Katre
Tevhid Denizinden
İfade-i Meram
Malûmdur ki insan, hasbe’l-kader çok yollara sülûk eder. Ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rast gelir. Bazen kurtulursa da bazen de boğulur. Ben de kader-i İlahînin sevkiyle pek acib bir yola girmiştim. Ve pek çok belalara ve düşmanlara tesadüf ettim. Fakat acz ve fakrımı vesile yaparak Rabb’ime iltica ettim. İnayet-i ezeliye beni Kur’an’a teslim edip Kur’an’ı bana muallim yaptı.
İşte Kur’an’dan aldığım dersler sayesinde o belalardan halâs olduğum gibi nefis ve şeytan ile yaptığım muharebelerden de muzafferen kurtuldum. Bütün ehl-i dalaletin vekili olan nefis ve şeytanla ilk müsademe سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerinde tahassun ederek o düşmanlarla münakaşalara giriştim. Her bir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu risalede yazılan her bir kelime her bir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir.
Bu risalede yazılan hakikatler, zıtlarına bir imkân-ı vehmî kalmayacak derecede yazılmıştır. Uzun bir hakikate delili ile beraber bir kayıt veya bir sıfatla işaret yapılıyor.
İhtar: Bu zamanın cereyanı, benim gibi çoklarını vehmî tehlikelere atmıştır. İnşâallah bu eser Allah’ın izniyle onları kurtaracak ümidindeyim.
***
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ الصَّلَاةُ عَلٰى نَبِيِّهٖ
(Bu risale, dört bab ile bir hâtime ve bir mukaddime üzerine tertip edilmiştir.)
Mukaddime
Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim. Tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir.
Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:
Cenab-ı Hakk’ın mâsivasına yani kâinata mana-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.
Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, sanata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve fikre gelmelidir.
Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder. Evet niyet, âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa marifet-i İlahiyedir.
Birinci Kelâm: اِنّٖى لَسْتُ مَالِكٖى Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir. Fakat kendime mâlik nazarıyla bakıyorum ki Mâlik-i Hakiki’nin sıfâtını ve sıfatların bir derece mahiyetini ve hududunu bileyim. Evet mevhum, mütenahî hududum ile Mâlik-i Hakiki’nin sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahî hududunu bildim.
İkinci Kelâm: اَلْمَوْتُ حَقٌّ Ölüm haktır. Evet, bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif şeylerden terekküp etmiş. Kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları varsa da iftirakları ve dağılmaları her vakit melhuzdur.
Üçüncü Kelâm: رَبّٖى وَاحِدٌ Rabb’im birdir. Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahîm’e olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan, câmiiyeti itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve her şeye karşı hissederek veya etmeyerek teessürü, elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir halettir. Fakat erbab tevehhüm edilen esbab yed-i kudretine bir perde olan Rabb-i Vâhid’e teslimiyet, firdevsî bir vaziyettir.
Dördüncü Kelâm: اَنَا ile tabir edilen benlik, yani kendisine bir vücud, bir kıymet vermektir ki bu ene, Cenab-ı Hakk’ın sıfâtını, şuunatını bilmek için bir santral ve bir vâhid-i kıyasîdir.
***
Birinci Bab
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ beyanındadır.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلٖينَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ
Allah’tan başka hak bir Allah’ın bulunmadığını kalben tasdik ve lisanen ikrar ettiğime, bütün gören ve görünen eşyayı şahit gösteriyorum.
Öyle bir Allah ki vücub-u vücuduna ve Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olduğuna Hazret-i Muhammed (asm) bir şahid-i sadık ve bir bürhan-ı nâtıktır.
Öyle Muhammed (asm) ki icma ve tasdiklerine mazhar olmakla, enbiya ve mürselîne siyadet unvanını ve ittifak ve tahkiklerini almakla, imamü’l-evliya ve’l-ulema lakabını almıştır.
Ve öyle Muhammed (asm) ki âyât-ı bâhire, mu’cizat-ı kātıa ve secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye sahibi olmakla mehbit-i vahy-i İlahî olmuştur.
Ve öyle bir Muhammed (asm) ki âlem-i gayb ve melekûtu seyir ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede ve melaike ile musahabe, cin ve insanlara irşad vazifesini almıştır.
Ve öyle bir Muhammed (asm)dır ki şahsiyet-i maneviyesiyle kâinatın kemaline bir fihriste olmakla, bütün saadetlerin ve medeniyetlerin düsturlarını hâvi bir şeriata sahiptir.
Ve öyle bir Muhammed (asm)dır ki âlem-i şehadette iken gaybiyattan haber verir bir beşîr ve nezîr olup bütün kuvvetiyle, kemal-i ciddiyetle ve vüsuk ile ve itminan ile yüksek bir iman ile nev-i beşere karşı “tevhid dini”ni لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ile ilan ve i’lam ediyor.
Ve keza öyle bir Allah ki vücub ve vücuduna, celal ve cemaline, Vâhid-i Ehad olduğuna şehadet edenlerden birisi de “Furkan-ı Hakîm”dir.
Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki bütün enbiya kitaplarının tasdiklerine mazhardır.
Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki bütün akıllar ve kalpler, hükümlerini kabul ve tasdike icma ettikleri ve cihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitaptır.
Ve öyle bir Furkan-ı Hakîm’dir ki mazhar-ı vahiy olan resullerce, mahz-ı vahiydir. Ehl-i keşif ve ilhamca ayn-ı hidayettir. Maden-i iman ve mecma-ı hakaiktir. Hükümleri delail-i akliye ile müeyyed ve fıtrat-ı selimenin şehadetiyle musaddaktır. Lisanü’l-gayb olup âlem-i şehadette nev-i beşeri فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ile tevhide emir ve davet ediyor.
Öyle bir Allah ki vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da bütün azasıyla, cevarihiyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delâlet eder.
Yani bu kâinat, ihtiva ettiği bütün envaıyla لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
ve o âlemlerin erkânıyla لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ
ve o erkânın azasıyla لَا صَانِعَ اِلَّا هُوَ
ve o azanın eczasıyla لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ
ve o eczanın cüz’iyatıyla لَا مُرَبِّىَ اِلَّا هُوَ
ve o cüz’iyatın hüceyratıyla لَا مُتَصَرِّفَ اِلَّا هُوَ
ve o hüceyratın zerratıyla لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ
ve o zerratın tarlası olan esîriyle لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ söyleyerek; bütün envaıyla, erkânıyla, azasıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla, esîriyle (elli beş lisan ile) vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ve delâlet eder. Şu lisanların tafsili gelecektir. Şimdi icmal ile zikredeceğim. Şöyle ki:
Kâinat terkiplerindeki intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, nakışlarındaki ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, camidattaki muavenet, birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, hikmet-i âmme, inayet-i tamme, rahmet-i vâsia, rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, tağyir, tanzim, imkân, hudûs, ihtiyaç, zaaf, mevt, cehil, ibadet, tesbihat, daavat ve hâkeza pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîr’in vücub ve vücuduna ve evsaf-ı kemaliyesine şehadet ettikleri gibi; esma-i hüsnayı tilavet ederek Cenab-ı Hakk’a tesbih ve Kur’an-ı Hakîm’i tefsir ve Resul-i Ekrem’in (asm) ihbaratını tasdik ediyorlar.
Geçen lisanların tafsiline geçiyoruz. Şöyle ki:
Kâinatta görünen tanzimat, nizamat, muvazenat kabza-i tasarrufunda bir mizan ve nizam bulunan Hâlık’ın vücub-u vücuduna delâlet etmekle اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesini okur.
Ve keza kâinatta intizam ve ıttırad hüküm-fermadır. Bu iki sıfat, mutasarrıfın vahdetine ve bir olduğuna şehadet etmekle اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ hakikatini ilan ediyor.
Ve keza semavat sahifesini güneş ve yıldızlarla yazan kudretle, bal arısıyla karıncanın sahifelerini hüceyrat ve zerrat ile yazan kudret bir olduğundan اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile meselenin ilanıyla Hâlık’ın bir olduğuna delâlet ve şehadet eder.
Ve keza mesela, bulut ile arz gibi camid ve mütehalif şeylerde tecavüb ve muavenet, yani birbirinin hâcetine cevap vermek ve seyyarat gibi şemsten pek uzak olan yıldızların şemse veya birbirine tesanüd etmeleri, bütün eşyanın bir müdebbirin idaresinde bulunduğuna şehadet ederek اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile ilan eder.
Ve keza semavatın yıldızlar gibi âsâr-ı muntazamadaki müşabehet ve arzın birbirine benzeyen çiçeklerinde, hayvanatındaki münasebet, Hâlık’ın bir olduğuna delâletle şehadetini اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile ilan eder.
Ve keza her bir zîhayat, çok isim ve sıfatların tecellisine mazhardır. Mesela, bir zîhayat vücuda geldiğinde Bâri isminin cilvesine, teşekkülünde Musavvir sıfatının cilvesine, gıdalandığı zaman Rezzak isminin cilvesine, hastalıktan şifa bulduğunda Şâfî isminin tecellisine ve hâkeza tesirde mütesanid, âsârda mütehalif çok sıfat ve isimlere mazhardır. Bu sıfatların ve isimlerin hedefleri bir olduğundan elbette müsemmaları da bir olur.
İşte her bir zîhayat, şu mazhariyetle Hâlık’ın bir olduğuna dair olan şehadetini اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile ilan eder.
Ve keza manzume-i şemsiye ile bal arısının gözleri arasındaki irtibat ve keyfiyetçe birbiriyle münasebetleri, ikisinin bir Nakkaş’ın nakşı olduğuna olan delâletlerini اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile i’lam ediyorlar.
Ve keza zerrat arasındaki cazibenin, güneş ve yıldızlar arasında bulunan cazibeye kardeş olması, her iki kısmın da bir kalem-i vâhidin yazısı olduğunu اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile izhar ediyorlar.
Ve keza terkip ve mürekkebatta görünen intizam, o mürekkebattaki her zerrenin lâyık mevziine konulmasıyla hasıl olmuştur. Binaenaleyh o zerreleri, aralarındaki münasebetler bozulmamak şartıyla, lâyık mevkilerine koyabilmek ancak bütün o mürekkebatı yaratabilecek bir kudret sahibine hastır.
İşte zerrattaki intizam ve şu vaziyetin lisanıyla Allahu ekber diyerek اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu okur.
Ve keza bir neviden bir ferdin, bütün efraddan imtiyazını temin edecek teşahhus ve taayyününün kalem-i kudretle yazılması, bütün nev-i beşerin mesela, efradının nazar-ı kudrette meşhud ve melhuz olduğunu istilzam eder. Çünkü bir fert, alâmet-i farikası cihetiyle bütün efrada muhalif olacaktır. Eğer bütün efrad hazır bulunmazsa taayyünlerinde, alâmatlarında muhalefetin bulunmaması ihtimali vardır. Bu ihtimal ise bâtıldır. Öyle ise bir ferdin Hâlık’ı, bir nev’in Hâlık’ı olacaktır.
Ve keza bir nev’e Hâlık olabilmek, cinse de Hâlık olabilmeye mütevakkıftır. En nihayet iş اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ da nihayet bulur.
Ve keza hilkat ve yaratılışın Vâcibü’l-vücud’a isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baîd, garib, külfetli olduğunu tevehhüm etmekle inkârına zehab ediyorlar. Halbuki esbaba isnad edilir ise onların tevehhüm ettikleri bu’d, garabet, külfet kat kat muzaaf olarak hakikate inkılab eder. Çünkü vâcibe daha kolay olur. Mesela, bir adamdan birkaç şeyin sudûru, birkaç adamdan bir şeyin sudûrundan daha ehvendir. Mesela bal arısının hilkati, kudret-i İlahiyeye isnad edilmezse nihayetsiz müşkülat olur.
Maahâzâ vâhidin kesrete yaptığı vaziyet ve maslahatı, kesret çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Mesela, bir kumandanın pek çok neferlere verdiği intizam vaziyetini, o neferlere verilse suhuletle yapamazlar. Demek Hâlık-ı Vâhid’e yapılan isnadda, zahiren bu’d ve garabet varsa da esbab ve kesrete edilen isnadda, muzaaf olarak müteselsil muhaller vardır. Şöyle ki:
Her bir zerrede, Vâcibü’l-vücud’un sıfatlarını farz etmek lâzım geliyor. Çünkü nakıştaki kemal, sanattaki hüsün o sıfatları ister. Hem şirketi kabul etmeyen vücub hakkında, gayr-ı mütenahî şeriklerin farzı lâzımdır. Hem her bir zerrenin, bütün zerrelere hem hâkim-i mutlak hem mahkûm-u mutlak olması lâzım geliyor. Çünkü nizam ve intizam öyle ister. Hem her bir zerrede, ihatalı bir şuur, tam bir ilim lâzımdır. Çünkü zerreler arasında tesanüd ve muvazene vardır. Bu tesanüd ve muvazene ise ilim ile olur.
İşte eşyayı esbaba isnad etmekte bu kadar muhaller vardır.
Amma sahib-i hakiki olan Vâcibü’l-vücud’a isnad edildiği vakit, o zerreler şöyle bir vaziyete girerler ki:
Şemsin cilvelerine, timsallerine, lem’alarına mazhar olan su katreleri gibi; kudret-i ezeliyenin nurani tecellisine, cilvelerine, lem’alarına o zerreler de mazhar olup sahib-i kudretin izniyle, gayr-ı mütenahî olan ilim ve iradesiyle, o zerrelerde teşekkülat ve terkibat yapılır. Binaenaleyh kudret-i ezeliyenin bir lem’ası, kudretin hâsiyetine mâlik olduğundan esbabın binler lem’asından ve esbabın sultanından daha tesirlidir. Çünkü bunda tecezzi ve inkısam vardır, kudret-i ezeliyede ise yoktur.
Ve keza külfet ve uğraşmak da yoktur. Çünkü kudret Sâni’in zatına zatîdir, arazî değildir. Acz, kudretine tahallül edemez. Kudretin bir lem’asına zerreler, şemsler mütesavidir. Büyük, küçükten ağır ve zahmetli değildir.
Ve keza hayat, vücud, nur gibi şeylerin zahir ve bâtınları şeffaf olduğundan icadları zamanında, vesait-i esbab altında kudretin tasarrufu görünür. Evet, hayatın vaziyetlerine ve derecelerine dikkat edilirse kudretin tasarrufu görünür.
Mesela, bir salkım üzümün yapılması için ince, camid bir dal ve bir cam parçasında şemsin timsalini tersim için küçük bir delikten ziyanın geçmesi ve bir evi tenvir için bir kibrit tavassut ediyor. Ve bu gibi basit esbab altında yapılan o azîm ve garib işlerde kudretin tasarrufu gündüz gibi görünmesi aşikârdır.
Ve keza eşyanın esbaba isnadındaki istib’addan ve istiğrabdan hasıl olan inkârdan neş’et eden dalaletlerden hasıl olan ızdırabat; bütün akılları, ruhları Vâcibü’l-vücud’a firar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünkü ancak onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve onun zikriyle kalpler mutmain olurlar. Binaenaleyh necat ve halâs ancak Allah’a iltica ile olur.
فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِ ۞ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
İşte kâinat şu hakikatin lisanıyla اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu söylüyor.
Ve keza esbab-ı zahiriye pek basit, mahdud, fakir, camid, şuursuz, iradesiz ve kanunlar kısmı da itibarî, mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan hârika nakışlar, ziynetler, garib ve acib sanatların o gibi kıymetsiz esbab ile kat’iyen münasebetleri yoktur. Binaenaleyh mesela, bedenin hüceyratındaki nizamlı, intizamlı teşekkülatı, ekmek yemesine; ve kuvve-i hâfızada yazılan gayr-ı mahdud muntazam nakışları, kulaktaki ve baştaki telâfife; ve konuşmakta, tefekkürde, harflerin teşekkülatına ve suver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri gibi esbaba isnadları ahmakçasına bir hükümdür. Ancak o gibi müsebbebat, gayr-ı mütenahî bir kudret ile bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar.
Bu hakikate binaen sabittir ki kevn ü vücudda müessir-i hakiki ancak kudreti gayr-ı mütenahî bir Hâlık-ı Kadîr’dir. Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir. Havas ve hâsiyetler dahi kudretin tecelliyatına ve lem’alarına isim ve unvanlardır.
Hem kanunlar ve nevamis denilen şeyler ancak ilim ile irade ve emrin envaa olan tecellilerinin isimleridir. Evet, kanun emirdendir, namus iradedendir.
İşte kâinat müsebbebatın lisanıyla اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile Hâlık-ı Hakiki’yi ilan ediyor.
Ve keza kâinat sahifesinde pek büyük bir itina ve ihtimam ile hârika bir tarzda yazılan nakışlar, münferiden ve müctemian, gayr-ı mütenahî bir kudreti iktiza ettiklerinden kâinat da bir Vâcibü’l-vücud, bir Hâlık-ı Kadîr’in vücuduna bizzarure delâlet eder ki o Hâlık’ın tesir-i kudretine nihayet olmadığından şeriklerden bilbedahe müstağnidir, şerike ihtiyacı yoktur.
Maahâzâ şerik haddizatında mümtenidir. Bir ferdinin vücudu mümkün değildir. Çünkü kudret-i kâmilenin tesiri gayr-ı mütenahîdir. Şerik olduğu takdirde, kudretin tesiri mahdud olur. Mütenahî olmadığı halde mütenahî olur, inkıtaa uğrar. Bu ise birkaç cihetten muhaldir. Öyle ise istiklal ve infirad, uluhiyet için zatî hâssalardır.
Maahâzâ şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zatî yoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neş’et eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. Bilakis hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi görünür. Demek, müessir-i hakiki ancak ve ancak Allah’tır.
Evet insan, kâinatın en eşrefi ve esbab içinde ihtiyarı en geniş olduğu halde, ef’al-i ihtiyariyesi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüzünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan, böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı camide ne halt edebilir?
İşte kâinat şu hakikatten tebarüz eden vücud ve vahdet lisanıyla اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ yu tilavet eder.
Ve keza kâinatın bütün ecza ve zerratına tecelli eden esma-i İlahiye arasındaki tesanüd, yani birbirine dayanarak tecelli ettikleri bir temazüç, yani elvan-ı seb’a gibi birbiriyle memzuç olarak eşyayı cilvelendirdikleri eserleri bir olduğu gibi müsemmalarının da vâhid, ehad olduğuna şehadet eder. Ve bu şehadet lisanıyla kâinat اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ diyerek ilan ediyor.
Ve keza kâinatın –küllî ve cüz’î– ihtiva ettiği bütün eczasını istila eden bir hikmet-i âmme görünür. Ve bu hikmet-i âmme; kasd, şuur, irade, ihtiyar sıfatlarını tazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Hakîm-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü kâinat mef’ul ve münfaildir. Mef’ul, fâilsiz olamadığı gibi mef’ulün camid bir cüzü de fâil olamaz.
Ve keza kâinat sahifesinde bir inayet-i tamme parlıyor. Bu inayet, tazammun ettiği hikmet, lütuf, tahsin sıfatlarıyla bir Hâlık-ı Kerîm’in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü in’am ve ihsan, mün’im ve muhsinsiz olamaz.
Ve keza kâinatı müştemilatıyla beraber içine alan pek geniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet; rahmet, hikmet, inayet, in’am gibi çok sıfatları tazammun ediyor. Bu sıfatlar, bir Rahman-ı Rahîm’in vücub-u vücuduna şehadet eder. Çünkü sıfat mevsufsuz olamaz.
Ve keza zevi’l-hayat ve canlı mahlukata tevzi edilen bir rızk-ı âmm vardır. Ve bu rızık sıfatı, geçen sıfatları istilzam etmekle bir Rezzak-ı Rahîm’in vücuduna delâlet eder. Çünkü fiil fâilsiz olamaz.
Ve keza bütün kâinatta intişar eden bir hayat vardır. Bu hayat sıfatı dahi geçen sıfatları iktiza etmekle bir Hayy-ı Kayyum, bir Muhyî ve Mümît Hâlık’ın vücub-u vücuduna delâlet eder.
Arkadaş! Elvan-ı seb’a gibi memzuç olan şu beş hakikat, kâinata bir Rab, Kadîr, Alîm, Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rahman, Rezzak, Hayy-ı Kayyum zarurî olduğuna bilbedahe delâlet ve şehadet eder. Ve kâinat bu şehadetlerini اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile ilan eder.
Ve keza kâinat yüzünde hüsn-ü zatîyi gösteren bir hüsn-ü arazî ve bir cemal-i mücerredi gösteren bir cemal-i hazîn ve mahbub-u hakikiye işaret eden bir aşk-ı sadık ve bütün esrarı cezbeden bir hakikat-i cazibeye işaret eden bir cezbe ve bir incizab vardır. Bu hakikatler, kâinata bir Rabb-i Vâcibü’l-vücud lâzım ve zarurî olduğuna şehadet ettiklerini, kâinat اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile talim ve i’lam ediyor.
Ve keza bütün envaın cüz’iyatında bir tasarruf var. Bu tasarruf, faydalı iş ve maslahatlar içindir. Ve nebatat ve hayvanatta bir tebeddül ve tahavvül var. Bu da pek çok menfaatler içindir. Küre-i arzda gece ve gündüz cihetiyle bir tağyir var. Bu dahi büyük büyük gayeler içindir. Kâinatta hüküm-ferma olan nizam ve intizamla beraber, faaliyet hususunda elvan-ı seb’a gibi tebarüz eden şu hakikatler, bilbedahe bir mutasarrıf-ı hakîm, kadîr, fâil-i muhtar gibi bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Hâlık’ın vücub-u vücuduna yaptıkları delâleti, kâinat اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ ile tebliğ ediyor.
Ve keza kâinatın ihtiva ettiği bütün enva ve ecza ve zerratı istila eden hudûs, bir muhdis ve bir mûcidi iktiza eder.
Ve keza kâinat bütün eczasıyla beraber gayr-ı mütenahî eşkâl ve vaziyetlere kabiliyeti, ihtimali, imkânı varken bu şekl-i hazıra girmesi elbette bir Hâlık-ı Vâcibü’l-vücud’un ihtiyar, irade ve tercihiyle olmuştur.
Ve keza büyük bir fakr u ihtiyaçta bulunan kâinatın enva ve eczasına lâzım olan işlerini, hâcetlerini evkat-ı münasipte مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ îfa ve is’af etmek, bir Rezzak-ı Kerîm’in vücub-u vücuduna delâlet eder.
Ve keza kâinat; umumî ve hususi, maddî ve manevî pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekasına lâzım şeyleri, işleri görmekten âcizdir. Bu gibi matlublarının şuuru olmaksızın yerine getirilmesi elbette Rahman-ı Rahîm ve Vâcibü’l-vücud bir Sâni’-i Hakîm tarafındandır.
Ve keza kevn ü vücudda imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vâcib, vâhid, faal bir Hâlık’ı iktiza ve istilzam eder.
Ve keza bakıyoruz ki kâinatta herhangi bir şey, hadd-i kemale vâsıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vâsıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki vücud kemali ister, kemal de sübutu iktiza eder. Öyle ise vücudun vücudu kemal iledir. Kemalin kemali de devam ile olur. Öyle ise bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki mümkinatın bütün kemalâtı, onun nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyle ise Cenab-ı Hak zatında, sıfâtında, ef’alinde kâmil-i mutlaktır.
Ve keza her şeyin bâtını zahirinden daha latîf, daha şeffaftır. Bu ise Sâni’in o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin Sâni’i tarafından temin edildiği cihetle de Sâni’in o şeyde dâhil olmamasını iktiza eder. Öyle ise bir masnuun zatına bakılırsa Sâni’in ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa Sâni’in fevka’l-küll bir sem’ ve basara mâlik olduğu görünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki: Sâni’-i âlem, âlemde dâhil olmadığı gibi âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudreti ile her şeyin içinde olduğu gibi her şeyin fevkindedir. Bir şeyi gördüğü gibi bütün eşyayı da beraber görür.
Bu hakikatler, kavs-i kuzah renkleri gibi macun, birtakım nurani âyetlerdir. Kâinat bütün evsaf-ı kemaliye ile muttasıf bir Hâlık’ın vücub-u vücud ve vahdetine delâlet ve şehadet eder. Evet, kâinat o Hâlık’ın nurunun gölgesi, esmasının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.
Arkadaş! Kâinatın şu geçen hakikatlerin lisanıyla söylediği اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ delailiyle لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ ı ispat eder.
Ve keza فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hakikati مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ ı istilzam ediyor. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ da imanın beş rüknünü tazammun ettiği gibi sıfat-ı rububiyete de mazhar ve mir’attır. Bu sırra binaendir ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ imanın mizan ve terazisinde لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ile karin ve muvazi olmuştur. Nübüvvet, sıfat-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan umumî bir câmiiyete mâliktir. Velayet ise hususi ve cüz’îdir. Aralarındaki nisbet رَبُّ الْعَالَمٖينَ ile رَبّٖى arasındaki nisbet gibidir ki birisinde izafe umumîdir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan arşa olan mi’racla secdedeki mi’rac arasında veya arş ile kalp arasındaki nisbet gibidir.
Arkadaş! Şu yüksek olan matluba zikrettiğimiz bürhanlar, matlubu ihata eden bir dairedir. Matlub olan vücub-u vücud ve vahdet, o dairenin merkezindedir. Daireyi teşkil eden bürhanların her birisi, parmağını uzatıp matlubun hak ve sadık olduğuna imza atıyorlar. O bürhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd vardır. Yani birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf bürhanların zafiyeti zâil olur. Zâil olmasa bile itibardan düşmez. İtibardan düşse bile dairenin bozulmasına sebep olmaz. Ancak daire küçülür.
Maahâzâ bürhanların heyet-i mecmuasına terettüp eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh bir bürhana bakıldığı zaman zafiyetten dolayı vehimler baş gösterirse öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada zafiyet kalmaz, vehimler de dağılır.
Maahâzâ bazı bürhanlar suya benziyor, bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh bu gibi bürhanları gayet latîf ve dikkatli, ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki dökülmesin, sönmesin, uçmasın.
***
Takriz
(Fâzıl-ı muhterem, Meclis-i Mesahif ve Tetkik-i Müellefat-ı Şer’iye Reis-i Âlîsi Şeyh Safvet Efendi hazretlerinin takrizidir.)
Cenab-ı Hakk’a hamd ve kendisine Kur’an nâzil olan Peygamberimize ve dinin binasını tahkim ve temhid eden âl ü ashabına salât ü selâm olsun!
“Tevhid Denizinden Bir Katre” namındaki risale gözüme tecelli etti. O denizle bu katre arasında bir fark göremedim. Çünkü o katre, hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor. Tevhid denizinden avuçla su içmekte ve İslâmiyet memesinden süt emmekte kardeşimiz olan allâme Bedîüzzaman Said Nursî’nin sa’yinden dolayı Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun!
El-fakir, türabu akdâmi’l-ulema
Safvet
(rahmetullahi aleyh)
***
Hâtime
Şu hâtime, dört çeşit hastalıkları beyan eder ve tedavi çarelerini gösterir.
Birinci Hastalık: “Yeis”tir.
Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar, yeise düşer. Böyle bir meyusun gözüne, dinî meselelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilan-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder.
Binaenaleyh a’male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذٖينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمٖيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ
İkinci Hastalık: “Ucub”dur.
Arkadaş! Yeise düşen adam, azaptan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki bir miktar hasenat ve kemalâtı var, hemen o kemalâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemalât beni kurtarır, yeter.” diye bir derece rahat eder. Halbuki a’male güvenmek ucubdur. İnsanı dalalete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur, mülkü değildir, onlara güvenemez.
Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak o vücud hâvi olduğu garib sanat, acib nakışların şehadetiyle, bir Sâni’-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup insan o hanede emaneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir.
Ve keza esbab içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’al-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’alin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husulünde, yüz cüzünden ancak bir cüzü insana aittir.
Ve keza insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havassının en genişi hayal olduğu halde o hayal, aklı ve aklın semerelerini ihata edemez. Bunları, bu kadar büyük iken nasıl daire-i ihtiyarına idhal edip onlarla iftihar ediyorsun?
Ve keza şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taalluk etmediğinden sabit olur ki o fiillerin fâili bir Sâni’-i Zîşuur’dur. Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın…
Binaenaleyh mâlikiyet davasından vazgeç. Kendini mehasin ve kemalâta masdar olduğunu zannetme. Ve kat’iyen bil ki senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin hep mevhubedir, seyyiatın meksûbedir. Binaenaleyh لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ de.
Üçüncü Hastalık: “Gurur”dur.
Evet, gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur sâikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki eslâf-ı izamın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.
Dördüncü Hastalık: “Sû-i zan”dır.
Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek, sû-i zandır. Sû-i zan ise maddî ve manevî içtimaiyatı zedeler.
Arkadaş! Tahte’l-arz yaptığım hayalî bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:
Birinci Hakikat: Arkadaş! Mâlik-i Hakiki’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakiki’sini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da bilhassa esbabı kendisine kıyas ile hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.
Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.
Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünkü insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler.
Mesela, bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da onun kudretindedir.” diye vehmî bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum haddi bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi cismine de mâlik değildir. Cismi ancak acib bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor.
Binaenaleyh insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır.
İkinci Hakikat: Ey nefs-i emmare! Kat’iyen bil ki senin hususi amma pek geniş bir dünyan vardır ki âmâl, ümit, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülâsa esastan fâsid ve zayıftır. Daima harap olmaya hazırdır.
Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın, artık sen bilirsin…
Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken insanlar adedince dünyaları hâvidir. Çünkü her insanın tam manasıyla hayalî bir dünyası vardır. Fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar.
Üçüncü Hakikat: Şu gördüğün dünyayı, bütün lezaiziyle, sefahetleriyle, safalarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fâsid, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez. Çünkü bütün kâinatla alâkadar olmaktansa ve her şeyin minnetine girmektense ve bütün esbab ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense bir Rabb-i Vâhid, Semî’ ve Basîr’e iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir?
Dördüncü Hakikat: Ey nefis! (*[1]) Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak! Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mu’cizelerinden ve hârika sanatlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Âh! Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki o kulübeyi müştemilatıyla beraber yaratan Hâlık’ın o âh u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcat ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zira sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk” söyleyen o Sâni’-i Semî’ ve Basîr’in, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?
Binaenaleyh ey bu küçük hüceyrelerden mürekkeb ve “ene” ile tabir edilen hüceyre-i kübra! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu hârika icadlarını gör, imana gel! Ve “Yâ İlahî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ men lehü’l-mülkü ve’l-hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim.” de, o bâtıl temellük davasından vazgeç! Çünkü o temellük davası, insanı pek elîm elemlere maruz bırakır. (*[2])
Nükte
Arkadaş! İman bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihat rabıtalarını tesis eder. Küfür ise bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır.
Bunun içindir ki mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki dünya hayatında bazen galebe kâfirlerde olur.
Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle görür. Mü’min ise seyyiatının cezasını görür.
Bunun için dünya kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü’mine cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü’min yüz derece ziyade mesuddur, denilmiştir.
Ve keza iman, insanı ebediyete, cennete lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.
Nokta
Arkadaş! Kalp ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptela olur.
Ve keza dünyanın iki yüzünü gördüm:
Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da bâtını ve içi daimî bir vahşet ile doludur.
İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur.
Kur’an-ı Azîmüşşan, nazarları âhiret ile muttasıl olan ikinci veche tevcih eder. Birinci vecih ise âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.
Ve keza mümkinatın da iki vechi vardır:
Birisi: Enaniyet ile vücuddur. Bu ise ademe gider ve ademe kalbolur.
İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-vücud’a bakar bir vücud kazanır.
Binaenaleyh vücud istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın…
Nükte
(Mukaddimede zikredilen dört kelimeden niyet hakkındadır.)
Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.
Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.
Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder.
Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır. Öyle ise necat, halâs ancak ihlas iledir.
İşte bu hâsiyete binaendir ki az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki az bir ömürde, cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.
Ve keza dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:
Bir cihette, o nimetlerin bir mün’im tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten in’am edene döner; onu düşünür. Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganimet telakki ederek minnetsiz yer.
Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bile ruhu bâkidir. Çünkü Mün’im’i düşünür. Mün’im ise merhametlidir, daima bu nimetleri bana verir diye ümitvar olur.
İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki ruhu kalsın. Ruhu da söner ancak dumanı kalır. Musibetlerin ise zevalinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.
Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, iman ile bakılırsa bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüz’iyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki lezaiz-i imaniye, firak ve iftirak ile müteessir ve mükedder olmuyor.
Fakat ikinci cihette, her bir lezzetin zevali var. Ve o zeval haddizatında elem olduğu gibi düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur…
Nokta
Arkadaş! Esbab ve vesaiti insan kucağına alıp yapışırsa zillet ve hakarete sebep olur. Mesela kelb, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı hasene ile muttasıftır ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hattâ sadakat ve vefadarlığı darb-ı mesel olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken maalesef insanlar arasında mübarekiyet değil necisü’l-ayn addedilmiştir.
Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.
Bunun esbabı ise kelbde hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki Mün’im-i Hakiki’den bütün bütün gafletine sebep olur. Binaenaleyh vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakiki’den yaptığı gaflete ceza olarak necis hükmünü almıştır ki tahir olsun. Çünkü hükümler, hadler günahları affeder. Ve beyne’n-nâs tahkir darbesini, gaflete keffaret olarak yemiştir.
Öteki hayvanlar ise vesaiti bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Mesela, kedi seni sever, tazarru eder, senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki sanki aranızda muarefe yokmuş. Ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakiki’ye şükran hisleri vardır. Çünkü fıtratları Sâni’i bilir ve lisan-ı halleriyle ibadetini yaparlar. Şuur olsun olmasın…
Evet, kedinin “mır mır”ları “Yâ Rahîm! Yâ Rahîm! Yâ Rahîm!”dir.
Nükte
Yine gördüm ki: Eğer her şey Cenab-ı Hakk’a isnad edilmezse bir ân-ı vâhidde, gayr-ı mütenahî ilahların ispatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilahların her birisi, bütün ilahlara hem zıt hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda her birisi, bütün kâinata elini uzatmış, tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir.
Mesela, bal arısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfiz olması lâzımdır. Zira o bal arısı, kâinatın unsurlarına numunedir, eczasını kâinattan alıyor. Halbuki vücud sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcibü’l-Ehad’e mahsustur.
Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse her bir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Mesela, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, her bir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor.
Öyle ise kâinatın Sâni’e olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh daha zahir daha evlâdır. Öyle ise kâinatın inkârı mümkün olsa bile Sâni’in inkârı mümkün değildir.
Nokta
Gafletten neş’et eden dalalet, pek garib ve acibdir. Mukareneti illiyete kalbeder. İki şey arasında bir mukarenet olursa yani daima beraber vücuda gelirlerse birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalaletin şe’nindendir. Halbuki devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz.
Nükte
Arkadaş! نَعْبُدُ deki “nun”un ifade ettiği cem’ ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkül etmiş, şarktan garba kadar dizilmiş safları hâvi o cemaat-i kübra içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.
Ve keza لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir tahayyül etmekle o halkanın sağ tarafı olan mazi cihetinde enbiyanın, sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de o cemaat-i uzma içinde bulunarak şu kubbe-i minayı dolduran yüksek, İlahî ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül etsin. Kuvve-i hayaliyesi daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın teşkil ettikleri halka-i zikirlerine girsin, şu fezayı velvelelendiren o sadâları dinlesin.
Nokta
Cenab-ı Hakk’ın mâsivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:
Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.
İkinci kısım ise en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazen de kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da vusulü nâkıs olur.
Nükte
وَمَا مِنْ دَٓابَّةٍ فِى الْاَرْضِ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ رِزْقُهَا âyet-i kerîmesiyle, rızık taahhüd altına alınmıştır. Fakat rızık dediğimiz iki kısımdır: Hakiki rızık, mecazî rızık. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî var.
Âyetle taahhüd altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet, hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve zafiyeti, rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şahittir.
Mecazî olan rızık ise âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’y ve kesbe bağlıdır.
Nokta
Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felaketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab ve hikmetler vardır. Yalnız meşiet-i İlahiyenin düsturlarını hâvi şeriat-ı fıtriye ahkâmı, aklın vücuduna tabi değildir ki aklı olmayan bir şeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalp, his, istidada bakar. Bunlardan husule gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye edilir.
Mesela bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse şeriat-ı fıtriyenin ahkâmından olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten dolayı, düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü bu musibet, o muhalefete cezadır.
Veya dişi bir kaplan, öz evlatlarına olan şiddet-i şefkat ve himayeyi nazara almayarak, zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır.
İhtar: Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır.
***
İ’tizar
Arkadaş! Bu risale, Kur’an’ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi olduğu mesail, Furkan-ı Hakîm’in cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçekleridir. Fakat ibaresindeki işkâl ve îcazdan tevahhuş edip mütalaasından vazgeçme. Mütalaasına tekrar ile devam edilirse me’luf ve me’nus bir şekil alır.
Kezalik nefsin temerrüdünden de korkma. Çünkü benim nefs-i emmarem bu risalenin satvetine dayanamayarak inkıyada mecbur olduğu gibi şeytanım da اَيْنَ الْمَفَرُّ diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi daha tâğî daha şakî değiller.
Kezalik Birinci Bab’da tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vaki olan tekrarları, faydasız zannetme. Hususi makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet, hatt-ı harpte siperde oturup müdafaa eden bir nefer, etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması elbette bir ihtiyaca binaendir.
Kezalik bu risalelerin ibarelerindeki işkâl ve iğlakın, keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticalî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O ateşle nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başlıyordu. Kâh yerde kâh gökte kâh minarenin dibinde kâh minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü takip ettiğim yol, akıl ile kalp arasında yeni açılan berzahî bir yoldur. Akıldan kalbe, kalpten akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’an güneşinden ilham edilen misbah ve kandillerdi.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ نُورًا لِعُقُولِنَا وَ قُلُوبِنَا وَ اَرْوَاحِنَا وَ مُرْشِدًا لِاَنْفُسِنَا اٰمٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ
***
Katre’nin Zeyli
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهٖ وَصَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ
Remiz
Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi en uzak safların da âlem-i İslâm’ı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-i uzmaya dâhil olsun ki o cemaatin icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.
Mesela, namaz kılan اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemaat-i uzmayı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin.” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda bütün hâsseleri, latîfeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.
İhtar: Sath-ı arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-i uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan hâlî değildir.
Remiz
Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken Resul-i Ekrem’in (asm) sünnetleri, birer yıldız birer lamba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse şeytanlara mel’ab, evhama merkep, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.
Ve keza o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise uzun bir minare ile semaya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir firavun olur.
Remiz
Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki zıtları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Mesela, güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat senin elin ona yetişemez ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle “O bana tesir edemez.” ve onun sana karib olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim.” desen, cehlini ilan etmiş olursun.
Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlık’ındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis, uzaklığı cihetiyle enaniyet ile Hâlık’a bakıp “Bana tesir edemez.” diye bir ahmaklıkta bulunursa dalalete düşer. Ve keza nefis, mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım.” der. Mücazatın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.
Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlık’ın ef’ali sana nâzır değildir. Ancak ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır. İmam-ı Rabbanî’nin (ra) dediği gibi: “Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşıyabilir.”
Remiz
Arkadaş! Bilhassa muztar olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazen o gibi duaların hürmetine en büyük bir şey en küçük bir şeye musahhar ve mutî olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir masumun duası hürmetine denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren zat, bütün mahlukata hâkimdir. Öyle ise bütün mahlukata dahi Hâlık’tır.
Remiz
Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki küllü cüzde, büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Mesela, küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyatını ister. Bunu göremediği için o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki şemsin vahdeti, tecelliyatının da vahdetini istilzam etmez.
Ve keza delâlet etmek tazammun etmeyi iktiza etmez. Mesela, kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder fakat güneşi tazammun edemez, yani içine alamaz.
Ve keza bir şeyi bir şeyle tavsif edenin, o şeyle muttasıf olması lâzım gelmez. Mesela şeffaf bir zerre, şemsi tavsif eder fakat şems olamaz. Bal arısı Sâni’-i Hakîm’i vasıflandırır, amma Sâni’ olamaz.
Remiz
Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Mesela bir insan, gövdesinin cihat-ı sittesini güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celb ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de küfrün zahmetlerine misaldir.
Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde ne için kâfirler kabul ediyorlar?
Cevap: Kasden ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise kasden ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.
Remiz
Arkadaş! Bir kelime-i vâhidenin işitilmesinde bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da –kudret-i ezeliyeye nisbeten– bir şey, bin şey birdir. Nevi ile fert arasında fark yoktur.
Remiz
Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’an’ın hârikulâde haiz olduğu câmiiyet ve vüs’at ile beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı müraat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avam-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülat, Kur’an’ın kemal-i belâgatına delil ve bâhir bir bürhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalaletine sebep olmuştur.
Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabavetçe bir değillerdir. Kur’an mürşiddir, irşad umumî oluyor. Bunun için Kur’an’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur.
Hakikat-i hal bu merkezde iken en yüksek en güzel ifade çeşitlerini Kur’an’ın her bir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslubun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan elbette dalalete düşer.
Remiz
Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:
Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır.
İkincisi: Esma-i hüsnaya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır.
Üçüncüsü: Kasden ve bizzat kendi kendine bakar. Bu vecihle insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur.
Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, manevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise dünyanın fena yüzüdür ki zatî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.
Remiz
Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emval-i mîriyeden bir neferin elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, o hayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi insan da o vücudu beslemeye mükelleftir.
Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:
Mehasiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: Sen bir şeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?
Dedi ki: Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.
Dedim ki: Yahu bu sineğe bak! Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâekall onun kadar vücuduna hizmet etmelisin, diye ikna ettim.
Takdis ederiz o zatı ki bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onun ile nefsimi ikna ve ilzam ederim.
Remiz
İnsanı dalaletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zahir ile ism-i Bâtın’ın hükümleri ayrı ayrı oluyor, bunları birbirine karıştırıp mercilerini kaybetmek mahzurludur.
Kezalik kudretin levazımı ile hikmetin levazımı bir değildir. Birisine ait levazımatı ötekisinden talep etmek hatadır.
Ve keza daire-i esbabın iktizası ile daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli.
Ve keza kudretin taallukatı ayrı, vücudun cilveleri veya sair sıfâtın tecelliyatı ayrıdır. Birbirine iltibas edilmemeli. Mesela, dünyada vücudun tedricîdir. Berzahî âyinelerde âni ve def’îdir. Çünkü icad ile tecelli arasında fark vardır.
Remiz
Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünkü İslâmiyet’in telkinatıyla küfr-ü mutlak, inkâr-ı mutlak; şek ve tereddüde inkılab etmiştir. O telkinatın kâfirlerde de yaptığı in’ikas ve tesirat sayesinde, kâfirlerin hayat-ı ebediye hakkında ümitleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılab etmez. Yalnız tereddütleri vardır. Tereddüt ise her iki tarafa baktırır. Deve kuşu gibi tam manasıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.
Remiz
Arkadaş! Nefis, tembellik sâikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden tesettür etmek istiyor. Yani onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlık’ın bir Mâlik’in bulunmamasını temenni eder. Sonra mülahaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki kazandığı o hürriyetler, adem-i mes’uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa derhal tövbe ile vazifesine avdet eder.
Remiz
Arkadaş! Her bir insanın bir nokta-i istinadı bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefavütüne göre insanların yapabileceği işler de tefavüt eder. Mesela, büyük bir sultana istinadı olan bir nefer, bir şahın yapamadığı bir işi yapar. Çünkü nokta-i istinadı şahtan büyüktür. Evet, kudret-i ezeliye tarafından memur edilen baûda yani sivrisineğin Nemrut’a olan galebesi ve bir çekirdeğin فَالِقُ الْحَبِّ وَ النَّوٰى tarafından verilen izin ve kuvvete binaen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammun etmesi, yani içine alması bu hakikati tenvir eden birer hakikattir.
Remiz
Arkadaş! “Katre” namındaki eserimde Kur’an’dan ilhamen takip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur:
Kur’an’dan tavr-ı kalbe ilham edilen –asâ-yı Musa gibi– manevî bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vurulursa derhal mâ-i hayat çıkar. Çünkü müessir ancak eserde görünebilir.
Manevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâü’l-hayatı bulmak pek müşküldür.
Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise etraf-ı âlemi arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlup olup caddeden çıkmamak için pek çok bürhanlar, alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.
Kur’an ise bize asâ-yı Musa gibi bir hakikat vermiştir ki nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam asâyı vuruyorum; mâü’l-hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum. Evet وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ beytiyle bu hakikat, hakikatiyle tebarüz eder. (*[3])
Remiz
Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani bir hicab olur. Evet, müşahedemle sabittir ki kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.
Remiz
Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlikü’l-mülk’e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlik’inin izni olmaksızın, onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlik’in hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.
Remiz
Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o beladan kurtul!
***
[1] * (Müellif-i muhterem, kendi nefsine tasrihen, başkalara da ta’rizen söylüyor.)
[2] * (Mütercimin bir i’tizarı)
Mesnevî-i Nuriye’nin Arabî asıl nüshasında bulunan ve yeri burası olan Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahu ekber’e dair çok kıymetli ve ehemmiyetli bir kısmı, üslubunu ve fesahatini muhafaza edememek ve evrad makamında okunabilen o hakikatleri Türkçeye çevirmekle, kıymet-i asliyesini haleldar etmek endişesiyle tercüme etmedim. Kārilerden özür diler, rahmet ve hayır dualarını beklerim.
Mütercim
Abdülmecid
[3] * İhtar: Kur’an’ın delâletiyle bulduğum yola gitmek isteyen için ve ona o yolu güzelce tarif etmek için Risale-i Nur Külliyatı güzel bir tarifçidir.