Onuncu Risale

وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفٖيقِ لِأَقْوَمِ الطَّرٖيقِ

Onuncu Risale

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âyet-i kerîmenin yüksek semasına çıkıp sırrını fehmetmek için yedi basamaklı bir merdiven kuruyoruz.

Birinci Basamak: Semavatın, melaike ile tesmiye edilen münasip sakinleri vardır. Çünkü küre-i arzın semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zevi’l-hayat ile dolu olması, semavatın o müzeyyen burçları zevi’l-idrak ile dolu olmasını tasrih ediyor. Ve keza semavatın bu kadar ziynetlerle tezyin edilmesi, behemehal zevi’l-idrakin takdir ve istihsan ile nazar-ı hayretlerini celbetmek içindir. Çünkü hüsn-ü ziynet, âşıkların celbi içindir. Yemek ve taam da aç olanlara yapılır. Maahâzâ ins ve cin o vazifeyi îfaya kâfi değillerdir. Ancak gayr-ı mahdud oraya münasip melaike ve ruhanîler o vazifeyi îfa edebilir.

İkinci Basamak: Arzın semavatla alâkası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet, arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek, aralarında cereyan eden ticarî muameleden anlaşılıyor ki arzın sakinleri için semaya çıkmaya bir yol vardır ki enbiya, evliya, ervah; cesetlerinden tecerrüd ile semavata urûc ederler.

Üçüncü Basamak: Semavatta devam ile cereyan eden sükûn, sükût, nizam, intizam, ıttıraddan hissedildiğine nazaran, semavat ehli, arz sakinleri gibi değildirler. Evet, arzda bulunan nifak, şikak, ihtilaf, ezdadın içtimaı, hayır ve şerrin ihtilatı gibi şeyler, semavatta yoktur. Bu sayede semavatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur. Sakinleri verilen emirlere kemal-i itaatle imtisal ediyorlar.

Dördüncü Basamak: Cenab-ı Hakk’ın; iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır. Mesela, Bedir gibi bazı gazâlarda Ashab-ı Kiram’a yardım etmek üzere küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzalini iktiza eden ismi, melaike ile şeyatîn yani semavî olan ahyar ile arzî eşrar arasında muharebenin vukuunu istib’ad değil, iktiza eder. Evet Cenab-ı Hak, melaikeye bildirmeksizin şeytanları def’ veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabîl mücazatın müstahaklarına ilan ve teşhiri, azametine lâyıktır.

Beşinci Basamak: Ruhanîlerin ahyarı, semada bulunduklarından eşrarı da letafetlerine güvenerek onlara takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i sema, onları şeraretleri için kabul etmeyerek def’ediyorlar. Maahâzâ bu gibi manevî mübarezeleri âlem-i şehadete, bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilan ve teşhirine recm-i nücum alâmet ve nişan kılınmıştır.

Altıncı Basamak: Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, nev-i beşeri itaate irşad, isyandan zecir ve men’etmek üzere kullandığı üslub-u âlîsine bak:

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ

Yani “Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semavat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultanla çıkarsınız.”

Kur’an-ı Kerîm bu âyet ile pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilan zımnında nida ediyor:

Ey insan-ı hakir, sağir, âciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı ezel’e isyan ediyorsun? Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun?

Yedinci Basamak: Yıldızların pek küçük efradı olduğu gibi pek büyükleri de vardır. Semanın vechini, yüzünü ziyalandıran her şey yıldızdır. Bu neviden bir kısmı, semaya ziynet olmuştur. Bir kısmı da şeytanları recmetmek için semavî mancınıklardır. Semada yapılan bu recm, sema gibi en vâsi dairelerde bile vukua gelen mübareze hâdisesini insanlara göstermekle, insanların mutîlerini âsilerle mübarezeye teşvik ile alıştırmaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

Biri, mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

İkincisi, gerek enfüsî gerek âfakî yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü, inşaata lâzım olan mukaddimeleri keşif ve tertip etmektir. Mesela, bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddimeleri ihzar ve tertip etmek gibi.

Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvela mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni’i hamd ü sena etmektir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

Mesela, bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek, atâ demektir.

Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi atâ da kaza kanununun kat’iyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler.

Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihraçtır. Bu hakikate vâkıf olan ârif:

“Yâ İlahî! Hasenatım senin atâ’ndandır. Seyyiatım da senin kazandandır. Eğer atâ’n olmasa idi, helâk olurdum.” der.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esma-i hüsnayı tazammun eden bazı fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bazen âyât-ı kudreti âyetlerde bast eder. Sonra içerisinden esmayı çıkarır. Bazen mensucat toplar gibi açar, dağıtır. Sonra toplar, esmada tayyeder. Bazen de ef’alini tafsil ettikten sonra isimler ile icmal eder. Bazen de halkın a’malini tehdidane söyler. Sonra rahmete işaret eden isimler ile teselli eder. Bazen de bazı makasıd-ı cüz’iyeyi zikrettikten sonra o makasıdı takrir ve ispat için bürhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazen de maddî cüz’iyatı zikreder. Sonra esma-i külliye ile icmal eder ve hâkeza…

İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz de aşk gibi Allah’a îsal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selâmettir.

Ehl-i sülûk, tarîk-ı hafâda letaif-i aşere üzerine, tarîk-i cehrde nüfus-u seb’a üzerine sülûk etmişlerdir. Bu fakir, âciz ise dört hatveden ibaret hem kısa hem sehil bir tarîkı, Kur’an’ın feyzinden istifade etmiştir.

Birinci hatve فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyetinden

İkinci hatveyi وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyetinden

Üçüncü hatveyi مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyetinden

Dördüncü hatveyi كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyetinden ahzetmiştir. Bunların izahı:

Birinci Hatve: İnsan, yaratılışında kendi nefsine muhib olarak yaratılmıştır. Hattâ bizzat nefsi kadar bir şeye sevgisi yoktur. Kendisini ancak Mabud’a lâyık senalar ile medhediyor. Nefsini bütün ayıplardan, kusurlardan tenzih etmekle, –haklı olsun haksız olsun– kemal-i şiddetle müdafaa ediyor. Hattâ Cenab-ı Hakk’ı hamd ü sena için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ü sena için sarf ediyor ve مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ deki مَنْ şümulüne dâhil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi ancak adem-i tezkiyesiyle olur.

İkinci Hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevk edilmeli; ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.

Üçüncü Hatve: Kendi nefsinde, torbasında; kusur, naks, acz, fakrdan maada bir şeyi bırakmamalıdır. Bütün mehasin, iyilikler, Fâtır-ı Hakîm tarafından in’am edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahri istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi; kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.

Dördüncü Hatve: Kendisi istiklaliyet halinde fâni, hâdis, ma’dum olduğunu ve esma-i İlahiyeye âyinedarlık ettiği halde şahit, meşhud, mevcud olduğunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi; vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ yü kendisine vird ittihaz etmektir.

Ve keza vahdetü’l-vücud ehli, kâinatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetü’ş-şuhud halkı ise bütün mevcudatı –kürek cezalılar gibi– nisyan zindanında ebedî hapse mahkûm ediyorlar.

Kur’an’ın ifham ettiği tarîk; kâinatı, mevcudatı hem idamdan hem hapisten kurtarır. Esma-i hüsnaya mazhariyetle âyinedarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kâinatı, istiklaliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.

Ve keza insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü hem nebatîdir hem hayvanîdir hem insanîdir hem imanî. Tezkiye muamelesi bazen tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazen de yirmi dört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir. خُلِقَ لَنَا مَا فِى الْاَرْضِ جَمٖيعًا ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasrıyla galat ediyor. Sonra her şeyin kıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hattâ Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiyatıdır. Gelecek bir nimetin mükâfat mukaddimesi ve vesilesi değildir. Mesela, insanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sâbık bir nimet olduğu ve sonra da imanın i’tasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sâbık nimetlerdir.

Evet, nasıl ki midenin i’tasıyla bütün mat’umat i’ta edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın i’tasıyla da âlem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber i’ta edilmiş gibi telakki ediliyor.

Ve keza nefs-i insanînin i’tasıyla, bu mide için mülk ve melekût âlemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezalik imanın i’tasıyla, mezkûr sofralar ile beraber, esma-i hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor.

Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülazım olmak lâzımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Envaın efradında, bilhassa haşerat ve hevam kısmında görünen fevkalâde çoklukta müşahede edilen hârikulâde, gayr-ı mütenahî bir cûd u sehavet vardır. Kemal-i ittikan ve intizam ile bütün envada bulunan şu kesret-i efrad, tecelliyat-ı İlahiyenin gayr-ı mütenahî olduğuna ve Cenab-ı Hakk’ın mahiyeti her şeye mübayin olduğuna ve bütün eşya onun kudretine nisbeten mütesavi olduğuna sarahaten delâlet eder.

Evet bu cûd-u icad, Sâni’in vücubundandır. Nevide celalîdir, fertte cemalîdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın yaptığı sanatların suhulet ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar sanatlarda bilhassa ince ve latîf cihazatta ilmî mahareti çok olursa o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh eşyanın hilkatinde sürat-i mutlaka ile vüs’at-i mutlaka içinde görünen suhulet-i mutlaka, Sâni’in ilmine nihayet olmadığına hads-i kat’î ile delâlet eder. وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın fıtraten mâlik olduğu câmiiyetin acayibindendir ki: Sâni’-i Hakîm şu küçük cisimde gayr-ı mahdud enva-ı rahmeti tartmak için gayr-ı ma’dud mizanlar vaz’etmiştir. Ve esma-i hüsnanın gayr-ı mütenahî mahfî definelerini fehmetmek için gayr-ı mahsur cihazat ve âlât yaratmıştır. Mesela mesmuat, mubsırat, me’kûlat âlemlerini ihata eden insandaki duygular, Sâni’in sıfât-ı mutlakasını ve geniş şuunatını fehmetmek içindir.

Ve keza hardaleden daha küçük kuvve-i hâfızasında öyle bir latîfe-i müdrike bırakılmıştır ki o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde, o latîfe daimî seyr ü cevelan etmekte ise de sahiline vâsıl olamaz. Maahâzâ bazen bu büyük âlem o latîfeye o kadar darlaşır ki âlem o latîfenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o latîfeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.

İşte, insanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.

Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir âlemini açar fakat içinde boğulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vâsıl olur.

Demek, insanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur u tevhid pek suhuletle nasib ü müyesser olur. Bir tabakasına da gaflet ü evham öyle istila eder ki kesret içinde gark olmakla tam manasıyla tevhidi unutmuş olur.

Sukutu suud, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakîn, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medeniler ikinci tabakadaki insanlardandır. Onlar, hakaik-i imaniyeyi derk etmekte bedevîlerin bedevîleridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İsm-i Celal, ale’l-ekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise mevcudatın cüz’iyatına tecelli eder. Bu itibarla nevilerdeki cûd-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüz’iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecelliyatındandır.

Ve keza celal, vâhidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazen de cemal, celalden tecelli eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Basar masnuatı görüp de basîret Sâni’i görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Çünkü o halde Sâni’in manen, kalben görünmemesi, ya basîretin fıkdanındandır veya kalp gözünün kör olmasındandır veya pek dar olduğundan meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlan’dır. Ve illâ Sâni’in inkârı, basarın şuhudunu inkârdan daha ziyade münkerdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir tarlaya zer’edilen bir tohum, manevî bir sur ve bir duvardır. O tarlayı tohum sahibine mal eder, başkasının tasarrufuna mani olur. Kezalik küre-i arz tarlasına zer’edilen nebatat, hayvanat tohumları manevî bir sur ve bir settir ki şirketi men’ediyor; gayrı, müdahaleden tard eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tabiatları latîf, ince ve latîf sanatlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam –mağara ve dağ heykelleri gibi– şeyleri de ilâve ediyorlar ki onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın. Çünkü اِنَّمَا الْاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا Lâkin müdakkik bir kimse o ezdadı cem’eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki o çirkin kaba şeyler kasden yapılmıştır ki güzellik, intizam, letafet artsın. Zira güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.

Kezalik dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlukat ve masnuat arasında –hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun– bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sâni’-i Hakîm tarafından kasden yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam görebilir.

Maahâzâ o gibi şeyler kasdî olmasaydı şekillerinde hikmetli tehalüf olmazdı. Evet, tehalüfte kasd ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simaca muhalefeti buna delildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri, zevi’l-hayatın Vâhibü’l-hayat’a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan, kendi kelâmını fehmettiği gibi iman kulağıyla zevi’l-hayatın da belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder.

Demek her şey, sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri esma-i hüsnanın delillerini fehmeder. Binaenaleyh her şeyin kıymeti, kendisine göre cüz’îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir. Demek bir insan, bir fert iken bir nevi gibi olur. وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zahir ile bâtın arasında müşabehet varsa da hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.

Mesela, âmiyane olan tevhid-i zahirî, hiçbir şeyi Allah’ın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy, sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakiki tevhidleri ise her şeyi Cenab-ı Hakk’a isnad etmekle beraber her şeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu, huzuru ispat, gafleti nefyeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayat-ı dünyeviyeye kasden ve bizzat teveccüh edip bağlanan kâfirin, imhal-i ikabında ve bilakis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakıyetindeki hikmet nedir?

Evet o kâfir, kendi terkibiyle, sanatıyla Cenab-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezahürüne –şuuru olmaksızın– hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlahiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garabet-i sanat-ı İlahiyeye nazarları celbediyor. Ne fayda ki farkında değildir. Demek o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan hakikat-i tarîkatı –tarîkatsız– feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.

Seriü’s-seyr olan bu zamanın evladına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şanındandır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine mani olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylere hasretmektir. Evet, cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere hasr-ı nazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz’înin en büyük bir sebepten sudûruna cevaz veremez.

Mesela, cüz’î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızık ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevi’l-hayatın rızıklarını veren Allah’tan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaati hasıl olur. Ve keza evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin. Amma o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbau’l-envar’ın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden ancak leyl ve neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîm’dir.

Ve keza senin vücudunun zuhur ve vuzuhça Hâlık’ın vücuduna nisbeti, Hâlık’ın vücuduna delâlet edenlerin nisbeti gibidir. Çünkü sen bir vecihle kendi vücuduna delâlet ediyorsun. Amma Hâlık’ın vücuduna, bütün mevcudat, bütün zerratıyla delâlet ediyor. Öyle ise onun vücudu senin vücudundan, âlemin zerratı adedince zuhur dereceleri vardır.

Ve keza seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:

1- Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.

2- Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.

3- İnsana en karib (yakın) nefistir, diyorsun.

Pekâlâ. Fakat o fâni lezzetlere mukabil, lezaiz-i bâkiyeyi veren Hâlık’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lâzım değil midir? Nefis, vücuda merkez olduğundan muhabbete lâyık ise o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Hâlık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstahak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu, sebeb-i muhabbet olursa bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi’, Bâki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber mahbub-u hakiki olan Fâtır-ı Hakîm’e ihda etmek lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Senin önünde çok korkunç büyük meseleler vardır ki insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.

Birisi: Ölümdür ki insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.

İkincisi: Dehşetli, korkulu ebed memleketine yolculuktur.

Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elîm elemlere maruz kalmaktır.

Öyle ise bu gaflet, nisyan nedir? Deve kuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin veya sen onu görmeyesin. Ne vakte kadar zâilat-ı fâniyeye ihtimam ve bâkiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’a hamdler, şükürler olsun ki mesail-i nahviyeden “isim” ile “harf” arasındaki manevî fark ile çok mühim meseleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:

Harf, gayrın manasını izah için bir âlet, bir hâdim olduğu gibi; şu mevcudat da esma-i hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için birtakım İlahî mektuplardır ki içlerinde yazılı delail, berahin, havârık mu’cize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması; ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzat cihetiyle bakılırsa küfran ve cehl-i mürekkeb olur.

Ve keza mesail-i mantıkıyeden “küllî” ile “küll” arasındaki fark ile rububiyete dair çok meseleleri öğrenmiş bulunuyorum. Cemal ile ehadiyet كُلِّىٌّ ذُو جُزْئِيَّاتٍ şümulüne dâhildir. Celal ile vâhidiyet كُلٌّ ذُو اَجْزَاءٍ unvanına dâhildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünya, âlem-i âhirete bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede âlem-i âhiretin mühim meselelerine olan işaretlerden biri, cismanî olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fâni, rezil, zelil dünyada bu kadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanın vücudunda yaratılan havass, hissiyat, cihazat, aza gibi âlât ve edevatından anlaşılır ki âlem-i âhirette de تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ kasırların altında, ebediyete lâyık cismanî ziyafetler olacaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez.

Binaenaleyh havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fâtır-ı Hakîm’e tevcih et ki havfın onun merhamet kucağına –çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi– leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, âciz, zayıf bir cüzsün. Lâkin Sâni’-i Hakîm lütfuyla, latîf sanatıyla seni “cüz”lükten “küll”üğe çıkartmıştır.

Evet, cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz’iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza insaniyet i’tasıyla bi’l-kuvve “küll” hükmündesin. Ve keza iman ve İslâmiyet ihsanıyla bi’l-kuvve “küllî” olmuşsun. Ve keza marifet ve muhabbetin in’amıyla muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen âciz, zelil bir cüz’î olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslâmiyet hesabına sarf edersen bir küllî ve bir küll olursun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara maruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem’edip Vâhid-i Ehad’e tevcih ve onun hesabıyla, izniyle sarf edersen bütün mahbubların ile beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.

Evet, bir sultana intisap eden bir adam, o sultanın her şeyle alâkadar, her mekânda herkesle muhaberesi, alâkası zımnında, o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mesela, kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair i’ta-i malûmat eden adama, bütün mâmelekini ona feda etmeye hazırsın. Amma, daire-i mülkünde bir arı hükmünde bulunan kamerin, Hâlık’ından haber getiren ve ezel ebede, hayat-ı ebediyeye, hakaik-i esasiyeye, azîm meselelere dair malûmat i’ta eden ve seni manevî perişaniyetlerden, dalaletlerden kurtarıp kesretten vahdete doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye imanla mâü’l-hayatı sana içirtmekle firak ve ayrılmak ateşlerinden kurtaran ve Hâlık’ın marziyatını, metalibini tarif eden ve Sultan-ı ezel ebed’in muhaberesine tercümanlık yapan Resul-i Rahman’ı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadık’a iman ile teslim olmaya mani olan nefsin heva ve hevesini terk etmiyorsun!..

İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki Sâni’-i Hakîm, kemal-i hikmetiyle pek âdi şeylerden pek hârika mu’cize-i mensucat yapıyor. Ve keza abesiyet ve israfa mahal bırakılmamak üzere bir ferdi envaen vazifeler ile tavzif ediyor. Hattâ insanın başında, insanın muvazzaf olduğu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadar maddî bir şeyin bulunması icab etseydi, bir başın Cebel-i Tûr büyüklüğünde olması lâzım gelirdi ki ashab-ı vezaife yer olsun.

Ve keza lisan sair vezaifiyle beraber erzak hazinesine ve kudretin matbahında pişirilen bütün taamlara müfettiştir. Ve bütün taamların tatlarını yakîn eden, bilen bir ehl-i vukuftur.

İşte bu faaliyet-i hakîmiyeden anlaşılıyor ki zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyaleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet, âlemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikati tenvir eder. Öyle ise bu fâni dünyada mevt, fena, devair-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek bâki kalır.

Evet, rivayetlerde vardır ki insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Görüyoruz ki Sâni’-i Hakîm’in, efrad ve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab-ı Hakk’ın şu tefennünde takip ettiği hikmet:

1- Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.

2- Kudret mektupları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.

3- Kudretin kemalini izhar etmektir.

4- Celalî ve cemalî her iki nevi sanatı ibraz etmektir.

Maahâzâ pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tamim için bir kısmını küçük harfler ile bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın iktizası yerine getirilmiştir.

Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmare, cismin küçüklüğünü sanatın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmet ile yaratılmamış iddiasında bulunarak bir nevi abesiyete isnad ediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gerek cûdda gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet, eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın sanatıyla Hâlık’ın sanatı arasındaki fark: İnsan kendi sanatının arkasında görünebilir amma Hâlık’ın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat Hâlık’ın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse siyah perdeler ortadan kalkar, nuraniler kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayvanattan olsun nebatattan olsun tevellüd ile tenasül şümulüne dâhil olan her fert, vech-i arzı istila ve tasallut etmek niyetindedir ki arzı kendisine ve zürriyetine has ve hâlis bir mescid yapmakla Fâtır-ı Hakîm’in esma-i hüsnasını izhar ile Hâlık’ına gayr-ı mütenahî bir ibadette bulunsun.

Evet kuşların, balıkların, karıncaların yumurtalarında, eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratın tohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lâkin âlem-i şehadetin darlığına ve müstakbel ibadetlerin Allâmü’l-guyub’un ilminde mevcud olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an-ı Kerîm, bazen bir şeyin müteaddid gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsis eder. Bu, ihtar içindir, inhisar için değildir. Yani o şeyin gayeleri, zikredilen gayeye münhasır değildir. Ancak o şeyin nizam ve intizam ve sair faydalarına insanın nazar-ı dikkatini celbetmek için insanlara râci o faydayı zikrediyor.

Mesela وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ ۞ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنٖينَ وَالْحِسَابَ âyet-i kerîme ile zikredilen fayda, takdir-i kamerin binlerce faydalarından biridir. Yoksa takdir-i kamer bu faydaya münhasır değildir. Yani kamer, yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’a mahsus taklidi mümkün olmayan en bâhir tevhid sikke ve mühürlerinden biri, gayr-ı ma’dud muhtelif eşyayı basit bir şeyden halk etmektir. Evet, pek basit olan şu topraktan binlerce enva, muhtelif nebatat, gayr-ı mütenahî bir kudret ile bir ilim ile pek büyük bir itkan, bir suhuletle yaratılmakta olduğu tevhidin öyle bir bürhanıdır ki hem taklidi hem tenkidi imkân haricidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden biri de kendi cüz’î sıfatlarını, şuunatını, Hâlık’ın küllî sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır. Amma âlem-i âhirette haşirdeki şuunat-ı azîmesini ve kıyamette emvatın ihyasıyla ahval-i umumiyesini fehmetmek için ancak güz mevsiminin kıyametiyle baharların haşri, haşir ve kıyamet-i kübrada Hâlık’ın şuunatına mikyas olabilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakk’ın helâl ettiği tayyibat dairesinden haram ettiği habîsat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:

Parçalayıcı arslan ile ünsiyetli ehlî atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacı ile jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihate çıkıyor.

Esna-yı irşadda bir adama rast gelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilaç vardır. Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifayâb olur. Ve o arslan, ata inkılab eder; burak gibi bineği olur. O sehpa ağacı da daima teceddüd etmekte olan ahval-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeye âlet ve vasıta olur.

O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor: “Yahu nedir o ilaçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at, keyfine bak.”

Adamcağız: “Yok baba! Bu ilaçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın maruz kaldığı fena ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ seninle beraber dans oynayalım. Ve illâ gözümün önünden def’ol git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünkü حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ bana yeter.”

İ’lem eyyühe’l-aziz! Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, Müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar:

Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.

Bakınız, arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur’an’ın sadâsını dinleyecek olursan o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahman’a ulaştıracaktır. Ve illâ o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Bâtıl itikadınız gibi ebedî bir firak ile dağıtacaktır.

Ve keza önümüzde idam sehpaları kurulmuştur. Eğer iman, îkanla Kur’an’ın irşadını dinlersen, o sehpa ağaçlarından sefine-i Nuh gibi sahil-i selâmete, yani âlem-i âhirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.

Ve keza sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır. Eğer Kur’an’ın ilaçlarıyla tedavi edersen fakrımız, rahmet-i Rahman’ın ziyafetine şevk u iştiyaka inkılab edecektir. Acz ve zaafımız da Kadîr-i Mutlak’ın dergâh-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.

Ve keza bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur’an’ın güneşinden, Rahman’ın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa pekâlâ. Ve illâ sükût ediniz, Kur’an’ı dinleyelim, bakalım ne emrediyor: فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

Hülâsa: Ayık olan sana tabi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşrep ve mesleğine tabi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izale ile ayıltacaktır.

Ve keza insan, hayvan gibi yalnız zaman-ı hal ile müptela ve meşgul değildir. Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederi ile hal elemlerine maruzdur. Fakat kendisini şakî, dâll, ahmaklardan addetmeyen adam, Kur’an’ın şu beşaretini dinlesin:

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ۞ اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ۞ لَهُمُ الْبُشْرٰى فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدٖيلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ

***

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ ۞ وَ طُورِ سٖينٖينَ … اِلٰى اٰخِرِ السُّورَة

İ’lem eyyühe’l-aziz! Her bir masnûda tahakkuk eden kemal-i sanat, Sâni’in her mekânda ve her masnuun yanında bulunmasına delâlet ettiği gibi hiçbir mekânda ve hiçbir masnuun yanında bulunmamasına da delâlet eder.

Ve keza insan, her bir şeye muhtaç olduğu cihetle her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazinesi yanında olan Zat-ı Akdes’ten maada kimseye ibadet edemez.

Ve keza insan; vücud, icad, hayır, ef’al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan edna, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semavat, arz, cibalden daha büyüktür. Mesela, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet mesela, küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür.

Ve keza insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerre kadar bir iktidarı, şuâ kadar bir hayatı, dakika kadar bir ömrü, cüz’î bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da diğer cihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır. Kadîr-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak’ın tecelliyatına geniş bir ma’kes olur.

Ve keza insan hayat-ı dünyeviye cihetiyle bir çekirdek olup pek büyük semere ve sümbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde etmek için tavuk gibi toprakları, gübreleri, necisleri eşmeye sarf eder, faydasız tefessüh eder. Ve hayat-ı maneviye cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bir şecere-i bâkiyedir.

Ve keza insan fiil ve sa’yi cihetiyle zayıf bir hayvan olup daire-i sa’yi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyle Rahman-ı Rahîm’in aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniştir.

Ve keza insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet, bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidatlar itibarıyla hayvanların en a’lâsından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki: Bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp ancak bir hayat-ı bâkiye için kendisine verilmiştir.

Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlukat ve halife-i arz olmuştur.

***

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِ

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi acz ve fakr ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hâcat, enva-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir.

Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise dergâh-ı izzetine kusurlarını “Estağfirullah” ve “Sübhanallah” ile ilan etmektir.

***

اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفٖى نَعٖيمٍ ۞ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفٖى جَحٖيمٍ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Her bir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele makûsedir. Onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yol ile gidenin ne silahı var, ne zahîresi. Tabiî yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi ihtiyaçlarını def’ için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülûk edenin hem silahı hem erzakı beraberdir. Pek serbestane gider. Birinci yol Kur’an yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.

Evet ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilâhare merkez-i hükûmete ulaştığında onda dokuzu büyük mükâfatlara mazhar olacaklardır. Fakat dalalet zulümatı içinde yürüyenler; esna-yı seferde korkudan, açlıktan her şeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükûmete vâsıl olduğunda onda dokuzu ya idam veya ebedî hapse mahkûm olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı bir şeyi dünyevî, edna bir hiffet için tercih etmez.

Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. Kur’an yolu ile gidenlerin silah ve zahîreleri ise Kadîr-i Mutlak’a, Ganiyy-i Kerîm’e olan tevekkül onları temin eder. Zira tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür.

Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzımeleri hazine-i Rahman’dan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.

***

وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.

Her iki hayatın levazımatı, Mâlikü’l-mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki o levazımattan lâekall onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarf etmek gerektir.

Acaba birkaç memleketi gezmek için hükûmetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dâhil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükûmete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi?

Binaenaleyh Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle yirmi üç saat kısa ve fâni olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve bâki ve sonsuz uhrevî hayata sarf etmek lâzımdır ki dünyada paşa, âhirette geda olmasın!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gafil olan insan kendi vazifesini terk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle âsi, şakî, hain adamların partisine dâhil olur.

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise erzakını, libasını, silahını vermektir. Binaenaleyh erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle –mesela– iştigal eden bir asker, şakî ve hain olur.

Bu itibarla insanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.

Amma gerek nefsine, gerek evlat ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren odur. O hayatı koruyacak levazımatı da o verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem’ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı, küre-i arz ofisinde yaratıp cem’ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.

Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!

Hülâsa: Allah’ı itham etmekle işini terk edip Allah’ın işine karışma ki nankör âsiler defterine kaydolmayasın.

***

اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazı dualar icabete iktiran etmez diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görünür. Dünyevî maksatlar ise namaz vakitleri gibi dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Mesela, şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususi dualara vakittir.

Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevî maksatlar hasıl olursa zaten nurun alâ nur. Ve illâ icabet duaya iktiran etmedi, diyemezsin. Ancak henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lâzımdır, diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddimesidir, neticesi değillerdir.

Cenab-ı Hakk’ın duaların icabetine vaad etmesi ise icabet ayn-ı kabul değildir. Yani icabet kabulü istilzam etmez. Duaya her halde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise Mücîb’in hikmetine tabidir. Mesela, doktoru çağırdığın zaman, herhalde: “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat: “Bu yemeği veya bu ilacı bana ver.” dediğin vakit, bazen verir bazen hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.

Adem-i kabul esbabından biri de duayı ibadet kasdıyla yapmayıp matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aksü’l-amel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnkılablar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin; isimleri mütenevvi olur.

Mesela uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür.

Kıyamette ise inkılab bir değildir. Pek çok ve büyük inkılablar olacağından köprüsü de pek garib, acib olması lâzım gelir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın ba’de’l-mevt Hâlık-ı Rahman ve Rahîm’e rücûu hakkında ilanat yapan şu وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ۞ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ ۞ وَ اِلَيْهِ مَاٰبِ gibi âyetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğu gibi ehl-i isyana da büyük tehditleri îma vardır.

Evet, bu âyetlerin sarahatine göre: Ölüm; zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı ezel ve ebed’in huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle kalp adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur.

Evet, küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak! اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدٖى بٖى hadîs-i kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalbeder.

Sonra iman ve yakîn ile Cenab-ı Hakk’ın likasından sonra, rızasından sonra, rü’yetinden sonra mü’minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak! Hattâ cehennem-i cismanî, ârif olan mü’min için âsiye kâfirin cehennem-i manevîsine nisbeten cennet gibidir.

Arkadaş! Âlem-i bekaya delâlet eden berahinden maada, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan “Âmin, âmin!” söyleyen enbiya, evliya, sıddıkîn imamları, Mahbub-u Ezelî’nin Habib-i Ekremi Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tazarruatı, duaları, âlem-i bekada insanın bekasına pek büyük bürhan ve kâfi bir vesiledir. Çünkü kâinatı serâpa istila eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller; o Habib’in tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek bir şeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberra değil midir? Elbette münezzehtir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetleri söyleyip ilan ve tahdis-i nimet etmek, bazen gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kasdıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:

Her bir nimetin iki vechi vardır. Bir vechi insana aittir ki insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mûcib-i fahir olur, sarhoş olur. Mâlik-i Hakiki’yi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.

İkinci vechi ise in’am edene bakar ki keremini izhar, derece-i rahmetini ilan, in’amını ifşa, esmasına şehadet eder.

Binaenaleyh tevazu ancak birinci vecihle tevazu olabilir. Ve illâ küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi ikinci vecihle manevî bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet şöylece bir içtimaları var:

Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama başka bir adam “Ne kadar güzel oldun.” dediğine karşı “Güzellik paltonundur.” dediği zaman, tevazu ile tahdis-i nimeti cem’etmiş olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ücret alındığı zaman veya mükâfat tevzi edildiği vakit rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hattâ tembel olan adam, çalışkanı sever. Zayıf olan, kavîyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.

Dünya da umûr-u diniyeye ve a’mal-i âhirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi öteki âlemde göründüğüne nazaran ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlası kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevî bir mükâfatı düşünür. Zavallı, düşünmüyor ki o düşünce ile amelini adem-i ihlas ile iptal eder. Çünkü sevap i’tasında ve ücret aldığında nâsı, Rabb-i nâs’a şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu’cize gibi Allah’ın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allah’tan olduğunu bilir ve Allah’ın kendisine hâmi ve rakip olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin bazen Allah’ın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazen olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.

İstidrac ise gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki اِنَّمَٓا اُوتٖيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefis ve tenevvür-ü kalp neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ûlâda fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise onlara da Allah’ın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidracdan farkı pek zahirdir. Zira zahire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, müraîlerin zulümatıyla iltibas olmaz.

***

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tesbihat, ibadat, gayr-ı mahdud envalarıyla her şeyde vardır. Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünkü husul, huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zaten Mabud-u Mutlak’ın ilmi kâfidir. İnsandan maada mahlukatta teklif olmadığından onlara niyet lâzım değildir. Ve keza amellerinin sıfatını bilmek de lâzım değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan-ı mü’minin kıymeti, ihtiva ettiği sanat-ı âliye ile esma-i hüsnadan in’ikas eden cilvelerin nakışları nisbetindedir. İnsan-ı kâfirin kıymeti ise et, kemikten ibaret fâni ve sâkıt maddesinin kıymetiyle ölçülür.

Kezalik bu âlem de eğer Kur’an’ın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine bir âlet nazarıyla bakılırsa o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi mana-yı ismiyle yani hiçbir fâil, Hâlık ile bağlı olmayıp müstakill-i bizzat nazarıyla bakılırsa kıymeti camid, mütegayyir maddesinde münhasır kalır.

Kur’an’dan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebarüz eder: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Bu hükm-ü Kur’anî esma-i hüsnanın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki:

Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber size musahhardır. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azîm, Rahîm bir Mâlik’iniz var ki bu şems onun bir lambası olup misafirhanesinde sakin misafirlerini ziyalandırıyor.

Felsefenin hikmetince şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. Arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardır. Cazibe ile şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın Cenab-ı Hak’tan hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilakis daima ona şükretmeye medyundur. Çünkü mülk onundur. İnsan onun memlûküdür.

***

MU’CİZE-İ KÜBRADAN BİRKAÇ KATREYİ TAZAMMUN EDEN ON DÖRDÜNCÜ REŞHA

BİRİNCİ KATRE: Nübüvvet-i Ahmediyeyi (asm) ispat eden deliller ne ta’dad ve ne tahdid edilemez. Ehl-i tahkik ve yüksek insanlarca, beyanları hakkında yapılan tasnifler pek çoktur. Acz ve kusurum ile “Şuâat” adlı eserimde o şemsin bazı şuâları beyan edildiği gibi “Lemaat” adlı ikinci bir eserimde Kur’an’ın i’caz dereceleri, kırka iblağ edilmiştir. Ve o vücuh-u i’cazdan belâgat-ı nazmiyeye ait bir vecih de “İşaratü’l-İ’caz” nam eserimde beyan edilmiştir. İştihası olanlara o üç kitabı tavsiye ediyorum.

İKİNCİ KATRE: Geçen derslerden anlaşıldığı üzere Hâlık-ı arz ve semavat’ın, nev-i beşerin ıslah ve terbiyesi için inzal ettiği Kur’an’ın pek çok vazife ve makamları vardır.

Evet Kur’an, kâinatın bir tercüme-i ezeliyesidir. Ve kâinatın kendi lisanlarıyla okudukları âyât-ı tekviniyenin tercümanıdır. Ve şu kitab-ı âlemin tefsiri olduğu gibi arz, semavat sahifelerinde müstetir esma-i hüsnanın definelerini keşşaftır. Ve şu âlem-i şehadete âlem-i gaybdan bir lisandır. Ve âlem-i İslâm’ın güneşi olduğu gibi âlem-i âhiretin de haritasıdır. Ve Cenab-ı Hakk’ın zatına, sıfâtına, esmasına, şuunatına bir bürhan ve bir tercümandır. Ve keza nev-i beşerin şeriat kitabı, hikmet kitabı, dua kitabı, davet kitabı, ibadet kitabı, emir kitabı, zikir kitabı, fikir kitabı olmakla zahiren bir kitap şeklinde ise de ihtiva ettiği fünun ve ulûm cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.

ÜÇÜNCÜ KATRE: Tekrarat-ı Kur’aniyedeki i’cazın bir lem’asını beyan zımnında altı noktadan ibarettir.

Birinci Nokta: Kur’an; bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir davet kitabı olduğuna nazaran, surelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Çünkü zikir ve duadan maksat sevaptır ve merhamet-i İlahiyeyi celbetmektir. Malûmdur ki bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celbedilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. Davet dahi tekrarı nisbetinde tesiri, tekidi vardır.

İkinci Nokta: Kur’an, bütün beşerin tabakatına hitap ve deva olduğu için zeki gabî, takî şakî, zâhid gayr-ı zâhid, bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlahiyeye mazhar ve bu eczahane-i Rahmaniyeden ilaç almaya hakları vardır. Halbuki Kur’an’ı tamamen ve daima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için lüzumlu olan maksatlar, hüccetler bilhassa uzun surelerde tekrar edilmiştir ki her bir sure hemen hemen bir küçük Kur’an hükmünde olsun ki herkes suhuletle istediği vakit istediği sureyi okumakla tam Kur’an’ın sevabını kazanabilsin. Evet وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ olan âyet-i kerîme bu hakikati ispat ediyor.

Üçüncü Nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilaflarıyla tebeddül eder. Noksan ve fazlalaşır. Mesela, havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hâcet, her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç, ale’l-ekser haftada bir defa lâzımdır. Ve hâkeza…

Kezalik manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. Her anda “Allah” kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit “Besmele”ye her saatte “Lâ ilahe illallah”a ihtiyaç vardır. Ve hâkeza…

Binaenaleyh âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.

Dördüncü Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an, bu metin din-i azîmin esasatını ve İslâmiyet’in erkânını tesis ettiği gibi içtimaat-ı beşeriyeyi tebdil eden bir kitaptır. Malûmdur ki müessis olan zat, vaz’ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet, tekrar edilen şey sabit kalır, takarrur eder, unutulmaz.

Ve keza Kur’an, beşerin muhtelif tabakalarından kālî veya halî yapılan suallere lâzım olan cevapları veren umumî bir mürşid-i mücîbdir. Malûm ya, sual tekerrür ederse cevap da tekerrür eder.

Beşinci Nokta: Bilirsiniz ki Kur’an, pek büyük meselelerden bahseder. Ve kalpleri iman ve tasdike davet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları marifete, dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikin, kalplerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üsluplarla tekrara ihtiyaç vardır.

Altıncı Nokta: Bilirsiniz ki her âyet için bir zahir var, bir bâtın var, bir had var, bir muttala’ var. Ve her bir kıssa için çok vecihler, hükümler, faydalar, maksatlar vardır. Binaenaleyh muayyen bir âyet, her yerde öbür münasip bir vecih için bir fayda için zikredilebilir. Bu itibarla zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.

DÖRDÜNCÜ KATRE: Kur’an’ın felsefî mesail-i kevniyenin bir kısmında ihmal ile bir kısmında ibham ile öteki kısmında icmal ile işaret ettiği derece-i i’cazı altı nükte zımnında izah ediyoruz.

Birinci Nükte: S: Ne için Kur’an da hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor?

C: Felsefe hakikatten udûl etmiş, kâinata mana-yı ismiyle bakarak kâinatı, kâinat hesabına istihdam ediyor. Kur’an ise Hak’tan hak ile nâzil olmuş, hakikate gidiyor. Mevcudata mana-yı harfiyle bakarak Hâlık’ının hesabına istihdam ediyor.

S: Ulvi ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzım iken mübhem bırakılmıştır?

C: Bu gibi meselelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünkü Kur’an, istitradî ve tebeî olarak Cenab-ı Hakk’ın zatına, sıfâtına istidlal için kâinattan bahsediyor. İstidlalin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah’ın azametini anlayınız.” demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek icab eder.

Maahâzâ ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş’et etmez. Çünkü onlar da istifade ediyorlar. Amma mesele makûse olursa ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünkü fehimleri kāsırdır.

Ve sâniyen: Belâgat-ı irşadiyenin şe’nindendir ki avamın nazarına, âmmenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtina etmesin. Binaenaleyh cumhura olan hitabın en beliği zahir, basit, sehil olmasıdır ki âciz olmasınlar. Muhtasar olsun ki melûl olmasınlar. Mücmel olsun ki lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler.

Ve sâlisen: Kur’an, mevcudatın ahvalinden ancak Hâlıkları için bahseder. Mevcudatın zatlarına ait değildir. Bu itibarla Kur’anca en mühim, kâinatın Hâlık’a nâzır olan ahvalidir. Fen ise Hâlık’ı işe katmıyor. Kâinatın ahvalinden bizatiha bahsediyor.

Ve keza Kur’an bütün insanlara hitap eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise yalnız fenciler ile konuşur. Avamı nazara almıyor. Avam taklitte kalıyor. Bu itibarla fennin tafsilatını ihmal veya ibham, maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir.

Ve râbian: Kur’an, bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla irşadın belâgatı icabınca ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelere karşı mükâbereye, mugalataya îka ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsûs, meşhud, maruf olan bir şeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır.

Ve keza vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmali lâzımdır. Mesele, şemsin zatından, mahiyetinden bahsetmek değildir. Ancak âlemi tenvir etmekle, hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi hârika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlık’ın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir.

İkinci Nükte: وَجَعَلْنَا (الشَّمْسَ) سِرَاجًا

S: Ne için şems “sirac”la tavsif edilmiştir. Halbuki ehl-i fence şems, arza tabi değildir ki ona sirac olsun. Belki arz ile seyyarat kendisine tabi olan bir merkezdir?

C: “Sirac” tabiri şöyle bir tasvire işarettir ki: Âlem bir saray gibidir. Mevcudatı, o sarayın müştemilatı, tezyinatı makamında olduğu gibi şems de o saray halkını tenvir eden İlahî bir lüküstür.

Ve keza “sirac” tabiri Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinden doğan vüs’at-i rahmetine ve o rahmet içinde derece-i in’am ve ihsanına bir ihtar ve azamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine bir ilandır ki müşriklerin mabud ittihaz ettikleri kocaman şems, âlem sarayında lüküs vazifesiyle muvazzaf, musahhar bir memur ve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki lamba hizmetini gören camid bir şeyin ibadete, yani mabud olmaya hiç liyakati var mıdır?

Üçüncü Nükte: Kur’an’ın takip ettiği makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir. Bu itibarla vesilelerde yapılacak tafsilat, ol babdaki kavaide muhaliftir. Çünkü malayani ile iştigal, maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki bazı mesail-i kevniyede Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ihmal veya ibham veya icmal yapmıştır.

Ve keza Kur’an’ın muhataplarından kısm-ı ekseri avamdır. Avam sınıfının hakaik-i İlahiyenin ince ve müşkül kısmına fehimleri kādir değildir. Ancak temsil ve icmaller ile fehimlerine yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki Kur’an, kesret ile temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesailde de icmal yapıyor.

Dördüncü Nükte: Bu nükte mütercim tarafından tayyedilmiştir.

Beşinci Nükte: Müellif-i muhteremi tarafından tayyedilmiştir.

ALTINCI KATRE: Kur’an başka kelâmlar ile mukayese edilmez. Aralarında münasebet yoktur. Evet kelâmın ulviyetine, kuvvetine, hüsnüne, cemaline kuvvet veren; mütekellim, muhatap, maksat, makam olmak üzere dört şeydir. Ediblerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman; kāiline, muhatabına, gayesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır.

Evet mesela, o kelâm emir veya nehiy olursa irade ve kudreti tazammun ettiğinden derecesine göre tezauf ediyor. Mesela, Kur’an’ın يَٓا اَرْضُ ابْلَعٖى مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِعٖى âyetiyle, sema ve arza verdiği emrin tazammun ettiği yüksek ve kat’î irade ve kudret ile derhal semaî sehab çekilir, arz da suyunu yutar.

Ve keza arz ve semaya اِئْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا âyetiyle verilen emri itaatle kabul etmelerinden, o emirdeki irade ve kudretin derece-i kuvveti ve dolayısıyla kelâmın derece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat insanların camidata verdikleri emirler, mütekellimindeki irade ve kudretin zafiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farkları yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenab-ı Hakk’ın “A’lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esma ve sıfât ve ef’alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünkü maksat, bizzat ve hakiki bir mevsufu gayr-ı hakiki veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufa tafdil etmektir.

Ve keza izzet-i İlahiyeye de münafî değildir. Çünkü maksat, sıfât ve ahval-i İlahiye ile mahlukatın sıfât ve ef’ali arasında bir muvazene yapmak değildir. Yani ikisini bir seviyede tuttuğundan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki sıfât-ı İlahiyeye bir naks olsun.

Evet masnuattaki kemalât, Cenab-ı Hakk’ın kemalinden in’ikas eden bir gölge olduğuna nazaran masnuat, sıfât-ı İlahiye ile muvazene hakkına mâlik değildir.

***