan gayr-ı mahdud olan kabiliyattan neş’et eden müyulattan hasıl olan lâyetenahî âmâlinden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvuratı, mavera-yı haşr-i cismanîde olan saadet-i ebediyeye elini uzatmış ve medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur.

9- Neam, Sâni’-i Hakîm ve Rahmanu’r-Rahîm’in rahmeti ise cemi’ niamı nimet eden ve nıkmetlikten halâs eden ve kâinatı firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan halâs eyleyen saadet-i ebediyeyi nev-i beşere verecektir. Zira şu her bir nimetin reisi olan saadet-i ebediyeyi vermezse cemi’ nimetler nıkmete tahavvül ederek bizzarure ve bilbedahe ve umum kâinatın şehadetiyle sabit olan rahmeti inkâr etmek lâzım gelir.

İşte ey birader! Mütenevvi olan nimetlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezâlîyi nazara al. Nasıl o muhabbet, en büyük musibet olur! Demek hicran-ı ebedî, muhabbete karşı çıkamaz. İşte saadet-i ebediye, o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.

10- Neam, sâbık olan beş mesleği ile sıdk ve hakkaniyeti müberhen olan Peygamberimizin lisanı, haşr-i cismanînin definesindeki saadet-i ebediyenin anahtarıdır.

11- Neam, yedi cihetle on üç asırda i’cazı musaddak olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve fettahıdır ve besmele-keşidir.

İKİNCİ MAKSAT: Kur’an’da işaret olunan haşre dair iki delilin beyanındadır. İşte نخو بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

***

[1] * Dikkat lâzımdır.

[2] * Şimdiki hürriyet gibi.

[3] * Menfur casusluk gibi.

[4] * Dikkat lâzımdır.

[5] * Şu Arabiyyü’l-ibare iki mezheb-i bâtılın reddine işarettir.

[6] * Mâşâallah, güzel bir cevap.

[7] * Rus’u mağlup eden Japon’un başkumandanı Meşihat-ı İslâmiyeden bu suali sormuş. Eski Said bu makam-ı sâlisle cevap vermiş.

İkinci Makale

Unsuru’l-Belâgat

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ وَ الصَّلَوَاتُ عَلٰى نَبِيِّهٖ

İkinci Makale

Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç meselenin beyanındadır.

Birinci Mesele

Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arab’ın cazibesiyle a’cam, Araplara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’aniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin sanatına girdiklerinden fikrin mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslubu ise müteselsil olan hakaike müteveccihtir. Hakaike giren fikirler ise karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nâfizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise âlemin nizam-ı ekmeline mümid ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde her bir hüsnün menbaı olan hüsn-ü mücerred mündemicdir. Hüsn-ü mücerred ise mezaya ve letaif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan ezhara perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise nazm-ı maânîdir.

Hal böyle iken, Arap’tan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lisan-ı millîsi de hissiyatının ma’kesidir. Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa…

Bu sırra binaen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafız; mecra-yı tabiîsi olan nazm-ı manaya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.

Zira acemîler sû-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertip ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha munis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avam-perestane nümayişlere daha müstaid bir zemin olduğundan, elfaza daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir. Yani ne kadar bir mesafe katederse önlerine çok müşa’şa sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip elfaz arkasına koşup dolaşıyorlar.

Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz manaya galebe etmekle istihdam ederek; lafız, manaya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafız-perest mutasalliflerin sanatına kadar; yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir.

Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edep nasıl hubb-u lafza mağlup olarak lafız-perestlik hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi lafız-perestlere de bast-ı özür etmiştir ve numune-i imtisal olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delail-i İ’caz ve Esrarü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilaçlarından doldurmuştur. Evet, lafız-perestlik bir hastalıktır fakat bilinmez ki hastalıktır…

Tenbih: Lafız-perestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de suret-perestlik ve üslup-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edib edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

Evet, lafza ziynet verilmeli fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla ve suret-i manaya haşmet vermeli fakat mealin iznini almak şartıyla ve üsluba parlaklık vermeli fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla ve teşbihe revnak vermeli fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerektir.

İkinci Mesele

Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle:

Deveran ile tabir olunan, vücudda ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe zannolunması olan itikad-ı örfî üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyanıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adâveti veya muhabbeti atar. Hem de manaları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.

Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:

يُنَاجٖينِىَ الْاِخْلَافُ مِنْ تَحْتِ مَطْلِهٖ § وَ تَخْتَصِمُ الْاٰمَالُ وَ الْيَاْسُ فٖى صَدْرٖى

Yani “Mumatala-i hak perdesi altında hulfü’l-vaad benimle konuşuyor. Der: Aldanma! Onun için sinemde ümitlerim yeis ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harap ediyorlar.”

Göreceksin nasıl şair-i sahir emel ve yeisi tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematograf gibi bu beyt senin aklına rüya görünüyor. Evet, bu sihr-i beyanî bir nevi tenvim eder.

Veyahut yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte:

تَشَكَّى الْاَرْضُ غَيْبَتَهُ اِلَيْهِ § وَ تَرْشَفُ مَائَهُ رَشْفَ الرُّضَابِ

Yani yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer.

Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla haletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?

Tenbih: Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derece müşabehetidir. Zira yağmur gecikse sonra gelse toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muaşaka ve mükâleme suretine ifrağ eder.

İşaret: Her bir hayalde bu çiznok gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır.

Üçüncü Mesele

Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemali ve sureti, üslup iledir. Yani kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki:

Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya sanatın telakkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülatın hususiyatından teşekkül eden suretlerden terekküp eden istiare-i temsiliyenin parçaları telahuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslup, kelâmın kalıbı olduğu gibi cemalin madeni ve hulel-i fâhirenin destgâhıdır.

Güya aklın borazanı denilmeye şâyan olan irade ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan manalar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından mahall-i suver olan hayale girerler. O hazinetü’l-hayalde buldukları sureti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar veya bir pabucu giyer, lâekall bir nişan ile çıkar. Hiç olmazsa bir düğme ile veya bir kelime ile kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.

Eğer bir kelâmın –fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın– üslubunda im’an-ı nazar edersen kendi sanatı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misal üslubun içinde göreceksin. Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden, mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizaç ve sanatını kelâmıyla mümtezic tahayyül etsen Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun.

Eğer tereddüt ile senin hayalin hastalığı var ise Kaside-i Bür’iyye’den olan

وَاسْتَفْرِغِ الدَّمْعَ مِنْ عَيْنٍ قَدِ اْمَتَلَاتْ § مِنَ الْمَحَارِمِ وَالْزَمْ حِمْيَةَ النَّدَمِ

olan bîmarhaneye git, gör! Nasıl hekim-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar.

Eğer iştihanın açılmasıyla üslup denilen hakikatin şişesindeki zülâl-i mana nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizaç etmesini seyretmek ve o zülâli içmeye iştihan var ise meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı beliğ nedir?”

Elbette onun sanatı onu şöyle söylettirecek: Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehim denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.

Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle! Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsifini etmiştir. Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar.” Bak evsaf-ı kemaliye içinde, Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.

İşaret: Üsluptan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkalar başka diyorlar. Ve belâgatça faydası, kıssatın tefarıkını ve perişan olan parçalarını iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kaide-i “Bir şey sabit olursa levazımıyla sabittir.” sırrıyla, bir cüzü tahrik etmekle kıssatın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya mütekellim, üslubun bir köşesini muhataba gösterse muhatap kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.

Bak nerede olursa olsun “mübareze” lafzı pencere gibi meydan-ı harbi, içinde harp olarak sana gösterir. Evet, çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematografisi denilse caizdir.

Tenbih: Üslup meratibi pek mütefavittir. Bazen o kadar latîf ve rakiktir ki nesîm-i seherden daha âheste eser. Bazen o kadar gizli oluyor ki bu zamanın harbinin diplomatlarının desais-i harbiyelerinden daha mestûrdur. Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi lâzımdır tâ istişmam edebilsin.

Ezcümle: يٰسٓ suresinde مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَ هِىَ رَمٖيمٌ şive-i ifadeden, Zemahşerî مَنْ يَبْرُزُ اِلَى الْمَيْدَانِ üslubunu istişmam etmiştir. Evet insan, isyanla Hâlık’ın emrine karşı manen müdafaa ve mübareze eder.

Dördüncü Mesele

Kelâmın kuvvet ve kudreti ise kelâmın kuyudatı birbirine cevap vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen (karınca kaderince) asıl garaza işaret ve her biri parmağını maksat üzerine bırakmak ile

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشٖيرُ

düsturuna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi, maksat ise ortalarından istimdad edici bir havuz gibi olmak gerektir.

Elhasıl: Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akıl ile alınan suret-i garaz, müşevveş olmamak için tecavüb ve teavün ve istimdad lâzımdır.

İşaret: Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüp tevellüd edip hüsün ve cemal parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et. Ezcümle: Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azaptan tahvif ve insanı, kalak ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan âyete bak. Nasıl ki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kaide-i beyaniyeye binaen, tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i tesirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor.

Şöyle: اِنْ lafzındaki teşkik ile tahfif ve مَسَّتْ deki yalnız temas ve نَفْحَةٌ maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir ve مِنْ deki teb’iz ve nekale bedel عَذَابِ zikrindeki tehvin ve رَبِّكَ deki îma-i rahmet, umumen taklili göstermekle azabı nihayet derecede tazim ve tehvil eder.

Zira azı böyle olursa çoğundan Allah esirgesin.

Tenbih: Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zira bütün âyât-ı Kur’aniye bu intizam ve tenasüp ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd bazen mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zira nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder.

Beşinci Mesele

Kelâmın servet ve vüs’ati ise –nasıl suret-i terkip, nefs-i maksadı gösterir, öyle de– müstetbeatının telmihatıyla ve esalibin işaratıyla garazın levazım ve tevabiini göstermek ve ihtizaza getirmektir.

Zira telmih ve işaret ise sakin olan hayalatı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle kalplerin en uzak köşelerindeki istihsanı ve alkışlamayı tehyic etmeye büyük bir esastır. Evet, telmih ve işaret ise yolun etrafını temaşa ile tenezzüh etmek içindir. Kasd ve talep ve tasarruf için değildir. Demek, mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen bu beyitlerin içlerine gir, bir derece seyre şâyan noktalar vardır:

İşte çal olan atına binmiş, nâzenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al kapıları aç, işte:

قَالَتْ كَبِرْتَ وَ شِبْتَ قُلْتُ لَهَا § هٰذَا غُبَارُ وَقَايِعِ الدَّهْرِ

Yani dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir, belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.”

Hem de:

وَلَا يُرَوِّعْكِ اٖيمَاضُ الْقَتٖيرِ بِهٖ § فَاِنَّ ذَاكَ ابْتِسَامُ الرَّاْىِ وَالْاَدَبِ

Yani sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira nur-u mütecessim gibi dimağdan erimiş, sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.

Hem de:

وَعَيْنُكَ قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبٖيبَةٍ § فَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلَّا بِصُبْحِ مَشٖيبٍ

Yani gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış ancak subh-misal olan sakalın beyazıyla uyanabildi.

Hem de:

وَكَاَنَّمَا لَطَمَ الصَّبَاحُ جَبٖينَهُ § فَاقْتَصَّ مِنْهُ وَخَاضَ فٖى اَحْشَائِهٖ

Yani ciriti istemek yolunda sabah, atımın yüzüne yed-i beyzasıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısasını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.

Hem de:

كَاَنَّ قَلْبٖى وُشَاحَاهَا اِذَا خَطَرَتْ § وَقَلْبَهَا قُلْبُهَا فِى الصَّمْتِ وَالْخَرَسِ

Yani kalbim maşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi; kalbim müştak, onun kalbi müstağnidir. Demek hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taş ile vurmuştur.

Hem de:

وَاَلْقٰى بِصَحْرَاءِ الْغَبٖيطِ بَعَاعَهُ § نُزُولَ الْيَمَانِىِّ ذِى الْعِيَابِ الْمُحَمَّلِ

Yani tacir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel; yüklerini, eskallerini gabît sahrasına attı. Nasıl ki bir tüccar akşamda bir köye gelse gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar, sabahleyin herkes bir renk ile süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hattâ köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de sel, sahraya yükünü attığı gibi ticaret-i hafiyeye benzer imtizacat-ı kimyeviye ile çiçeklerin nâzeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hattâ çiçeklerin çobanı ıtlakına şâyan olan kefne (*[1]) başını kırmızılaştırıyor.

Hem de:

غَارَ الْوَفَاءُ وَفَاضَ الْغَدْرُ وَانْفَرَجَتْ § مَسَافَةُ الْخُلْفِ بَيْنَ الْقَوْلِ وَالْعَمَلِ

Yani vefa, gavr-ı in’idama çekildi; tufan-ı gadir feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı.

Uzağa gitmek istemiyorsan bu makalenin bir parça mâkabline nazar et, bu meseleye numune olmak için çok parçaları bulacaksın. Ezcümle: “Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatının keşşafı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”

Veyahut makale-i ûlâda olan mesele-i ûlânın hâtimesindeki işarete bak. İşte “Hilkat denilen şeriat-ı fıtriye, meczup ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek… Zira zemin zevciyle beraber اَتَيْنَا طَٓائِعٖينَ demişlerdir. Taat ise cemaatle daha ahsendir.”

Şimdi teemmül et! Bu misaller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki arkalarından başka makamat hayal meyal gibi başını çıkarıyor.

Altıncı Mesele

Kelâmın semeratı ise tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle:

Kimyaya aşina olanlara malûmdur. Bir maddeyi mesela, altın gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrika ile müteaddid borular ile muhtelif teressübatıyla, mütenevvi teşekkülat ile tabakat-ı mütefavitede geçer. En-nihayet ondan bir kısım tahassül eder. Kelâm denilen maânî-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi. Mefahim-i mütefavitenin suret-i teşekkülü budur ki:

Tesirat-ı hariciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulat tevellüd eder. Ondan hevaî manalar bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki mana bir kısmı tekâsüf etmekle temayülat ve tasavvuratın bir kısmı muallak kalıp bir kısım dahi takattur ettiğinden akıl ona rağbet gösterir. Sonra mayi halindeki kısımdan bir kısım tasallüb ve tahassül ettiğinden akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibden bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden akıl onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.

Demek müteşahhıs olanı, kelâmın suret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallüb etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassül etmeyeni işaret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeatına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslubun ihtizazatına ve kelâm ile refakat eden mütekellimin etvarıyla rabteder.

İşte bu silsilenin borularından ismin müsemması ve fiilin manası ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve heyetin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarün-ileyhleri ve hitabı teşyi eden etvarın muharrikleri hem de “dâllün bi’l-ibare”nin maksudu ve “dâllün bi’l-işaret”in medlûlü ve “dâllün bi’l-fehva”nın mefhum-u kıyasîsi ve “dâllün bi’l-iktiza”nın mana-yı zarurîsi ve daha başka mefahim umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar.

Eğer seyretmek istersen kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun vaktâ gözünüzün penceresinden şuâ ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse o aşk denilen nâr-ı mûkade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyulat dahi heyecana gelip birden o âmâller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdat istediklerinden o hazinetü’l-hayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehasinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehasinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehasini ile işbâ olunmuş olan hayalat ise o âmâlin imdadına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lisana kadar inmekle beraber zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve tazim ve te’dib ve iştiyakı sola ve terahhum ve lütfu iktiza eden mahbubun mehasinini önlerine ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürrlerini ellerine almakla beraber o اَلنَّارُ الْمُوقَدَةُ عَلَى الْاَفْئِدَةِ ıtlakına şâyan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celbeden tavsif-i bi’l-fezail ile arz-ı hâcet ederler.

İşte bak kaç tabakatta bildiğin manadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müthiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan

غَرَسْتُ بِاللَّحْظِ وَرْدًا فَوْقَ وَجْنَتِهَا § حَقٌّ لِطَرْفٖى اَنْ يَجْنِىَ الَّذٖى غَرَسَا

Hem de

فَلِلْعَيْنِ وَالْاَحْشَاءِ اَوَّلَ هَلْ اَتٰى § تَلَاعَائِدِىَ الْاٰسٖى وَ ثَالِثَ تَبَّتِ

Hem de

صَدٌّ حَمَا ظَمَاٖى لُمَاكَ لِمَاذَا § وَ هَوَاكَ قَلْبٖى صَارَ مِنْهُ جُذَاذًا

Hem de

حُشَاىَ عَلٰى جَمْرٍ ذَكِىٍّ مِنَ الْغَضَا § وَ عَيْنَاىَ فٖى رَوْضٍ مِنَ الْحُسْنِ تَرْتَعُ

gör ve dinle ki çendan gözleri cennette tenezzüh eder fakat vicdanlarındaki cehennem tazip eder. Öyle de mehasinine işaret ve istiğnasına remiz ve teellüm-ü firaka îma ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celbeden hüsnüne tansis etmekle beraber, hissiyatını tahrik eden heyet-i etvarıyla çok hayalat-ı rakikayı göstermişlerdir.

İşaret: Nasıl bir hükûmetin intizamında, her memura istidadı nisbetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de böyle meratib-i mütefaviteden ihtilat eden manalar ise garaz-ı küllî olan “mesûk-u lehü’l-kelâm”ın merkezine kurbiyet nisbetinde ve maksuda hizmet derecesinde her birine inayet ve ihtimamda hisse ve nasiblerini taksim-i âdil ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki o muadeletle intizam ve o intizamdan tenasüp ve o tenasüpten hüsn-ü vifak ve o hüsn-ü vifaktan hüsn-ü muaşeret ve o hüsn-ü muaşeretten kelâmın kemaline bir mizanü’t-ta’dil çıkabilsin.

Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder. Demek kuyudat-ı kelâmın istidatlarını nazara almak gerektir. Evet, her şeyi istidadı nisbetinde terfi etmek lâzımdır. Zira görünüyor ki göz, burun gibi bir aza ne kadar güzel olursa hattâ altından olursa haddinden büyük olduğu halde sureti çirkin eder.

Tenbih: Nasıl bazen en küçük bir nefer bir hizmete mesela, düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi sanatında büyüktür. Kezalik o maânî-i mütezahime içinde bazen bir küçük mana riyaset eder. O kıymettar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab ile ehemmiyetlidir. Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarîh hüküm ve lâzım-ı karibinin adem-i salahiyetidir ki onun hatırası için irsal-i lafız ve sevk-i hitap edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin.

Zira ya bedihî ve malûmdur, görünüyor veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telakki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatap yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâî olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizaç, istimzaç edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebi görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid değildir. Demek her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihat etseler kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.

Hâtime

Bazı maânî-i muallaka vardır ki bir şekl-i muayyenesi ve bir vatan-ı hususiyesi yoktur. Müfettiş gibi her bir daireye girer. Bazı kendine hususi bir lafız takıyor. Bu muallakatın bir kısmı ise harfiye ve hevaiye gibidir. Başka kelime onu derûnuna çeker. Bazen bir cümleye belki bir kıssata nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirsen ruh gibi o mana takattur eder. Mesela, hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf ilâ âhir gibi manalardır.

Yedinci Mesele

Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tabir-i diğer ile beyanın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise hariciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle:

Hakaik-i hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan maneviyat ve ahvalde yerleştirmektir. Demek âyine gibi, hariçten in’ikas eden hakikatin şuâlarını temessül eder. Güya kendi sanat-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklit ve muhakât eder.

Evet, kelâmda hakikat olmaz ise de en ekall şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sümbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise belâgat hurafat gibi, hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir fayda vermez.

İşaret: Felsefe-i beyaniyeye müşabih, nahvin dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise vâzıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü nahivde mezkûr olan münasebat-ı meşhure üzerine müessestir. Mesela, bir mamule iki âmil dâhil olmaz. Ve “hel” lafzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder. “Mesela” hariç ve kâinatta cari olan kanunların birer aks-i misalîsidir.

Tenbih: Bu münasebat-ı nahviye ve sarfiye olan hikmet-i vâzı’ ise felsefe-i beyan derecesinde olmaz ise de pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra ile sabit olan ulûm-u nakliyeyi, ulûm-u akliyenin suretlerine çeviriyor.

Sekizinci Mesele

Maânî-i beyaniyenin aşılaması ve telkîhi ve manaların becayiş ve inkılabları; kelimenin mana-yı hakikisi, ya garaz veyahut mana-yı muallakadan birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zira içine girdiği vakit sahibü’l-beyt olan hakikate ve esasa dönüyor. Ve asıl lafzın sahibi olan mana ise bir suret-i hayatiyeye dönüyor. Ona meded verir. Ve müstetbeattan istimdad eder. Bu sırdandır ki kelime-i vâhidenin maânî-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve telkîhat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder.

İşaret: Bir şey merkep ve binilmiş ise عَلٰى lafzına müstahak olduğu gibi zarf gibi içine aldığından فٖى lafzını ister. تَجْرٖى فِى الْبَحْرِ gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan بَاء lafzını ister. صَعَدْتُ السَّطْحَ بِالسُّلَّمِ gibi. Ve mekân ve merkep olduğundan فٖى ve عَلٰى lafızlarını dahi ister. Hem de gaye olduğundan اِلٰى ve حَتّٰى lafızlarını ister. İllet ve zarf olduğundan لَامْ ve فٖى lafızlarını dahi ister. وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ gibi. İşte sermeşk, sen de kıyas edebilirsen et!

Tenbih: Bu mütedâhil manaların hangisi daha ziyade senin garazına temas eder ve maksada sıla-i rahim vardır, ileriye sür ve izhar et. Bâkileri ona teşyi edici yaptır. Yoksa senin tarz-ı ifaden haşmet ve ziynet-i beyaniyeden çıplak olacaktır.

Dokuzuncu Mesele

İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki: Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vâhideyi tevlid eden asılların içtimaı ve her biri ayrı ayrı semere veren füru’-u kesîrenin istinbatına istidat veya tazammunu iledir. Şöyle ki:

Maksadü’l-makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksatlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda her bir maksat, tesavir-i mütedâhileden müşterekün-fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa; o nokta birinin gözü, ötekisinin yüzünün hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.

İkinci Nokta: Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim, o metalibin beka ve tenasülünün bir tarih-i tabiîsine işaret eder. Mesela, âlem güzeldir. Demek sâni’i, hakîmdir. Abes yaratmaz, israf etmez, istidadatı mühmel bırakmaz. Demek intizamı daima tekmil edecek. Ciğer-şikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü, bütün kemalâtı zîr ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek saadet-i ebediye olacaktır. Üçüncü Makale’nin ikinci şehadetinin mukaddimesinde nübüvvet-i mutlakanın mebhasında insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir misaldir.

Üçüncü Nokta: Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûl-ü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir. Zira her bir aslın yüksek netice ile kasden ve bizzat irtibatı olmaz ise lâekall bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir. Güya usûl denilen mezahir ve âyinelerin ihtilafıyla ve netice ve mütecellinin vahdetiyle maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umumî tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yâd edilen hakikatiyle kelâmın kuvve-i hayatiyesinin ittisaline işarettir. Üçüncü Makale’nin âhirindeki Üçüncü Maksat’ta olan Birinci Maksat buna bir derece misaldir. Hem de Üçüncü Makale’de Dördüncü Mesele ve Meslek’ten olan işaret ve irşad ve tenbih ve muhakeme buna misaldir.

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذٖى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَقٖيقَةُ فَوَيْلٌ حٖينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّٖينَ الَّذٖينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

Evet, Rabb-i İzzet’in kelâmına dikkat edilse bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet, nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında içtima edip zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zahir-perestlere ki bu hakikatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar.

Dördüncü Nokta: Kelâmı öyle ifrağ etmek ve istidat vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delâlet etmektir. Güya bu istidadı tazammun ile kelâmın kuvve-i namiyesinin kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini gösterir. Sanki o füru’ ve vücuhların mahşeri olan meselede cem’eder, tâ ki mezaya ve mehasinini muvazenet edip her bir fer’i bir garaza sevk ve her bir vechi bir vazifeye tayin eder.

فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَارٖيقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِيَدِهَا الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِدٖينَ لِبَلَاغَتِهٖ

Evet, kıssa-i Musa meşhur darb-ı meseldeki tefariku’l-asâdan daha nâfi’dir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Musa dahi öyledir. Bu hâsiyetine binaendir ki Kur’an, yed-i beyza-i mu’cizü’l-beyaniyle o kıssayı aldı. Ve suver-i müteaddidede gösterdi. Her bir ciheti hüsn-ü istimal etti. Fenn-i beyanın seharesi, belâgatına secde ber zemin-i hayret ve muhabbet ettiler.

Ey birader! Bu meselede olan hayal meyal belâgat, bu esalib ile sana öyle bir şecereyi tersim eder ki cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları mütenasika ve müteşaib dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakikat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Mesele’ye temaşa et. Zira çendan müşevveş ise bir derece bu meselenin bir parçasına misal olabilir.

Tenbih ve İ’tizar: Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gayet muğlak görünüyor. Fakat ne çare, mukaddimenin şe’ni icmal ve îcazdır. Kütüb-ü selâsede sana tecelli edecektir.

Onuncu Mesele

Kelâmın selaseti ise bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek ve tabiatı taklit ve harice temessül ve mesîl-i garazda sedad ve maksat ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki:

Kelâmda hissiyatta tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezcetmek, selasetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maânî-i müteselsileden tederrüc lâzımdır.

Hem de sanat-ı hayaliyesiyle tabiata şakirdlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavanini onun sanatında in’ikas edebilsin.

Hem de tasavvuratını öyle hariciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Faraza tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler hariç onları istilhak ve neseblerini inkâr etmesin ve desin: “Onlar benim.” veyahut “Keennehu” veyahut “Benim veledimdir.”

Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe (*[2]) temayül etmemektir. Tâ canibler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdat ve kuvvet vermek gerektir.

Hem de kasdın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek, selasetin selâmetine lâzımdır.

On Birinci Mesele

Beyanın selâmet ve sıhhati ise hükmü, levazım ve mebâdisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla ispat etmektir. Şöyle ki:

Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebâdisinden istimdad-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın itirazatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevap olan kuyudatıyla tekallüd etmek gerektir. Demek, kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinayet ve ictinadan himayet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler.

Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pek çok muhakematın zübdesi olduğundan gayet ulvi olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler; eğri nazar ile bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp etrafına bir sur çekmiştir. Yani mevzu veyahut mahmulü takyid ile veyahut tavsif ile veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsait noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevap hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir.

Eğer buna misal istersen şu kitap bitamamihî buna uzunca bir misaldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misaldir.

On İkinci Mesele

Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve hil’at-ı üslubu tevzi ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle:

Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir.

Eğer kendi malında tasarruf etse alâmet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidat ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üsluplarda istidadın kametine göre kesmektir. Tâ her bir maksat onun münasibinde olan üsluptan cilveger olabilsin. Zira üslubun esasları üçtür:

Birincisi: Üslub-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasîruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi…

İkincisi: Üslub-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delailü’l-İ’caz” ve “Esrarü’l-Belâgat”taki müşa’şa ve parlak kelâmı gibi…

Üçüncüsü: Üslub-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi… Veyahut şu kitabın mealindeki Arabiyyü’l-ibare, lâsiyyema Makale-i Sâlise’deki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi… Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslub-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim sanatımın tesiri cüz’îdir.

Elhasıl: Eğer ilahiyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslub-u âlîden ayrılmamak gerektir.

Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, ziynet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslub-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu ve avam-perestane nümayiş etmemek gerektir.

Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliğiyle cemal-i zatiyeyi gösteren üslub-u mücerrede iktisar et.

Bu meselenin hâtimesi: Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise makamın haricinde üslubu aramamaktır. Şöyle ki:

Mananın kametine göre bir üslubu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından lâekall kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya sanatın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıta kıtasından bir üslubu dikmek, zaruret olmadan harice medd-i nazar etmemek, tabir hata olmasa harice boykotaj etmek ile elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi servetin dağılmamasına en büyük esastır.

Demek mana ve makam ve sanat ise kelâmın delâlet-i vaz’iyesine yardım edebilir. Nasıl kelâm, delâlet-i vaz’iye ile manayı gösterir, öyle de böyle üslup ise tabiatıyla manaya işaret eder. Eğer bir numune istersen Dokuzuncu Mesele’deki Arabî parçalarına bak. İşte:

فَانْظُرْ اِلٰى كَلَامِ الرَّحْمٰنِ الَّذٖى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ فَبِاَىِّ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا تَتَجَلّٰى هٰذِهِ الْحَقٖيقَةُ فَوَيْلٌ حٖينَئِذٍ لِلظَّاهِرِيّٖينَ الَّذٖينَ يَحْمِلُونَ مَا لَا يَفْهَمُونَ عَلَى التَّكْرَارِ

فَاِنْ شِئْتَ فَانْظُرْ اِلٰى قِصَّةِ مُوسٰى فَاِنَّهَا اَجْدٰى مِنْ تَفَارٖيقِ الْعَصَا اَخَذَهَا الْقُرْاٰنُ بِالْيَدِ الْبَيْضَاءِ فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ مَحَبَّةً وَحَيْرَةً سَاجِدٖينَ لِبَلَاغَتِهٖ

Eğer istersen ulûm-u âliyenin (اٰلِيَه) kitaplarının dibacelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu sanat-ı belâgat çok dakik ve latîf olmazsa da fakat ondaki beraatü’l-istihlal, bu hakikate bir beraatü’l-istihlaldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu’cizata işaret yolunda Peygamberimizin zatı, nübüvvetine mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makale’nin dibacesinde kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirine şahit gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddime’de, inşikak-ı kamere yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini münhasif ve şems gibi bürhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebep oldunuz.

Buna kıyasen şu hakikate, şu kitapta birçok numune bulabilirsin. Zira bu kitabın mesleği, benim gibi harice boykotajdır. Hattâ zaruret olmazsa efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalibde harice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hatır olabilir. Zira hakikat birdir. Hangi kapı ile girsen aynını göreceksin.

Hâtime

Söylenene bak, söyleyene bakma; söylenilmiştir. Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır belki elzemdir.

İşaret: Malûm olsun ki fenn-i maânî ve beyanın mezayasının belâgatça mühim bir şartı, kasden ve amden garazın cihetine emarat ile işaret ve alâmatın nasbıyla kasd ve amdini göstermektir. Zira onda tesadüf bir para etmez.

Fenn-i bedî’in ve tezyinat-ı lafziyenin şartı ise tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesadüfî gibi tabiat-ı manaya yakın olmaktır.

Telvih: Pûşide olmasın ki tabiata ve hakikat-i hariciyeye delâlet eden ve hükm-ü zihnîyi kanun-u haricî ile rabteden, tabir caiz ise perdeyi delerek altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkabı اِنَّ -i tahkikiyedir. Evet, şu اِنَّ nin şu hâsiyetine binaendir ki Kur’an’da kesretle istimal olunmuştur.

Tenbih: Ey birader! Bu makaledeki kavanin-i latîfe şu perişan esalibden teberri ve nefret etmesi seni tağlit etmesin. Mesela “Eğer bu kanunlar iyi olsaydılar, onları vaz’edene iyi bir ders-i belâgatı verecekler idi. Hem de güzel bir üslubu giyecekler idi. Halbuki onları vaz’eden ise ümmidir. Üslupları dahi perişandır.” gibi bir vehme zâhib olma.

Yahu! Bu vehme ehemmiyet verme. Zira bir fende her bir ilim sahibi onda sanatkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye olan kuvve-i cazibe, ani’l-merkeziye olan kuvve-i dâfiaya galiptir. Çünkü kulağın dimağa karabeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır. Halbuki maden-i kelâm olan kalp ise lisandan uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok defa lisan, kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lâsiyyema kalp bazen meselenin derin yerlerinden –kuyu dibinde gibi– bir tın tın eder ise lisan işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?

Elhasıl: Fehim ifhamdan daha esheldir vesselâm!

İ’tizar: Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benim ile arkadaşlık eden sabırlı ve metanetli zat! Zannediyorum bu İkinci Makale’de yalnız hayretle seyirci oldun, müstemi olmadın. Çünkü anlamadın. Hakkınız var. Zira mesail gayet derin ve ırkları uzun ve ibare ise gayet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş ve vaktim dahi dar, ben de acele, sıhhatim muhtel, başım nezlelidir. Şu karışık zeminde ancak şöyle bir varak-pare çıkabilir. وَالْعُذْرُ عِنْدَ كِرَامِ النَّاسِ مَقْبُولٌ

Ey birader! “Unsur-u Hakikat”ı kübra gibi ve “Unsur-u Belâgat”ı suğra gibi mezcet. Elektrik şuâı gibi olan hads-i sadıkı geçir. Tâ gayet hararetli ve parlak ziyalı olan “Unsur-u Akide”yi netice vermek için senin zihnine istidadat verebilsin.

İşte “Unsur-u Akide”yi Üçüncü Makale’de arayacağız.

İşte başlıyorum: “Nahu”… (*[3])

[1] * Dikenli, ihrak edilir bir dağ mahsulüdür.

[2] * Bu kelime Kürtçedir.

[3] * Kürtçedir.

Birinci Makale

BİRİNCİ MAKALE

Maksada urûc etmek için mukaddimelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. Öyle ise biz de on iki basamaklı bir merdiven yapacağız.

                                  Birinci Mukaddime

Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte akıl, asıl itibar ve nakil, tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.

Hem de tahakkuk etmiş: Kur’an’ın her bir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye dörttür. Onlar da: İspat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir.

Yani hikmet tarafından kâinata îrad olunan suallere şöyle: “Ey kâinat! Nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” Kat’î cevap verecek yalnız Kur’an’dır. Öyle ise Kur’an’da makasıddan başka olan kâinat bahsi istitradîdir. Tâ sanatın intizamıyla Sâni’-i Zülcelal’e istidlal yolu gösterilsin.

Evet, intizam görünür ve kemal-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in vücud ve kasd ve iradesine kat’iyen şehadet eden intizam-ı sanat, kâinatın her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemean eden hüsn-ü hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Güya her bir masnû birer lisan olup Sâni’in hikmetini tesbih ediyor. Ve her bir nevi parmağını kaldırarak şehadet ve işaret ediyor.

Madem maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar; teşekkülat-ı kâinat nefsü’l-emirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taalluk etmez.

Fakat o meclis-i âlî-i Kur’anîye girmiş olan kâinatın her ferdi dört vazife ile muvazzaftır:

Birincisi: İntizam ve ittifak ile Sultan-ı ezel’in saltanatını ilan…

İkincisi: Her biri birer fenn-i hakikinin mevzu ve müntehabı olduklarından İslâmiyet, fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar…

Üçüncüsü: Her biri birer nev’in numunesi olduklarından hilkatte cari olan kavanin ve nevamis-i İlahiyeye İslâmiyet’i tatbik ve mutabık olduğunu ispat… Tâ o nevamis-i fıtriyenin imdadıyla, İslâmiyet neşv ü nema bulsun. Evet, bu hâsiyetle din-i mübin-i İslâm; sair heva ve heves içinde muallak ve mededsiz, bazen ışık ve bazen zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan dinlerden mümtaz ve serfirazdır.

Dördüncüsü: Her biri birer hakikatin numunesi olduklarından efkârı, hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’an’da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet kasemat-ı Kur’aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar’u’l-asâdır.

Şimdi tahakkuk etmiş şu şöyledir. Öyle ise şek ve şüphe etmemek lâzımdır ki mu’ciz ve en yüksek derece-i belâgatta olan Kur’an-ı Mürşid, esalib-i Arab’a en muvafığı ve tarîk-i istidlalin en müstakim ve en vâzıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad için bir derece ihtiram edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki onlarca maruf ve akıllarına me’nus ola… Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise tarîk-ı irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i’caza muhaliftir.

Mesela, eğer Kur’an dese idi: Yâ eyyühe’n-nâs! Fezada uçan meczup ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anâsır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz tâ Sâni’-i âlem’in azametini tasavvur edesiniz.

Veyahut o kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebîniyle temaşa ediniz tâ Sâni’-i kâinat’ın her şeye kādir olduğunu tasdik edesiniz.

Acaba o halde delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi? Hem de onlarca muzlim bir şeyle hakikati tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi? Halbuki i’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki onun safi ve parlak dâmenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.

Bununla beraber Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikiye telvih ve işaret ettiği gibi bazı zevahir-i âyâtı –kinayede olduğu gibi– maksada menar etmiştir.

Hem de usûl-ü mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzip; kinayat ve emsallerinde, fenn-i beyanda “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-i manaya râci değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksat ve garaza teveccüh ederler. Mesela “Filanın kılıncının bendi uzundur.” denilse, kılıncı olmazsa da fakat kameti uzun olursa yine hüküm doğrudur, yalan değildir.

Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de kelime-i vâhid hükmünde olan kelâmullahın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve reh-nüma ve komşularının kalplerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.

Elhasıl: Bu hakikati pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri muvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki namazın terkinde taallül yolunda demiş: “Kur’an diyor: لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ İlerisine de hâfız değilim.” Nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.

İkinci Mukaddime

Mazide nazarî olan bir şey, müstakbelde bedihî olabilir.

Şöyle tahakkuk etmiştir: Âlemde meylü’l-istikmal vardır. (*[1]) Onun ile hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tabidir. İnsan ise âlemin semerat ve eczasından olduğundan onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuddur. Bu meyil ise telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr ise tekemmül-ü mebâdi ile inbisat eder. Tekemmül-ü mebâdi ise fünun-u ekvanın tohumlarını sulb-ü hilkatten zamanın terbiye-gerdesi bir zemine ilka ile telkîh eder. O tohumlar ise tedricî tecrübeler ile büyür ve neşv ü nema bulur.

Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var, zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler.

Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyeden çok mesail var ki mebâdi ve vesaitin tekemmülüyle ve telahuk-u efkârın keşfiyatıyla, bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlar ile oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır.

Halbuki hikmetin bir pederi hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikemiye ve vüs’at-i kariha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla muvazene olunsa tereccuh edip ve ağır gelecektir. Noksaniyet İbn-i Sina’da değil çünkü ibn-i zamandır. Onu nâkıs bırakan, zamanın noksaniyeti idi.

Acaba bedihî değil midir ki Kolomb-u Zûfünun’un sebeb-i iştiharı olan Yeni Dünya’nın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsa idi; hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünya’yı eski dünyaya komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehaliki iktihamına bedel, bir küçük sefine ile bir pusula kifayet edecekti.

Fakat bununla beraber şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki mesail iki kısımdır:

Birisinde telahuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.

Kısm-ı diğeride esas itibarıyla telahuk ve teavün tesirsizdir. Bin de bir de birdir. Nasıl ki hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vâhid birdir. Teavün fayda vermez.

Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekseri, ulûm-u maddiyedendir.

Diğer bir kısmı, ikinci misale benzer. Tekemmülü def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise ağlebi maneviyat veya ulûm-u İlahiyedendir. Lâkin eğer çendan telahuk-u efkâr, bu kısm-ı sânînin mahiyetini tağyir ve tekmil ve tezyid edemez ise de bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.

Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir.

Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilacı istimal eder ise akrabasına taziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir.

Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latîfe-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani olan aklın sekeratını ilan etmek demektir.

Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.

Üçüncü Mukaddime

İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyet’e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilale verdiler. Şöyle ki:

O necip kavm-i Arap, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktâ ki içlerinden hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin marifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil belki istitraden yalnız istidlal için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasip olan geniş ve ulvi muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur’an idi.

Bundan sonra kavm-i Arap sair akvamı bel’ ettiği gibi milel-i sairenin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise Vehb, Kâ’b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalatına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celalet ve tekemmül ettiklerinden malûmat-ı muzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünkü İslâmiyet’in usûlüne müsadim olmadığından hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ, sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.

Hem de vaktâ ki şu İsrailiyat, Kitap ve Sünnetin bazı îmaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadîsin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazi bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahir-perestler, bazı âyât ve ehadîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler.

Halbuki Kur’an’ı tefsir edecek, yine Kur’an ve hadîs-i sahihtir. Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet, mâsadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki mâsadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.

Hem de vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arab’ın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi tahkikten taklide bir yol açtı.

Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyet’ten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilat-ı a’cam ile kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve İsrailiyat dahi daire-i İslâmiyet’e duhûlleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfâ, tamamıyla muvaffak olamadılar.

İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’an’a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur’an’ın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünkü gördüler ki Kur’an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle… Sonra Kitap ve Sünnetin bazı nakliyat-ı sadıkalarıyla ve bazı muharref İsrailiyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.

Hem de hakiki olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti Kitap ve Sünnetin manalarına tefsir ve maksatlarına beyan zannedip hükmeylediler.

Kellâ sümme kellâ! Zira Kitab-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın mısdâkı i’cazıdır. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Faraza bu mutabakatı izhar etmekten maksat, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünkü o, onları tezkiye etmezse şehadetleri mesmu olamaz.

Evet, Süreyya’yı serâda değil, semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama, zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belâgat olmadığından Kur’an kabul etmez.

Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyâb eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalat veyahut hikmetin ebâtîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız.” dediğin vakit alacağın cevap şudur: Yahu! İşte senin manan siliktir. Sikkesi taklittir, nakkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i’caz dahi onu darbedeni tard eder. Sen âyet ve hadîsin nizamlarına taarruz ettiğinden âyet şikayet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.

Tenvir için bir darb-ı mesel:

Kürtlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi: “Hırsızlığın tebeyyün edecektir.” O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın sanatıdır.” Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِڤٖينْ ژِمِنْ derdi. Yani “Tanin sizden, bal benden…”

Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi! Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil belki kalp ve vicdana ervah-ı hakaiki vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimatı melaike gibidirler. Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.

Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebep olduğundan daha kabahatlidir. Evet, ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkit, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse hak ve insaf mıdır ki umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin?

Hâtime

Bu mukaddimeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur’an istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, her biri bir fende mütehassıs muhakkikîn-i ulemadan müntehab bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir tefsiri telif etmekle, sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem’etmelidirler. Evet meşrutiyettir, her şeyde meşveret hüküm-fermadır. Efkâr-ı umumiye dahi dîdebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti, buna hüccettir.

Dördüncü Mukaddime

Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki:

Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymettar bir şeyi asilzade göstermek için o kıymettar şeylerin cinsiyle müştehir olan zata nisbet ve isnad etmektir. Yani sözleri revaç bulmak veya tekzip olunmamak veyahut başka ağraz için zalimane ve istibdatkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede…

Zira güzel bir sıfat veya ulvi bir sanatla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı sanatperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise “Senin dest-i hattındır.” denilir ise o emir, sanatın tenasüp ve muvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için reddedip i’raz ve teberri edecektir. “Hâşâ ve kellâ!” diyecektir.

Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye –Bir şey sabit olsa levazımıyla sabit olur.– istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülatlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir ucûbe olarak zihinlerinde tecessüm eder.

Eğer istersen hayalat-ı Acemane içinde perverde olan Rüstem-i Zâl’in timsal-i manevîsine bak, gör, ne ucûbedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdat sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasb ve garet ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddime olduğu için şu hârikulâde şecaat, hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabileri olan çok emirleri toplayıp içinde o hayal-i hēil na’ra vurarak “Ben nev’un münhasırun fi’ş-şahs’ım.” der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.

Ey hakikati çıplak görmek isteyen zat! Bu mukaddimeye dikkat et, zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meylü’t-terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendi’ye de: “Bu garib sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım, onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder.” Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.

Hâtime

İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalata müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Cemiyete dâhil olan, cemiyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Bir şeyin aslını gösteren semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa malını kıymetsiz ettiği gibi haczetmesine dahi sebep olur.

Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avam-perestane terviç ve teşvik ile bazı ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zatlara isnad etmek büyük bir cehalettir. Evet, hak müstağnidir. Hakikat ise zengindir. Tenvir-i kulûbe ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’an olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz.

Beşinci Mukaddime

Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki:

Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nuranisinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup şarap iken serap ve nâzenin ve hasnâ iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur.

Evet, mecaz şeffafiyetiyle şule-i hakikat ondan telemmu eder. Fakat hakikate inkılabıyla kesif olup hakikat-i asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir kanun-u fıtrîdir. Buna şahit istersen lügatın teceddüd ve tagayyüratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et.

İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalatı veya maânî, ihtiyar ve ziynetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cüret-i tağyire sebep olmuşlardır. Bu kaide lügatta olduğu gibi hayalat ve maânî ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise her şeye zahire göre hükmetmemek gerektir.

Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, her şeyin menbaını bulmaktır.

Bu hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Validemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim-şeffaftır.”

İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup hayluletiyle hakikat-i hali münhasif etmiştir. Zira mâil-i kamer, mıntıkatü’l-buruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan “tinnin” ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zaten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur.

Ey benim şu müşevveş sözlerimden usanmayan zat! Bu mukaddimeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve belâgatı rehber etmek gerektir.

Hâtime

Mana-yı hakikinin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, makasıd-ı şeriatın muvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. Mecazın cevazı ise belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı hakikat ve hakikati mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet, her şeyi zahire hamlettire ettire nihayet Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meylü’t-tefrit ne derecede muzır ise öyle de her şeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.

Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet, hikmet derim çünkü hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır fakat cüz’îdir. Usûl-ü müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenü’ş-şerri ihtiyar elzemdir. Evet, eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidatsız, efkâr taklit ile mukayyed, cehil avamda hüküm-ferma olduklarından selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hüküm-fermadır. Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.

Altıncı Mukaddime

Mesela, tefsirde mezkûr olan her bir emir, tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır.

Şöyle müsellemattandır ki: Hendese gibi bir sanatta mahir olan zat, tıp gibi başka sanatta âmî ve tufeylî ve dahîl olabilir. Ve kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki usûlü’l-fıkıhta müçtehid olsa icma-ı fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmîdir.

Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin suret-i hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.

Tenvir için bir latîfe-i faraziyedir:

Nasıl ki başka âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa; halbuki ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş. Belki her birisinden bazı azasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; mesela, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve amâme gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali; yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu; insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şerait-i hayat böyle ucûbelere müsait değildir diyecekler ve nakkaşı müttehem edecekler.

Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen (*[2]) ve zenav gibi yapmaktır.

Hem de âdât-ı müstemirredendir ki kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder. Zira ulûm birbirini intac ve birbirinin elini tutmakla teanuk ve tecavüb ettiklerinden o derecede iştibak hasıl olur ki bir fende telif olunan bir kitapta o fennin mesaili o kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekâtı çıkabilir.

Bu sırdan gaflet iledir ki bir şeriat veya bir tefsir kitabında istitraden derc olunmuş bir meseleyi gören bir zahir-perest veya mugalatacı bir adam der ki: “Şeriat ve tefsir böyle.” der. Eğer dost olsa diyecek: “Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir.” Şayet düşman olsa o bahane ile der: “Şeriat veya tefsir (hâşâ) yanlış.”

Ey ifrat ve tefrit sahipleri! Tefsir ve şeriat başkadır, tefsir ve şeriatta telif olunan kitap yine başkadır. Zira kitap daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin, hayse beyseden kurtulacaksın.

Dikkat et, nasıl ki bir evin levazım-ı mütenevviası yalnız bir sanatkârdan alınmaz, belki her bir hâcette o sanatta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de saadet-saray-ı kemalâtta o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki birinin saati kırılsa, terziye saatimi dik dese yuhadan başka cevap var mıdır?

İşaret: Bu mukaddimenin üssü’l-esası budur ki: Sâni’-i Zülcelal’in hilkat-i âlemde cari ve taksimü’l-a’mal kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkide mündemic olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle:

Kaide-i taksimü’l-a’mali muktezî olan hikmet-i İlahiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla şeriat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken, sû-i istimalimiz ile o istidattan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meylü’t-tefevvuk ile zayi edip söndürdük.

Elbette isyan eden, cehenneme müstahak olur. Biz de bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden cehennem-i cehil ile muazzeb olduk. Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mal kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksimü’l-a’malin ameli ile cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır.

Hâtime

Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur.

Evet, bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksimü’l-mehasin ve tefrikü’l-mesai olan kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir.

Hem de mantıkça müsellemdir ki hüküm, mevzu ile mahmulün yalnız vechün-mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise o fenden değildir. Başka fennin mesailinden olmak gerektir.

Hem de mukarrerdir ki âmm, hâssa delâlat-ı selâsenin hiçbirisi ile delâlet etmez. Mesela, Tefsir-i Beyzavî’deبَيْنَ الصَّدَفَيْنِ olan âyetinde Ermeniye ve Azerbaycan Dağlarının mabeyninde olan teviline nazar-ı kat’î ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen nakildir. Hem de tayini Kur’an’ın medlûlü değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir. Binaenaleyh o müfessir-i celilin tefsirdeki meleke-i râsihasına böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şüpheleri îras etmek, insafsızlıktır. İşte asıl hakaik-i tefsir ve şeriat meydandadır. Yıldızlar gibi parlıyor. O hakaikteki vuzuh ve kuvvettir, benim gibi bir âcize cesaret veriyor.

Ben de dava ederim: Tefsirin ve şeriatın ne kadar hakaik-i esasiyesi varsa birer birer nazar-ı tetkike getirilse görülür ki hakikatten çıkıp, hikmet ile tartılıp hak olarak hakka munsarıftır. Ne kadar şüpheli noktalar varsa umumen cerbezeli zihinlerden çıkıp sonra da onlara karışmış. Kimin asl-ı hakikatlerine bir şüphesi varsa işte meydan kendini izhar etsin!

Yedinci Mukaddime

Mübalağa ihtilalcidir. Şöyle ki:

Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalağa ile hayali hakikate karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesat, medhinden zem, tahsininden kubuh tevellüd eder. Zira muvazenet ve tenasüpten nâşi olan hüsnü مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُ ihlâl eder.

Nasıl ki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ’e inkılab etmektir. Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile gıybeti, katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.

Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm hem muhakemeli olmalıdır. Evet muvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.

Mesela, inşikak-ı kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bâhireyi, meylü’l-mücazefe ile arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.

Hasıl-ı kelâm: Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır: Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur.” olan sözü, İmam-ı Gazalî’ye dediren hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir.

Ey muhatap efendi! Bazen bürhanın hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse bak: Nasıl elmas, altın, gümüş, rasas, hadîd ilâ âhir her birinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir. Öyle de dinin makasıdı, kıymet ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa ötekinin vicdandır. Beriki, sırrın sırrındadır.

Evet, ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altını verse nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziye ile olsa pek yerinde yuha işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maskara olduğu gibi.

Kezalik hakaik-i diniyeyi temyiz etmeyen ve her birisine müstahak olduğu hak ve itibarı vermeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, her biri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, her biri bir acemi adama benzer ki gayet muntazam ve cesîm bir makine içinde küçük ve latîf bir çarkı görüyor ki hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasip görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber gurur-u nefis, nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz’-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer…

Elhasıl: Şeriatın her bir hükmünde Şâri’in bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o hüküm her şeyden müstağnidir. Hem de lafız-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifrat-perveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir.

Dikkat olunsun ki böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer’î ile kanaat etmeden öyle bir şey demiş ki yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif! Bu sözlerinle şeriata adâvet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dinden daha muzırsın.

Hâtime

Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyet’i tenkit etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın, muhakeme edin, nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz. Zira şu sizin bahanelerinize sebep olanlar, lisan-ı şeriatta ulema-i sû ile müsemmadırlar. Onların muvazenesizlik, zahir-perestliklerinden neş’et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki her bir hakikat-i İslâmiye, necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir. Nakş-ı ezel ve ebed üzerinde görünüyor. Evet kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir.

Fakat esefâ! Hubb-u nefis ve taraftar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neş’et eden teberri-i nefis ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yanlışa muhtemel olan sözünü veya hataya kabil olan fiilini, bir büyük zata veyahut muteber bir kitaba, hattâ bazen dine, çok defa hadîse en-nihayet kadere isnad etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Hâşâ sümme hâşâ… Nurdan zulmet gelmez. Kendi âyinesinde görülen yıldızları setretse de semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez.

Ey muteriz ağa! Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînedar düşman gibi bahane mahane aramakla hilaf-ı şeriatla vücuda gelen ahvali ve sû-i tefehhümden neş’et eden şübehatı senet tutmak, İslâmiyet’e leke getirmek pek büyük insafsızlıktır. Zira bir müslimin her bir sıfatı İslâmiyet’ten neş’et etmek lâzım gelmez.

Sekizinci Mukaddime

Temhid: Şu gelen uzun mukaddimeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir. Hem de şu gelen mukaddime, her kemali mahveden yeisi öldürür. Ve her bir saadetin mâyesi olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına beşaret verir. Taksime razıyız.

İşte mevzuu: Ebna-yı maziyle ebna-yı müstakbeli muvazene etmektir. Hem de mekatib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor. Mahiyet-i ilim bir dahi olsa suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

Evvela: Ebna-yı maziden muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vustâ ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim.

Bundan sonra malûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır. Tabir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyulat-ı kalbiyedir veya temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya hüdadır.

Buna binaen görüyoruz ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebna-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hüküm-ferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti.

Beşaret veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübra olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.

Vaktâ ki mazi derelerinde hüküm-ferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hēile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Her bir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.

Vaktâ ki hal sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve yeni tevellüde başlayan meyl-i taharri-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkâraneyi intac eyleyen berahin-i kātıadan başka ispat-ı müddea bir şeyle olmaz. Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddea, zihnimizi işbâ etmiyor. Bürhan isteriz.

Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hüküm-ferma, kuvvet ve heva ve tabiat ve müyulat ve hissiyat olduğundan seyyiatından biri, her bir emirde –velev filcümle olsun– istibdat ve tahakküm var idi. Hem de meslek-i gayra husumete, kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunur idi. Hem de bir şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

Hasıl-ı kelâm: Müyulat muhtelife olduklarından taraftarlık hissi, her şeye parmak vurmak ile ihtilafatla ihtilal çıkarıldığından hakikat ise kaçıp gizlenirdi.

Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve teavün-ü fıtrîye münafîdir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup ve safsatasını terk ederek nâsın icma ve tevatürünü tasdik ettiği gibi birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki taassup yerinde hak ve safsata yerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse dünya birleşse hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i salihîn zamanlarında hüküm-ferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi.

Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle zaman-ı halde filcümle, inşâallah istikbalde bitamamihî hüküm-ferma kuvvete bedel hak ve safsataya bedel bürhan ve tab’a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukûl ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır. Karn-ı evvel ve sânî ve sâlis’teki gibi ve beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet, hakkı mağlup eylemiş idi.

Saltanat-ı efkârın icra-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyet’in güneşi, evham ve hayalat bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır. Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziya ile istifadeye başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kātı’ üzerine teessüs ve her kemale mümid olan hakk-ı sabit ile hakaiki rabteylemesidir. Bunun neticesi; bâtıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.

Ey ihvan-ı müslimîn! Hal, lisan-ı hal ile bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı قَدْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَ زَهَقَ الْبَاطِلُ boynunu kaldırmış, el ile istikbale işaret edip yüksek ses ile ilan ediyor ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecelli ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir ki asıl insaniyet-i kübra denilen şey odur.

İnsaniyet-i suğra denilen mehasin-i medeniyet, onun mukaddimesidir. Görülmüyor mu ki: Telahuktan neş’et eden tenevvür-ü efkâr ile toprağa benzeyen evham ve hayalatı hakaik-i İslâmiyenin omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki: Nücum-u sema-yı hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü ve lem’a-nisar olacaktır. عَلٰى رَغْمِ اُنُوفِ الْاَعْدَاءِ

Eğer istersen istikbal içine gir, bak! Hakikatlerin meydanında hikmetin taht-ı nezaret ve murakabesinde teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği akide-i hak ile mücehhez ve seyf-i bürhan ile mütekallid olanlarla mübareze ve muharebe ederse; nasıl birden mağlup ve münhezim oluyor.

Kur’an’ın üslub-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasâra’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir. Hem de İslâmiyet’i daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyet’in hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor: اَفَلَا يَنْظُرُونَ ve فَانْظُرُوا ve اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ve اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ ve تَفَكَّرُوا ve مَا يَشْعُرُونَ ve يَعْقِلُونَ ve مَا يَعْقِلُونَ ve يَعْلَمُونَ ve فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى الْاَلْبَابِ

Ben dahi derim: فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُولِى الْاَبْصَارِ

Hâtime

فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى الْاَلْبَابِ Zahirden ubûr ediniz! Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit incitmeyiniz. Esahh ve lâzım…

Dokuzuncu Mukaddime

Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir. Şöyle görünüyor ki:

Âlemin her bir nevine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise o nevide olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi’ fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır. Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaatıyla perişan oluyor.

Bu şahitleri tezkiye eden, nazar-ı hikmetle istikra-i tammdır. Fakat bazen intizam görülmüyor. Çünkü dairesi, ufk-u nazardan daha geniş, tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor.

Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş’et eden istikra-i tammın tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubuh ve bâtıl ise tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır.

Hem de sabittir ki: Ekrem-i halk benî-Âdem’dir. İstidadı ve sanatı buna şahittir. Hem de benî-Âdem’in en eşrefi, ehl-i hak ve hakikat olan doğru Müslümanlardır. Hakaik-i İslâmiyet buna şehadet ettiği gibi istikbalin vukuatı da tasdik edecektir.

Hem de sabittir ki: Ekmel-i küll Muhammed’dir aleyhissalâtü vesselâm. Mu’cizatı ve ahlâk-ı kâmilesi şehadet ettiği gibi muhakkikîn-i nev-i beşer de tasdik ederler. Hattâ a’dası da teslim ediyorlar ve etmeye mecburdurlar.

Vaktâ ki bu böyle, şu şöyle ve o öyledir. Acaba nev-i beşer şakavetiyle o fünunların şehadetini cerh ve istikra-i tammı nakz ve iptal ve meşiet-i İlahiyesinin karşısında temerrüd, taannüde muktedir olacak mıdır? Kellâ, muktedir olmaz ve olamaz. Âdil ve Hakîm-i Mutlak’ın Rahman ve Rahîm ismine kasem ederim: Nev-i beşer, şer ve kubuh ve bâtılı, zahmetsiz yani biselâmeti’l-emr ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.

Evet, hukuk-u umumiye-i kâinata cinayet eden affolunmaz, râh-ı adem verilmez. Evet, binler sene şerrin galebesi yalnız bu dünyada en ekall bin sene mağlubiyet-i mutlaka ile netice verecektir. Âlem-i uhrada hayır, şerri idam-ı ebedî ile mahkûm edecektir. Yoksa âlemin muntazama ve mükemmele ve evamir-i İlahiyeye mutîa olan sair enva ve ecnas; bu perişan ve şakavetçi olan nev-i beşeri kendileri içinde kabul etmeyerek, hukuk-u vücuddan ıskat ve zulmethane-i ademe nefiy ve vazife-i hilkatten tard etmek, iktiza ve arz-ı hal edeceklerdir.

Bu ise bütün istidadat-ı beşeriyeyi ve âlemde saltanat sürmek ve âhirette saadet-i ebediyeye mazhar olmak için mücehhez edilen kabiliyatı ve müyulatı abes ve beyhude olmaklığı istilzam eder. Abes ise istikra-i tamma münakız olduğu gibi Sâni’-i Hakîm’in hikmetine dahi muarız ve Nebiyy-i Sadık’ın hükmüne de muhaliftir. Evet, istikbal bu davaların bir kısmını tasfiye edecektir. Fakat tamam tasfiyesi ise âhirette görülecektir. Şöyle:

Eşhastan kat’-ı nazar, nev’î ve umumî hüsün ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Lâkin hem şahsî hem umumî hem cüz’î hem küllî olan hüsün, hak ve hayır ve kemalin meydan-ı galebesi ve mahkeme-i kübrası; ve beşeri, sair ihvanı olan kâinat-ı muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasip tecziye ve mükâfat veren, yalnız dâr-ı âhirettir. Zira onda hak ve adalet-i mahza tecelli edecektir. Evet bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemic olan istidadat-ı gayr-ı mahdude ve ebed için mahluk olan müyulat ve arzularının sümbüllenmesine müsait değildir. Beslemek ve terbiye için başka âleme gönderilecektir.

İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet, ebede namzet olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz. Adem-i sırfa kaçamaz. Cehennem ağzını, cennet dahi âğuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar.

Hâtime

İslâm’ın ve Asya’nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. Çünkü Asya’nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslâmiyet’in galebesi için dört beş mukavemetsûz kuvvetler ittifak ve ittihat etmektedirler.

Birinci Kuvvet: Maarif ve medeniyet ile mücehhez olan İslâmiyet’in kuvvet-i hakikiyesidir.

İkincisi: Tekemmül-ü mebâdi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şedittir.

Üçüncüsü: Asya’yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş’et eden tenebbüh-ü tam ve teyakkuz-u kâmil ile mücehhez olan gıpta ve rekabet ve kin-i muzmerdir.

Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime ve zeminin hâsiyeti olan itidal ve ta’dil-i mizaç ve zamanın ziyası olan tenevvür-ü ezhan ve medeniyetin kanunu olan telahuk-u efkâr ve bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cüret-i teşebbüs ile mücehhez olan istidad-ı fıtrîdir.

Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan i’la-yı kelimetullah, İslâmiyet’in emriyle ve zamanın ilcaatıyla ve fakr-ı şedidin icbarı ile ve her arzuyu öldüren yeisin ölmesiyle hayat bulan ümit ile mücehhez olan arzu-yu medeniyet ve meyl-i teceddüddür.

Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilal veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran, mesavî-i medeniyetin mehasinine galebesidir ve sa’yin sefahete adem-i kifayetidir. Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi: Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemeklikten neş’et eden müsaade-i sefahet ve muvafakat-ı şehvet-i nefistir.

İkincisi: Hubbü’ş-şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş’et eden maişetteki müthiş müsavatsızlıktır.

Evet, şu diyanetsizlik Avrupa medeniyetinin içyüzünü öyle karıştırmış ki o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilaliyeyi tevlid etmiş. Faraza hablü’l-metin-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatine iltica ve tahassun edilmezse bu fırak-ı fesadiye, onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasıl ki şimdiden tehdit ediyorlar.

Acaba hakikat-i İslâmiyenin binler mesailinden yalnız zekât meselesi, düstur-u medeniyet ve muavenet olursa bu belaya ve yılanın yuvası olan maişetteki müthiş müsavatsızlığa deva-i şâfî olmayacak mıdır? Evet, en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.

Eğer denilse: Şimdiye kadar Avrupa’yı galip ettiren sebep, bundan sonra neden etmesin?

Cevap: Bu kitabın mukaddimesini mütalaa et. Sonra buna da dikkat et. Sebeb-i terakkisi, her şeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan bürudet-i memleket ve mekân ve meskenin darlığı ve sakinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i marifet ve arzu-yu sanat ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teavün ve telahuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile âlem bir şehr-i vâhid hükmüne geçtiği gibi matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya bir meclisin ehli hükmündedir.

Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer tevfik refik ola…

Hâtimenin Hâtimesi

Asya’nın bahtını, İslâmiyet’in tâli’ini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir fakat şeriat-ı garranın terbiyesinde kalmak şartıyla…

Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir.

Onuncu Mukaddime

Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muaheze olunmaz. Zira mesûk-u lehü’l-kelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhte eder. İrade etmezse itab olunmaz. Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir.

Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muaheze ve tenkit mütekellime aittir. Fakat kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat ve telmihatında ve suver-i maânî ve tarz-ı ifade ve maânî-i ûlâ tabir olunan vesail ve üslup garazında olan günah ve muaheze, mütekellimin zimmetinde değil belki örf ve âdete ve kabul-ü umumîye aittir. Zira tefhim için kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur.

Hem de eğer hikâye ise halel ve hata mahkiyyun anh’a aittir.

Evet, mütekellim suver ve müstetbeatta muaheze olunmaz. Zira onlara el atmak, semeratını almak için değildir. Belki daha yukarı makasıdın dallarına çıkmak içindir.

Eğer istersen kinaî şeylere dikkat et. Mesela “Filanın kılıncının bendi uzundur.” ve “Ramadı çoktur.” denildiği vakit, o adam uzun ve sahî ola… Ramad ve kılıncı hiç olmazsa da kelâm sadıktır.

Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş’et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî sahibi ve Sa’dî-i Şirazî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahat görmemişlerdir.

Eğer bu sır sana göründü ve ışıklandı: Mumunu ondan yandır, kıssat ve hikâyetin köşelerine git. Zira cüzde cari olan, bazen küllde dahi cari olabilir.

Tenbih: Üçüncü Makale’de müşkülat ve müteşabihat-ı Kur’aniyeye dair bir kaide gelecektir. İktiza-i makam ile şimdilik bir nebzesini zikredeceğiz. Şöyle:

Vaktâ ki Kitab-ı Hakîm’den maksud-u ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun irşadı idi. Çünkü havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise havassa hitap olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. Halbuki cumhur ise ekseri avam ve avam ise me’lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakikat-i mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmekleri temin edecek yalnız zihinlerinin te’nisi için me’luf olan ziyy ve libas ile mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise hakikat-i mahza, me’luflarını giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir.

Bu sırra binaendir: Esalib-i Arap’ta ukûl-ü beşere olan tenezzülat-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve mümaşat-ı ezhan, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da cereyan etti. Ezcümle: فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ ve يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدٖيهِمْ ve جَٓاءَ رَبُّكَ ve emsali… Hem de تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ ve eşbahı… Hem de وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve nazairi bu üsluba birer mecradır. ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ

Hâtime

Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya lafız ve üslubun perişanlığından neş’et eder –bu kısım Kur’an-ı Vâzıhu’l-Beyan’a yanaşmamıştır– veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymettar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; müşkülat-ı Kur’aniye bu kısımdandır.

Tenbih: Hadîs-i şerifte vârid olduğu gibi her âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer had ve muttala’ı ve her had ve muttala’ın çok şücûn ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahittir. Bu meratibin her birinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak, iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab daire-i akaide karıştırılsa ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir İtizal’i intac eder. Öyle de devair ve meratib tefrik olunmaz ise böyle neticeleri verir.

On Birinci Mukaddime

Kelâm-ı vâhidde ahkâm-ı müteaddide olabilir. Bir sadef, çok cevahiri tazammun edebilir.

Zevi’l-elbabca mukarrerdir: Kaziye-i vâhide, müteaddid kazayâyı tazammun eder. O kaziyelerin her biri ayrı birer madenden çıktığı gibi ayrı ayrı birer semere de verir. Biri birinden fark etmeyen, haktan bîgane kalır.

Mesela, hadîste denilmiş: اَنَا وَ السَّاعَةُ كَهٰذَيْنِ Yani ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz. Mabeynimizde tavassut edecek peygamber yoktur. Veya hadîsin muradı ne ise haktır. Şimdi bu hadîs üç kaziyeyi mutazammındır:

Birincisi: Bu kelâm Peygamberin kelâmıdır. Bu kaziye ise tevatürün –eğer olsa– neticesidir.

İkincisi: Kelâmın mana-yı muradı hak ve sadıktır. Bu kaziye ise mu’cizelerden tevellüd eden bürhanın neticesidir.

Bu ikisinde ittifak etmek gerektir. Fakat birincisini inkâr eden; mükâbir, kâzib olur. İkincisini inkâr eden adam dalalete gider, zulmete düşer.

Üçüncü kaziye: Bu kelâmda murad budur. Ve bu sadefte olan cevher budur, ben gösteriyorum. Bu kaziye ise teşehhi ile değil, içtihadın neticesidir. Zaten müçtehid olan başka müçtehidin taklidine mükellef değildir. Bu üçüncü kaziyede ihtilafat feveran ederler. Kāl u kıyl buna şahittir. Bunu inkâr eden adam eğer içtihad ile olsa ne mükâbirdir ve ne küfre gider. Zira âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir.

Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır…

Hâtime

Bu üç kaziye hadîste cereyanı gibi âyette de cereyan eder. Zira umumîdir. Fakat kaziye-i ûlâda bir fark-ı dakik vardır. Ve bundan başka, bir kelâmda çok ahkâm-ı zımniye bulunur. Fakat hususidir. Her biri ayrı bir asıl, ayrı bir semeresi olabilir.

Tenbih: İltizam-ı hilaf ve taassub-u bârid ve meylü’t-tefevvuk ve hiss-i taraftarlık ve vehmini bir asla ircâ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zayıf şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzip veya tadlil etmekle kendi sıdk ve istikametini ilan etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir. وَ اِلَى اللّٰهِ الْمُشْتَكٰى

On İkinci Mukaddime

Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalata sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.

Zahir-perestleri aldatan bir sebep: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddimenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın.

Hem de ihtilalatı tevlid eden, ihtilafatı îka eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattir. Hâşâ zevk-i fâsidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir.

Halbuki akıl ve hikmet nazarlarında her biri kudretin en bâhir mu’cizelerinden olan hakaik-i âlemde olan hüsn-ü intizam ve kemal ve ulviyet, o derece dest-i hikmet ile nakşolmuş ki: Bütün hayal-perestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde hüsün ve kemale nisbet olunsa, o hârikulâde hayaller gayet âdi ve o âdâtullah gayet hârikulâde bir hüsün ve haşmet gösterecektir.

Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir: Me’luf olan âfak ve enfüste dikkat-i nazara, Kitab-ı Hakîm emreder.

Evet, gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def’ettikleri gibi; âyât-ı beyyinat, yed-i beyza ile ülfet ve sathiyetin hicablarını ve zahir-perestliğin perdesini parça parça ederek, ukûlü âfak ve enfüsün hakaikine tevcih edip irşad etmişlerdir.

Hem de meylü’l-mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi, hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir.

Buna binaen vaktâ beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevk edemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve hârikulâdeye meyil ve hayalata iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya terviç için meylü’l-mübalağa tevellüd eder.

O mübalağa ise dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatinin çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meylü’l-mübalağa ile çok hayalatı kendine toplar, şâpe gibi büyür. Hattâ kalbe değil belki sımahta, belki hayalde bile yerleşemiyor.

Sonra bir nazar-ı hak gelir, onu tecrit etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına ircâ eder. “Hak gelir, bâtıl ölür.” sırrı da zahir olur.

Ezcümle: Bugünlerde bir hikâye buna misal olabilir: Fahir olmasın, zaman-ı sabavetimden beri üssü’l-esas-ı mesleğim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyet’e sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlerine saykal vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım, pek çok vukuatıyla şehadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küreviyet-i arz gibi bedihî bir meseleyi zikrettim. O meseleye temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düşmanların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini def’ eyledim. Nasıl ki mesailde mufassalan gelecektir.

Sonra gulyabanî gibi hayalata alışan zahir-perestlerin dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl sebep başka garaz olmak gerektir. Güya göz yummakla gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. Güya onların zannınca küreviyet-i arza hükmeden, dinde çok mesaile muhalefet ediyor. Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler.

O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsait bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından meyus ettiler.

Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için onların avam-perestane ve ifratkârane olan hayalatlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim.

Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mesele-i umumî hükmüne geçti. O zahir-perestler emin olsunlar ki sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avam-perestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz, medreseler hayatlanacaktır vesselâm…

Hem de zahiriyyunun efkârını teşviş eden ve hayalatını intizamdan çıkaran, sıdk-ı enbiyanın delaili yalnız hârikulâdelerde münhasır olduklarını itikad etmeleridir. Hem de Peygamberimizin cümle hali veya ekseriyeti, hârika olmak itibar etmeleridir. Bu ise vücud müsaade etmediği için mütehayyelatları intizam bulamıyor. Halbuki böyle itikad; sırr-ı hikmet-i İlahiyeden ve hilkat-i âlemde cari olan kavanin-i İlahiyeye peygamberlerin teslim ve ittibalarından gaflet, pek büyük bir gafletin neticesidir.

Evet, Peygamberimizin her bir hal ve hareketi, sıdkına delâlet ve hakka temessüküne şehadet etmekle beraber, Peygamber de âdâtullaha ittiba ve inkıyad ediyor. Makale-i Sâlise’de bu sırra tenbih edilecektir.

Hem de hârikulâdenin izharı tasdik-i nübüvvet içindir. Tasdik ise zahir olan mu’cizatıyla, ekmel-i vech ile hasıl olabilir. Eğer hâcetten fazla hârika olsa ya abestir veya sırr-ı teklife münafîdir. Zira teklif, nazarî olan şeyde bir imtihandır. Bedihiyat veya bedahete yakın olan şeylerde edna, a’lâ ile müsavi olabilir. Veyahut cereyan-ı hikmetin sırrına teslim ve itaate muhaliftir. Halbuki peygamberler herkesten ziyade ubudiyet ve teslime mükelleftirler.

Ey şu perişan sözlerime nazar eden talib-i hak! Senin mahiyetinde ekilmiş olan müyulat, şu On İki Mukaddime’de sükûnuyla beraber cereyan eden şems-i hakikatin ziyasıyla neşv ü nema bulup çiçekler açacaktır…

Hâtime

Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruç haram oldukları gibi; hadîs ve Kur’an’da dahi ziyade veya noksan etmek memnûdur. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir. Belki hikâyatın bakırları ve İsrailiyatın muzahrefatı ve teşbihatın mümevvehatı elmas-ı akidede, cevher-i şeriatta, dürer-i ahkâmda idhal etmek; kıymetini daha ziyade tenzil ve müteharri-i hakikat olan müşterisini daha ziyade tenfir ve pişman eder.

Hâtimenin Hâtimesi

Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki istidadı sanatta intişar ve tedahül ve sanatın mekayisine ihtiram ve muhabbet ve nevamisine temessül ve imtisal… Elhasıl, fena fi’s-sanat olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla sanatın suret-i lâyıkasını tağyir eder ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu sanata olan meyliyle, teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî sanatın suretini çirkin eder. Zira bi’l-kuvve olan meyil ve bilfiil olan sanatın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur.

Bu sırra binaen pek çok adam meylü’l-ağalık ve meylü’l-âmiriyet ve meylü’t-tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lütfu terk edip kendi istibdat ve tefevvukuna vesile-i cebir ve ta’nif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen vezaif, ehil olmayanın ellerine geçti. Bâhusus medaris, bunun ile indirasa yüz tuttu.

Buna çare-i yegâne: Daire-i vâhidenin hükmünde olan müderrisleri, Dârülfünun gibi çok devaire tebdil ve tertip etmektir. Tâ herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i manevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksimü’l-a’male tatbik edilsin.

Tenbih: Ulûm-u medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u âliye ( اٰلِيَه ) maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulûm-u âliye ( عَالِيَه ) mühmel kaldığı gibi libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zapt ederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.

***

Ey birader-i vicdan! Zannediyorum: Şimdi şu mukaddimat üzerine terettüp edecek olan kütüb-ü selâseyi, ne mahiyette olduklarını görmek istiyorsun fakat daha sabret. Şimdilik sana bir mevzu söyleyeceğim ki: O kütübün bir zemin-i icmalîsini, tabir-i diğer ile küçük bir fotoğrafını veya icmalî bir haritasını teşkil eder. Hem de o kütübde sekiz dokuz meseleyi, acele edip sana takdim edeceğim. Üçüncü Makale’den sonra eğer meşiet-i İlahiye taalluk etse ve tevfik-i Rabbanî refik olsa tafsilatını zikretmek fikrindeyim. İşte mevzu ve zemin budur:

Kur’an’ın gösterdiği vesailiyle, doğru hikmetin kuvvetiyle, bir seyr-i ruhanî olarak semavatın ulûmlarına çıkacağım. Tâ oradan temaşa edip göreceğiz ki: Küre-i arz hol veya top veya fırfıra veya sapan taşı gibi Sâni’-i Hakîm dest-i kudretle döndürüp atmakla çeviriyor. Tâ parça parça ederek daha iyisine tebdil edeceğine nazar-ı hikmetle göreceğiz.

Sonra da semavattan asılıp cevvden geçeceğiz. Tedricen, beşiğimiz olan ve beşerin yatıp ve istirahat eylemesi için Hâlık-ı Rahman, sathını serip müheyya ve mümehhed etmiş olan küre-i arza ineceğiz.

Sonra da beşer, çocukluğundan çıktığı gibi beşiğini atıp harap etmekle beşeri saadet-saray-ı ebediyeye gönderilmesine nazar-ı dikkatle temaşa edeceğiz.

Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân ile mukayyed olmayan seyr-i ruhanî ile zaman-ı mazi kıtasına girip ebna-yı cinsimiz olan ebna-yı mazi ile seyyale-i berkıye-i tarihiye ile muhabere edeceğiz. O mağrib-i ihtifanın köşesinde vukua gelen hâdisatı öğrenip ondan fikir için bir şimendiferi yapacağız.

Sonra dönüp gelmek üzere olan ebna-yı cinsimizi ziyaret ve istikbal için saadetin fecr-i sadıkını uzaktan görmek ve göstermek ile maşrık-ı istikbale müteveccih olarak şimendifer-i terakkiye ve tevfik denilen sefine-i sa’ye bindiğimiz ile beraber ellerimizde olan bürhanın misbahıyla, o bidayeti karanlık görülen fakat arkası gayet parlak olan zamana dâhil olacağız. Tâ ebna-yı müstakbel ile musafaha edip saadetlerini tebrik edeceğiz…

İşte bu küçük fotoğrafta öyle bir güzel resim mündemicdir ki ileride tahrir ile sana görünecektir. Şimdi bu zeminde kütüb-ü mezburenin şecereleri tenebbüt ve makalat-ı selâsenin cedaviliyle sulanacaktır.

Ey birader! Senin elini tutup hazine-i hakaike götürmekten evvel, vaad ettiğim birkaç mesele ile acele edip basar-ı basîretinize gışavet ve perde olan hayalatı def’edeceğim. Öyle hayalat, gulyabanî gibi elleriyle senin gözünü kapar, göğsüne vurur, seni tahvif eder. Faraza gösterse de nuru nâr, dürrü mederr gibi gösterir. O hayalattan sakın! Senin vesveselerinin en büyük menşei, küreviyete taalluk eden birkaç meseledir. Ezcümle: Sevr ve Hut ve Kaf Dağı ve Sedd-i Zülkarneyn ve cibalin evtadiyetleri ve yer altında cehennemin yerini tayin etmek ve دَحٰيهَا ve سُطِحَتْ veاَلشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ ve يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ gibi mesaildir. Hakikatlerini beyan edeceğim tâ dinin düşmanlarının gözleri kapatılsın ve dostlarının gözleri dahi açılsın. İşte başlıyorum:

Birinci Mesele

Senin munsif olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm –eğerçi ittifak-ı sükûtîyle olsa– ittifak etmişlerdir.

Eğer bir şüphen varsa “Makasıd” ve “Mevakıf”a git, maksada vukuf ve ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa’d ve Seyyid, top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar.

Eğer o kapı sana açılamadı; “Mefatîhü’l-Gayb” olan İmam-ı Râzî’nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onun ile mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın; İbrahim Hakkı’nın arkasına düş, Hüccetü’l-İslâm olan İmam-ı Gazalî’nin yanına git, fetva iste. De ki: “Küreviyette müşahat var mıdır?” Elbette diyecek: “Kabul etmezsen müşahat vardır.” Zira tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: “Kim küreviyet-i arz gibi bürhan-ı kat’îyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse; dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu, sadakat değil, hıyanettir.”

Eğer ümmisin fetvayı okuyamıyorsun, bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyin-i Cisrî’nin sözünü dinle! Zira yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdit ettiği gibi hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: “Kim dine istinad ile himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr eder ise sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şeditten daha ziyade zarar vermiş olur.”

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı, İbn-i Hümam ve Fahrü’l-İslâm gibi zatların ellerini tut, İmam-ı Şafiî’ye git, istifta et, de ki:

“Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır, güneş çok günlerde gurûb ve çok gecelerde tulû etmez, nasıl oruç tutacaklar?” Hem de istifsar et ki: “Şartın tarif-i şer’îsi olan sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder. Halbuki yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır?”

Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâyı şarktan ve garptan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi cenuptan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Bürhan-ı aklî gibi cevap verecektir.

Hem de kıble meselesinde diyecek: “Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nuranidir ki semavatı arşa kadar takmış ve nazmedip küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nuranisi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa hatt-ı şakulüyle senin gözünün şuâı, namazın her bir hareketinde ayn-ı kıble ile temas ve musafaha edecektir.”

Ey birader! Eğer sen zannettiğim adamlardansan, acib hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından bir kıymeti yoktur tâ kalbe girebilsin. Sen de inanmıyorsun, nefsini kandıramıyorsun fakat sapmışsın. Eğer o hayalata açık ve hakikate kapalı olan kalbinizde pek çok defa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i arz yerleşmez ise tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir meclis hükmünde geçinen arzın sakinlerini gör, sual et. Zira ev sahibi evini bilir. Onlar umumen müşahede ve tevatür ile bir lisanla sana söyleyecekler: “Yahu! Bizim beşiğimiz ve feza-yı âlemde şimendiferimiz olan küremiz o kadar divane değildir, ecram-ı ulviyede cari olan kaide ve kanun-u İlahîden şüzuz ve serkeşlik etsin.” Hem de delail-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecektir.

İşaret: Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlahiye; mevlevî gibi cezbe tutan meczup ve misafir olan küre-i arza, güneşe iktida eden safbeste yıldızların safında durup itaat etmesini farz ve vâcib kılmıştır. Zira zemin, zevciyle beraber اَتَيْنَا طَٓائِعٖينَ demişlerdir. Taat ise cemaat ile daha efdal ve daha ahsendir.

Elhasıl: Sâni’-i âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin –ey ehl-i hayal!– teşehhi ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis etmemiştir.

Tenbih: Zaaf-ı akideye veyahut sofestaî mezhebine olan meyle; veyahut daha almamış, yeni müşteri olmasına işaret eden umûrun biri de “Bu hakikat, dine münafîdir.” olan kelime-i hamkadır. Zira bürhan-ı kat’î ile sabit olan bir şeyi hak ve hakikat olan dine muhalif olduğuna ihtimal veren ve münafatından havf eden adam, hâlî değil ya dimağında bir sofestaî gizlenmiş, karıştırıyor veyahut kalbini delerek bir müvesvis saklanmış, ihtilal ediyor veyahut yeniden dine müşteri olmuş, tenkit ile almak istiyor.

İkinci Mesele

Pûşide olmasın, Sevr ve Hut’un kıssa-i meşhuresi İslâmiyet’in dahîl ve tufeylîsidir. Râvisiyle beraber Müslüman olmuştur. İstersen Mukaddime-i Sâlise’ye git, göreceksin; hangi kapıdan daire-i İslâmiyet’e dâhil olmuştur. Amma İbn-i Abbas’a olan nisbetin ittisali ise Dördüncü Mukaddime’nin âyinesine bak, o ilhakın sırrını göreceksin. Bundan sonra mervîdir: “Arz, sevr ve hut üzerindedir.” Hadîs olarak rivayet ediliyor.

Evvela: Teslim etmiyoruz ki hadîstir. Zira İsrailiyatın nişanı vardır.

Sâniyen: Hadîs olsa da zaaf-ı ittisal için yalnız zannı ifade eden âhâddendir. Akideye dâhil olmaz, zira yakîn şarttır.

Sâlisen: Mütevatir ve kat’iyyü’l-metin olsa da kat’iyyü’d-delâlet değildir. Eğer istersen Beşinci Mukaddime’ye müracaatla, On Birinci Mukaddime ile müşavere et!

Göreceksin nasıl hayalat, zahir-perestleri havalandırmış. Bu hadîsi mahamil-i sahihadan çevirmişlerdir. İşte vücuh-u sahiha üçtür:

Nasıl Sevr ve Nesir ve İnsan ve diğeriyle müsemma olan hamele-i arş, melaikedir. Bu Sevr ve Hut dahi öyle iki melaikedir. Yoksa arş-ı a’zamı melaikeye; küreyi, küre gibi himmete muhtaç olan bir öküze tahmil etmek, nizam-ı âleme münafîdir.

Hem de lisan-ı şeriatta işitiliyor: Her bir nev’e mahsus ve o nev’e münasip bir melek-i müekkel vardır. Bu münasebete binaen o melek o nev’in ismiyle müsemma, belki âlem-i melaikede onun suretiyle mütemessil oluyor. Hadîs olarak işitiliyor: “Her akşamda güneş arşa gider, secde eder. İzin alıyor, sonra geliyor.” Evet, şemse müekkel olan melek; ismi Şems, misali de şemstir. Odur gider, gelir.

Hem de hükema-i İlahiyyun nezdinde her bir nevi için hay ve nâtık ve efrada imdat verici ve müstemiddi bir mahiyet-i mücerrede vardır. Lisan-ı şeriatta melekü’l-cibal ve melekü’l-bihar ve melekü’l-emtar gibi isimler ile tabir edilir. Fakat tesir-i hakikileri yoktur. Müessir-i hakiki yalnız Zat-ı Akdes’tir. اِذْ لَا مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللّٰهُ

Esbab-ı zahiriyenin vaz’ındaki hikmet ise: İzhar-ı izzet ve saltanat tabir olunan, dest-i kudret perdesiz daire-i esbaba mün’atıf olan nazara karşı, zahiren umûr-u hasise ile mübaşeret ve mülabeseti görülmemektedir. Fakat daire-i akide denilen hak ve melekûtiyette her şey ulvidir. Dest-i kudretin perdesiz mübaşereti izzete münasiptir. ذٰلِكَ تَقْدٖيرُ الْعَزٖيزِ الْعَلٖيمِ

İkinci mahmil: Sevr, imaret ve ziraat-ı arzın en büyük vasıtası olan öküzdür. Hut ise ehl-i sevahilin belki pek çok nev-i beşerin medar-ı maişeti olan balıktır.

Nasıl biri sual ederse: “Devlet ne şey üstündedir?” Cevap verilir: “Kılınçla kalem üstündedir.” Veyahut “Medeniyet ne ile kaimdir?” “Marifet ve sanat ve ticaret ile…” cevap verilir. Veyahut “Nev-i beşer, ne şey üzerinde beka bulur?” Cevap ise: “İlim ve amel üstünde beka bulur.” Kezalik vallahu a’lem Fahr-i kâinat buna binaen cevap vermiş.

Şöyle sual eden zat –İkinci Mukaddime’nin sırrıyla– böyle hakaike zihni istidat kesbetmediğinden vazifesi olmayan bir şeyden sual ettiği gibi Peygamberimiz de asıl lâzım olan şöyle cevap buyurdu ki: “Yer, sevr üstündedir.”

Zira yerin imareti nev-i beşer iledir. Nev-i beşerden olan ehl-i kura’nın menba-i hayatları ziraat iledir. Ziraat ise öküzün omuzu üstündedir ve zimmetindedir. Kısm-ı diğeri olan ehl-i sevahilin a’zam-ı maişetleri, belki ehl-i medeniyetin büyük bir maden-i ticaretleri balığın cevfinde ve hutun üstündedir. كُلُّ الصَّيْدِ فٖى جَوْفِ الْفَرَا meselesine mâsadaktır. Bu latîf bir cevaptır. Mizah da olsa haktır. Zira mizah etse de yalnız hak söyler.

Faraza sâil keyfiyet-i hilkatten sual etmişse fenn-i beyanda olan تَلَقَّى السَّامِعُ بِغَيْرِ الْمُتَرَقَّبِ kaidesinin üslub-u hakîmanesiyle, lâzım ve istediği cevabı vermiştir. Yoksa hasta olan sâil, iştiha-i kâzibiyle istediği cevabı vermemiştir.

Ve يَسْئَلُونَكَ عَنِ الْاَهِلَّةِ قُلْ هِىَ مَوَاقٖيتُ لِلنَّاسِ bu hakikate bir beraatü’l-istihlaldir.

Üçüncü Mahmil: Sevr ve Hut, arzın mahrek-i senevîsinde mukadder olan iki burçtur. O burçlar eğer çendan farazî ve mevhumedirler. Asıl ecramı nazım ve rabt ile yüklenmiş olan âlemde cari ve lafzen ve ıstılahen cazibe-i umumiye ile müsemma olan âdâtullahın kanunu o burçlarda temerküz ve tahassül ettiğinden “Arz burçlar üstündedir.” olan tabir-i hakîmane caizdir. Bu mahmil, hikmet-i cedide nokta-i nazarındadır. Zira hikmet-i atîka burçları semada, hikmet-i cedide ise medar-ı arzda farz etmişlerdir. Bu tevil yeni hikmetin nazarında büyük bir kıymeti tazammun eder.

Hem de mervîdir: Sual taaddüd etmiş. Bir kere “Hut üstündedir.” Demek bir aydan sonra “Sevr üstündedir.” denilmiştir. Yani feza-yı gayr-ı mahdudenin her tarafında münteşir olan mezbur kanunun huyût ve eşi’alarının nokta-i mihrakıyesi olan Hut Burcu’nda temerküz ettiğinden, küre-i arz Delv Burcu’ndan koşup Hut’taki tedelli eden kanunu tutup şecere-i hilkatin bir dalıyla semere gibi asıldı veyahut kuş gibi kondu. Sonra tayyar olan yer, yuvasını Burc-u Sevr üstünde yapmış demektir.

Bunu bildikten sonra insafla dikkat et! Beşinci Mukaddime’nin sırrıyla ehl-i hayalin ihtira-kerdesi olan kıssa-i acibe-i meşhurede acaba hikmet-i ezeliyeye isnad-ı abesiyet ve sanat-ı İlahiyede ispat-ı israf ve bürhan-ı Sâni’ olan nizam-ı bedîi ihlâl etmekten başka ne ile tevil olunacaktır? Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne…

Üçüncü Mesele

Kaf Dağı’dır

İşaret: Malûmdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır, o şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek tâ imkândan imtina derecesine çıkarıyor. İstersen Yedinci Mukaddime’den sual et, sana “neam” cevabı verecektir. Hem de çok şeylerin metinleri kat’î iken delâletlerinde zunûn tezahüm eylemişlerdir. Belki “Murad nedir?” olan sualinin cevabında efhâm, mütehayyir olmuşlardır. İstersen On Birinci Mukaddime’nin sadefini aç. Bu cevheri bulacaksın.

Tenbih: Vaktâ ki bu böyledir. “Kaf”a işaret eden kat’iyyü’l-metinlerden yalnız قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَجٖيدِ dir. Halbuki caizdir “Kaf” “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil belki ağzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de kat’iyyü’d-delâlet bundan başka olmadığının bir delili, Şer’in müçtehidlerinden olan Karafî’nin لَا اَصْلَ لَهُ demesidir. Lâkin İbn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddime’ye bak, vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadîs olması lâzım gelmediği gibi her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakaikin tezahürü için hikâyet tarîkiyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.

Eğer dersen: “Muhakkikîn-i sofiye “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır.”

Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi onlar da cesetlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acayibe temaşa ediyorlar. “Kaf” ise o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça âyinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa –çekirdek gibi– âlem-i misalde tecessüm-ü maânînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder.

Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir, her ikisinin ortasında beş yüz senedir ve zirvesi semanın ketfine mümastır ilâ âhiri hayalatihim… Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen git, Üçüncü Mukaddime’den fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki âb-ı hayat olan belâgatını göreceksin.

Eğer bizim bu meselede olan itikadımızı anlamak istersen, bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim fakat keyfiyeti ise havale ederim. Eğer bir hadîs-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki murad-ı Nebi sadık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine… Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazen fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu meselede malûmumuz budur:

Kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevî ve medenilerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserisi teşaub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşaubdan neş’et etmiş olmak gerektir.

Ve sâniyen: Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rüya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dürbünüyle ve hiç olmazsa hayalin vera-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maânînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf” o âlemde zi’l-acayip olan “Kaf”ın çekirdeği olabilir.

Hem de Sâni’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zü’l-acayip olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beş yüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir.

Ve râbian: Neden caiz olmasın ki “Kaf” daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola… Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedâhile gibi nereye bakılırsa silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En-nihayet hayal ise selâsil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.

Dördüncü Mesele

Sedd-i Zülkarneyn’dir

Nasıl bildin ki: Bir şeyin vücudunu bilmek, o şeyin keyfiyet ve mahiyetini bilmekten ayrıdır. Hem de bir kaziye, çok ahkâmı tazammun eder. O ahkâmın bazısı zarurî ve bazısı dahi nazarî ve “muhtelefün fîha”dır.

Hem de malûmdur: Bir müteannit ve mukallid bir sâil, imtihan cihetiyle, bir kitapta gördüğü bir meseleyi, eğerçi bir derece de muharref olsa bir adamdan sual etse tâ gaybda olan malûmuna cevap verse o cevap iki cihetle doğrudur: Ya doğrudan doğruya cevap verse veyahut sâil-i müteannitin malûmuna ya bizzat veya tevil ile cevab-ı muvafık veriyor. İkisi de doğrudur.

Demek, bir cevap hem vakii razı eder, zira haktır. Hem sâili ikna eder zira eğerçi murad değilse malûmuna tatbik eder. Hem makamın hatırını dahi kırmıyor zira cevapta ukde-i hayatiyeyi derceder ki makasıd-ı kelâm ondan istimdad-ı hayat eder.

İşte cevab-ı Kur’an dahi böyledir. Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur’anîde mefhum olan zarurî hükümler ki inkârı kabul etmez. Şudur:

Zülkarneyn “müeyyed min indillah” bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir set bina edilmiştir, zalimlerin ve bedevîlerin def’-i fesatları için. Ve Ye’cüc Me’cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit set harap olacaktır ilâ âhirihî. Bu kıyas ile ona Kur’an delâlet eden hükümler, Kur’an’ın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir.

Fakat o mevzuat ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise Kur’an onlara kat’iyyü’d-delâlet değildir. Belki “Âmm hâssa delâlet-i selâseden hiçbirisiyle delâlet etmez.” kaidesiyle ve mantıkta beyan olunduğu gibi “Bir hüküm, mevzu ve mahmulün vechün-mâ ile tasavvur etmek, kâfi olduğu”nun düsturuyla sabittir ki Kur’an onlara delâlet etmez fakat kabul edebilir.

Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.

Fakat vâ esefâ! Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatın tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini, birden me’haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup alıp müfessir oldular. Yok, belki müevvil; yok belki mâsadakı, mana yerine mana gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkün olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler.

Halbuki Üçüncü Mukaddime’nin sırrıyla zahir-perestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyat gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkitsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatı, muharref olan Tevrat ve İncil’de olduğu gibi kabul ederse akide-i Ehl-i Sünnet ve Cemaat’te olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lût ve Davud aleyhimesselâm, buna iki şahittir. Vaktâ ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır.

Ben de bitevfikillah derim: İtikad-ı câzim, Hudâ ve Peygamberimizin muradlarına kat’iyen vâcibdir zira zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muhtelefün fîhdir. Şöyle:

Zülkarneyn –İskender demem zira isim bırakmaz– bazı müfessir melik “lâm’ın kesriyle”, bazı melek “lâm’ın fethiyle”, bazı nebi, bazı veli, ilâ âhir demişlerdir. Herhalde Zülkarneyn “müeyyed min indillah” ve seddin binasına mürşid bir şahıstır.

Amma set ise: Bazı müfessir sedd-i Çin ve bazı müfessir başka yerde cebelleşmiş ve bazı müfessir sedd-i mahfîdir, inkılab ve ahval-i âlem setreylemiştir. Ve bazı ve bazı… Demişlerdir, demişlerdir… Her halde müfsidlerin def’-i şerleri için bir redm-i azîm ve cesîm bir duvardır.

Amma Ye’cüc Me’cüc, bazı müfessir “Veled-i Yafes’ten iki kabile” ve bazı diğer “Moğol ve Mançur” ve bazı dahi “akvam-ı şarkiye-i şimalî” ve bazı dahi “Benî-Âdem’den bir cemiyet-i azîme, dünya ve medeniyeti herc ü merc eden bir taife” ve bazı dahi “Mahluk-u İlahîden yerin zahrında veyahut batnında âdemî veya gayr-ı âdemî bir mahluktur ki kıyamete, böyle nev-i beşerin herc ü mercine sebep olacaktır.” Bazı ve bazı ve bazı dediklerini dediler… Nokta-i kat’iye ve cihet-i ittifakî budur: Ye’cüc ve Me’cüc, ehl-i garet ve fesat ve ehl-i hadaret ve medeniyete ecel-i kaza hükmünde iki taife-i mahlukullahtır.

Amma harabiyet-i set; bazı, kıyamette ve bazı, kıyamete yakın ve bazı, emaresi olmak şartıyla uzaktır ve bazı, harap olmuştur fakat dekk olmamış. “Kıyle”ler çok. Herhalde nokta-i ittifak; seddin inhidamı, yerin sakalına bir beyaz düşmek ve oğlu olan nev-i beşer de ihtiyar olmasına bir alâmettir.

Eğer bu müzakeratı muvazene ve muhakeme etmişsen caizdir, tecviz edesin: Sedd-i Kur’an, sedd-i Çin’dir ki çok fersahlar ile uzun ve acayib-i seb’a-i meşhureden, bir “müeyyed min indillah”ın irşadıyla bina olunmuş, o zamanın ehl-i medeniyeti, ehl-i bedeviyetin şerlerinden temin eylemiştir. Evet, o vahşilerden Hun kabilesi Avrupa’yı herc ü merc ettiği gibi onlardan Moğol taifesi de Asya’yı zîr ü zeber eylemiştir.

Sonra seddin harabiyeti kıyamete alâmet olur. Bâhusus dekk, ondan başkadır. Peygamber: “Eşrat-ı saattenim. Ben ve kıyamet bu iki parmak gibiyiz.” dese neden istiğrab olunsun ki harabiyet-i set zaman-ı saadetten sonra alâmet-i kıyamet olsun… Hem de seddin inhidamı ömr-ü arza nisbeten yerin yüzünde ihtiyarlıktan bir buruşukluktur. Belki tamam-ı nehara nisbeten vakt-i ısfırar gibidir. Eğerçi binler sene de fâsıl olsa… Kezalik Ye’cüc ve Me’cüc’ün ihtilalleri, nev-i beşerin şeyhuhetinden gelme bir humma ve sıtması hükmündedir.

Bundan sonra On İkinci Mukaddime’nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bab eder. Şöyle: Kur’an hısası için kısası zikrettiği gibi ukad-ı hayatiye hükmünde ve makasıd-ı Kur’aniyeden bir maksadına münasip noktaları intihab ve rabt-ı maksada ittisal ettiriyor. Eğerçi hariçte ve husulde birbirinin nârı veya nuru birbiriyle görünmediği halde, zihninde ve üslupta teanuk ve musahabet edebilirler.

Hînâ ki kıssa hisse içindir, sana ne lâzım teşrihatı; nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git. Hem de Onuncu Mukaddime’den istizhar et. Göreceksin: Mecaz mecaza kapı açar ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ zahir-perestleri dışarıya sürüyor.

Malûm olsun ki: Esalib-i Arap’ta tecelli eden hüccetullahın miftahı, yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asl-ı i’caz olan belâgattır. Yoksa şöhret sebebiyle yalancı hadsle lakîta olunan ve rızaları olmadığı halde esdaf-ı âyâtta saklanan boncuklar değildir. İstersen Onuncu Mukaddime’nin Hâtimesi’ni istişmamla zevk et. Zira hitamı misktir ve içinde baldır.

Hem de caizdir ki: Meçhulü’l-keyfiyet olan set başka yerde sair alâmat-ı kıyamet gibi mestûr ve kıyamete kadar bâki ve bazı inkılabatıyla meçhul kalarak kıyamette harap olacaktır.

İşaret: Malûmdur: Mesken, sakinlerinden daha ziyade yaşar. Kale, ehl-i tahassundan daha ziyade ömrü uzundur. Sükûn ve tahassun, vücudunun illetidir, beka ve devamına değildir. Beka ve devamına olsa da istimrar ve adem-i hulüvvü iktiza etmez. Bir şeydeki garazın devamı, belki terettübü o şeyin devamının zaruriyatından değildir. Pek çok binalar sükna veya tahassun için yapılmış iken hâvi ve hâlî olarak ortada muallak kalıyor. Bu sırrın adem-i tefehhümünden, tevehhümlere yol açılmıştır.

Tenbih: Şu tafsilden maksat; tefsiri tevilden, kat’îyi zannîden, vücudu keyfiyetten, hükmü etrafın teşrihatlarından, manayı mâsadaktan, vukuu imkândan temyiz ve tefrik ile bir yol açmaktır.

Beşinci Mesele

Meşhurdur: “Cehennem yer altındadır.” Fakat biz Ehl-i Sünnet ve Cemaat kat’an ve yakînen yerini tayin edemeyiz. Lâkin zahir olan tahtiyettir ve yer altında olmasıdır. Buna binaen derim:

Şecere-i Tûba gibi olan hilkat-i âlemin sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. Semerenin altı o ağacın umum ağsanı altına şâmil olur. Buna binaen cehennem yer altında o dallar içindedir. Nerede olsa yeri vardır. Tahtiyetin mesafesi uzun ve ittisali iktiza etmez. Hikmet-i cedidenin nokta-i nazarında, ateş ekser kâinata müstevlidir. Bu hal arka tarafında gösterir ki: Bu ateşin asıl ve esası ve nev-i beşer ile beraber ebede giden ve yolda refakat eden cehennem, bir gün perdeyi yırtacak, hazır olun diyecek, meydana çıkacaktır. Bu noktada dikkat isterim…

Sâniyen: Kürenin tahtı ve altı merkezi ve dâhilîsidir. Bu noktaya binaen küre-i arz şecere-i zakkum-u cehennemin çekirdeğiyle hamiledir. Günün birinde doğacaktır. Belki fezada tayeran eden arz öyle bir şeyi yumurtlayacaktır ki o yumurtada cehennem tamamıyla olunmaz ise başı veya diğer bir azası matvî olarak tazammun etmiş ki yevm-i kıyamette derekat ve aza-yı sairesiyle birleşecek, dev-i acib-i cehennem, ehl-i isyana hücum edecektir.

Yahu! Kendin cehenneme gitmezsen hesap ve hendese seni oraya kadar götürebilir. Her otuz üç metrede takriben bir derece-i hararet tezayüd eylediğinden, merkeze kadar iki yüz bin dereceye yakın hararet mevcud oluyor. Bu nâr-ı merkeziyenin bizim galiben bin dereceye bâliğ olan ateşimizle nisbeti iki yüz defa olduğu gibi meşhur hadîsteki: “Cehennem ateşi, ateşimizden iki yüz defa daha şedittir.” olan nisbetin aynını ispat eder.

Hem de cehennemin bir kısmı zemherirdir. Zemherir ise bürudetiyle yandırır. Hikmet-i tabiiyede sabittir ki: Ateş bir dereceye gelir ki suyu buz eder. Harareti def’aten bel’ ettiği için bürudetle ihrak eder. Demek, umum meratibi ihtiva eden ateşin bir kısmı da zemherirdir.

Tenbih: Malûm olsun ki: Ebede namzet olan âlem-i uhrevî fena ile mahkûm olan bu âlemin mekayisiyle mesaha ve muamele olunmaz. Muntazır ol, Üçüncü Makale’nin âhirinde âhiret bir derece sana arz-ı dîdar edecektir.

İşaret: Umum fünunun gösterdiği intizamın şehadetiyle ve hikmetin istikra-i tammının irşadıyla ve cevher-i insaniyetin remziyle ve âmâl-i beşerin tenahîsizliğinin îmasıyla, yevm ve sene gibi çok envada olan birer nevi kıyamet-i mükerrerenin telmihiyle ve adem-i abesiyetin delâletiyle ve hikmet-i ezeliyenin telvihiyle ve rahmet-i bîpâyan-ı İlahiyenin işaretiyle ve Nebiyy-i Sadık’ın lisan-ı tasrihiyle ve Kur’an-ı Mu’ciz’in hidayetiyle, cennet-âbâd olan saadet-i uhreviyeden nazar-ı aklın temaşası için sekiz kapı, iki pencere açılır.

Altıncı Mesele

Muhakkaktır ki: Tenzil’in hâssa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezaya, bâhusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dürbünüyle temaşa etmezse mezayasını göremez. Zira ezhan-ı nâsın te’nisi için esalib-i Arap’ta yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülat-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efhâm ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır.

Vaktâ ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’an’ın hakkını bahş ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’an’ı tevil etmesinler. Zira her hakikatten daha zahir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki Kur’an’ın manaları hak oldukları gibi tarz-ı ifade ve suret-i manası dahi beliğane ve ulvidir. Cüz’iyatı o madene ircâ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’an’ın îfa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir iki misal göstereceğiz. Zira nazarı celbeder.

Birinci Misal: وَ (جَعَلْنَا) الْجِبَالَ اَوْتَادًا (Allahu a’lemu bimuradihi) Caizdir, işaret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru îma eder ki: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde tahte’l-bahir bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden muvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.

Sâniyen: İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zira dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.

Sâlisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi menabi-i hayat olan mâ ve türab ve havanın istifadeye lâyık suretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerait-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zira dağ ve cibal mehazin-i mâ olduğu gibi cezb-i rutubet hâsiyetiyle havaya meşşata oluyor. Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebep olduğu gibi toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.

Râbian: Belâgatça vech-i münasebet ve müşabehet budur: Faraza bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa, dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevî haymeler gibi tahayyül eder ise ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu?

Faraza sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevî Arab’ın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen şöyle: Bu silsileler A’râb-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen, Arapların hayalî olan üsluplarından uzak düşmüyorsun.

Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dürbünüyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temaşa edersen sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden daire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mesele’nin Tenbih’inde bir iki misal daha gelecektir.

Yedinci Mesele

Kur’an’da zikrolunan: دَحٰيهَا ve سُطِحَتْ ve فُرِّشَتْ ve تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) فٖى عَيْنٍ حَمِئَةٍ ve emsalleri gibi bazı ehl-i zahir tağlit-ı ezhan için onlar ile temessük ederler. Lâkin müdafaaya biz muhtaç değiliz. Zira müfessirîn-i izam, âyâtın zamairindeki serairleri izhar eylemişlerdir. Bize hâcet bırakmamışlar fakat bir ders-i ibret vermişler ve sermeşk yazmışlar.

وَلٰكِنْ بَكَوْا قَبْلٖى فَهَيَّجُوا لِىَ الْبُكَاءَ § وَ هَيْهَاتَ ذُو رَحْمٍ يَرُقُّ لِبُكَائٖى

Malûmdur: Malûmu i’lam bâhusus müşahed olursa abestir. Demek içinde bir nokta-i garabet lâzımdır, tâ onu abesiyetten çıkarsın.

Eğer denilse: “Bakınız nasıl arz küreviyetiyle beraber musattaha ve size mehd olmuştur, denizin tasallutundan kurtulmuş.” Veyahut “Nasıl şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor.” Veyahut “Nasıl binler sene ile uzak olan şems, ayn-ı hamiede gurûb ediyor.” Maânî-i âyât kinayetten sarahate çıkmış oluyor. Evet, şu garabet noktaları, belâgat nükteleridir.

Sekizinci Mesele

İşaret: Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Mesela diyorlar: “Böyle olsa kudret-i İlahiyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyade delâlet eder. Öyle ise bu vaki olmak gerektir.”

Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet, bir zira’ kadar bir burun altından olsa yalnız ona dikkat edilse güzel gören bulunur.

Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zatî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüt ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüt edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılab etsin. Veyahut o ikisi bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise Deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâki olduklarını tasdik etmemek gerektir.

Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel taziye edeceğim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.

Dördüncü bela ki ehl-i zahiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir. Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklitten tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak her biri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar.

Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin zaaf-ı âsabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir.

Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat’îye destres olmayan bir emirde tereddüt etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir.

Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: “Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derk edemez. Aklımız da buna ihtimal verir.” Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet, akıl her bir şeyi tartamaz fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise biz de o meselede çocuk gibi mükellef değiliz.

Tenbih: Ben zahir-perest ve nazar-ı sathî sahibi tabiriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i İslâm’ı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyet’e bakan hasm-ı dindir. Fakat bazen, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalık eden, dinin cahil dostlarıdır.

Beşinci Bela: Ehl-i tefrit ve ifrat olan bîçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de her mecazın her yerinde taharri-i hakikat etmektir. Evet, mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki mecaz ondan neşv ü nema bularak sümbüllensin. Veyahut hakikat, ışık veren fitildir; mecaz ise ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalpte ve akıl dimağdadır; elde ve ayakta aramak abestir.

Altıncı Bela: Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zahire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakikat mümkün ise mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binaendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinaıdır. Halbuki karine-i mania, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî… Daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen cennetü’l-firdevs gibi olan Delailü’l-İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir. Göreceksin: O koca Abdülkahir gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.

Yedinci Bela: Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zatiye ve eyniyeye hasrettiklerinden “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cariyi inkâr etmek lâzım geldiğinden şems-i hakikat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arapların üsluplarına hiç nazar etmemişlerdir ki nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi güneşi yuttu ilh… “Miftah-ı Sekkakî”de beyan olunduğu gibi pek çok yerlerde sanat-ı beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ı beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:

وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ ۞ وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ

Şu iki âyet gayet şâyan-ı dikkattirler. Zira zahire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zira birinci âyette olan istiare-i bedîa, o derece hararetlidir ki buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstekar ve muhkem ve parlaktır ki seyri için güneşi durdurur.

Evvelki âyet قَوَارٖيرَ مِنْ فِضَّةٍ naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bedîayı tazammun eylemiştir. Şöyle ki:

Cennetin evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir. Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedîanın karinesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya cennetin kadehlerini tasvir etmek için iki numunedirler ki Sâni’-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla cennete müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.

Aynen bunun gibi مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ bir istiare-i bedîa ondan takattur ediyor. O istiarenin zemini ise zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatiniyle süslendiği gibi güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatini andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar, sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O musahhar sâbihalar ise o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesadüf etmiş dağları andırırlar. Güya sema, su buharının zerratını ra’d ile silah başına davet ettiği gibi “Rahat olun!” emriyle herkes yerine gider, gizlenir.

Evet, çok defa bulut dağın libasını giydiği gibi heykeli ile teşekkül etmekle beraber bered ve karın beyazıyla televvün ve rutubet ve bürudetiyle tekeyyüf eder. Öyle ise bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti Kur’an’ın çok yerleri gösterir. Zira bazen onu, onun libasında ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de Tenzil’in pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin bir sahifesi olan zeminde muanaka ve musafahaları şahittir. Zira umman-ı havada iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger-endaz olduklarını görüyoruz.

İkinci âyet: وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى لِمُسْتَقَرٍّ Evet تَجْرٖى bir üsluba işaret ettiği gibi لِمُسْتَقَرٍّ dahi bir hakikati telvih eder. Demek caizdir ki تَجْرٖى lafzıyla şöyle bir üsluba işaret olsun.

Şöyle: Şems, demiri altından yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi, esîrden olan ve mevc-i mekfuf tabir olunan umman-ı semada seyahat ve yüzüyor. Eğer çendan müstekarrında lenger-endazdır. Lâkin o bahr-i semada o “zeheb-i zâib” cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî ve tebeî ve tefhim için müraat ve ihtiram olunan nazar-ı hissiyledir. Fakat hakiki iki cereyanı vardır. Olmaz ise de olur. Zira maksat, beyan-ı intizamdır. Esalib-i Arap’ta olduğu gibi tebeî ise veya zatî ise nizamın nokta-i nazarında birdir.

Sâniyen: Şems müstekarrında, mihveri üzerinde müteharrik olduğundan o erimiş altın gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zembereğidir.

Sâlisen: Şemsin müstekarrı denilen taht-ı revanıyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahra-yı âlemde seyr ü seferi, mukteza-yı hikmet görünüyor. Zira kudret-i İlahiye her şeyi hay ve müteharrik kılmıştır ve sükûn-u mutlak ile hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atalet-i mutlak ile rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyle ise şems de hürdür. Kanun-u İlahîye itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve her bir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır. Evet cereyan, hakiki ve zatî olduğu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasıl hakikidir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı تَجْرٖى dir. Üslubun ukde-i hayatiyesine telvih eden lafız لِمُسْتَقَرٍّ dir.

Elhasıl: Maksad-ı İlahîsi, nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise şems gibi parlıyor. كُلِ الْعَسَلْ وَلَا تَسَلْ kaidesine binaen, nizamı intac eden hareket-i şems veyahut deveran-ı arz, hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için sebeb-i aslînin taharrisine mecbur değiliz. Mesela قَالَ nin elifiyle hiffet hasıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.

İşaret: Bu tasviratla beraber hiss-i zahire istinaden; zahir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasıl ki belâgatın hararet ve letafetine münafîdir. Öyle de delil-i Sâni’ olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şahidi olan istihsan-ı aklîye carih ve muhaliftir. Şöyle:

Mesela, Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki: Sübhan senin cihat-ı erbaana mukabil gelse veyahut her cihete mukabil olarak görmüşsün. Bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir daire-i azîmeyi katetmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete acib bir misali, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir.

Şimdi insafla nazar-ı hakikatle bu taassub-u bârideye bak: Nasıl istikra-i tammın şehadetiyle sabit olan bir hakikat-i bâhireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur: Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakim yolu terk etmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise acaba istikra-i tammın mecaza karine olmasından ne mani tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?

Tenbih: Eğer istersen Mukaddimata gir. Birinci Mukaddime’yi suğra ve Üçüncü Mukaddime’yi kübra yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar.

Hattâ oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazılar öyle bir zatın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikatten temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zat-ı nakkad, Kürtçe demiş ki: عَنَاصِرْ چِهَارِنْ ژِوَانِنْ مَلَكْ

Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melaike-i Kiram maddeden mücerreddirler.” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melaike-i Kiram anâsırdan mahluk ecsam-ı nuraniyedirler.”

Onlar fehmetmişler ki: Anâsır dört oldukları, İslâmiyet’tendir. Acaba! Dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve muzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûl-ü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zahir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir.

Evet, dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizaç eden her bir madde, İslâmiyet’in anâsırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet’in hâsiyetini bilmemek demektir. Zira Kitap ve Sünnet ve icma ve kıyas olan anâsır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkip ve tevlid etmez.

Elhasıl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır, şeriatın maden-i safisinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zira selef “Dörttür.” dediklerinden murad, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidü’l-mâ ve müvellidü’l-humuza ve azot ve karbon yine dörttür.

Eğer hürfikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki o müstebit hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki:

Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.

***

Ey birader!

Vaktâ ki keşf-i esrar merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsuru’l-Belâgat ve i’cazın miftahı olan İkinci Makale’nin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakın o makalenin iğlak-ı üslubu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin perişaniyeti, seni temaşasından müteneffir etmesin. Zira iğlak eden, manasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perişan eden ve ziynet-i zahiriyeden müstağni eden, manasındaki cemal-i zatiyesidir.

Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nâzeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise zamanın modasına muhaliftir. Zira Kürt mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın üslub-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi halli müşkül bir muammayım… تَمَّ تَمَّ

[1] * Bizim bir Kürt demiştir:

Her zerrede temayül ayândır tekâmüle

Her soyda füyuz-u hüveyda-nüma ile

Bir nokta-i kemale şitab üzre kâinat,

Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.

Kahriyyat

[2] * Kürtçedir.

MUHAKEMAT

MUHAKEMAT

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi

veyahut

Saykalü’l-İslâmiyet

veyahut

Bedîüzzaman’ın Muhakematı

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Cümle tahiyyat, ol Hâkim-i Ezel ve Hakîm-i Ezelî ve Rahman-ı Lemyezelî’ye elyaktır ki bizi İslâmiyet’le serfiraz ve şeriat-ı garra ile sırat-ı müstakime hidayet etmiştir.

Öyle bir şeriat ki akıl ve nakil, dest be-dest ittifak vererek ol şeriatın hakaikinin hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.

Öyle hakaik ki kökleri hakikat zemininde rüsuh ile beraber dal ve budakları kemalâtın göklerine yükselip intişar edip…

Öyle füruat ki meyveleri saadet-i dâreyndir. Ve bizi Kur’an-ı Mu’ciz ile irşad eylemiş.

Öyle kitap ki kaideleri ile hilkat-i âlemin kitabından dest-i kader ve kalem-i hikmet ile mektup ve cari olan kavanin-i amîka-i dakika-i İlahiyeyi izhar ettiğinden, ahkâm-ı âdilanesiyle nev-i beşerin nizam ve muvazenet ve terakkisine kefil-i mutlak ve üstad-ı küll olmuştur.

Salavat-ı bînihaye, ol Server-i Kâinat ve Fahr-i Âlem’e hediye olsun ki âlem, enva ve ecnasıyla onun risaletine şehadet ve mu’cizelerine delâlet ve hazine-i gaybdan getirdiği meta-ı âlîye dellâllık ediyor. Güya âleme teşrif ettiğinden her bir nevi, kendi lisan-ı mahsusuyla alkışladığı gibi; Sultan-ı ezel, zemin ve âsumanın evtarını intak edip her bir tel başka lisan ile mu’cizatının nağamatını inşad etmekle, o sadâ-yı şirin bu kubbe-i minada ile’l-ebed tanin-endaz etmiştir.

Güya âsuman, kendi mi’rac ve melek ve kamerin elsine-i semaviyesiyle risaletini tebrik ve zemin, kendi hacer ve şecer ve hayvanın dilleriyle mu’cizelerine senahan ve cevv-i feza, kendi cin ve bulutların işaratıyla nübüvvetine beşaret ve sâyebân ve zaman-ı mazi, enbiya ve kütüb ve kâhinlerin rumuz ve telvihatıyla o şems-i hakikatin fecr-i sadıkını göstererek müjdeci ve zaman-ı hal yani asr-ı saadet lisan-ı haliyle tabiat-ı Arap’taki inkılab-ı azîmin ve bedeviyet-i sırftan medeniyet-i mahzanın def’aten tevellüdünü şahit göstererek nübüvvetini ispat ve zaman-ı müstakbel, kendi vukuat ve fünununun etvar-ı müdakkikanesiyle onun mevkib-i ikbalini istikbal ve lisan-ı hakîmane ile irşadatına teşekkür; nev-i beşer kendi muhakkikleriyle bâhusus hatib-i beliği ki şems gibi kendi kendine bürhan olan Muhammed’in (asm) lisan-ı fasihanesiyle haktan geldiğini ilan ve Zat-ı Zülcelal kendi Kur’an’ının lisan-ı beliğanesiyle ol Nebiyy-i Ümmi’nin ferman-ı risaletini kıraat, ediyorlar ve oluyorlar.

Beyt:

جُمْلَه شٖيرَانِ جِهَانْ بَسْتَۀِ اٖينْ سِلْسِلَه اَنْد

رُوبَه اَزْ حٖيلَه چِه سَانْ بِگُسَلَدْ اٖينْ سِلْسِلَه رَا

***

Emma ba’d: Şu fakir, garib Nursî ki “Bid’atüzzaman” lakabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan “Bedîüzzaman” ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek âh, âh, âh, vâ esefâ der ki: İslâmiyet’in mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû-i fehim ve sû-i edep ile İslâmiyet’in hakkını ve müstahak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalatın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.

Hem de hakkı var. Zira biz, İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te’dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.

Öyle ise ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakati uzatacağız, biat edeceğiz. Onun hablü’l-metinine sarılacağız.

Hem de bilâ-perva olarak ilan ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevkü’l-ceyş ile kuvvet bulan hayalat ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki:

Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense… Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…

Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıtasında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-i İslâmiyet’tir. Evet, saadet-saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur, emareler görünüyorlar…

Zira mazi kıtasında, vahşet-âbâd sahralarında hayme-nişin taassup ve taklit veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin muzahrefat ve istibdat olanlara, şeriat-ı garranın galebe-i mutlak ve istila-i tammına set ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar.

O maniler ise: Ecnebilerde taklit ve cehalet ve taassup ve kıssîslerin riyaseti.

Ve bizdeki mani ise istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden yeistir ki şems-i İslâmiyet’in küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır.

Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler, bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.

Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki teçhiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.

Evet, en büyük sebep ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir.

Feyâ li’l-aceb! Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.

Fakat vâ esefâ bu sû-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle yeisi ilka edip bab-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı meseleye münafî zannettiklerinden bu bedihî meselede mükâbere etmekten çekinmediler.

Ey benim şu kitabıma im’an-ı nazar ile nazar eden zat! Malûmun olsun, bu kitapla istediğim hizmet budur:

İslâmiyet’te olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a’da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak unvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahir-perestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyet’in ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.

Elhasıl: Maksadım, ol elmas kılınca saykal vurmaktır.

Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i’lam demektir.

Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıtasında iştirak eden cümlesi; eğer çendan sureten on üçüncü asrın evladıdırlar fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden on üçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.

***

Mukaddime

Bu kitap üç makale ile üç kitap üzerine mürettebdir.

Birinci Makale, unsur-u hakikatin veyahut bazı mukaddimat ve mesail ile İslâmiyet’e saykal vurmanın beyanındadır.

İkinci Makale, unsur-u belâgatı keşfeder.

Üçüncüsü, unsur-u akide ile ecvibe-i Japoniye beyanındadır.

Kitaplar ise Kur’an’da işaret olunan ilmü’s-sema ve ilmü’l-arz ve ilmü’l-beşeri tahkik ile bir nevi tefsirdir.