Dördüncü Şuâ
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a
ve sureten ve makamen Otuz Birinci Mektup’un Otuz Birinci Lem’a’sının kıymettar Dördüncü Şuâ’ı
ve Âyet-i Hasbiye’nin mühim bir nüktesidir.
İhtar: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede “Birinci Mertebe” çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevk edemez.
***
Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrit ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım.
Gördüm ki gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedit bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:
Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim
Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.
Meyusane başımı eğdim; birden حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beş yüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymettar envarından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp eskiden aynelyakîn ile değil belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilatını Risale-i Nur’a havale ediyorum.
Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zat-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ geldi, perdeyi kaldırdı.
Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevk ettim ki bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabb’im ve İlah’ım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Çünkü onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim hem bâki hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan kemal-i mutlakın varlığı bilinmekle, şedit ve fıtrî olan muhabbet-i zatî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisap ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem o şuur-u imaniyle ve intisap ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.
Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvi bir zevk verir.
Hem o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın –ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum– onların mesudiyetleri ile hadsiz bir saadet kendimde hissedebilir gördüm.
Çünkü bir samimi dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve âl ü ashabı olarak umum sâdatım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevk ettim.
Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünkü hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim başta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakiki’nin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imaniyle hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün şefkat ettiğim zatların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imaniyle netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resailü’n-Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faydasız kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim.
Çünkü iman ettim ki Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resailü’n-Nur, yalnız insanların hâfızalarında ve kalplerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevap meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur’an’a mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymettardır, bildim.
İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi ispat eden her bir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeye her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’an’a hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal’in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mal-i saliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmaya nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ onun bekası bize yeter, dedim.
Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yer altı dahi adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zatından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemal-i zatı perestişe kâfi ve vâfi iken; sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve beka feda edilmeye lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş, hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ diyecektim ve o niyetle dedim.
Ve bekasını arayan ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-u imanî –ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem…”ler ile işaret ettim– bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber dedim:
حَسْبٖى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اٖيمَانٖى وَ شُعُورٖى وَ اِذْعَانٖى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقٖى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettim.
Bana bildirdi ki intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyûr denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.
Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi belki yüz derece o medeni hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup ve o hülâsaları dahi onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandıkçıkların icadı “kâf-nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.”
Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerîm onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir.
İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.
Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim.
Bana dedi ki: “Sen memlûkiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerîm’e mensup ve iaşe defterinde mukayyedsin ki her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.”
Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet, evet, doğrudur.” deyip mütevekkilane حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “Of, of!”tan vazgeçtim “Oh, oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim.
Yine o âyete müracaat ettim, dedi ki: “ حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile kimler حَسْبُنَا yı söylüyorlar, dinle!” emretti.
Birden baktım ki hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâd ediyorlar ve yâda getiriyorlar ki bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir, diye bildim.
Sonra حَسْبُنَا daki نَا da bulunan “ene”ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalp, ağzıma öyle bir dil koymuş ki o dimağ ve kalp ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latîfeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet sanatlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar aza ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevk ettirsin.
Ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu –her mü’minin vücudu gibi– kâinata bir güzel takvim ve rûzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nevine talip bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine numune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud, manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı.
Hem İslâmiyet’i bana ihsan etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi.
Hem iman-ı tahkikîyi in’am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı.
Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti.
Hem hususi olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidat vermiş.
Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi –âyet-i Kur’aniyenin nassı ile– benden satın alıyor. Tâ ki elimde faydasız zayi olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi ve cenneti vereceğini kat’î bir surette çok tekrar ile vaad ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.
Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüz binler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini “Fettah” ismiyle mahdud ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zat-ı Zülcelali ve’l-ikram olan Rabb’im var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve cenneti ihsan ve saadet-i ebediyeyi halk edeceğini bu Âyet-i Hasbiye’den ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için bi’n-niyet, bi’t-tasavvur, bi’l-hayal bütün mahlukat dilleriyle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim ve ebedü’l-âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan arızalar bir gaflet zamanıma rast gelip –şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye– elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbünüyle bak!”
Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymettar olduğunu ilmelyakîn ile bildim.
Çünkü şuur-u iman ile bu vücudum Vâcibü’l-vücud’un eseri ve sanatı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim.
Malûmdur ki karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azap çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa her biri o meyveler adedince firakları hissedecek.
İşte iman ile ve imandaki intisap ile her mü’min gibi bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envarını kazanır, kendisi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.
Bununla beraber –Yirmi Dördüncü Mektup’ta tafsilen kat’î ispat edildiği gibi– her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti hem neticeleri hem mübarek ise sevabı hem hakikati gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi…
Aynen öyle de bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse; zîruh ise hem ruhunu hem manasını hem hakikatini hem misalini hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymettar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisap ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahip olunabilir. İman olmazsa bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu, hattâ o nâzeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-i imaniye gösterdi ki o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sümbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-i neviyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, bârekellah” dedim.
İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat sanatkârına intisap noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle her bir sanatta yüzer mu’cize gösteren bir sanatkârın eser-i sanatı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymettar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisap ile o şerefe sahip olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi, gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor, âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki “Hay” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faydaları, böyle çabuk sönmeye değil belki pek uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zat-ı Hayy-ı Kayyum’a göre hayata bak!”
Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise Zat-ı Hay ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise Hâlık’ıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden burada dört mesele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.
Birinci Mesele: Hayatın mahiyeti ve hakikati Hayy-ı Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir, anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikati bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zat-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.
İkinci Mesele: Hayatın hakiki hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektuptur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır.
Hem Hâlık’ımın kemalâtını teşhir eden bir ilannameliktir.
Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymettar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnettarane Padişah-ı Bîmisal’inin nazarına arz etmektir.
Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilan etmektir.
Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir.
İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymettardır, diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymettar ve hayattardır ki hangi şeye girse canlandırır ve bir şulesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
Üçüncü Mesele: Hayatımın Hâlık’ıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faydalarına baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlık’ına üç cihetle âyinedarlık ediyor:
Birinci Vecih: Hayatım, acz ve zaafıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat’ın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder.
Evet, nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir. Öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def’etmek noktasında Hâlık’ımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.
İkinci Vecih: Hayatımdaki cüz’î ilim ve irade ve sem’ ve basar gibi manalarıyla, Hâlık’ımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır.
Evet, ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlık’ımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.
Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır.
Evet, ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, sanatlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden beni yaratan ve yaşatan zat, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, sanatkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı –tabirde hata olmasın– maharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve tazim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymettar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata musahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım.
Dördüncü Mesele: Dünyadaki bu hayatımın hakiki lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine baktım, gördüm ki:
Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-i Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlûkü ve terbiye-gerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabb’im hem İlah’ım hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki tarif edilmez. Ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.
İşte hayatın hakikatine ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mesele gösterdiler ki:
Hayat, Zat-ı Bâki-i Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça hem beka bulur hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz, diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dedim.
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye
Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhir zaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemal-perestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadî ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm.
Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasathanesine girip imanın dürbünüyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar.
Aynen öyle de Şems-i ezel ve ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:
BİRİNCİ BÜRHAN: Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanının güzelliğine ve ustadaki sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir surette delâlet ettiği gibi…
Aynen öyle de bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi Sanatkâr-ı Zülcelal’deki fiillerinin hüsün ve cemaline kat’î şehadet ve ef’alindeki hüsün ve cemal ise o fiillere bakan unvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delâlet ve isimlerin hüsün ve cemali ise isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsün ve cemaline kat’î şehadet ve sıfatların hüsün ve cemali ise sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kat’î şehadet ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise fâil ve müsemma ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’î bir surette şehadet eder.
Demek, Sâni’-i Zülcemal’in kendi Zat-ı Akdes’ine lâyık öyle hadsiz bir hüsün ve cemali var ki bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.
Evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir sanatın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delâlet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve unvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delâlet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus, kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasip muvafık güzelliğine, o dahi zatın ve hakikatin –fakat zata ve hakikate lâyık ve muvafık– kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delâlet eder.
Aynen öyle de bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni’ ve fâillerinin vücud-u ef’aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zatiyesinin vücuduna ve Zat-ı Akdes’inin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delâlet ettikleri gibi o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni’-i Zülcelal’de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve zatının kendilerine mahsus münasip ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarîh şehadet ve gayet kat’î delâlet ederler.
İKİNCİ BÜRHAN’ın beş noktası var:
Birinci Nokta: Meşreplerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatin reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma ile ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’da bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci Nokta: Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuâatı, cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.
Üçüncü Nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz.
İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikate istinad eder, ondan kıymet alır.
Aynen öyle de bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlerinin ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir.
Demek, bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasıl ki Vâcibü’l-vücud’un Zat-ı Akdes’i, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir.
Evet, koca cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i cennete, cenneti unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.
Malûmdur ki her şeyin hüsnü, kendine göredir hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalp, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir.
Mesela, imanın güzelliği ve hakikatin güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim hem fiil hem sıfat hem şe’nlerine işaret ederler.
İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.
Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.
Hem bütün kâinatı envaıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitap ki her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.
Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.
Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, mesela arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör.
İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi bahar dahi bir çiçektir ve cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla.
O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen çok güzel bir mahluk olursun.
Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.
Beşinci Nokta: Nasıl ki yüzer hüner ve sanat ve kemal ve cemalleri bulunan bir zat; her bir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel sanat kendini takdir ettirmek ve her bir kemal kendini izhar etmek ve her bir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zat dahi bütün hünerlerini ve sanatlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zat, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder.
Aynen öyle de bu kâinat denilen meşher-i acayip ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zatında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış.
ÜÇÜNCÜ BÜRHAN’ın üç nüktesi var:
Birinci Nükte: Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattir. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız, şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor.
Hem kendi sanatını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik sanat ve ince hikmet ve âlî ziynet ve şefkatli bir tertip ve tatlı vaziyet görünüyor. Bedahet derecesinde anlaşılır ki kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir sanatkâr var ki her bir sanatıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister.
Hem zîşuur mahlukları minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor.
Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerîmane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor.
Demek, bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor.
Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatinin şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki o cemal; kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf –yani kendini tanıttırmak ve bildirmek– keyfiyetini takmış, sonra masnuatı ziynetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.
İkinci Nükte: Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedit bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder.
Evet böyle bir aşk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsün ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatler; ezelî ve ebedî bir hakikat-i cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semâa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-i cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.
Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler –tahlil neticesinde– vücuddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler hattâ masiyetler ademe râci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?
Elcevap: Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve nefiy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı, vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi Vâcibü’l-vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ışık verir.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ الْاٖيمَانِ ۞ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
İhtar: Âyet-i Hasbiye-i Nuriye’nin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe tehir edildi.
Tenbih: Risale-i Nur, Kur’an’ın ve Kur’an’dan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan Kur’an’ın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.
***
اَلْبَابُ الْخَامِسُ
فٖى مَرَاتِبِ (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ) وَ هُوَ خَمْسُ نُكَتٍ
اَلنُّكْتَةُ الْاُولٰى :
فَهٰذَا الْكَلَامُ دَوَاءٌ مُجَرَّبٌ لِمَرَضِ الْعَجْزِ الْبَشَرِىِّ وَ سَقَمِ الْفَقْرِ الْاِنْسَانِىِّ ٠ حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ اِذْ هُوَ الْمُوجِدُ الْمَوْجُودُ الْبَاقٖى فَلَا بَاْسَ بِزَوَالِ الْمَوْجُودَاتِ لِدَوَامِ الْوُجُودِ الْمَحْبُوبِ بِبَقَاءِ مُوجِدِهِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ وَ هُوَ الصَّانِعُ الْفَاطِرُ الْبَاقٖى فَلَا حُزْنَ عَلٰى زَوَالِ الْمَصْنُوعِ لِبَقَاءِ مَدَارِ الْمَحَبَّةِ فٖى صَانِعِهٖ وَ هُوَ الْمَلِكُ الْمَالِكُ الْبَاقٖى ٠ فَلَا تَاَسُّفَ عَلٰى زَوَالِ الْمُلْكِ الْمُتَجَدِّدِ فٖى زَوَالٍ وَ ذَهَابٍ ٠ وَ هُوَ الشَّاهِدُ الْعَالِمُ الْبَاقٖى فَلَا تَحَسُّرَ عَلٰى غَيْبُوبَةِ الْمَحْبُوبَاتِ مِنَ الدُّنْيَا لِبَقَائِهَا فٖى دَائِرَةِ عِلْمِ شَاهِدِهَا وَ فٖى نَظَرِهٖ ٠ وَ هُوَ الصَّاحِبُ الْفَاطِرُ الْبَاقٖى فَلَا كَدَرَ عَلٰى زَوَالِ الْمُسْتَحْسَنَاتِ لِدَوَامِ مَنْشَاءِ مَحَاسِنِهَا فٖى اَسْمَاءِ فَاطِرِهَا ٠ وَ هُوَ الْوَارِثُ الْبَاعِثُ الْبَاقٖى فَلَا تَلَهُّفَ عَلٰى فِرَاقِ الْاَحْبَابِ لِبَقَاءِ مَنْ يَرِثُهُمْ وَ يَبْعَثُهُمْ وَ هُوَ الْجَمٖيلُ الْجَلٖيلُ الْبَاقٖى فَلَا تَحَزُّنَ عَلٰى زَوَالِ الْجَمٖيلَاتِ الَّتٖى هِىَ مَرَايَا لِلْاَسْمَاءِ الْجَمٖيلَاتِ لِبَقَاءِ الْاَسْمَاءِ بِجَمَالِهَا بَعْدَ زَوَالِ الْمَرَايَا ٠ وَ هُوَ الْمَعْبُودُ الْمَحْبُوبُ الْبَاقٖى فَلَا تَاَلُّمَ مِنْ زَوَالِ الْمَحْبُوبَاتِ الْمَجَازِيَّةِ لِبَقَاءِ الْمَحْبُوبِ الْحَقٖيقِىِّ ٠ وَ هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحٖيمُ الْوَدُودُ الرَّؤُفُ الْبَاقٖى فَلَا غَمَّ وَ لَا مَاْيُوسِيَّةَ وَ لَا اَهَمِّيَّةَ مِنْ زَوَالِ الْمُنْعِمٖينَ الْمُشْفِقٖينَ الظَّاهِرٖينَ لِبَقَاءِ مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ وَ شَفْقَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ ٠ وَ هُوَ الْجَمٖيلُ اللَّطٖيفُ الْعَطُوفُ الْبَاقٖى فَلَا حِرْقَةَ وَ لَا عِبْرَةَ بِزَوَالِ اللَّطٖيفَاتِ الْمُشْفِقَاتِ لِبَقَاءِ مَنْ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّهَا وَ لَا يَقُومُ الْكُلُّ مَقَامَ تَجَلٍّ وَاحِدٍ مِنْ تَجَلِّيَاتِهٖ فَبَقَائُهُ بِهٰذِهِ الْاَوْصَافِ يَقُومُ مَقَامَ كُلِّ مَا فَنٰى وَ زَالَ مِنْ اَنْوَاعِ مَحْبُوبَاتِ كُلِّ اَحَدٍ مِنَ الدُّنْيَا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ
نَعَمْ حَسْبٖى مِنْ بَقَاءِ الدُّنْيَا وَ مَا فٖيهَا بَقَاءُ مَالِكِهَا وَ صَانِعِهَا وَ فَاطِرِهَا
اَلنُّكْتَةُ الثَّانِيَةُ :
حَسْبٖى مِنَ الْبَقَاءِ اَنَّ اللّٰهَ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقٖى وَ خَالِقِىَ الْبَاقٖى وَ مُوجِدِىَ الْبَاقٖى وَ فَاطِرِىَ الْبَاقٖى وَ مَالِكِىَ الْبَاقٖى وَ شَاهِدِىَ الْبَاقٖى وَ مَعْبُودِىَ الْبَاقٖى وَ بَاعِثِىَ الْبَاقٖى فَلَا بَاْسَ وَ لَا حُزْنَ وَ لَا تَأَسُّفَ وَ لَا تَحَسُّرَ عَلٰى زَوَالِ وُجُودٖى لِبَقَاءِ مُوجِدٖى وَ اٖيجَادِهٖ بِاَسْمَائِهٖ وَ مَا فٖى شَخْصٖى مِنْ صِفَةٍ اِلَّا وَ هِىَ مِنْ شُعَاعِ اِسْمٍ مِنْ اَسْمَائِهِ الْبَاقِيَةِ فَزَوَالُ تِلْكَ الصِّفَةِ وَ فَنَائُهَا لَيْسَ اِعْدَامًا لَهَا لِاَنَّهَا مَوْجُودَةٌ فٖى دَائِرَةِ الْعِلْمِ وَ بَاقِيَةٌ وَ مَشْهُودَةٌ لِخَالِقِهَا ٠ وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْبَقَاءِ وَ لَذَّتِهٖ عِلْمٖى وَ اِذْعَانٖى وَ شُعُورٖى وَ اٖيمَانٖى بِاَنَّهُ اِلٰهِىَ الْبَاقِى الْمُتَمَثِّلُ شُعَاعُ اِسْمِهِ الْبَاقٖى فٖى مِرْاٰةِ مَا هِيَّتٖى وَ مَا حَقٖيقَةُ مَا هِيَّتٖى اِلَّا ظِلٌّ لِذٰلِكَ الْاِسْمِ فَبِسِرِّ تَمَثُّلِهٖ فٖى مِرْاٰةِ حَقٖيقَتٖى صَارَتْ نَفْسُ حَقٖيقَتٖى مَحْبُوبَةً لَا لِذَاتِهَا بَلْ بِسِرِّ مَا فٖيهَا وَ بَقَاءُ مَا تَمَثَّلَ فٖيهَا اَنْوَاعُ بَقَاءٍ لَهَا
اَلنُّكْتَةُ الثَّالِثَةُ :
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ : اِذْ هُوَ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذٖى مَا هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالَةُ اِلَّا مَظَاهِرَ لِتَجَدُّدِ تَجَلِّيَاتِ اٖيجَادِهٖ وَ وُجُودِهٖ بِهٖ وَ بِالْاِنْتِسَابِ اِلَيْهِ وَ بِمَعْرِفَتِهٖ اَنْوَارُ الْوُجُودِ بِلَا حَدٍّ وَ بِدُونِهٖ ظُلُمَاتُ الْعَدَمَاتِ وَ اٰلَامُ الْفِرَاقَاتِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَاتِ وَ مَا هٰذِهِ الْمَوْجُودَاتُ السَّيَّالَةُ اِلَّا وَ هِىَ مَرَايَا وَ هِىَ مُتَجَدِّدَةٌ بِتَبَدُّلِ التَّعَيُّنَاتِ الْاِعْتِبَارِيَّةِ فٖى فَنَائِهَا وَ زَوَالِهَا وَ بَقَائِهَا بِسِتَّةِ وُجُوهٍ .
اَلْاَوَّلُ : بَقَاءُ مَعَانٖيهَا الْجَمٖيلَةِ وَ هُوِيَّاتِهَا الْمِثَالِيَّةِ .
وَ الثَّانٖى : بَقَاءُ صُوَرِهَا فِى الْاَلْوَاحِ الْمِثَالِيَّةِ .
وَالثَّالِثُ : بَقَاءُ ثَمَرَاتِهَا الْاُخْرَوِيَّةِ .
وَ الرَّابِعُ : بَقَاءُ تَسْبٖيحَاتِهَا الرَّبَّانِيَّةِ الْمُتَمَثِّلَةِ لَهَا الَّتٖى هِىَ نَوْعُ وُجُودٍ لَهَا .
وَ الْخَامِسُ : بَقَائُهَا فِى الْمَشَاهِدِ الْعِلْمِيَّةِ وَ الْمَنَاظِرِ السَّرْمَدِيَّةِ .
وَ السَّادِسُ : بَقَاءُ اَرْوَاحِهَا اِنْ كَانَتْ مِنْ ذَوِى الْاَرْوَاحِ ٠
وَ مَا وَظٖيفَتُهَا فٖى كَيْفِيَّاتِهَا الْمُتَخَالِفَةِ فٖى مَوْتِهَا وَ فَنَائِهَا وَ زَوَالِهَا وَ عَدَمِهَا وَ ظُهُورِهَا وَ اِنْطِفَائِهَا اِلَّا اِظْهَارُ الْمُقْتَضِيَاتِ لِاَسْمَاءٍ اِلٰهِيَّةٍ فَمِنْ سِرِّ هٰذِهِ الْوَظٖيفَةِ صَارَتِ الْمَوْجُودَاتُ كَسَيْلٍ فٖى غَايَةِ السُّرْعَةِ تَتَمَوَّجُ مَوْتًا وَ حَيَاةً وَ وُجُودًا وَ عَدَمًا ٠ وَ مِنْ هٰذِهِ الْوَظٖيفَةِ تَتَظَاهَرُ الْفَعَّالِيَّةُ الدَّائِمَةُ وَ الْخَلَّاقِيَّةُ الْمُسْتَمِرَّةُ فَلَا بُدَّ لٖى وَ لِكُلِّ اَحَدٍ اَنْ يَقُولَ : (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكٖيلُ) يَعْنٖى حَسْبٖى مِنَ الْوُجُودِ اَنّٖى اَثَرٌ مِنْ اٰثَارِ وَاجِبِ الْوُجُودِ كَفَانٖى اٰنٌ سَيَّالٌ مِنْ هٰذَا الْوُجُودِ الْمُنَوَّرِ الْمَظْهَرِ مِنْ مَلَايٖينَ سَنَةٍ مِنَ الْوُجُودِ الْمُزَوَّرِ الْاَبْتَرِ ٠ نَعَمْ بِسِرِّ الْاِنْتِسَابِ الْاٖيمَانِىِّ يَقُومُ دَقٖيقَةٌ مِنَ الْوُجُودِ مَقَامَ اُلُوفِ سَنَةٍ بِلَا اِنْتِسَابٍ اٖيمَانِىٍّ بَلْ تِلْكَ الدَّقٖيقَةُ اَتَمُّ وَ اَوْسَعُ بِمَرَاتِبَ مِنْ تِلْكَ الْاٰلَافِ سَنَةٍ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْوُجُودِ وَ قِيْمَتِهٖ اَنّٖى صَنْعَةُ مَنْ هُوَ فِى السَّمَٓاءِ عَظَمَتُهُ وَ فِى الْاَرْضِ اٰيَاتُهُ وَ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْوُجُودِ وَ كَمَالِهٖ اَنّٖى مَصْنُوعُ مَنْ زَيَّنَ وَ نَوَّرَ السَّمَٓاءَ بِمَصَابٖيحَ وَ زَيَّنَ وَ بَهَّرَ الْاَرْضَ بِاَزَاهٖيرَ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْفَخْرِ وَ الشَّرَفِ اَنّٖى مَخْلُوقٌ وَ مَمْلُوكٌ وَ عَبْدٌ لِمَنْ هٰذِهِ الْكَائِنَاتُ بِجَمٖيعِ كَمَالَاتِهَا وَ مَحَاسِنِهَا ظِلٌّ ضَعٖيفٌ بِالنِّسْبَةِ اِلٰى كَمَالِهٖ وَ جَمَالِهٖ وَ مِنْ اٰيَاتِ كَمَالِهٖ وَ اِشَارَاتِ جَمَالِهٖ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنْ كُلِّ شَىْءٍ مَنْ يَدَّخِرُ مَا لَا يُعَدُّ وَ لَا يُحْصٰى مِنْ نِعَمِهٖ فٖى صُنَيْدِقَاتٍ لَطٖيفَةٍ هِىَ بَيْنَ الْكَافِ وَ النُّونِ فَيَدَّخِرُ بِقُدْرَتِهٖ مَلَايٖينَ قِنْطَارٍ فٖى قَبْضَةٍ وَاحِدَةٍ فٖيهَا صُنَيْدِقَاتٌ لَطٖيفَةٌ تُسَمّٰى بُذُورًا وَ نَوَاةً .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنْ كُلِّ ذٖى جَمَالٍ وَ ذٖى اِحْسَانٍ اَلْجَمٖيلُ الرَّحٖيمُ الَّذٖى مَا هٰذِهِ الْمَصْنُوعَاتُ الْجَمٖيلَاتُ اِلَّا مَرَايَا مُتَفَانِيَةٌ لِتَجَدُّدِ اَنْوَارِ جَمَالِهٖ بِمَرِّ الْفُصُولِ وَ الْعُصُورِ وَ الدُّهُورِ وَ هٰذِهِ النِّعَمُ الْمُتَوَاتِرَةُ وَ الْاَثْمَارُ الْمُتَعَاقِبَةُ فِى الرَّبٖيعِ وَ الصَّيْفِ مَظَاهِرُ لِتَجَدُّدِ مَرَاتِبِ اِنْعَامِهِ الدَّائِمِ عَلٰى مَرِّ الْاَنَامِ وَ الْاَيَّامِ وَ الْاَعْوَامِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْحَيَاةِ وَ مَاهِيَّتِهَا اَنّٖى خَرٖيطَةٌ وَ فِهْرِسْتَةٌ وَ فَذْلَكَةٌ وَ مٖيزَانٌ وَ مِقْيَاسٌ لِجَلَوَاتِ اَسْمَاءِ خَالِقِ الْمَوْتِ وَ الْحَيَاةِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْحَيَاةِ وَ وَظٖيفَتِهَا كَوْنٖى كَـكَلِمَةٍ مَكْتُوبَةٍ بِقَلَمِ الْقُدْرَةِ وَ مُفْهِمَةٍ دَالَّةٍ عَلٰى اَسْمَاءِ الْقَدٖيرِ الْمُطْلَقِ الْحَىِّ الْقَيُّومِ بِمَظْهَرِيَّةِ حَيَاتٖى للِشُّؤُنِ الذَّاتِيَّةِ لِفَاطِرِىَ الَّذٖى لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْحَيَاةِ وَ حُقُوقِهَا اِعْلَانٖى وَ تَشْهٖيرٖى بَيْنَ اِخْوَانِىَ الْمَخْلُوقَاتِ وَ اِعْلَانٖى وَ اِظْهَارٖى لِنَظَرِ شُهُودِ خَالِقِ الْكَائِنَاتِ بِتَزَيُّنٖى بِجَلَوَاتِ اَسْمَاءِ خَالِقِىَ الَّذٖى زَيَّنَنٖى بِمُرَصَّعَاتِ حُلَّةِ وُجُودٖى وَ خِلْعَةِ فِطْرَتٖى وَ قِلَادَةِ حَيَاتِىَ الْمُنْتَظَمَةِ فٖيهَا مُزَيَّنَاتُ هَدَايَا رَحْمَتِهٖ .
وَ كَذَا مِنْ حُقُوقِ حَيَاتٖى فَهْمٖى لِتَحِيَّاتِ ذَوِى الْحَيَاةِ لِوَاهِبِ الْحَيَاةِ وَ شُهُودٖى لَهَا وَ شَهَادَاتٖى عَلَيْهَا .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنْ حُقُوقِ حَيَاتٖى تَبَرُّجٖى وَ تَزَيُّنٖى بِمُرَصَّعَاتِ جَوَاهِرِ اِحْسَانِهٖ بِشُعُورٍ اٖيمَانِىٍّ لِلْعَرْضِ لِنَظَرِ شُهُودِ سُلْطَانِىَ الْاَزَلِىِّ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْحَيَاةِ وَ لَذَّاتِهَا عِلْمٖى وَ اِذْعَانٖى وَ شُعُورٖى وَ اٖيمَانٖى بِاَنّٖى عَبْدُهُ وَ مَصْنُوعُهُ وَ مَخْلُوقُهُ وَ فَقٖيرُهُ وَ مُحْتَاجٌ اِلَيْهِ وَ هُوَ خَالِقٖى رَحٖيمٌ بٖى كَرٖيمٌ لَطٖيفٌ مُنْعِمٌ عَلَىَّ يُرَبّٖينٖى كَمَا يَلٖيقُ بِحِكْمَتِهٖ وَ رَحْمَتِهٖ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْحَيَاةِ وَ قِيْمَتِهَا مِقْيَاسِيَّتٖى بِاَمْثَالِ عَجْزِىَ الْمُطْلَقِ وَ فَقْرِىَ الْمُطْلَقِ وَ ضَعْفِىَ الْمُطْلَقِ لِمَرَاتِبِ قُدْرَةِ الْقَدٖيرِ الْمُطْلَقِ وَ دَرَجَاتِ رَحْمَةِ الرَّحٖيمِ الْمُطْلَقِ وَ طَبَقَاتِ قُوَّةِ الْقَوِىِّ الْمُطْلَقِ .
وَ كَذَا بِمَعْكَسِيَّتٖى بِجُزْئِيَّاتِ صِفَاتٖى مِنَ الْعِلْمِ وَ الْاِرَادَةِ وَ الْقُدْرَةِ الْجُزْئِيَّةِ لِفَهْمِ الصِّفَاتِ الْمُحٖيطَةِ لِخَالِقٖى فَاَفْهَمُ عِلْمَهُ الْمُحٖيطَ بِمٖيزَانِ عِلْمِىَ الْجُزْئِىِّ .
وَ هٰكَذَا حَسْبٖى مِنَ الْكَمَالِ عِلْمٖى بِاَنَّ اِلٰهٖى هُوَ الْكَامِلُ الْمُطْلَقُ فَكُلُّ مَا فِى الْكَوْنِ مِنَ الْكَمَالِ مِنْ اٰيَاتِ كَمَالِهٖ وَ اِشَارَاتٌ اِلٰى كَمَالِهٖ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنَ الْكَمَالِ فٖى نَفْسِى الْاٖيمَانُ بِاللّٰهِ اِذِ الْاٖيمَانُ لِلْبَشَرِ مَنْبَعٌ لِكُلِّ كَمَالَاتِهٖ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مِنْ كُلِّ شَىْءٍ لِاَنْوَاعِ حَاجَاتِىَ الْمَطْلُوبَةِ بِاَنْوَاعِ اَلْسِنَةِ جِهَازَاتِىَ الْمُخْتَلِفَةِ اِلٰهٖى وَ رَبّٖى وَ خَالِقٖى وَ مُصَوِّرِىَ الَّذٖى لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنَى الَّذٖى هُوَ يُطْعِمُنٖى وَ يَسْقٖينٖى وَ يُرَبّٖينٖى وَ يُدَبِّرُنٖى وَ يُكَلِّمُنٖى جَلَّ جَلَالُهُ وَ عَمَّ نَوَالُهُ .
اَلنُّكْتَةُ الرَّابِعَةُ :
حَسْبٖى لِكُلِّ مَطَالِبٖى مَنْ فَتَحَ صُورَتٖى وَ صُورَةَ اَمْثَالٖى مِنْ ذَوِى الْحَيَاةِ فِى الْمَاءِ بِلَطٖيفِ صُنْعِهٖ وَ لَطٖيفِ قُدْرَتِهٖ وَ حِكْمَتِهٖ وَ لَطٖيفِ رُبُوبِيَّتِهٖ .
وَ كَذَا حَسْبٖى لِكُلِّ مَقَاصِدٖى مَنْ اَنْشَأَنٖى وَ شَقَّ سَمْعٖى وَ بَصَرٖى وَ اَدْرَجَ فٖى جِسْمٖى لِسَانًا وَ جَنَانًا وَ اَوْدَعَ فٖيهَا وَ فٖى جِهَازَاتٖى مَوَازٖينَ حَسَّاسَةً لَا تُعَدُّ لِوَزْنِ مُدَخَّرَاتِ اَنْوَاعِ خَزَائِنِ رَحْمَتِهٖ .
وَ كَذَا اَدْرَجَ فٖى لِسَانٖى وَ جَنَانٖى وَ فِطْرَتٖى اٰلَاتٍ حَسَّاسَةً لَا تُحْصٰى لِفَهْمِ اَنْوَاعِ كُنُوزِ اَسْمَائِهٖ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ اَدْرَجَ فٖى شَخْصِىَ الصَّغٖيرِ الْحَقٖيرِ وَ اَدْرَجَ فٖى وُجُودِىَ الضَّعٖيفِ الْفَقٖيرِ هٰذِهِ الْاَعْضَاءَ وَ الْاٰلَاتِ وَ هٰذِهِ الْجَوَارِحَ وَ الْجِهَازَاتِ وَ هٰذِهِ الْحَوَاسَّ وَ الْحِسِّيَّاتِ وَ هٰذِهِ اللَّطَائِفَ وَ الْمَعْنَوِيَّاتِ لِاِحْسَاسِ جَمٖيعِ اَنْوَاعِ نِعَمِهٖ وَ لِاِذَاقَةِ اَكْثَرِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهٖ بِجَلٖيلِ اُلُوهِيَّتِهٖ وَ جَمٖيلِ رَحْمَتِهٖ وَ بِكَبٖيرِ رُبُوبِيَّتِهٖ وَ كَرٖيمِ رَاْفَتِهٖ وَ بِعَظٖيمِ قُدْرَتِهٖ وَ لَطٖيفِ حِكْمَتِهٖ .
اَلنُّكْتَةُ الْخَامِسَةُ :
لَا بُدَّ لٖى وَ لِكُلِّ اَحَدٍ اَنْ يَقُولَ حَالًا وَ قَالًا وَ مُتَشَكِّرًا وَ مُفْتَخِرًا : حَسْبٖى مَنْ خَلَقَنٖى وَ اَخْرَجَنٖى مِنْ ظُلْمَةِ الْعَدَمِ وَ اَنْعَمَ عَلَىَّ بِنُورِ الْوُجُودِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ جَعَلَنٖى حَيًّا فَاَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ الْحَيَاةِ الَّتٖى تُعْطٖى لِصَاحِبِهَا كُلَّ شَىْءٍ وَ تُمِدُّ يَدَ صَاحِبِهَا اِلٰى كُلِّ شَىْءٍ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ جَعَلَنٖى اِنْسَانًا فَاَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةِ الْاِنْسَانِيَّةِ الَّتٖى صَيَّرَتِ الْاِنْسَانَ عَالَمًا صَغٖيرًا اَكْبَرَ مَعْنًى مِنَ الْعَالَمِ الْكَبٖيرِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ جَعَلَنٖى مُؤْمِنًا فَاَنْعَمَ عَلَىَّ نِعْمَةَ الْاٖيمَانِ الَّذٖى يُصَيِّرُ الدُّنْيَا وَ الْاٰخِرَةَ كَسُفْرَتَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعَمِ يُقَدِّمُهَا اِلَى الْمُؤْمِنِ بِيَدِ الْاٖيمَانِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ جَعَلَنٖى مِنْ اُمَّةِ حَبٖيبِهٖ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ فَاَنْعَمَ عَلَىَّ بِمَا فِى الْاٖيمَانِ مِنَ الْمَحَبَّةِ وَ الْمَحْبُوبِيَّةِ الْاِلٰهِيَّةِ الَّتٖى هِىَ مِنْ اَعْلٰى مَرَاتِبِ الْكَمَالَاتِ الْبَشَرِيَّةِ وَ بِتِلْكَ الْمَحَبَّةِ الْاٖيمَانِيَّةِ تَمْتَدُّ اَيَادٖى اِسْتِفَادَةِ الْمُؤْمِنِ اِلٰى مَا لَايَتَنَاهٰى مِنْ مُشْتَمِلَاتِ دَائِرَةِ الْاِمْكَانِ وَ الْوُجُوبِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ فَضَّلَنٖى جِنْسًا وَ نَوْعًا وَ دٖينًا وَ اٖيمَانًا عَلٰى كَثٖيرٍ مِنْ مَخْلُوقَاتِهٖ فَلَمْ يَجْعَلْنٖى جَامِدًا وَ لَا حَيَوَانًا وَ لَا ضَالًّا فَلَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الشُّكْرُ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنْ جَعَلَنٖى مَظْهَرًا جَامِعًا لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهٖ وَ اَنْعَمَ عَلَىَّ بِنِعْمَةٍ لَا تَسَعُهَا الْكَائِنَاتُ بِسِرِّ حَدٖيثِ (لَا يَسَعُنٖى اَرْضٖى وَ لَا سَمَائِ وَ يَسَعُنٖى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ) يَعْنٖى اَنَّ الْمَاهِيَّةَ الْاِنْسَانِيَّةَ مَظْهَرٌ جَامِعٌ لِجَمٖيعِ تَجَلِّيَاتِ الْاَسْمَاءِ الْمُتَجَلِّيَةِ فٖى جَمٖيعِ الْكَائِنَاتِ .
وَ كَذَا حَسْبٖى مَنِ اشْتَرٰى مُلْكَهُ الَّذٖى عِنْدٖى مِنّٖى لِيَحْفَظَهُ لٖى ثُمَّ يُعٖيدَهُ اِلَىَّ وَ اَعْطَانَا ثَمَنَهُ الْجَنَّةَ فَلَهُ الشُّكْرُ وَ لَهُ الْحَمْدُ بِعَدَدِ ضَرْبِ ذَرَّاتِ وُجُودٖى فٖى ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ .
حَسْبٖى رَبّٖى جَلَّ اللّٰهُ
نُورْ مُحَمَّدْ صَلَّى اللّٰهُ
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
حَسْبٖى رَبّٖى جَلَّ اللّٰهُ
سِرُّ قَلْبٖى ذِكْرُ اللّٰهِ
ذِكْرُ اَحْمَدْ صَلَّى اللّٰهُ
لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ
***