Altıncı Mektup

Altıncı Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

سَلَامُ اللّٰهِ وَ رَحْمَتُهُ وَ بَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمَا وَ عَلٰى اِخْوَانِكُمَا مَادَامَ الْمَلَوَانِ وَ تَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَ مَادَارَ الْقَمَرَانِ وَ اسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ

Gayretli kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim!

Madem Cenab-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği manalara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek için gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki:

Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır, dağcılar yakınımda yok, dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibane dağlarda sessiz sadâsız, yalnız ağaçların hazînane hemhemeleri içinde kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm:

Birincisi, ihtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garib kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazîn bir gurbeti hissettim.

İşte şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet açıldı. O da geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcudat beni bırakıp gittiklerinden hasıl olan firkatli bir gurbeti hissettim.

Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet daha açıldı ki vatanımdan ve akaribimden ayrı düşüp yalnız kaldığımdan tevellüd eden firkatli bir gurbeti hissettim.

Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garibane vaziyeti bana rikkatli bir gurbeti daha hissettirdi.

Ve şu gurbetten dahi şu fâni misafirhaneden ebedü’l-âbâd tarafına harekete âmâde olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm.

Birden Fesübhanallah dedim; bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır, düşündüm. Kalbim feryat ile dedi:

Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvanem, alîlem, âcizem, ihtiyarem.

Bî-ihtiyarem, el-aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!

Birden nur-u iman, feyz-i Kur’an, lütf-u Rahman imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nurani ünsiyet dairelerine çevirdiler. Lisanım حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ söyledi. Kalbim

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

âyetini okudu. Aklım dahi ızdırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitaben dedi:

Bırak bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül. Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

Bela vereni buldunsa eğer; safa-ender, vefa-ender, atâ-ender beladır bil.

Madem öyle, bırak şekvayı şükret, çün belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender, heba-ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçücük bir beladan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Hem üstadlarımdan Mevlana Celaleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

اُو گُفْتْ اَلَسْتُ و تُو گُفْتٖى بَلٰى شُكْرِ بَلٰى چٖيسْتْ كَشٖيدَنْ بَلَا §

سِرِّ بَلَا چٖيسْتْ كِه يَعْنٖى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْر و فَنَا

O vakit nefsim dahi: “Evet, evet acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْاِسْلَامِ” dedi. Meşhur Hikem-i Atâiye’nin şu fıkrası:

مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ § وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ

Yani “Cenab-ı Hakk’ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?”

Yani “Onu bulan her şeyi bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur.” ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.

İşte kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan nur-u imanla nurlandılar fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: “Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim, acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir? Tâ ki sizleri ve Sözler’i tevkil etsem ve bütün bütün alâkamı kessem.” fikri hatırıma geldi. Onun için sizden sormuştum ki: “Acaba yazılan Sözler kâfi midir, noksanı var mı? Yani vazifem bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalple kendimi nurlu, zevkli hakiki bir gurbete atıp, dünyayı unutup, Mevlana Celaleddin’in dediği gibi

دَانٖى سَمَاعِ چِه بُوَدْ بٖى خُودْ شُدَنْ زِهَسْتٖى

اَنْدَرْ فَنَاىِ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا چَشٖيدَنْ

deyip ulvi bir gurbeti arayabilir miyim?” diye sizi o sualler ile tasdi’ etmiştim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Beşinci Mektup

Beşinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (ra) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”

Hem demiş ki: “Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”

Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.”

Hem demiş ki: “Tarîk-i Nakşî’de iki kanat ile sülûk edilir.” Yani hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.

Öyle ise tarîk-ı Nakşî’nin üç perdesi var:

Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki İmam-ı Rabbanî de (ra) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.

İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve sünnet-i seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.

Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalp ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.

Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şakavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız cennete gidemez fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

Eskiden kırk günden tut tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.

İşte otuz üç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’an’ın manevî lemaatından olan malûm Sözler’i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Dördüncü Mektup

Dördüncü Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

سَلَامُ اللّٰهِ وَ رَحْمَتُهُ وَ بَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ وَ عَلٰى اِخْوَانِكُمْ لَاسِيَّمَا … الخ

Aziz kardeşlerim!

Ben şimdi Çam Dağı’nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum. Bir mani olmazsa bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem arzunuz vechile sizden ziyade müştak olduğum şifahî bir musahabe çaresini arayacağız. Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum.

Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır fakat senden sır saklanmaz. Şöyle ki:

Ehl-i hakikatin bir kısmı nasıl ki ism-i Vedud’a mazhardırlar ve a’zamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın pencereleriyle Vâcibü’l-vücud’a bakıyorlar. Öyle de şu hiç-ender hiç olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’an’a istihdamı hengâmında ve o hazine-i bînihayenin dellâlı olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm ve ism-i Hakîm mazhariyetine medar bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşâallah o Sözler وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا sırrına mazhardırlar.

İkincisi: Tarîk-ı Nakşî hakkında denilen:

Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:

Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk

olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû etti:

Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!

Sonra senin yazdığın: “Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine, ilâ âhir…” olan rengîn ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiir ile semanın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim.” dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım fakat nazım ve şiir yapamadım, nasıl hutur etti ise öyle yazdım. Benim vârisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et. İşte birden hatıra gelen şu:

Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine

Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadîr-i Zülcelal’in haşmet-i sultanına

Birer bürhan-ı nur-efşanız biz, vücud-u Sâni’a

Hem vahdete hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan

Nâzenin mu’cizatı çün melek seyranına.

Şu semanın arza bakan, cennete dikkat eden

Binler müdakkik gözleriz biz. (Hâşiye[1])

Tûba-i hilkatten semavat şıkkına

Hep Kehkeşan ağsanına

Bir Cemil-i Zülcelal’in dest-i hikmetiyle takılmış

Pek güzel meyveleriz biz.

Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar,

Birer hane-i devvar birer ulvi âşiyane

Birer misbah-ı nevvar birer gemi-i cebbar

Birer tayyareleriz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemal’in, bir Hakîm-i Zülcelal’in

Birer mu’cize-i kudret birer hârika-i sanat-ı hâlıkane

Birer nadire-i hikmet birer dâhiye-i hilkat

Birer nur âlemiyiz biz.

Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhan gösteririz,

İşittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,

Hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabb’imize müsebbihiz, zikrederiz abîdane.

Kehkeşan’ın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Yani cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizat-ı kudret teşhir edildiğinden, semavat âlemindeki melaikeler o mu’cizatı ve o hârikaları temaşa ettikleri gibi; ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi güya melaikeler gibi zemin yüzündeki nâzenin masnuatı gördükçe cennet âlemine bakıyorlar ve o muvakkat hârikaları bâki bir surette cennette dahi temaşa ediyorlar gibi bir zemine, bir cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var, demektir.

Üçüncü Mektup

Üçüncü Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

(O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.)

Hâmisen: Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur’an-ı Hakîm’in فَلَٓا اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ ۞ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ulvi bir nur-u i’caz ve parlak bir sırr-ı belâgat gördüm.

Evet, seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet, gayet âlî bir nakş-ı sanat ve âlî bir levha-i ibret, nazar-ı temaşaya gösteriyor.

Evet şu seyyareler, kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semada yeni yeni nakışları ve sanatları gösteriyorlar. Bazen kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Bazen küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra vazife-i teftişiyelerini ve nakş-ı sanatta mekiklik hizmetini îfadan sonra yine dönüp sultanları olan güneşin şaşaalı dairesine girip gizleniyorlar.

Şimdi şu “Hunnes, Künnes” tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemal-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zat’ın haşmet-i rububiyetini ve şaşaa-i saltanat-ı uluhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar. Bak bir saltanatın haşmetine ki gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kateden sürattedir.

İşte böyle bir sultana ubudiyet ve imanla intisap etmek ve şu dünyada ona misafir olmak ne kadar âlî bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.

Sonra kamere baktım. وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدٖيمِ âyetinin gayet parlak bir nur-u i’cazı ifade ettiğini gördüm. Evet, kamerin takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve güneşe karşı gayet dakik bir hesapla vaziyetleri, o kadar hayret-feza, o derece hârikadır ki onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîr’e hiçbir şey ağır gelmez. “Onu öyle yapan her şeyi yapabilir.” fikrini, temaşa eden her bir zîşuura ders verir.

Hem öyle bir tarzda güneşi takip ediyor ki bir saniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖى صُنْعِهِ الْعُقُولُ dedirtiyor. Hususan mayısın âhirinde olduğu gibi bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nurani büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدٖيمِ teşbihinin letafetini, belâgatını gör.

Sonra هُوَ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فٖى مَنَاكِبِهَا âyeti hatırıma geldi ki zemin musahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor. O işaretten kendimi feza-yı kâinatta süratle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman kıraatı sünnet olan سُبْحَانَ الَّذٖى سَخَّرَ لَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنٖينَ âyetini okudum.

Hem gördüm ki küre-i arz şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makine vaziyetini aldı; bütün semavatı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki ehl-i fikri mest ve hayran eder. “Fesübhanallah!” dedim; ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garib ve acib, âlî ve gâlî işler görülüyor. Bu noktadan iki nükte-i imaniye hatıra geldi:

Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şüpheli sualin esası şudur: Cennet ve cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi ehl-i cennet, lütf-u İlahî ile berk ve burak gibi uçarak haşirden geçerler, cennete giderler. Fakat ehl-i cehennem, sakîl cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?

İşte hatıra gelen şudur: Nasıl ki mesela Amerika’da, bütün milletler umumî bir kongreye davet edilse her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle de bahr-i muhit-i kâinatta, bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan küre-i arz; ahalisini alır, gider mahşer meydanına boşaltır.

Hem her otuz üç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delâletiyle, merkez-i arzda bulunan cehennem ateşinin hadîsçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık iki yüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadîsin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini cehenneme döker; sonra emr-i İlahî ile daha güzel ve bâki bir surete tebeddül eder; âhiret âleminden bir menzil olur.

Hatıra gelen ikinci nükte: Sâni’-i Kadîr, Fâtır-ı Hakîm, Vâhid-i Ehad kemal-i kudretini ve cemal-i hikmetini ve delil-i vahdetini göstermek için pek az bir şeyle çok işleri görmek; pek küçük bir şeyle, pek büyük vazifeleri gördürmeyi âdet etmiştir.

Bazı Sözlerde demiştim ki: Eğer bütün eşya bir tek zata isnad edilse vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık peyda eder. Eğer eşya müteaddid sâni’lere, esbablara isnad edilse; imtina derecesinde bir suubet, bir müşkülat ortaya düşer. Çünkü bir zabit gibi veya usta gibi bir tek zat, kesretli efrada ve kesretli taşlara bir fiil ile bir hareket ile ve suhuletle bir vaziyet verip bir netice hasıl eder ki eğer o vaziyeti alması ve o neticeyi istihsal etmesi, o ordudaki efrada ve o direksiz kubbedeki taşlara havale edilse; pek çok fiillerle, pek çok müşkülatla, pek çok karışıklıklarla ancak yapılabilir.

İşte şu kâinattaki raks ve deveran, seyr ü cevelan ve temaşa-i tesbih-feşan ve fusul-i erbaa ve gece gündüzdeki seyeran gibi ef’al, eğer vahdete verilse bir tek zat bir tek emirle bir tek küreyi tahrik ile mevsimlerin değişmesindeki acayib-i sanatı ve gece gündüzün deveranındaki garaib-i hikmeti ve yıldızların ve şems ve kamerin surî hareketlerinde şirin temaşa levhalarını göstermek gibi o âlî vaziyetleri ve gâlî neticeleri istihsal eder. Çünkü umum mevcudat ordusu onundur. İstese arz gibi bir neferi, umum yıldızlara kumandan tayin eder; koca güneşi, ahalisine ısıtıcı ve ışık verici bir lamba ve elvah-ı nukuş-u kudret olan fusul-i erbaayı da bir mekik ve sahaif-i kitabet-i hikmet olan gece gündüzü de bir yay yapar. Her bir gününe, ayrı bir şekilde bir kameri göstererek, evkatın hesabı için takvimcilik yaptırır. Ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden raks eden melaikenin ellerinde süslü ve şirin, parlak nâzenin misbahlar suretini vermek gibi arza ait çok hikmetlerini gösterir.

Eğer bu vaziyetler, umum mevcudata hükmü ve nizamı ve kanunu ve tedbiri müteveccih olan bir zattan istenilmezse o vakit umum güneşler, yıldızlar, hakiki hareket ile ve hadsiz bir süratle hadsiz bir mesafeyi her gün katetmeleri lâzım gelir.

İşte vahdette nihayetsiz suhulet ve kesrette nihayetsiz suubet bulunduğundandır ki ehl-i sanat ve ticaret, kesrete bir vahdet verir, tâ suhulet ve kolaylık olsun, yani şirketler teşkil ederler.

Elhasıl: Dalalet yolunda nihayetsiz müşkülat var, hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

İkinci Mektup

İkinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

(O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.)

Sâlisen: Bana bir hediye gönderdin. Gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen, onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan herkesin hediyesi reddedilse seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise tezehhüd ve sun’î bir istiğna değil belki dört beş ciddi esbaba istinad eder.

Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar.” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ ۞ اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ diyerek insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yâsin’de اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ cümlesi, meselemiz hakkında çok manidardır.

Üçüncüsü: Birinci Söz’de beyan edildiği gibi Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakiki’ye ait şükrü, senayı zahirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelal’e yüz binler şükrediyorum ki küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiyye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

Beşincisi: Bir iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatim oldu ki halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazen bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek, gayrın malını almamaya manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor, o da hoşuma gitmiyor.

Hem tasannu ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en a’lâ baklavasını yemek, en murassa libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.

Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimmi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, salih olmazsan kabul etmek haramdır.”

İşte şu zamanın insanları hırs ve tama’ yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, salih veya veli tasavvur ederek sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer hâşâ ben kendimi salih bilsem o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi salih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir.

Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Birinci Mektup

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ بِهٖ نَسْتَعٖينُ

Birinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Dört sualin muhtasar cevabıdır.

Birinci Sual

Hazret-i Hızır aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevap: Hayattadır fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bazı ulema hayatında şüphe etmişler.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki çok kayıtlarla mukayyeddir.

İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki bir derece serbesttir. Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir. Bazen istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki “Makam-ı Hızır” tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi, yanlış olarak ayn-ı Hızır telakki olunur.

Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki beşeriyet levazımatından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nurani bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar.

Âhir zamanda Hazret-i İsa aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (asm) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhir zamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyet’e inkılab edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.

Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’an’la şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevîlerini tarîk-ı hakta feda ettikleri için Cenab-ı Hak kemal-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar.

Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasıl ki iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rüyada olduğunu bilir. Aldığı keyif ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak.” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor. Hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur.

İşte âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri, öyle farklıdır. Hadsiz vakıatla ve rivayatla şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve kat’îdir.

Hattâ Seyyidü’ş-şüheda olan Hazret-i Hamza radıyallahu anh, mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.

Hattâ –ben kendim– Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehit olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sadıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor fakat Rus’un istilasından çekindiği için yer altında kendine güzel bir menzil yapmış. İşte bu cüz’î rüya, bazı şerait ve emaratla, geçen hakikate, bana şuhud derecesinde bir kanaat vermiştir.

Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İdam ve adem ve fena değildir. Hadsiz vakıatla ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri ve vakıa mutabık olarak bizlere ihbaratları gibi çok delail, o tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder. Zaten beka-i ruha dair “Yirmi Dokuzuncu Söz” bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iye ile ispat etmiştir.

İkinci Sual

Furkan-ı Hakîm’de اَلَّذٖى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا gibi âyetlerde “Mevt dahi hayat gibi mahluktur hem bir nimettir.” diye ifham ediliyor. Halbuki zahiren mevt; inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hēdimü’l-lezzattır. Nasıl mahluk ve nimet olabilir?

Elcevap: Birinci Sual’in cevabının âhirinde denildiği gibi mevt, vazife-i hayattan bir terhistir bir paydostur bir tebdil-i mekândır bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir bir mebdedir bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir, öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir.

Çünkü en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i sanat olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti; tefessüh ile çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sümbülün hayatıyla tezahür ediyor.

Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.

Hem zîhayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe olduğundan “O mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk.” denilir.

İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi; yer altına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bâkiye sümbülü verecektir.

Amma mevt, nimet olduğunun ciheti ise çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz:

Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.

İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.

Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir.

Mesela, sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin.

Hem mesela, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.

Dördüncüsü: Nevm nasıl ki bir rahat bir rahmet bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için… Öyle de nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi musibetzedelere ve intihara sevk eden belalarla müptela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.

Amma ehl-i dalalet için müteaddid Sözlerde kat’î ispat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azap içinde azaptır. O, bahisten hariçtir.

Üçüncü Sual

Cehennem nerededir?

Elcevap: قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ ۞ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ Cehennemin yeri, bazı rivayatla “tahte’l-arz” denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise arzın o medar-ı senevîsi altındadır, demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i arzın seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlukat var ki nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.

Cehennem ikidir: Biri suğra, biri kübradır. İleride suğra, kübraya inkılab edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i suğra yerin altında, yani merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir.

İlm-i tabakatü’l-arzca malûmdur ki: Ekseriya her otuz üç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder. Demek, merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, altı bin küsur kilometre olduğundan iki yüz bin derece-i harareti câmi’, yani iki yüz defa ateş-i dünyevîden şedit ve rivayet-i hadîse muvafık bir ateş bulunuyor.

Şu cehennem-i suğra, cehennem-i kübraya ait çok vezaifi, dünyada ve âlem-i berzahta görmüş ve ehadîslerle işaret edilmiştir. Âlem-i âhirette, küre-i arz nasıl ki sekenesini medar-ı senevîsindeki meydan-ı haşre döker; öyle de içindeki cehennem-i suğrayı dahi cehennem-i kübraya emr-i İlahî ile teslim eder. Ehl-i İtizal’in bazı imamları “Cehennem sonradan halk edilecektir.” demeleri, hal-i hazırda tamamıyla inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabavettir.

Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için ya kâinatı küçültüp iki vilayet derecesine getirmeli veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tayin edelim. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ âhiret âlemine ait menziller, bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat bazı rivayatın işaratıyla âhiretteki cehennem, bu dünyamızla münasebettardır. Yazın şiddet-i hararetine مِنْ فَيْحِ جَهَنَّمَ denilmiştir. Demek bu dünyevî, küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîm’in nuruyla bakabiliriz. Şöyle ki:

Arzın medar-ı senevîsi altında bulunan cehennem-i kübra, yerin merkezindeki cehennem-i suğrayı güya tevkil ederek bazı vezaifini gördürmüş. Kadîr-i Zülcelal’in mülkü pek çok geniştir. Hikmet-i İlahiye nereyi göstermiş ise cehennem-i kübra oraya yerleşir.

Evet, bir Kadîr-i Zülcelal ve “Emr-i kün feyekûn”e mâlik bir Hakîm-i Zülkemal, gözümüzün önünde kemal-i hikmet ve intizam ile kameri arza bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile arzı güneşe rabtetmiş ve güneşi seyyaratıyla beraber arzın sürat-i seneviyesine yakın bir sürat ile ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şemsü’ş-şümus tarafına bir hareket vermiş ve donanma elektrik lambaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurani şahitler yapmış; onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zat-ı Zülcelal’in kemal-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki cehennem-i kübrayı elektrik lambalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’al etsin; hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan cennetten yıldızlara nur verip cehennemden nâr ve hararet göndersin. Aynı halde o cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahbes yapsın.

Hem bir Fâtır-ı Hakîm ki dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette o Zat-ı Zülcelal’in kudret ve hikmetinden uzak değildir ki küre-i arzın kalbindeki cehennem-i suğra çekirdeğinde cehennem-i kübrayı saklasın.

Elhasıl: Cennet ve cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise dalın müntehasındadır.

Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakîli aşağı tarafında; nuranisi, ulvisi yukarı tarafındadır.

Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsulat-ı maneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise mahsulatın nevine göre fenası altında, iyisi üstündedir.

Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havuzudur. Havuzun yeri ise seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani habîsatı ve muzahrefatı esfelde, tayyibatı ve safiyatı a’lâdadır.

Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise her yerde olabilir. Rahman-ı Zülcemal ve Kahhar-ı Zülcelal nerede isterse tecelligâhını açar.

Amma cennet ve cehennemin vücudları ise Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözler’de gayet kat’î bir surette ispat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulat kadar ve havuzun ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücudları kadar kat’î ve yakîndir.

Dördüncü Sual

Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye inkılab ettiği gibi acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikiye inkılab edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî; eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse bâki bir mahbub arasa dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikiye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir.

Eğer ehl-i dalalet ve gaflet gibi kendini unutup âfaka dalıp umumî dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğerki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir için şu temsile bak. Mesela:

Şu güzel ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa o vakit beş oda olur. Biri hakiki ve umumî, dördü misalî ve hususi… Her birimiz kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususi odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir ve hâkeza… Âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harap edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte dünya süslü bir menzildir. Her birimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan her birimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem, onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.

Eğer dünyamızı sevdikse sonra gördük ki dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlahiyeye döner; ondan, cilve-i esmaya intikal eder.

Hem o hususi dünyamız, âhiret ve cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevaidine çevirsek o vakit o mecazî aşk, hakiki aşka inkılab eder.

Yoksa نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ sırrına mazhar olup nefsini unutup hayatın zevalini düşünmeyerek hususi kararsız dünyasını, aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünkü o muhabbetten yetimane bir şefkat, meyusane bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevale maruz bütün mahlukata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, yeis-i mutlak içinde elem çeker.

Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevalinde bir Zat-ı Bâki’nin bâki esmasının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati, bir sürura inkılab eder.

Hem zeval ve fenaya maruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemal-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddesi ihsas eden bir nakış ve tahsin ve sanat ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenayı tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i sanat için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Fihrist (Sözler)

Fihrist

Âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarından “Sözler mecmuası”nın mücmel bir fihristesidir.

BİRİNCİ SÖZ:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in çok esrar-ı mühimmesinden bir sırrını güzel bir temsil ile tefsir eder. Ve “Bismillah” ne kadar kıymettar bir şeair-i İslâmiye olduğunu gösteriyor.

ON DÖRDÜNCÜ LEM’ANIN İKİNCİ MAKAMI:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ Kur’an’ın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nurani olmakla beraber saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyz ve bereket veren bir menba-ı envar olduğunu beyan eder.

Bu İkinci Makam, en birinci risale olan Birinci Söz’e bakar. Âdeta Risale-i Nur eczaları, bir daire hükmünde olup müntehası, iptidasına بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ hatt-ı mübareğiyle ittihat ediyor. Ve bu makamda altı sır yerine, otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır fakat gayet büyük hakaiki tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

İKİNCİ SÖZ:

اَلَّذٖينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ mealinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul bir temsil ile tefsir eder.

ÜÇÜNCÜ SÖZ:

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetinin mealinde ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin mühim bir hakikatini, mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor.

DÖRDÜNCÜ SÖZ:

اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا âyetinin mealinde ve namaz hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul ve mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor. Zerre miktar insafı bulunanı teslime mecbur ediyor.

BEŞİNCİ SÖZ:

اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذٖينَ اتَّقَوْا وَالَّذٖينَ هُمْ مُحْسِنُونَ âyetinin mealinde ve takva ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin ve vazife-i ubudiyet ve takvanın mühim bir sırrını gayet güzel bir temsil ile tefsir ediyor. O tefsir herkesi ikna ediyor.

ALTINCI SÖZ:

اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ âyetinin mealinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satanların beş derece kâr içinde kâr ve satmayanların beş derece hasaret içinde hasaret kazandıklarını, gayet mukni bir temsil ile tefsir ediyor. Hakikate karşı mühim bir kapı açıyor.

YEDİNCİ SÖZ:

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ ۞ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ âyetinin mealinde ve “İman-ı Billah ve’l-yevmi’l-âhir” ve hayat-ı dünyeviye hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet makul bir temsil ile tefsir etmekle beraber, ehl-i gaflet hakkında dünyanın ne kadar dehşetli; ve mevt ve ecel, ne kadar müthiş; ve acz ve fakr, ne kadar elîm olduğunu ve ehl-i hidayet hakkında hayat-ı dünyeviyenin içyüzü, ne kadar güzel; ve kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet bulunduğunu gayet kat’î bir tarz ile ispat eder. Saadet-i dâreyne giden yolu gösterir.

SEKİZİNCİ SÖZ:

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ve اِنَّ الدّٖينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ âyetlerinin mealinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyet-i din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanı ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu ispat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulümattan kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latîf ve güzel bir muvazene ile fâsık olan bedbaht adamın müthiş vaziyetini, salih olan bahtiyar adamın saadetli vaziyetini gösteriyor.

DOKUZUNCU SÖZ:

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حٖينَ تُمْسُونَ وَحٖينَ تُصْبِحُونَ ۞ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحٖينَ تُظْهِرُونَ

âyetinin mealinde ve beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir etmekle beraber, malûm olan beş vakit namazın o vakitlere hikmet-i tahsisini o kadar güzel ve şirin bir tarzda beyan ediyor ki zerre miktar şuuru bulunan bir insan, bu cazibedar hikmet ve parlak hakikate karşı teslime mecbur olur. Ve cesed-i insan havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat’î bir surette beyan eder.

ONUNCU SÖZ:

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

âyetinin mealinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatini, on iki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve on iki hakaik-i kātıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi’l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o ispata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.

ON BİRİNCİ SÖZ:

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا ۞ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا ۞ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا ۞ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا ۞ وَ السَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَا ۞ وَ الْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا ۞ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا ۞ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوٰيهَا ۞ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ۞ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatini Sure-i Şems’in mu’cizane işaret ettiği ve kâinatı muntazam bir saray suretinde gösterdiği ulvi ve vüs’atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniyeyi ve rububiyet-i İlahiyenin enva-ı tecelliyatına karşı ubudiyet-i insaniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir surette ispat ediyor ki Sure-i Ve’ş-şems’in mu’cizane olan işaretini hârika bir surette ve en azîm bir dairede a’zam bir rububiyeti, ekmel bir ubudiyetle karşılaştırıyor.

ON İKİNCİ SÖZ:

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا ۞ وَ بِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَ بِالْحَقِّ نَزَلَ âyetlerinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatini, hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin muvazenesi suretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur’an’ın bir mu’cizesini ve i’cazını ve onun karşısında hikmet-i felsefenin aczini ve sukutunu hârika bir surette ispat eder, körlere de gösterir. Bu Söz, On Birinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.

ON ÜÇÜNCÜ SÖZ:

İki makamdır.

Birinci Makam: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ âyetiyle وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ âyetinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin kudsiyeti ve vüs’ati ve şiirden istiğnası hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yüksek mu’cizane hikmetini, felsefenin aşağı ve dar hikmeti ile muvazene ediyor. Hikmet-i Kur’aniyedeki kesret ve vüs’ati ve felsefenin fakr ve iflasını muhtasar beyan etmekle beraber, Kur’an’ın şiirden istiğnasının ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-i Kur’aniyenin yüksekliği ve parlaklığı olduğunu gösterir. Ve mühim bir temsil ile bir nevi i’caz-ı Kur’aniyeyi beyan eder.

İkinci Makam:

Gençliği, dalalet ve sefahet uçurumuna düşmekten kurtaran ve imanda, bu dünyada dahi hakiki bir cennet lezzeti ve dalalette ise cehennemî bir azap ve sıkıntı bulunduğunu misallerle izah ve ispat eden bir derstir.

İKİNCİ MAKAMIN HÂŞİYESİ:

Mahpuslara teselli hakkında dört mektuptur.

İKİNCİ MAKAMIN ZEYLİ:

Leyle-i Kadirde ihtar edilen bir mesele-i mühimmedir.

MEYVE RİSALESİNDEN ALTINCI MESELE:

HÜVE NÜKTESİ:

ON DÖRDÜNCÜ SÖZ:

Dar akıllara sığışmayan yüksek ve geniş bir kısım hakaik-i Kur’aniyeyi göze görünen emsal ve nazireleriyle fehme takrib ediyor. Mesela

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ ۞ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ ۞ وَ السَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ ۞ اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ

âyetlerinin gayet yüksek ve gayet geniş hakikatlerini temsil ve tanzir ile akla kabul ettirir ve kalbi ikna eder bir tarzda beyan ediyor. Âhirinde, nefs-i emmareye müessir bir sille-i ikaz var. Nefse esir olan, onu okusa ve kabul etse esaretten kurtulur.

ON DÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN HÂTİMESİ:

Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.

ON DÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN ZEYLİ:

Zelzele hakkında ehemmiyetli altı suale cevaptır.

ON BEŞİNCİ SÖZ:

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطٖينِ âyetinin mealinde ve melaike ile şeytanların mübarezeleri hakkındaki âyâtın, kozmoğrafyacıların dar akıllarına yerleşmeyen mühim bir sırrını, yedi basamak namıyla yedi muhkem hüccet ve metin bir mukaddime ile tefsir ediyor. Ve şu âyetin semasından evham-ı şeytaniyeyi recmedip tard eder.

ON BEŞİNCİ SÖZ’ÜN ZEYLİ:

Kur’an’ın kelâmullah ve Hazret-i Muhammed (asm) Allah’ın Resulü olduğunu mukni delillerle ispat eden, münazara tarzında yazılmış beliğ bir risaledir.

ON ALTINCI SÖZ:

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin mealindeki çok âyâtın ifade ettiği: “Ehadiyet-i zatiyesi ile külliyet-i ef’al ve vahdet-i şahsiyesiyle muînsiz umumiyet-i rububiyet ve ferdaniyetiyle şeriksiz şümul-ü tasarrufat ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması ve bir tek zat-ı ehadî olmakla her şeyi bizzat elinde tutmak” olan hakaik-i âliye-i Kur’aniyenin dört şuâ namıyla gayet mühim bir sırrını tefsir ediyor. Ve o hakaiki müstakim akıllara ve selim kalplere teslim ettiriyor.

ON YEDİNCİ SÖZ:

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ زٖينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا ۞ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعٖيدًا جُرُزًا ۞ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ

âyetlerinin meallerinde: Lezzet-i hayat içinde elem-i mevt ve sürur-u visal içinde elem-i zeval hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını ve ism-i Kahhar’a karşı Rahman isminin cilvesini gayet güzel bir suretle gösterip tefsir ediyor. Ve ehl-i iman için dünyanın mahiyetini, seyyar bir ticaretgâh ve muvakkat bir misafirhane ve birkaç günlük bir teşhirgâh ve kısa bir müddet için işleyecek bir tezgâh ve ahz u i’ta için yol üstünde kurulmuş bir pazar olduğunu gösterip, dünyadan berzah ve âhiret tarafına insan seyahatini sevdirir ve dehşetini izale eder. Ve bu sözün âhirinde bazı nüshalarda “Siyah Dutun Meyvesi” namıyla kıymettar ve cazibedar ve şiir kıyafetinde birkaç hakikat var.

KALBE FARİSÎ OLARAK TAHATTUR EDEN BİR MÜNÂCAT:

EHL-İ GAFLET DÜNYASININ HAKİKATİNİ TASVİR EDEN BİRİNCİ LEVHA:

EHL-İ HİDAYET VE HUZURUN HAKİKAT-İ DÜNYALARINA İŞARET EDEN İKİNCİ LEVHA:

BARLA YAYLASI, ÇAM, KATRAN, ARDIÇ, KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİ:

YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNAME:

ON SEKİZİNCİ SÖZ:

Bu söz, iki makamdır.

İkinci makamı yazılmamış. Birinci makamı üç noktadır.

Birincisi: لَا تَحْسَبَنَّ الَّذٖينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا âyetinin fahre meftun, şöhrete müptela, medhe düşkün, hodbin nefs-i emmarenin kafasına sille-i te’dibi vuran bir sırrını,

İkincisi: اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ nun, çirkin ve bahsi hilaf-ı edep görünen şeylerin güzel cihetlerini gösteren bir sırrını,

Üçüncüsü: اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinin risalet-i Ahmediyeye (asm) dair ince fakat kuvvetli bir delilini gösteren bir sırrını tefsir eder.

ON DOKUZUNCU SÖZ:

يٰسٓ ۞ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ۞ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ âyetinin mealindeki yüzer âyâtın en mühim hakikatleri olan risalet-i Ahmediyeyi (asm) on dört reşha namıyla on dört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve ispat ediyor. Ve en muannid bir hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi (asm) izhar ediyor.

YİRMİNCİ SÖZ:

İki makamdır.

Birinci Makamı: Sure-i Bakara’nın başında Hazret-i Âdem’e meleklerin secdesi ve bir bakaranın zebhi ve taşlardan su çıkması hakkındaki üç mühim âyete karşı şeytanın gayet müthiş üç şüphesini öyle bir tarzda reddedip mahveder ki şeytanı ve şeytan gibi insanları öyle desiselerden perişan edip vazgeçiriyor. Çünkü onlar, tenkit ve itirazlarıyla lemaat-ı i’caziyenin kapısını açtırttılar. O üç âyetten üç lem’a-i i’caziye göründü.

İkinci Makamı: Mu’cizat-ı enbiya aleyhimüsselâm yüzünde parlayan bir mu’cize-i Kur’aniyeyi göstermekle beraber, mu’cizat-ı enbiyaya dair âyât-ı Kur’aniyenin ne kadar manidar ve hikmet-medar olduklarını gösterir. Ve Kur’an’da kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder.

YİRMİ BİRİNCİ SÖZ:

İki makamdır.

Birinci Makamı: Namazın o kadar güzel bir tarzda kıymetini ve faydasını gösterir ki en tembel ve en fâsık adama dahi namaza karşı bir iştiyak verir ve gayrete getirir.

İkinci Makamı: Şeytanın çok istimal ettiği mühim desiselerini iptal ediyor. Ve vesvesesi ile mü’minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.

YİRMİ İKİNCİ SÖZ:

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ۞ اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ mealinde ve tevhid-i hakiki hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini iki makam ile tefsir eder.

Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile on iki basamak hükmünde on iki bürhan ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette ispat eder ki en mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcibü’l-vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla ispat eder.

İkinci Makamı ise: Hakikat-i tevhidi ve tevhid-i hakikiyi, on iki lem’a namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında on iki bürhan-ı bâhire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi ispat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde ispat ediyor. O Lem’alardaki deliller o kadar kat’îdir ki hiçbir şüphe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcibü’l-vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı ispat ediyor.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ SÖZ:

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فٖٓى اَحْسَنِ تَقْوٖيمٍ ۞ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلٖينَ ۞ اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

âyetlerinin mealindeki çok âyâtın imana dair ve terakkiyat ve tedenniyat-ı insaniyeye medar hakikatlerini beş nokta ile ve beş nükte içinde herkese taalluk eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas ile o sırr-ı azîmi tefsir eder. İstidadat-ı insaniye ile vezaif-i insaniyeyi, gayet makul ve makbul bir surette beyan eder.

Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SÖZ:

اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin mealinde ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatini beş dal namıyla mebahis-i azîme ile tefsir ediyor.

Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir.

Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı on iki kaide ile reddeder. Evhamın esaslarını keser.

Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam olunan nebatat ve hayvanat ve insan ve melaike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubudiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i İlahiyeyi cazibedar bir tarzda beyan eder.

Beşinci Dal اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor.

Bu beş meyve ve Otuz Birinci Söz’ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.

YİRMİ BEŞİNCİ SÖZ:

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰٓى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَاْتُونَ بِمِثْلِهٖ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهٖيرًا

âyetinin hakikatini teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikati olan i’caz-ı Kur’anîyi tefsir eder. Üç şuâ içinde kırk vücuh-u i’caziyeyi beyan ve tefsir ediyor ki Kur’an, kelâmullah olduğunu gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi öylece gösterir ve ispat eder. Nısf-ı evvel çendan süratli telif edilmiş fakat istirahat-i kalp ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir bazı esbab-ı mühimmeye binaen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her taifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübarek Söz, i’caz-ı Kur’an’ı ona gösterir ve ispat eder. Bu söz şimdiye kadar i’caz-ı Kur’an’a karşı çok muannidleri serfürû ettirerek secdeye getirmiş.

YİRMİ ALTINCI SÖZ:

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا عِنْدَنَا خَزَٓائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُٓ اِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ۞ وَ كُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖٓى اِمَامٍ مُبٖينٍ

mealindeki âyâtın sırr-ı kadere ait ve “İman-ı bi’l-kader hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ”nın ispatına medar mühim bir hakikatini dört mebhas ile öyle bir surette tefsir eder ki havassın fikirleri yetişmediği esrar-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrib edip anlattırıyor.

Hâtimesinde, en kısa ve en selim ve en müstakim bir tarîkın esasını dört hatve namıyla tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor.

Ve hâtimenin hâtimesinde mesail-i müteferrikadan altı mesele var ki birisi Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i’caziyesini açıyor.

YİRMİ YEDİNCİ SÖZ:

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَ اِلٰٓى اُولِى الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذٖينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَ لَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلَّا قَلٖيلًا

âyetinin mealindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatini tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihaddan dem vuranların haddini bildirip, ihtilaf-ı mezahibin sırrını güzel beyan eder. “Bu zamanda eski zaman gibi içtihad edebiliriz.” diyenlerin ne kadar yanlış hata ettiklerini ispat eder.

Bu sözün zeylinde sahabe-i güzinin evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat’î bir tarzda ispat etmekle beraber, sahabelerin nev-i beşer içinde enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat’î bir surette ispat eder.

YİRMİ SEKİZİNCİ SÖZ:

وَبَشِّرِ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذٖى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَ اُتُوا بِهٖ مُتَشَابِهًا وَ لَهُمْ فٖيهَٓا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

âyetinin cennete ve saadet-i ebediyeye dair hakikatini teyid eden yüzer âyâtın mühim bir hakikatini iki makamla tefsir eder.

Birinci Makam: “Beş Sual ve Cevap” namıyla cennetin lezaiz-i cismaniyesine ve huriler hakkında medar-ı tenkit olmuş meseleleri öyle güzel bir surette beyan eder ki herkesi ikna eder.

İkinci Makam: Arabiyyü’l-ibare olarak on iki lâsiyyema kelimesiyle başlar ve gayet kuvvetli ve kat’î ve hiçbir cihette sarsılmaz, haşre dair, cennet ve cehennemin hakkaniyetine medar binler bürhanı tazammun eden bir bürhan-ı bâhirdir ki o bürhan, Onuncu Söz’ün menşei ve esası ve hülâsasıdır.

YİRMİ DOKUZUNCU SÖZ:

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّٖى ۞ وَ الْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ مَلٰٓئِكَتِهٖ ۞ وَ مَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ۞ مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatini tefsir eder. Beka-i ruhu o kadar güzel ispat eder ki cesedin vücudu gibi ruhun bekasını gösterir. Ve melaikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi ispat eder. Ve haşir ve kıyametin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir surette ispat eder ki hiçbir feylesof, hiçbir münkir itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur. Hususan âhirindeki “Remizli Nüktenin Sırrı” namıyla haşr-i ekberin esbab-ı mûcibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder. (Hâşiye[1])

OTUZUNCU SÖZ:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ۞ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا ۞ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلَا فِى الْاَرْضِ وَلَٓا اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلَا اَكْبَرُ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ

âyetlerinin enaniyet-i insaniye ve tahavvülat-ı zerrat hakkındaki hakikate dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksat ile beyan eder.

Birinci Maksat, enaniyet-i insaniyenin muamma-yı acibesini hallederek silsile-i diyanet ile silsile-i felsefenin menşelerini gayet parlak bir tarzda gösterir.

İkinci Maksat, tahavvülat-ı zerratın tılsımını keşfediyor. Zerratın harekâtını, o derece hikmetli ve muntazam gösteriyor ki o umum zerreler, Sultan-ı Ezelî’nin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve mutî ve musahhar memurları olduğunu kat’î delillerle ispat eder.

Yirmi Dokuzuncu Söz nasıl ki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir. Hususan hâtimesinde yedi hikmet ve yedi kanun-u azîm ile bir ism-i a’zamın tecellisini göstermekle; tahavvülat-ı zerratın hikmetini gayet kat’î ve parlak bir surette gösterdiği gibi zîhayat cisimlerini, o zerratın seyr ü seferine bir misafirhane ve bir kışla ve bir mektep hükmünde gösterir, ispat eder.

OTUZBİRİNCİ SÖZ:

سُبْحَانَ الَّذٖٓى اَسْرٰٓى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَى الَّذٖى ۞ وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى

âyetlerinin hakikatini teyid eden âyâtın en mühim bir hakikati olan mi’rac-ı Ahmediyeyi (asm) ve o mi’rac içinde kemalât-ı Muhammediyeyi (asm) ve o kemalât içinde risalet-i Ahmediyeyi (asm) ve o risalet içinde çok esrar-ı rububiyeti tefsir eder ve kat’î delillerle ispat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse karşısında hayran olup, akıldan uzak mesele-i mi’racı en zahir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi’racın âhirlerinde beş yüz meyveden beş meyvesini o kadar güzel tasvir eder ki zerre miktar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur.

ZEYL:

Şakk-ı kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını beş nokta ile gayet kat’î bir surette reddedip, inşikak-ı kamerin vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma ile şakk-ı kamerin vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette ispat eder. Şakk-ı kamer mu’cize-i Ahmediyesini güneş gibi gösterir.

OTUZ İKİNCİ SÖZ:

Üç mevkıftır.

Birinci Mevkıf: لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin mealindeki yüzer âyâtın vahdaniyete dair en mühim hakikatini öyle bir surette ispat eder ki şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tard eder. Zerrat adedince vahdaniyetin delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet latîf ve yüksek ve mantıkî bir muhavere-i temsiliye suretinde, hadsiz geniş mesaili o temsil içinde dercedip gösterir. Ve zeylinde gayet latîf birkaç mesele var ki hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştir.

İkinci Mevkıf: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ۞ اَللّٰهُ الصَّمَدُ in hakikatine dair sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkikat ve evhamı izale eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri itirazatı kat’î bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf’tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur’aniyenin vahdaniyete dair mu’cizane ispatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zatiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-i muazzama-i Kur’aniyeyi gayet güzel ve vâzıh bir temsil ile ispat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.

Ve bilhassa bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinden evvel ikinci temsilin neticesinde Zat-ı Akdes-i İlahiye’den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir fert ondan uzak kalmadığını, hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rububiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mani olmadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalmadığını, her şeyde bakar ve işitir sem’ ve basarının cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sürat-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbab ve vesait sırf zahirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücudun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hâssaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tagayyür ve tebeddül ve tahayyüz ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh, müberra ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette ispat eder.

Bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair Arabiyyü’l-ibare gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesail-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a’mali için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrip ve tamir etmek sırrını beyan eder.

Üçüncü Mevkıf: وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ ۞ وَ اِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatini gayet mühim bir muvazene ile beyan eder. Ehl-i dalalet hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müthiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Her bir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatte birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.”

OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ:

سَنُرٖيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى الْاٰفَاقِ وَفٖٓى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ شَهٖيدٌ

Otuz üç âyetin birer hakikatlerini tefsir eden otuz üç penceredir. Otuz üç risale olmaya lâyık iken gayet müsta’cel bir zamanda yazıldığı için bir veya yarım sahifelik pencereleri birer risale kuvvetinde ve birer risaleyi tazammun eden mahiyetinde olduğunu gösterir. Fakat maatteessüf baştaki pencereler gayet mücmel ve muhtasar kalmış, lâkin gittikçe inbisat ederek nısf-ı âhirdeki pencereler vâzıh düşmüştür.

LEMAAT:

Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.

KONFERANS:

FİHRİST:

***

[1] Hâşiye: Yirmi Dokuzuncu Söz’ün göz ile görünen bir kerameti var. Ezcümle, on altı sahifesinde ihtiyarsız, tasannusuz her sahifenin satırlarının başlarında on altı elif gelmesidir. Bu tevafuku görmek isteyenler, el yazma nüshasına müracaat etsinler.

Konferans (Sözler)

KONFERANS

Teşrin-i sânî 1950’de Ankara Üniversitesinde, profesör ve mebuslarımız ve Pakistanlı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, fakülte mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

İman ve İslâmiyet âb-ı hayatına susamış kıymetli kardeşlerim!

Evvela, itiraf edeyim ki bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibarıyla sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem bu konferans, benim çok muhtaç olduğum gayet nâfi’ bir dersimdir. Muhatap, kendimdir. Dersimi müzakere nevinden siz mübarek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir. Kemal ve güzellikler, istifade ettiğim Risale-i Nur eserlerine aittir. Bir mani başımıza gelmezse haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dinî konferanslardan, bugün birincisi imana dairdir. Çünkü Bedîüzzaman Said Nursî’nin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır.” Bunun için biz de konferansımızın Kur’an, İman, Peygamberimiz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olmasını münasip gördük. İkincisi de inşâallah namaz ve ibadete ait olacaktır.

Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır, büyük bir itimat ve emniyete mazhar olmakla en muteber dinî bir eser olan Risale-i Nur’u intihab ettik. Şimdi ilk konferansımızın niçin iman mevzuunda olduğunu izah ile bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak malûmat vereceğiz. Şöyle ki:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki imanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaytlıktan pek çok defa daha felaketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. Her şeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü, esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı billahtır; Allah’a imandır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı, iman ilmidir.

İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.

İşte bu hakikatlere binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’an ve iman hakikatlerini câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’an-ı Hakîm’in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur’an tefsirine sarılmaktır.

Şimdi “Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?” diye bir sualin içinizde hasıl olduğu, nurani bir heyecanı ifade eden simalarınızdan anlaşılmaktadır.

Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bedîüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatine vardık. Bizimle beraber, bu hakikate Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüz binlerle kimseler de şahittir.

Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’anî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bedîüzzaman Said Nursî’de mevcud olduğunu gördük. Şöyle ki:

Birincisi: Müellifin, yalnız Kur’an-ı Hakîm’i kendine üstad edinmiş olması…

İkincisi: Kur’an-ı Hakîm, hakiki ilimleri hâvi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitap eden ezelî bir hutbedir. Bunun için Kur’an’ı tefsir ederken hakikatin safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakiki bir tefsir olması için müfessirin kendi hususi meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur’an’ın manalarını keşif ile tezahür eden Kur’an hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki o müfessir zat, her bir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa mâlik bir allâme ve hem gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahip olsun.

Üçüncüsü: Kur’an tefsirinin tam bir ihlasla telif edilmiş olması ki müellifin, Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir maddî manevî menfaati gaye edinmemesi ve bu ulvi haletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması…

Dördüncüsü: Kur’an’ın en büyük mu’cizelerinden birisi de gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır.

İşte, bu asırda meydana getirilen bir tefsirde, Kur’an-ı Hakîm’in asrımıza bakan vechesinin keşfedilip avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslupla izah ve ispat edilmiş olması…

Beşincisi: Müfessirin, Kur’an ve iman hakikatlerini, cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması…

Altıncısı: Ders verdiği Kur’anî hakikatlerin hem aklı hem kalbi hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi musahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet beliğ, nâfiz ve müessir olması…

Yedincisi: Hakikatlerin derkine de mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahip kılması…

Sekizincisi: Kur’an-ı Kerîm’i tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetine ittiba etmiş olması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve a’zamî bir zühd ve takva ve a’zamî ihlas ve dine hizmetinde a’zamî sebat, a’zamî sıdk ve sadakat ve fedakârlığa, a’zamî iktisat ve kanaate mâlik olması şarttır.

Hülâsa olarak müfessirin, Kur’anî risaleleriyle, risalet-i Ahmediyenin (asm) a’zamî takva ve a’zamî ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velayet-i Ahmediyenin (asm) lemaatına mazhar olmuş hâdim-i Kur’an bir zat olması…

Dokuzuncusu: Müfessirin, Kur’anî ve şer’î meseleleri beyan ederken şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvvetiyle hakikati pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.

Hem idam planlarının tatbik edildiği ve bir tek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imha edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur’anî, şer’î esasatı telif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla, bir mürşid-i kâmil ve İslâm’ın bu asırda hakiki bir rehber-i ekmeli ve Kur’an’ın muteber bir müfessir-i a’zamı olmuş olması lâzımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî’de ve eserleri olan Nur Risalelerinde aynıyla mevcud olduğu, hakiki ve mütebahhir ulema-i İslâm’ın icma ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiye’ce, Avrupa ve Amerika’ca malûm ve musaddaktır.

İşte arkadaşlar! Biz, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.

Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük meselesi: İmanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır. Umumî harpler beşere intibah vermiş, dünya hayatının fâniliğini ihtar etmiştir. Ve bâki bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir davayı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için bir dava vekili bulmakta (Hâşiye[1]) çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için tetkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:

Asrımızdan evvelki, İslâmiyet’in ilm-i kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur’an-ı Hakîm’in dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler, kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zatlar, İslâmiyet’in birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zatların yaşadığı zaman gibi değildir.

Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, –Kur’an ve İslâmiyet’e ve imana taarruz– fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Hem bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu malûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip beşeri, sırat-ı müstakime kavuşturmak, imanı kurtarabilmek için ancak ve ancak Kur’an-ı Hakîm’in bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesi, elbette bu asırda kabil olacaktır.

İşte Bedîüzzaman Said Nursî; Kur’an-ı Kerîm’deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, Nur Risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şaheserdir kanaatine varılmıştır.

Ve yine Risale-i Nur’daki bu imtiyazdan dolayıdır ki bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihen ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nur’u okumuşlardır.

Hem Risale-i Nur, ihtiyaç zamanında telif edildiğinden, Türkiye ve İslâm dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir.

Kıymetli kardeşlerim! Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken “Kim ne isterse sorsun.” diye hârikulâde bir ilanat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, Bedîüzzaman’ın hücresine kafile kafile gidip, her nevi ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkül en muğlak sualleri, Bedîüzzaman duraklamadan doğru olarak cevaplandırmıştır.

Böyle had ve hududu tayin edilmeyen, yani “Şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun.” diye bir kayıt konulmadan ilanat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihatalı ve yüksek bir ilme sahip böyle bir İslâm dâhîsi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir. (asr-ı saadet müstesna.)

Hattâ o zamanlarda, Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın (Bedîüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, Bedîüzzaman Said Nursî’ye hitaben: مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ Yani “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

Yani Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez. ben de aynı kanaatte idim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır.” demiştir. Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle ve şimdi Avrupa’da, Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

İşte büyük ulema-i İslâm ve meşayih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaate varmışlardır ki: Bedîüzzaman ne söylerse hakikattir. Bedîüzzaman’ın eserleri, sünuhat-ı kalbiye olup cumhur-u ulemanın tasdik ve takdirine mazhardır.

Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bedîüzzaman’ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’an-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehadet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmi bir zat, öyle misilsiz bir ilanatla, ulûm-u cedide de dâhil mütenevvi ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydanda bulunan, ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için “Bedîüzzaman’ın cevap veremeyeceği bir sual yoktur.” diye allâmeler tarafından tasdik edilen ve Avrupa’nın bir kısım idraksiz ve garazkâr feylesoflarının, müteşabih âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadîslerin birer mu’cize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslâmiyet’e olan hücumları akîm bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, elbette dâhî bir müfessir-i Kur’an ve onun ilminin vehbî ve vâsi olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okumaya lâyık hârika bir şaheser olduğuna şüphe edilemez.

Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalaletten muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünkü bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasında İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvela مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فٖيمَا قَالَ yani “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?” olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet, kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatap, maksat ve makam. Yoksa her ele geçen kitap okunmamalı, her söylenen söze kulak vermemelidir. Mesela, bir kumandanın bir orduya verdiği arş emriyle, bir neferin arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.

İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî’ye karşı kalplerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından; buradaki bir kısım kardeşlerimiz; üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında malûmat verilmesini ısrar ile istediler.

Fakat Bedîüzzaman gibi bir zatın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basîretli ehl-i ilim olan ediblerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bedîüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.

Aziz kardeşlerim! Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâm’ın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inayet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur’un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizaç etmiştir:

1 – Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan hakikat-i İslâmiye…

2 – Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek…

3 – Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye…

Arkadaşlar! Şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: “Hakiki âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikati pervasızca söyleyen âlimlerdir.” İşte biz ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimat edebiliriz.

Asrımızda ise hayatındaki vakıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bedîüzzaman dinî mücahedesi ve Kur’an’a hizmetinde ve ubudiyetinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesine tam ittiba etmiş bir mücahiddir. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesi’nde; sahabe-i kirama, nöbet nöbet cemaatle namaz kıldırmıştır. Yani vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen “cemaatle namaz kılmak” gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak’asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harp cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

Bedîüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus Harbi’nde, harp cephesinde, avcı hattında, Kur’an’ın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsirini telif etmiş. Ve bu eser-i azîm, âlem-i İslâm’da en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki Kur’an-ı Kerîm’in en ince nükte ve en derin meselelerini ve misilsiz i’caz ve hârikulâde yüksek belâgat ve fesahatini izhar ve ispat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini izhar ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mani olamamıştır.

Ezan-ı Muhammedînin (asm) yasak edildiği ve bid’aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri, o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid’alara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek bid’alara girmemişlerdir.

İman ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dinî eser neşredemediği fecaat devrinde, Bedîüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebitlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüz otuz adet imanî eser telif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm milletlerinin necat ve salahı için dualar etmiş, dergâh-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.

Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnet-i seniyesine tam iktida etmiştir.

Bedîüzzaman’ın bu hali de bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının planıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırapları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsizlikleri içinde bulunması dahi telifata noksanlık vermemiştir.

Sıddık-ı Ekber radıyallahu anh demiştir ki: “Cehennemde vücudum o kadar büyüsün ki ehl-i imana yer kalmasın.” Bedîüzzaman, bu gayet ulvi seciyenin bir lem’acığına mazhar olmak için “Birkaç adamın imanını kurtarmak için cehenneme girmeye hazırım.” diye fedakârlığın şâhikasına yükselmiş ve böyle olduğu, Kur’an ve İslâmiyet’in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

Kur’an ve iman hizmeti için Bedîüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedit zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.

Bedîüzzaman Kur’an, iman, İslâmiyet hizmeti için dünyevî rahatlıklarını feda etmiş; dünyevî, şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisat ve kanaatle ömür geçirerek dünya ile alâkasını kesmiştir.

Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakıf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için kendini dünyadan tecrit ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bedîüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için her şeyden bu derece fedakârlık yapan fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur’an-ı Hakîm’in muhlis bir hâdimi pâyesine yükselmiştir.

Bedîüzzaman’ın, Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakati, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdatları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüt dahi îka edememiştir.

Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garb’ın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatli feylesofları ve Şark’ın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’an’dan başka halâskâr ve hakiki rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde ispat etmiştir. Bu hakikatlerde şüphesi olan olursa Üstad, âhirete teşrif etmeden bizzat şüphesini izale edebilir.

Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır. Basîretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır.” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi, Bedîüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’an’ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.

Millî Müdafaa Vekaletinde yirmi beş sene hizmet görmüş muhterem âlim bir zatın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bedîüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: “Bedîüzzaman’ın nasıl bir zat olduğunu anlayabilmek için Risale-i Nur Külliyatı’nı dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misal olarak yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bedîüzzaman, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse onları, selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete mâliktir.” Evet, Bedîüzzaman nadire-i hilkattir. Fakat yirmi beş senedir hem kendini hem talebelerini siyasetten men’etmiştir, dünyevî işlerle meşgul değildir.

Bedîüzzaman’ın Risale-i Nur’u telif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetaneti, aklı, mantığı, zihni, hayali, hâfızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sürat-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hâsseleri, duyguları ve manevî letaifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine aşikâr bir delildir ki kendi ihtiyarıyla, keyfiyle değil, inayet-i İlahiye ile Kur’an’a hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basîretli ehl-i ilim ve ehl-i kalpçe musaddak ve müstahsendir.

Mısır’da fâzıl ulemadan, merhum Abdülaziz Çâviş, Bedîüzzaman’ın fatînü’l-asır olduğu ve müthiş bir fart-ı zekâya mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında makale neşretmiştir.

Büyük ve salabetli bir âlim olan Şeyhülislâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Risale-i Nur’a sahip çıkmış ve Camiü’l-Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.

Risale-i Nur, İslâmiyet’in gayet keskin ve elmas bir kılıncıdır. Bu hakikatlere bir delil ise Bedîüzzaman’ın zalim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikati pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi, kendini feda ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikate, cansiperane hizmet etmesidir.

Bir müddeiumumî, iddianamesinde: “Bedîüzzaman, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir.” Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: “Evet, Said Nursî’de bir enerji vardır fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cemiyet kurmakta sarf etmemiş, Kur’an hakikatlerini beyan ve dine hizmete sarf ettiği kanaatine varılmıştır.” denilmektedir.

Din aleyhindeki eski hükûmetlerin vekillerinden birisi, antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında: “Bedîüzzaman Said-i Nursî’nin dinî faaliyetine, yirmi beş seneden beri mani olamıyoruz.” demiştir.

Biz de deriz ki: Evet Said Nursî Hazretleri, emsali görülmemiş dinamik ve enerjik bir zattır. Bedîüzzaman’ın hârika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.

Said Nursî, bazen bir talebesine Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lütfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyakım var.”

Hem yine der ki: “Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’an’dan bulduğum bu devalarımı arzu edenler okuyabilir.” Evet, Bedîüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: “Ben derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım.” Bedîüzzaman gibi bir zat böyle derse bizim bu eserlere ne kadar muhtaç olduğumuz artık kıyas edilsin.

Bedîüzzaman Said Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için insanlara riyakârlık, dalkavukluk yapar. Tasannukâr tavırlar takınır. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de.”

Üstad, şöhretten fiilen ve halen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlahî varmış gibi istimdadkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risale-i Nur gibi cihan-şümul bir esere hâdim olmuştur.

Bedîüzzaman küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğna etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse mukabilini verir; vermese dokunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebepler eskiden on ise şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imana hizmet için dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imaniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim.” der. Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

Bedîüzzaman Said Nursî; Kur’an, iman ve dine yaptığı hizmetinde, senelerden beri mütemadî bir tarassud ve tecessüs, takibat ve tetkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rıza-yı İlahî için yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyet’e hizmet ettiği ve hizmet-i Kur’aniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddid mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkûr hakikatlere ve eserlerindeki hak ve hakikati gören hakperestlerin, Bedîüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikate mugayir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmi beş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilan edilecek idi.

Nitekim bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbar, müstebit din düşmanlarının tahrikatıyla mahkemelere sevk edildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi; tahkikat ve muhakeme neticesinde hiçbir suç olmadığı tahakkuk ederek beraet ettiği vakit sükût edilmesi; bu hakikatin aşikâr çok delillerinden bir tanesidir.

Bedîüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklali için can veren, fedai İslâm mücahidlerinin acılarıyla muzdarip olduğu, Kur’an ve İslâmiyet’e yapılan darbeler anında çok ızdıraplar çektiği, böyle acı acıların tesiratıyla, zaten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.

Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi “Ey Millet-i İslâm’ın ebedî refah ve saadeti için dünyada rahatlık görmeyen müşfik üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdat ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir.” Evet, biz de bu kanaatteyiz.

Fakat o elîm acılar, Bedîüzzaman’ı aslâ yeise düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: “Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur’an’a sarılmaktır.” demiş ve sarılmış. Kur’an’da bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.

Hunhar din düşmanlarının dünyevî satvet ve şevketleri, Bedîüzzaman’ı kat’iyen atalete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’an’a hizmettir. Galip etmek, mağlup etmek Cenab-ı Hakk’a aittir.” diye iman ederek bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki ona icra edilen müthiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.

Bedîüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temaşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur halindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri مَا شَاءَ اللّٰهُ بَارَكَ اللّٰهُ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ “Ne güzel yaratılmışlar.” diyerek ibret nazarıyla onları seyreder, kâinat kitabını okur. Her aza ve hâsseleri gibi gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

Üstad, hususi hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette numune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: “Bir nefer nöbette iken baş kumandan da gelse silahını bırakmayacak. Ben Kur’an’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem.”

Hülâsa olarak arz ederiz ki: Bedîüzzaman, ihlas-ı tammeye mâlik, hârikulâde, hakiki bir müfessir-i Kur’an’dır. Hem ihlas-ı etemme vâsıl olmuş, kahraman ve yekta bir hâdim-i Kur’an’dır. Risale-i Nur’un müellifi olmak itibarıyla hem bir mütekellim-i a’zamdır hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir hem ilm-i mantığın yüksek, nazirsiz bir üstadıdır. Ta’likat namındaki telifatı, mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir hem Kur’an’la barışık müstakim felsefenin hakikat-perver bir feylesofudur hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci) hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.

Said Nursî, senelerden beri şiddetli bir istibdat ve takyidat altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsî kemalâtını setrettiği, gizlediği için mezkûr sıfatların her birisine muttali olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risale-i Nur’un hususiyetleri hakkındaki beyanatımız, hakikat-perver ve fazilet-perver bu zamanda bir kısım ulema-i hakikinin ve ehlullahın ittifak ve icma kuvvetindeki hükümleridir. Hem de bizim kat’î kanaatlerimizdir.

Bedîüzzaman’ın, öyle bir ilim ve sıfatlara mâlik olduğuna en muteber ve en birinci ve en hakiki delilimiz, Bedîüzzaman Said Nursî’dir. Kimin şüphesi varsa Risale-i Nur’u okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakaik-i uzmayı, bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşa ve ilan ediyoruz. Evet, bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.

Bedîüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesna birer eser yazabilirdi. Fakat o “Zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.” demiş ve bütün himmet ve mesaisini ve hayatını, ulûm-u imaniyenin telif ve neşrine hasretmiştir.

Evet, Hazret-i Üstad ulûm-u imaniyeyi neşretmekle, âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyeti hayattar ve ziyadar eylemiştir. Cenab-ı Hak, o büyük üstaddan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin, âmin âmin âmin!

Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet, Risale-i Nur kalplerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir. Risale-i Nur’un bir hususiyeti de Mektubat’ın birinci cildinin yüz yirmi dokuzuncu sahifesindeki şu bahistir: “Bazı Sözlerde, ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’an’dan alınan minhac-ı hakikinin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki mesela, bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, her bir yerde suyu buldukları gibi…

Aynen öyle de ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-vücud’un vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikisi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu her şeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse o yemek muhtelif âsaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalp, sır, nefis ve hâkeza… Letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.

Eski hükema, ahkâm-ı şer’iyeden ve akaid-i imaniyeden bazıları için: “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez.” demişler. Halbuki bu asırda akıl hükmediyor. Bedîüzzaman Said Nursî ise “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imaniye aklîdir. Aklî olduğunu ispata hazırım.” demiş ve Risale-i Nur’da ispat etmiştir.

Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz; nazirsiz, cazip ve orijinal bir üslup vardır. Evet, Bedîüzzaman zatına mahsus bir üsluba mâliktir. Onun üslubu, başka üsluplarla muvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üsluplara nazaran pek münasip düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için Bedîüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şairimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdeba meclisinde “Viktor Hügolar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bedîüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.

Edib ve şairler, zeval ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ dünyaca meşhur Arap edibleri “Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi.” Manasında لَوْلَا مُفَارَقَةُ الْاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلٰى اَرْوَاحِنَا سُبُلًا demişlerdir.

Bedîüzzaman ise “Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatte firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakiki vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Azrail aleyhisselâm bugün gelse hoş geldin, safa geldin diye gülerek karşılayacağım.” diyor.

Bedîüzzaman, beşeri Risale-i Nur’la sefahet ve dalaletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takip etmiyor. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlup ediyor. Kalp ve ruhu hissiyata mağlup olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur’da muvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi cehennem azapları çektirdiğini ve iman ve İslâmiyet ve ibadette, bir cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini ispat ediyor.

Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevazu ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahip kılar.

Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bedîüzzaman der ki: “İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur.”

Bu dinsizleri mağlup etmek için yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur risalelerini devam ve sebatla mütalaa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle, mektep malûmatları da maarif-i İlahiyeye inkılab eder.

Ey, bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki tahkikî iman dersleriyle, iman mertebelerinde terakki ve teali ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve faal ve amel-i salih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlerini iman ve İslâmiyet’in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’an ve İslâmiyet cephesinden aslâ çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’an’ın hizmetkârıyım.” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.

Evet, bu asra öyle bir Kur’an tefsiri lâzım ve elzemdir ki Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalp ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur’an yolunu göstersin. Sünnet-i seniyeye ve İslâmiyet’in şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye aleyhissalâtü vesselâm ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.

İşte Risale-i Nur’un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur’an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatin tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının planlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları ve bu talebelerin İslâmiyet’e hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâm’ın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmi beş seneden beri Risale-i Nur’la iman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmi beş senedir inziva içinde, Risale-i Nur’un nâşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer numune-i imtisal olan, iman ve İslâmiyet fedaileridir.

İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor, böyle bir hâdîyi bekliyorduk. O ihlaslı Nur talebeleri ki “Cenab-ı Hak, Hafîz’dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır.” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bedîüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ “Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım.” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; güya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.

Afyon hâdisesinde, Bedîüzzaman hapiste iken muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevaplar verdiği için savcı kızmış. “Şimdi seni hapse atarım!” diye tehdit etmiş. O İslâm fedaisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin!” demiştir.

Yine Afyon Mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi “Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim?” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.

Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni telif edilen Nur Risaleleri var.” diye düşünerek hapishane müdürüne “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi.” der. Hesap ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

Hamiyet-i diniye meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim!

Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir malûmatı görürse diyeceklerdir ki: “Ne için böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kur’an’dan tereşşuh eden ve Kur’an-ı Hakîm’in malı olan Risale-i Nur’dadır. Ben bir hiçim.”

Üstadın şahsının mazhar ve âyine olduğu Kur’anî hakikatler ve Nurlar itibarıyla ve neşrettiği iman ve İslâmiyet dersleriyle, ihlas-ı tamme ile umumî ve küllî bir tarzda Kur’an’a ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mana-yı harfî ile şahsına ait kalmıyor. Kur’an ve İslâmiyet’e râcidir. Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından, ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da Bedîüzzaman’ın hâdimliğini yaptığı Kur’an ve İslâmiyet’in ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna matuftur.

Zira hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi câmi’, o cihan-şümul Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.

İşte bu bedihî hakikati bilen, maskeli, gizli ve münafık iman ve İslâmiyet muarızları ve düşmanları, yarım asra yakındır, Bedîüzzaman’ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksatları; Risale-i Nur, rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, iman ve İslâmiyet inkişaf etmesin. Halbuki Said Nursî’ye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer numune olan yirmi beş sene içindeki hâdiseler meydandadır.

İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimi görünerek “İfrata gidiyorsunuz.” gibi birtakım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da bizler hakikati izhar tarzıyla müdafaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bedîüzzaman hakkında zalimane ve cebbarane haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken biz, Üstad ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini ilan ederek, o acib yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki Kur’an ve imanın hunhar ve müstebit zalim düşmanları; Kur’an ve İslâmiyet’i ve dini Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bedîüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de biz hak ve hakikati beyan ve ilan etmekte sükût edelim, susalım veya “Biraz susun!” gibi bir şeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım?

Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur’un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bedîüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertipçi, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilan edeceğiz.

Kıymetli kardeşlerim! İslâm tarihinde, altın sahifelerde mevkileri bulunan, büyük ve nazirsiz zatlar meydana gelmiştir. O misilsiz zatların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kabil-i kıyas olmayacak derecede emsalsizdir. O büyük İslâm müellifleri ve İslâm dâhîleri, herhangi bir hükûmetin, senelerce ağır bir esaret ve koyu bir istibdadı tahtında olmaksızın, Kur’an ve İslâmiyet’e hakkıyla ve hâlis bir surette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bedîüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin sünnetine tam ittiba ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Bedîüzzaman gibi yüz otuz parça imanî eserlerini şiddetli bir istibdat, tazyikat ve takyidat altında, gizliden gizliye telif edebilmek hem kuvvetli bir takva ve ubudiyete sahip olmak ve hem bunlarla beraber, harp cephesinde de fedai olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harp cephesinde, avcı hattında dahi fırsat buldukça Kur’an’ın en ince nüktelerini ve hârika i’cazını beyan eden bir Kur’an tefsiri telif etmiş olmak ve aynı zamanda nefis mücadelesinde de galip olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasbedilerek, ücra bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassudlar ve her türlü azaplar içinde ablukaya alınıp, Engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı altında, cani canavarların pek vahşi işkenceleri içinde سِرًّا تَنَوَّرَتْ sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihanın maddî manevî “Fatih”i olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara bâliğ olan bir câmiayı, inayet-i İlahî ile Kur’an-ı Hakîm’in cadde-i kübrasında selâmetle ilerletmek ve mü’minlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak; bu mezkûr hususiyetlerin manevî şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi Bedîüzzaman Said Nursî gibi tarihte hangi bir zata daha nasib olmuştur acaba?

Evet kardeşlerim! Risale-i Nur, öyle bir ziya-i hakikat, öyle bir bürhan-ı hak ve bir sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur’an ve iman hakikatlerini ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlahîdir ki yirmi beş seneden beri, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı gibi her bir tabaka-i insaniye, bu Nur’un âşığı, bu Nur’un pervanesi, bu Nur’un meclubu, bu Nur’un muhibbi olmuşlar; bu Nur’a koşmuşlar, bu Nur’un sinesine atılmışlar, bu Nur’dan meded istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kitle, bu Nur’la nurlanıp bu Nur’la kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim! Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübra olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, o kadar merak-âver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatleri ders veriyor ve mesaili ispat ediyor ki iman ve İslâmiyet’in kıtalar genişliğinde inkişaf ve fütuhatına medar oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalplere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalp hasıl etmiştir ki milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.

Aziz kardeşlerim! Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur planlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsi metotlar takip etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesat ve tefrika tohumları saçmışlardır ki bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

Fakat o musibetler, Cenab-ı Hakk’ın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bedîüzzaman Said Nursî gibi ihlas-ı tammı kazanmış olan bir zat vasıtasıyla, rahmet-i İlahî ile mededres ve şifa-resan ve cihan-pesend ve cihan-şümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için hakiki iman derslerini almak ve Allah’a iltica ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; o musibetlerin ihtar ettiğini, idrak ettirmiştir. Zaten insanların, mü’minlerin başına gelen bela ve musibetlerin hikmeti budur.

Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahu Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.

İşte Risale-i Nur müellifi Bedîüzzaman Said Nursî, öyle bir mücahid-i İslâm’dır ki ve telifatı Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habîs faaliyetlerini akamete düçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını paramparça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslâmî ve imanî fütuhatı, perde altında, kalpten kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.

Evet Risale-i Nur, o tahribatı Kur’an’ın elmas hakikatleriyle ve Kur’an-ı Kerîm’deki en kısa ve en müstakim bir tarîkle tamir ve o yaraları, Kur’an-ı Hakîm’in eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir. Hem masum Müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebit uşaklarını, hâk ile yeksan edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlup eden ve edecek yegâne çarenin Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basîretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-i kat’iye ile müttefiktirler.

Evet tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek, anlaşılıyor ki Risale-i Nur, Kur’an’ın emsalsiz bir tefsiridir.

Evet Bedîüzzaman Said Nursî’ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma’daki Papa dahi kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.

Şimdi Risale-i Nur Külliyatı’ndan iman, Kur’an ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arz edeyim ki üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazen okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalp ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz büyük bir kazançtır.”

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa onu getirip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur’u cemaate okurken tafsilata girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hülâsaten deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır. Bir mesele-i imaniye ve Kur’aniye umuma ders verilirken mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.

Ey Üstadımız Efendimiz! Umum kadirşinas insanlar Risale-i Nur’u ve sizi ebediyen tebcil ve tekrim edeceklerdir. Tahkikî iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihan-baha ve cihan-değer bir kıymette olan Risale-i Nur’u bütün ruh-u canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu tazim ve bu hürmet; nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.

Evet, Risale-i Nur’daki hakaik-i Kur’aniye öyle bir kuvvettir ki bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri târumar olacak; inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bâki kalanlar, iman ve Kur’an nuruyla felâh ve necat bulacaklardır.

Evet dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak; demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur’aniye dünyayı nur ve saadete gark edecek. Bu Nur-u Kur’an, imanların kurtuluşunda, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

***

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i a’zamın hakkına ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını cennetü’l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmin! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmin! Ve defter-i hasenatlarına Sözler mecmuasının her bir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmin! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmin! Yâ Erhame’r-râhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mesud eyle, âmin! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmin! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle, âmin!

Umum Nur Şakirdleri namına

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Bu zamanda, böyle bir dava vekilinin, Risale-i Nur olduğuna Risale-i Nur’la imanlarını kurtaran milyonlarca kimseler şahittir.

Lemaat (Sözler)

Lemaat

مِنْ بَيْنِ هِلَالِ الصَّوْمِ وَ هِلَالِ الْعٖيدِ

Çekirdekler Çiçekleri

Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.

Müellifi: Bedîüzzaman Said Nursî

Tenbih

Bu Lemaat namındaki eserin sair divanlar gibi bir tarzda bir iki mevzu ile gitmediğinin sebebi: Eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için hem nesir tarzında yazılmış hem de sair divanlar gibi hayalata, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî ve Kur’anîdir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi biz de anlamışızdır ki nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrının bir numunesini gösteriyor.

Bu eser, birçok meşâgil ve Dârülhikmetteki vazife içinde yirmi gün ramazanda, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak suretiyle manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sahife on sahife kadar müşkül olduğu cihetle, birden dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tabedilmiştir. Bizce Risale-i Nur hesabına bir hârikadır. Hiçbir nazımlı divan, bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşâallah bu eser bir zaman Risale-i Nur şakirdlerine bir nevi mesnevî olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmi üç senede tamamlanan Risale-i Nur’un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nevinden müjdeli bir fihrist hükmündedir.

Risale-i Nur şakirdlerinden

Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev

***

İhtar

اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye’yi kafiyeye feda etmek tarzında, hakikatin suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim.

Evvela: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum.

Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim.

Sâlisen: Ramazanda kalp ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için böyle çocukça bir üslup ihtiyar edildi.

Fakat ey kāri! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üsluba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!

İfade-i Meram

Ey kāri! Peşinen bunu itiraf ederim ki: Sanat-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, vezin ise ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birdenbire zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi. Sahabelerin gazevatına dair Kürtçe قَوْلِ نَوَالَاسٖيسَبَانْ namında bir destan vardı. Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim. Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat’iyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, tâ mana anlaşılsın. Her kıtada ittisal-i mana vardır. Kafiyede tevakkuf edilmesin. Külah püskülsüz olur, vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur. Zannımca lafız ve nazım, sanatça cazibedar olsa nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.

Şu eserimde üstadım, Kur’an’dır. Kitabım, hayattır. Muhatabım, yine benim. Sen ise ey kāri müstemisin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek ramazanın feyzi (*[1]) olduğundan, ümit ederim ki inşâallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fatiha okur.

Eddâî

(**[2]) Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde

Said’den yetmiş dokuz emvat (***[3]) bâ-âsam âlâma.

Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş

Beraber ağlıyor (****[4]) hüsran-ı İslâm’a.

Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla

Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.

Yakînim var ki istikbal semavatı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.

Zira yemin-i yümn-ü imandır

Verir emni eman ile enama…

***

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَالصَّلَاةُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

Tevhidin iki bürhan-ı muazzamı

Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet, tevhid-i Rahman’la, büyük bir sesle zâkirdir ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkân ve azası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

O dillerde tenevvü var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur’an maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sadık lisan. Şuâat-bârika-i iman. Beraber der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan’ın sinesine, derinden tâ derine, sarîhan işitirsin semavî bir sadâ der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

O sestir gayeten ulvi, nihayet derece ciddi, hakiki pek samimi hem nihayet munis ve mukni ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki üstünde münakkaştır, müzehher sikke-i i’caz. İçinde parlayan nur-u hidayet der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır, burucunda tecellidar ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:

Lâ İlahe İllâ Hû…

O Kur’an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Bir tek katre, misal için bir tek Sure-i İhlas, fakat kısa bir tek remzi, nihayetsiz rumuzundan.

Bütün enva-ı şirki reddeder hem de yedi enva-ı tevhidi eder ispat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden:

Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey

Lâ Hüve İllâ Hû…

Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikatbîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki:

Lâ Meşhude İllâ Hû…

İkinci cümle: اَللّٰهُ اَحَدٌ dir ki tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki:

Lâ Mabude İllâ Hû…

Üçüncü cümle: اَللّٰهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i rububiyet. Evet, nizam-ı kevn lisanı der ki:

Lâ Hâlıka İllâ Hû…

İkinci dürrü: Tevhid-i kayyumiyet. Evet, serâser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki:

Lâ Kayyume İllâ Hû…

Dördüncü: لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.

Yani tagayyür ya tenasül ya tecezzi eden elbet, ne Hâlık’tır ne Kayyum’dur ne İlah…

Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki olmuştur beşer ekserisi gümrah…

Ki İsa (as) ya Üzeyr’in ya melaik ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh…

Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa olmaz İlah…

Yani ya müddeten hâdis ise ya maddeden tevellüd ya bir asıldan münfasıl olsa elbette olmaz şu kâinata penah…

Esbab-perestî, nücum-perestlik, sanem-perestî, tabiat-perestlik şirkin birer nev’idir; dalalette birer çâh…

Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ Bir tevhid-i câmi’dir. Ne zatında naziri ne ef’alinde şeriki ne sıfâtında şebihi لَمْ lafzına nazargâh…

Şu altı cümle manen birbirine netice hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netaic şu surede karargâh…

Demek şu Sure-i İhlas’ta, kendi miktar-ı kametinde müselsel hem müretteb otuz sure münderic; bu bunlara sehergâh…

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

***

Sebep sırf zahirîdir

İzzet-i azamet ister ki esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.

Tevhid ve celal ister ki esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakiki ola (*[5]) kudret eserinde.

***

Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil

Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.

Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi şule-feşan gaybî avâlim üzerinde.

***

Kalem-i kudrette ittihat, tevhidi ilan eder

Eser-i itkan-ı sanat, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.

Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret, hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.

***

Bir şey, her şeysiz olmaz

Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb hem teavün gösterir

Ki yalnız bir kudret-i âlem-şümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.

Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hay; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.

Her nereden gelirse gelsin nida-i hâcete lebbeyk-zendir, sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.

Zîhayat her harfi, her bir cümleye müteveccih birer yüzü hem de nâzır birer gözü baktırır.

***

Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir

Güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin müncezib seyyar olan yemişleri.

Ger sükûtuyla sükûnet eylese cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.

***

Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur

Sivrisinek gözünü halkeyleyendir mutlaka, güneşi hem Kehkeş’i halkeylemiş.

Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, manzume-i şemsiyeyi nazmeylemiş.

Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, sema gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.

***

Kâinatın nazmında büyük bir i’caz var

Kâinatın gör ki telifinde bir i’caz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bi’l-farzı’l-muhal

Ola her biri muktedir bir fâil-i muhtar. O i’caza karşı nihayet acz ile bi’l-imtisal

Ederek secde ki سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ فٖينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدٖيرُ الْاَزَلِىُّ ذُو الْجَلَالِ

***

Kudrete nisbet her şey müsavidir

مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Bir kudret-i zatiyedir hem ezelî, acz tahallül edemez.

Onda meratib olmayıp mevani tedahül edemez. İsterse küll, isterse cüz nisbet tefavüt eylemez.

Çünkü her şey bağlıdır her şey ile. Her şeyi yapamayan, bir şeyi de yapamaz.

***

Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halk edemez

Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak; arzımızı, şümusu, nücumu, hasra gelmez

Şu fezanın başına hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmasa

Dünyada hiçbir şeyde dava-yı halk edip, iddia-yı icad edemez.

***

İhya-yı nev, ihya-yı fert gibidir

Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.

Şu dünyanın mevti de ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.

***

Tabiat, bir sanat-ı İlahiyedir

Değil tabi tabiat, belki matba’. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır. Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.

Değil nâzım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattır, değil hariç hakikattar.

***

Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır

Vicdanda mündemicdir, bir incizab ve cezbe. Bir cazibin cezbiyle daim olur incizab.

Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse. Etse tecelli daim pür-şaşaa bîhicab.

Bir Vâcibü’l-vücud’a, Sahib-i Celal ve Cemal; şu fıtrat-ı zîşuur kat’î şehadet-meab.

Bir şahidi o cezbe hem diğeri incizab.

***

Fıtratın şehadeti sadıkadır

Fıtratta yalan yoktur, ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,

Meyl-i nümüv der: “Ben, sümbüllenip meyvedar…” Doğru çıkar beyanı.

Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelanı

Ki: “Ben piliç olurum, izn-i İlahî ola.” Sadık olur lisanı.

Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad. Bürudetin zamanı

İçindeki inbisat meyli der: “Genişlen, bana lâzım fazla yer.” Bir emr-i bîemanî…

Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk hem de sıdk-ı cenanî

O demiri parçalar. Şu meyelanlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdanî,

Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlahî, idare-i ekvanî

Emirleri şunlardır: Birer birer meyelan, birer birer imtisal, evamir-i Rabbanî.

Vicdandaki tecelli aynen böyle cilvedir, ki incizab ve cezbe iki musaffâ canı

İki mücella camdır, akseder içinde cemal-i Lâyezalî hem de nur-u imanî.

***

Nübüvvet beşerde zaruriyedir

Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette

Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebisiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.

***

Meleklerde mi’rac, insanlarda şakk-ı kamer gibidir

Bir mi’rac-ı kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.

O parlak zat, buraka binmiş de berk olmuş. Kamervari serâser, âlem-i nuru da görmüştür.

Şu şehadet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu’cize nasıl ki اِنْشَقَّ الْقَمَرُ dir.

Bu mi’racdır, âlem-i ervahtaki sakinlere en büyük bir mu’cize ki سُبْحَانَ الَّذٖٓى اَسْرٰى dır.

***

Kelime-i şehadetin bürhanı içindedir

Kelime-i şehadet vardır iki kelâmı. Birbirine şahittir hem delil ve bürhandır.

Birincisi, sânîye bir bürhan-ı limmîdir. İkincisi, evvele bir bürhan-ı innîdir.

***

Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir

Hayat bir nur-u vahdettir. Şu kesrette eder tevhid tecelli. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yekta.

Hayat bir şeyi her şeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.

***

Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur

Ruh bir nurani kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.

Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.

Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi ruh dahi hem âlem-i emir hem irade vasfından gelir.

Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef eder.

Eğer envadaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, her biri bir ruh olur.

Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse yine lâyemut kanun olur.

***

Hayatsız vücud, adem gibidir

Ziya ile hayatın her biri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak nur-u hayat olmazsa

Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger kamerse.

***

Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur

Ger mizanü’l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.

Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan

Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.

***

Nasraniyet İslâmiyet’e teslim olacak

Nasraniyet, ya intıfa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.

Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salah verecek.

Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lâkin bazı yakınlaştı tevhide, onda felâh görecek.

Hazırlanır şimdiden (*[6]) yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâm’a mal olacak.

Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: “İsa, Şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”

***

Tebeî nazar, muhali mümkün görür

Meşhurdur ki iyd’in hilâline bakardı cemaat-i kesîre. Kimse bir şey görmedi.

Zevalî bir ihtiyar yemin etti ki: “Gördüm.” Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.

O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi:

Zerrattaki harekât; kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü.

Teşkil-i cümle enva fâilini göremez, düşer başına dalal.

O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhal-ender muhal!

***

Kur’an âyine ister, vekil istemez

Ümmetteki cumhuru hem avamın umumu, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisale.

Şeriat yüzde doksanı; müsellemat-ı şer’î, zaruriyat-ı dinî birer elmas sütundur.

İçtihadî, hilafî, fer’î olan mesail; yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi

Kesesine koyamaz, ona tabi kılamaz. Elmasların madeni: Kur’an ve hem hadîstir. Onun malı, oradan her zaman istemeli.

Kitaplar, içtihadlar Kur’an’ın âyinesi, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’ciz-beyan.

***

Mübtıl, bâtılı hak nazarıyla alır

İnsandaki fıtratı, mükerrem olduğundan kasden hakkı arıyor. Bazen gelir eline, bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor.

Hakikati kazarken ihtiyarı olmadan dalal düşer başına; hakikattir zanneder, kafasına geçirir.

***

Kudretin âyineleri çoktur

Kudret-i Zülcelal’in pek çoktur mir’atları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.

Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale, misalden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,

Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuunat-ı seyyale.

Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!

Acib istinsah eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenasülat…

***

Temessülün aksamı muhtelifedir

Âyinede temessül, münkasım dört surete: Ya yalnız hüviyet ya beraber hâsiyet ya hüviyet hem şule-i mahiyet ya mahiyet, hüviyet.

Eğer misal istersen işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.

Bir ruh-u nuraninin kendi mir’atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp

Birer nur-u münbasit. Ger şems hayevan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru, şu havassa mâliktir âyinede timsali.

İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidre’de hem suret-i Dıhye’de meclis-i Nebevî’de,

Hem kim bilir kaç yerde! Azrail’in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. Peygamber’in bir anda,

Hem keşf-i evliyada hem sadık rüyalarda ümmetine görünür hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.

Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.

***

Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz

İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir fakat müşerri’ olamaz.

İcma ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.

Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.

***

Nur-u akıl, kalpten gelir

Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalpsiz olmaz nur-u fikir münevver.

O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.

Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver.

O içinde bulunmazsa o şahm-pare göz olmaz, sen de bir şey göremez. Basîretsiz basar da para etmez.

Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalp olmazsa halita-i dimağî ilim ve basîret olmaz. Kalpsiz akıl olamaz.

***

Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise

Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir,

Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.

İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir halet: Salabet itikaddan,

Taassub iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.

Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde

Safi olan zihinleri cerhdir hem idlâli.

***

Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli

Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.

***

Tahrip esheldir; zayıf, tahripçi olur

Vücud-u cümle ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise oluyor bir cüzün ademiyle, tahrip eshel oluyor.

Bundandır ki âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, daim tahripkâr olur.

***

Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı

Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid

Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mutemid.

***

Bazen zıt, zıddını tazammun eder

Zaman olur zıt, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafız, mananın zıddıdır. Adalet külahını (*[7])

Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî,

İstibdad-ı şeytanî; hürriyet nam verilmiş. Zıtlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî.

***

Menfaati esas tutan siyaset canavardır

Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.

Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen merhametini değil, iştihasını açar.

Sonra döner, geliyor; tırnağının hem dişinin kirasını senden ister.

***

Kuva-yı insaniye tahdid edilmediğinden cinayeti büyük olur

Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr u şer, lâyetenahî gider.

Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inat birleşse; öyle günah oluyor (*[8]) ki beşer şimdiye kadar

Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi cezası da yalnız cehennem olabilir.

Hem mesela bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için İslâm’ın felaketini kalben arzu eder.

Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, cennet ucuz değildir.

***

Bazen hayır, şerre vasıta olur

Havastaki meziyet filhakika sebeptir tevazu, mahviyete. Olmuş maatteessüf sebep tahakküme,

Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmîlerdeki fakrı filhakika sebeptir ihsan ve merhamete.

Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi, zillet ve esarete. Bir şeyde hasıl olan mehasin ve şerefse

Havas ve rüesaya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş’et eden seyyiat ve şer ise efrad ve hem avama

Taksim, tevzi edilir. Aşiret-i galipte hasıl olan şerefse: “Hasan Ağa, âferin!” Hasıl olan şer ise

Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazîn!

***

Gaye-i hayal olmazsa enaniyet kuvvetleşir

Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse elbette zihinler enelere dönerler,

Etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazen sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü” olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.

***

Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekât, hayat-ı ribadan çıkmış

Bi’l-cümle ihtilalat, bütün herc ü fesadat hem asıl hem madeni; rezail ve seyyiat, bütün fâsid hasletler,

Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar

Acından ölse neme lâzım!” İkincisi: “Rahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler!”

Birinci kelimede olan semm-i kātili hem kökünü kesecek, şâfî deva olacak tek bir devası vardır.

O da zekât-ı şer’î ki bir rükn-ü İslâm’dır. İkinci kelimede, zakkum-şecer münderic. Onun ırkını kesecek, ribanın hurmetidir.

Beşer salah isterse, hayatını severse zekâtı vaz’etmeli, ribayı kaldırmalı.

***

Beşer hayatını isterse enva-ı ribayı öldürmeli

Tabaka-i havastan tabaka-i avama sıla-i rahim kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor

Sadâ-yı ihtilalî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni… Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâıkası… Aşağıdan çıkmalı

Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,

Hem şefkat ve terbiye… Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribayı tard etmeli.

Kur’an’ın adaleti bab-ı âlemde durup ribaya der: “Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!”

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. (*[9]) Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.

***

Beşer esirliği parçaladığı gibi ecîrliği de parçalayacaktır

Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedit olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar, edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır geçiyor.

***

Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider

اَلْقَاتِلُ لَا يَرِثُ bir düstur-u azîmdir: “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”

Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru muhabbet hem taklit ve hem ülfet. Âkıbeti mükâfat: Mahbubun gaddarane adâveti, cinayat…

Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.

***

Cebir ve İtizal’de birer dane-i hakikat bulunur

Ey talib-i hakikat! Maziye hem musibet, müstakbel ve masiyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesaibe nazar olur kadere.

Söz olur Cebriye. Müstakbel ve maâsi nazar olur teklife, söz olur İtizale. İtizal ile Cebir

Şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheplerde birer dane-i hakikat mevcud mündericdir, mahsus mahalli vardır, bâtıl olan tamimdir.

***

Acz ve cez’ bîçarelerin kârıdır

Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.

Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde cez’a sarılma.

***

Bazen küçük bir şey, büyük bir iş yapar

Öyle şerait oluyor; tahtında az bir hareke, sahibini çıkarıyor tâ a’lâ-yı illiyyîn

Öyle hâlât oluyor ki küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i safilîn

***

Bazılara bir an, bir senedir

Fıtratların bir kısmı birdenbire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey’en şey’en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.

Şeraite bakıyor, ona göre değişir. Bazen tedricî gider. Bazen dahi oluyor barut gibi zulmanî, birdenbire fışkırıyor.

Nurani bir nâr olur. Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber,

Birdenbire kalbeder; bir bedevî-i cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer…

Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer… Def’aten verdi semer; o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber…

Ceziretü’l-Arap’ta, fahmolmuş fıtratları kalbetti elmaslara. Birdenbire serâser…

Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.

***

Yalan, bir lafz-ı kâfirdir

Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.

Yeri verir sükûta, eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.

Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kendine düstur etmeli.

Güzel gör hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı.

Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. Sû-i zanla yeistir saadet muharribi hem de hayatın kātili.

***

Bir meclis-i misalîde

Şeriatla medeniyet-i hazıra, deha-i fennî ile hüda-i şer’î muvazeneleri

(Birinci Harb’in) Mütareke başında, bir cuma gecesinde bir rüya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde, benden sual ettiler:

“Mağlubiyet sonunda İslâm’ın âleminde ne hal peyda olacak?” Asr-ı hazır mebusu sıfatıyla söyledim, onlar da dinlediler:

Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası hem kelimetullahın i’lâsı için farz-ı kifaye-i cihadı, o lâzıme-i diyanet

Deruhte ile kendini yekvücud-u vahdanî İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet,

Şu millet-i İslâm’ın felaket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,

İstikbalde telafi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…

Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâm’ı hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet

Tesri’-i ihtizazı. Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak; zuhur edecek o vakit,

İslâmî medeniyet. Müslümanlar bi’l-ihtiyar elbet evvel girecek. Muvazene istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet

Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasatı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel hem kıymet.

Onlarla çark kurulur. İşte nokta-i istinad hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise şe’nidir tecavüz ve taâruz, bundan çıkar hıyanet.

Hedef-i kasdı, fazilet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe’nidir tezahüm ve tehasum, bundan çıkar cinayet.

Hayattaki kanunu, teavün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şe’ni budur: Tenazu ve tedafü, bundan çıkar sefalet.

Akvamların beyninde rabıta-i esası: Âherin zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.

Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur daima böyle müthiş tesadüm, böyle feci telatum, bundan çıkar helâket.

Beşincisi şudur ki cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci, teshil; hevesatı, arzuları da tatmin; bundan çıkar sefahet.

O heva hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Manevî meshediyor, değişir insaniyet.

Şu medenilerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır. Sîreti olur suret.

Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevazin mizanıdır şeriat.

Şeriattaki rahmet, sema-i Kur’an’dandır. Medeniyet-i Kur’an esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çark-ı saadet.

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şakavet.

Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adâvet.

Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine, düstur-u teavündür. O düsturun şe’nidir ittihat ve tesanüd, hayatlanır cemaat.

Suret-i hizmetinde, heva heves yerine hüda-yı hidayettir. O hüdanın şe’nidir insana lâyık tarzda terakki ve refahet.

Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetü’l-vahdeti de tard eder unsuriyet hem de menfî milliyet.

Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir, uhuvvet-i imanî. Şu rabıtanın şe’nidir; samimi bir uhuvvet,

Umumî bir selâmet. Haric etse tecavüz, o da eder tedafü. İşte şimdi anladın; sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.

Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş, şu medeniyet-i hazıra. Onlara yaramamış hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.

Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şakavet. Yüzde onu çıkarmış muzahref bir saadet!

Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat! Zalim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret. Lâkin saadet odur, külle ola saadet.

Lâekall ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’an ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet;

Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet.

Heves tahakküm eder. Heva da müstebittir, gayr-ı zarurî hâcatı havaic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat.

Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet.

Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate hem nev’e vermiştir servet, haşmet.

Ferdi, şahsı ahlâksız hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur. Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet hem gadir ve hem hıyanet

Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi (*[10]) daha bulanır. Âlem-i İslâm’daki istinkâf-ı manidar hem de bir cây-ı dikkat.

Kabulde muzdariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, şeriat-ı garrada olan nur-u İlahî, hâssa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet.

O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidayet,

Bundaki felsefe ile mezcolmaz hem aşılanmaz hem de tabi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman, beslediği şeriat

Kur’an-ı Mu’ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat. O yemin-i beyzada birer asâ-yı Musa’dır. Sehhar medeniyet,

İstikbalde edecek ona secde-i hayret.

Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan’ın iki dehası vardı; bir asıldan tev’emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.

Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.

Her biri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el-ân âdeta o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş; Alman, Fransız oldu.

Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti. Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti

Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle dövüştü.

Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’an’da olan nuru, şeriat hidayeti

Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.

O deha ile bu hüda menşeleri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalpte işliyor, dimağı da işletir.

Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.

İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sima ediyor insan-ı himmet-perver.

Deha ise evvela nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşv ü nema buluyor.

Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.

İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal (*[11]) deha-yı a’ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.

Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu sanatı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.

Bu sırdandır: Deha, âmâ-i asamm; hüda, semî’-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.

Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında, zeminin sinesinde kâinatın yüzünde

Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.

Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre lâkin onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,

Ne şu asrın sanatı, belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den hem hâcat-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî,

İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu hem dedi:

“Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı

Hangi ef’alinizle kazaya hem kadere şöyle fetva verdiniz ki kaza-i İlahî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?

Hata-i ekseriyet olur sebep daima musibet-i âmmeye.” Dedim: Beşerin dalalet-i fikrîsi, Nemrudane inadı,

Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semavattan indirdi

Tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi,

Nev’en umuma şâmil. Bir müşterek sebebi; maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi, hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı…

Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi,

Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu.

Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.

Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.

O da bizden aldırdı müterakim zekâtı, haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi:

Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfî, ıztırarî. Bütün âlâm, mesaib, a’mal-i salihadır; lâkin menfîdir, ıztırarî. Hadîs teselli verdi.

Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili, şu milletin humsu dört milyonu çıkardı

Derece-i velayet, mertebe-i şehadetle gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî, bu sözü tahsin etti.

Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rüyadır,

Rüya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said-i Nursî…

***

Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar

İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikate hem açar hurafata kapılar.

Küçüklüğümde gördüm ki hasfolmuştu kamer. Sordum ben validemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”

Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.” İşte böyle bir mecaz, hakikat zannedilmiş: Medar-ı şems ve kamer

Tekatu’ noktaları olan re’s ve zenebde arzın hayluletiyle bir emr-i İlahî ile münhasif olur kamer.

İki kavs-i mevhume tinnineyn yâd edilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.

***

Mübalağa zemm-i zımnîdir

Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet. Medhin mübalağası bence zemm-i zımnîdir. İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir.

***

Şöhret zalimedir

Şöhret bir müstebittir, sahibine mal eder başkasının malını. Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekâtı –yani, onda biri onundur– asıl malı…

Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İran’ı. Gasb ve garetle şişti o namdar hayali.

Hurafata karıştı, attı nev-i insanı.

***

Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felakete sebeptirler

Şu Jön Türk’ün hatası, bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.

Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,

Medeniyet sistemi (*[12]) bozuktu hem muzırdı, tecrübe-i kat’iye bize bunu gösterdi.

Din hayatın hayatı hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı.

Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi

Milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenasi.

***

Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil

Dalalet vehmidir, mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.

Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’an işaret eder. Sekeratı tatmamış her bir şehit, kendini

Hay biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:

İki adam, rüyada lezaiz envaına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, lezzet almıyor.

Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki âlem-i yakazadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.

Rüya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.

***

Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!

Siyaset-i medeni, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.

Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…

Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi

Ki fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.

Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı hem irâka-i demi,

Hem zeval-i ismeti iptal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî

Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harap eder dünyayı, imha eder benî-Âdem’i.

***

Zaaf, hasmı teşci eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez.

Ey hâif ve hem zayıf! Havf ve zaafın beyhude hem senin aleyhinde tesirat-ı haricî teşci eder, celbeder.

Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır.

İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben.” der.

Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabb’im muvaffak etsin, ben de bunu işlerim.” dese tecavüz eder.

İsa’ya demiş şeytan: “Madem her şeyi o yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?”

İsa dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabb’ini tecrübe ve imtihan!”

***

Beğendiğin şeyde ifrat etme

Bir derdin dermanı, başka derde dert olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse dert getirir, öldürür.

***

İnadın gözü, meleği şeytan görür

İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.

Muhalif tarafında eğer meleği görse libasını değişmiş, onu şeytan zanneder; adâvet, lanet eder.

***

Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma

Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazen hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.

***

İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde nizâ ve husumet istemez

Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihatta. Ger ittihat istersen düsturun bu olmalı:

“Hüve’l-Hakku” yerine “Hüve Hakkun” olmalı. “Hüve’l-Hasen” yerine “Hüve’l-Ahsen” olmalı.

Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.”

Dememeli: “Budur hak, başkaları battaldır.” Ya “Yalnız benimkidir güzeli, başkaları yanlıştır hem çirkindir.”

Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. Dert ile dermanlar

Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hâcat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.

İstidat, terbiyeler tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide hem zehir ve hem panzehir.

İki mizaca göre. Mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaçlar

Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküp, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.

Mezhebinin hududu, tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebep olur.

Tamimin iltizamı sebep olur nizâya. İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,

Hem tebâud-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhepler.

Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, şer’ etti ittihat, vâhid oldu peygamber.

Seviye bir olmadı, mezhep taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihat eder mezhepler…

***

İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.

Ey birader-i kalb-hüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,

Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?

Hakaik-i nisbiye, sübut takarrur etsin, bir şeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.

Çevirmenin sürati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sümbül olur.

Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.

Hararette meratib, ona olmuştur sebep tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebep, illet oluyor.

Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki cehennem tazip etmez. Zemherirsiz olmuyor.

Ger zemherir olmazsa o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur.

O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zatî olur

O Zat-ı Ezelî’ye hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, her şeye nisbeti bir, hiçbir şey ağır olmuyor.

O kudretin ziyasına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.

Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.

Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin göz bebeği küçücük bir güneştir.

Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; göz bebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.

Semavat bir denizdir, bir nefes-i Rahman’la çin-i cebînlerinde mevcelenip, katarat ki nücum ve hem şümustur.

Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Her bir güneş bir katre, her bir yıldız bir şebnem, her bir lem’a timsaldir.

O feyz-i tecellinin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücella camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor

O şebnem-misal yıldız latîf gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.

***

Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın tâ neşv ü nema bulsun

Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.

Her bir ihvanın altında sen çıkması hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celbeder bir nazar-ı hürmeti.

Eğer taayyün edip perde altından çıksan mükrim iken altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin.

İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.

Nerede kaldı yalancı tasannu ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî hem o nizam-ı ahsen

Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir hem de eder müstahsen.

İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esmaü’l-hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam. Bu misallerin haşmeti hem de o sırr-ı hasen

İbhamda izhar eder, ihfada ispat eder. Mesela, ecelin ibhamında bir muvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.

Kefeteyn-i havf ve reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen

Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak darağacına gidersin

Şey’en şey’en üzülmek, vehim de teselli vermez, sen de rahat etmezsin…

***

Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır

Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.

Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazap zemîme…

***

İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır

Ey müsrifli kardeşim! Tagaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağza girmeden hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede bîhuşe verir nûşe.

Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene hem mideye kapıcı, müfettişe.

Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhuşe

Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…

***

Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma

(*[13]) Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudut karakolu, hem

Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağirde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş. Şâmme telefonu, hem

Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem

Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilannamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem

Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celbolur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem

Taamları muhtelif ziynetlerle süsletmiş, hevaî gönülleri avutup lâkaytları tehyic ile cezbetmiş. Vaktâ taam girse hem

Ağza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem

Çeşitleri de söyler. Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem

Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur, zevki baştan çıkarma. Hem

Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir; bir iştiha-yı kâzib gelir, başına çatar. Hatası, maraz ile hem

İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet hakiki iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem

Geda beraber. Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.

***

Niyet gibi tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir

Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…

Tetkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla hem sanat noktasında “Ne güzeldir.” yerine “Ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi?”

Nokta-i nazarında kâinata bir baksan nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.

Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “Zatında nasıl olmuş?” eğer etsen nigâhı,

Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehil olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı.

***

Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz

Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim.” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. (*[14])

Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.

Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’î kalmadı.

Sevad-ı a’zam hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tagaddi besatetiyle onlara tabi olmak

Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tagaddide tereffüh noktasında benzemek…

***

Zaman olur ki adem-i nimet nimettir

Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona racihtir.

Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.

***

Her musibette, bir cihet-i nimet var

Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır

Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin

Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa isti’zamla ürkersen “of of”la üflersen, o da aksine şişer.

Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen bir iken ikileşir. Kalpte olan misali, döner hakikat olur;

Hakikatten ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…

***

Büyük görünme küçülürsün

Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada,

Görmek, görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse tekebbürle tetavül edecek,

Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa tevazuyla takavvüs edecek, eğilecek.

Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…

***

Hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri değişir

Bir haslet; yer ayrı, sima bir. Kâh dev kâh melek kâh salih kâh talih, misali şunlardır:

Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.

Kavînin bir zayıfa karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyadır.

Bir ulü’l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.

Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu, ciddiyeti kibirdir.

Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zatta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i salihtir.

Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zatta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i talihtir.

Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.

Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise memduh bir kanaattir, meyl-i sa’ye kuvvettir.

Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.

Kur’an mutlak zikreder, salihat ve takvayı. İbhamında remzeder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.

***

اَلْحَقُّ يَعْلُو bizzat hem âkıbet muraddır

Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: “Madem اَلْحَقُّ يَعْلُو haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet, hakka galiptir?”

Dedim: Dört noktaya bak, bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir.

Öyle de her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir.

Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağluptur. Muvakkaten, bi’l-vasıta olmuştur. Yoksa bizzat hem daima değildir.

Lâkin âkıbetü’l-akibe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:

Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken haricen her dem vaki, sabit değildir.

Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.

Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de her dem sabit değildir.

Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bi’l-vasıta, o kâfir dahi ona galiptir.

Hem dünyada, hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.

Üçüncü nokta şudur: O Zat-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki şer’i tecelli, vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,

O da şer’-i tekvinî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan

Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür

Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Mesela, nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;

Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.

Bazen iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemidir. Her birine bir cihet… Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır.

İtaat galip olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa

Bir bâtıla ki olmuş o da vesile-i hak. Bi’l-vasıta bir hakkın bir bâtıla mağluptur. Fakat bizzat değildir.

Demek اَلْحَقُّ يَعْلُو bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:

Bir hak bi’l-kuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.

Mühezzeb ve müzehheb yapmak için muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır

Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakin” ona vurur bir darbe!

İşte bâtıl mağluptur. اَلْحَقُّ يَعْلُو sırrı onu çarpar ikaba, işte hak da galiptir.

***

Bir kısım desatir-i içtimaiye

İçtimaî heyette düsturları istersen: Müsavatsız adalet, önce adalet değil. Temasülse tezadın mühim bir sebebidir.

Tenasüpse tesanüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun madeni. Olmuş acz, muhalefet menşei. Meraksa ilme hocadır.

İhtiyaçtır terakkinin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek, sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû-i zandır,

Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.

***

Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli

اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ § اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ

(*[15])

Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları

Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik ziynetleri.

Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evladı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı

Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!

Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir hem müthiştir tesiri. (*[16])

Memnû heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir ya mütecessid riya ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır, celbeder o habîs ervahları.

***

Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muînleri reddeder

O Kadîr-i Zülcelal, tasarruf-u kudreti tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal

Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al

Git de tâ Şemsü’ş-şümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal

Meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal

Tecelli-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevamis, vesail-i pür-seyyal

Gibi örfî emirler; tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması, odur yalnız meal.

Başka meali olmaz, beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki esbab-ı hakiki, vesait-i zîmisal,

Muînler hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında; hayat vücuda kemal,

Makamı büyük, mühimdir; buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın hayvan-misal?

O Sultan-ı ezel’in bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pür-cemal.

Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval,

İbadettir o ahval, Kadîm-i Lemyezel’e, Hakîm-i Lâyezal’e. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bi’l-farzı’l-muhal,

Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse o da böyle olması pek karib bir ihtimal.

Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler suretine dönerse bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.

Demek, âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezel’e, Kadîr-i Lâyezal’e.

Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez; zira daha cezaletlidir saat-i hardal-misal,

Bir saatten ki timsali Ayasofî kadardır. Bir sineğin hilkati hayret-fezadır filden, o mahluk-u bîfasal.

Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü fert üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an ki sıgar-ı sahife nisbeti, bir kibr-i sanat-meal

Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur’an-ı Kerîm’e cezaletle müsavi. Nakkaş-ı Ezelî’nin sanatı her tarafta pür-cemal ve pür-kemal.

Her tarafta böyledir. Derece-i kemalde kalemdeki ittihat, tevhidi ilan eder. Bu kelâm-ı pür-meal, iyi bir dikkate al!

***

Melaike bir ümmettir, şeriat-ı fıtriye ile memurdur

Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatap hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî

İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbanî

Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise âlem-i asgar olan insanın ef’alini,

Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazen eder içtima. Melaike-i İlahî, bir ümmet-i azîme hem bir cünd-ü Sübhanî

Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir. Bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.

***

Madde, rikkat peyda ettikçe hayat, şiddet peyda eder

Hayat asıl, esastır; madde ona tabidir hem de onunla kaimdir. Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını

Muvazene edersen görürsün, insan ondan ne derece büyükse havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini.

Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse havassı hayret-feza, hayatı şule-feşan, rü’yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumanî.

İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.

اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ (يٰسٓ) كُتِبَتْ فٖيهَا سُورَةُ (يٰسٓ) فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

***

Maddiyyunluk, bir taun-u manevîdir

Maddiyyunluk bir taun-u manevî, beşere de tutturdu şu müthiş bir sıtmayı. (*[17]) Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlahî. Telkin hem de taklit,

Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o taun da ediyor tevessü ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklit.

Hürriyet, tenkit vermiş, gururundan dalalet çıkmış.

***

Vücudda atalet yok. İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler.

En bedbaht, sıkıntılı, muzdarip; işsiz olan adamdır. Zira ki atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.

Sa’y ise: Vücudun hayatı hem hayatın yakazasıdır elbet!

***

Riba, İslâm’a zarar-ı mutlaktır

Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her

Dem nef’i ise beşerin en fena kısmınadır, onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır, onlar da zalimler. Her

Dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır, onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her

Dem refahı, nazar-ı şer’îde yoktur; zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her

De………m.

***

(*[18]) Kur’an, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder

Bir zatı gördüm ki yeis ile müptela, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ulema azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman

Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an

Olan İslâmî şeair, dinî minarat, İlahî maâbid, şer’î maâlim itfa olmazsa İslâmiyet parlayacak an be-an!

Her bir mabed bir muallim olmuş tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî, hatasız hem bînisyan.

Her bir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâm’ı daim enzara ders veriyor. Mürur-u a’sar ile sebeb-i istimrar-ı zaman.

Güya tecessüm etmiş envar-ı İslâmiyet, şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u iman.

Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maâlimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avâlimi içinde. Birer sütun-u elmas. Onunla murtabıttır zemin ile âsuman.

Lâsiyyema bu Kur’an-ı hatib-i mu’ciz-beyan; daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî, aktar-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy hem dahi hiçbir mekân;

Nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin. اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilavet ise ibadet-i ins ü cânn.

Onun içinde talim hem müsellematı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyat, kalbolur müsellemata hem döner bedihiyata. İstemez daha beyan.

Zaruriyat-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir. İhtar ise vâfidir. Şâfîdir her dem Kur’an.

İhtara hem tezkire, şu intibah-ı İslâm hem içtimaî yakaza her birine veriyor: Umuma ait olan delail ve hem mizan.

Madem içtimaî hayat İslâm’da başlamıştır, her birinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.

Belki cemaatin kalbinde gayr-ı mahdud esbaba dahi eder istinad. Hattâ cây-ı dikkattir: Bir mezheb-i zaîfi, mürur ettikçe zaman,

İptali müşkül olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahiy ile fıtrat gibi iki metin esasa hem istinad etmiştir hem bu kadar a’sarda nâfizane hükümran!

Râsih esaslarıyla, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş; nasıl küsufa girer, küsuftan çıkmış el-ân!

Fakat maatteessüf, bazı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metin esaslarına ilişir buldukça imkân.

Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik! İflas etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.

Bu âlem-i İslâm’ın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayt ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan

Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cenan.

En mütesallib olmalı, en müteyakkız olmalı yahut o dâr olmamalı, İslâm’ı aldatmamalı. İmanın yeri kalptir, dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman.

Bazen de mücahiddir, bazen süpürgecidir. Dimağda vesveseler hem pek çok ihtimaller kalp içine girmese sarsılmaz iman, vicdan.

Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalat-ı kesîre olur birer hasm-ı bîeman.

Kalp ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarîk-ı iman. Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.

***

Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var

Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.

Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî (*[19]) daha ulvi ediyor tezkiri hem ihtarı.

Onun için cumada hutbe-i Arabiye; zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.

Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslâm’ın vahdanî simasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir, kabul etmez teksiri.

***

Hadîs der âyete: Sana yetişmek muhal!

Hadîs ile âyeti muvazene edersen, bilbedahe görürsün; beşerin en beliği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz

Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki lisan-ı Ahmedîden gelen her bir kelâm her dem onun olamaz.

***

Îcaz ile beyan i’caz-ı Kur’an

Bir zaman rüyada gördüm ki Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

Füc’eten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile îcaz et, bildiğin enva-ı i’caz-ı Kur’an’ı!

Daha rüyada iken tabirini düşündüm, dedim: Şuradaki infilak, beşerde bir inkılaba misal. İnkılabda ise elbet hüda-yı Furkanî,

Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ’cazının beyanı, zamanı da gelecek! O sâile cevaben dedim: İ’caz-ı Kur’anî,

Yedi menabi-i külliyeden tecelli hem yedi anâsırdan terekküp eder. Birinci Menba: Lafzın fesahatinden selaset-i lisanı;

Nazmın cezaletinden, mana belâgatından, mefhumların bedaatinden, mazmunların beraatından, üslupların garabetinden birden tevellüd eden bârika-i beyanı.

Onlarla oldu mümtezic, mizac-ı i’cazında acib bir nakş-ı beyan, garib bir sanat-ı lisanî. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.

İkinci Unsur ise: Umûr-u kevniyede gaybî olan esasat, İlahî hakaikten gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsumanî.

Mazide kaybolan gaybî olan umûrdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilmü’l-guyub hızanı,

Âlemü’l-guyub lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyanı, hedef nev-i insanî, i’cazın bir lem’a-i nurani…

Üçüncü Menba ise: Beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır. Lafzında, manasında, ahkâmda hem ilminde, makasıdın mizanı.

Lafzı tazammun eder pek vâsi ihtimalat hem vücuh-u kesîre ki her biri nazar-ı belâgatta müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor ânı.

Manasında: Meşarib-i evliya, ezvak-ı ârifîni, mezahib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menahic-i hükema, o i’caz-ı beyanı

Birden ihata etmiş hem de tazammun etmiş. Delâletinde vüs’at, manasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı!

Ahkâmdaki istiab: Şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat. Saadet-i dâreynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni,

İçtimaî hayatın bütün revabıtını, vesail-i terbiye, hakaik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı…

İlmindeki istiğrak: Hem ulûm-u kevniye hem ulûm-u İlahî, onda meratib-i delâlat, rumuz ile işarat, sureler surlarında cem’etmiştir cinanı.

Makasıd ve gayatta: Muvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihat; tamam müraat etmiş, hıfzeylemiş mizanı.

İşte lafzın ihatasında, mananın vüs’atinde, hükmün istiabında, ilmin istiğrakında, muvazene-i gayatta câmiiyet-i pür-şanı!..

Dördüncü Unsur ise: Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine hem her asırdaki tabakata, derece-i istidat, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nurani.

Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.

İhtiyarlandıkça zaman, Kur’an da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdanî.

Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate davet eder, o nazar-ı insanı.

Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet âlemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar hârika tazeliği bir ihata-i ummanî!

Te’nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlahî tenezzülat. Tenzil’in üslubunda tenevvüü munisliğidir mahbub-u ins ü cânı.

Beşinci Menba ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahit gibi bir üslub-u bedî-i pür-maânî

Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulatı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı.

Hakaik-i gaybiye hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî

Ki ne vaki reddeylemiş, ne mantık tekzip etmiş. Mantık kabul etmezse red de bile edemez. Semavî kitapların ki matmah-ı cihanî.

İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir “Ümmi”den sudûru hârika-i zamanî…

Altıncı Unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş din-i İslâm’a. İslâmiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı!..

Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semavîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.

Yedinci Menba ise: Şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizaç. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurani.

Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i i’caz bilinir, tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kāsırdır, görünür de tutulmaz o nücum-u âsumanî.

On üç asır müddette meylü’t-tahaddî varmış Kur’an’ın a’dasında, şevk-i taklit uyanmış Kur’an’ın ahbabında. İşte i’cazın bir bürhanı…

Şu iki meyl-i şeditle yazılmıştır meydanda, milyonlarla kütüb-ü arabiye, gelmiştir kütüphane-i vücuda. Onlar ile Tenzil’i düşerse bir mizanı

Muvazene edilse, değil dânâ-i bîmüdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî, şu ise âsumanî!

Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise bilbedahe malûm olmuş butlanı.

Öyle ise umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervah ile ezhanı!

Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kur’an’a karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.

Sair kitaplara benzemez, onlara makîs olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı’, bir hikmet-i Rabbanî.

Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es’ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.

Hâlât-ı telakkisi mütenevvi, mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaı hem beyanı,

Cevabı hem hitabı. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüp ve tesanüd, kemalini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i beyan maânî.

Kur’an’da bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslup: Âyine-i insanî.

Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde!.. Sinek seyretmez âsumanı.

Zira o kırk enva-ı i’cazından yalnız bir tekini ki cezalet-i nazmıdır; İşaratü’l-İ’caz’da sıkışmadı tibyanı.

Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!

***

اُولَاشْمَازْ دَسْتِ أَدَبِ غَرْبِ هَوَسْبَارِ هَوَاكَارِ دَهَادَارْ

دَأْبِ أَدَبْ أَبَدْ مُدَّتْ قُرْاٰنِ ضِيَابَارِ شِفَاكَارِ هُدَادَارْ

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’an’da olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez hem tadamaz.

Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edepse hamaset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zalim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvet-perestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakiki bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata sanat-ı İlahî suretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Madde-perestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edepsizlenmiş edep müsekkin hem münevvim; hakiki fayda vermez.

Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse sarı saçlı güzel bir aktrisi kārie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’an’daki edepse hevayı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemal-perestlik zevki, hakikat-perestlik şevki verir hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir sanat-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.

Marifet-i Sâni’in nurunu telkin eder. Her şeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor fakat birbirine benzemez.

Avrupazade edepse fakdü’l-ahbaptan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvi hüznü veremez.

Zira sağır tabiat hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.

O surette gösterir hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hissî heyecanla gitgide ilhada kadar gider, tatile kadar yol verir, dönmesi müşkül olur, belki daha dönemez.

Kur’an’ın edebi ise öyle bir hüznü verir ki âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firaku’l-ahbaptan gelir, fakdü’l-ahbaptan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu hem rahmetli bir sanat-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbap. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istînas, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvi verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’an’ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, şeriat-ı Ahmediye (asm) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip… Demek, hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse âlet haramdır. Değişir eşhasa göre herkes birbirine benzemez.

***

Dallar semeratı rahmet namına takdim ediyor

Şecere-i hilkatin dalları her tarafta semerat-ı niamı zîruhun ellerine zahiren uzatıyor.

Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki o semeratı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.

O yed-i rahmeti, siz de şükür ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdis ediniz.

***

Fatiha’nın âhirinde işaret olunan üç yolun beyanı

Ey birader-i pür emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.

Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.

Müncemid bir sakf olmuş fakat alt yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.

Sıkıntı da boğuyor, havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kere seyrettimdi bu zemin-i mecazî.

Evet, bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider; o da devr-i âlemdir, seyahate çeker bizi.

İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi!

Bak şu deryanın dağvari emvacına! O da bize kızıyor. İşte elhamdülillah öteki yüze çıktık, görürüz güneş yüzü.

Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of! Tekrar buraya döndük şu zemin-i vahşetzar, bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar eder kalpteki gözü

Bir âlem-i ziyadar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber, bu yol-u pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu:

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bînaz ve pür-niyazî.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi

Kur’an onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak hâ şurada tünelvari mağaralar, tahte’l-arz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiat da şu müthiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvari o madde-i Kur’anî ışığıyla sezmiştim. İşte gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı

Bu feza-yı latîf, şirin. Yahu başını kaldır! Bak semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Davet ediyor bizi.

Şu şecere-i tûba, meğer o Kur’an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.

O şecere-i semavî, bir timsali zeminde olmuş şer’-i enveri. Demek, zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.

Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz: Şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi

Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a’zama, Muhammedü’l-Hâşimî (asm) davet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.

Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.

İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesîm orada; nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizi.

İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü’l-Kamer olan Kur’an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi!..

فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقٖينَ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun, mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz yazı.

Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yol, sehildir hem karib-i müstakimdir. Zayıf, kavî müsavi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki şehit olmak ya gazi.

İşte neticeye gireriz. Evet, deha-yı fennî: Evvelki iki yoldur ona meslek ve mezhep. Fakat hüda-yı Kur’anî: Üçüncü yoldur, onun sırat-ı müstakimi îsal eder o bizi.

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَاالضَّٓالّٖينَ ۞ اٰمٖينَ

***

Hakiki bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır

Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat

Ey yoldaş-ı hüşdar! Sırat-ı müstakimin o meslek-i nurani, mağdub ve dâllînin o tarîk-ı zulmanî, tam farklarını görmek eğer istersen ey aziz,

Gel vehmini ele al, hayal üstüne de bin, şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.

Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümat kıtadan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya; şu şehr-i bîlezaiz.

İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahra-yı hēile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık; evvel istîtafkârane önümüze bakarız.

Lâkin beliyyeler, elemler önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyia bakarız, ondan meded bekleriz.

Lâkin biz görüyoruz ki onların kalpleri kasiyye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar; ne naz dinler, ne niyaz!

Muztar adamlar gibi meyusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdadkârane ecram-ı ulviyeye bakarız, pek dehşetli tehditkâr da görürüz.

Güya birer gülle bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar. Hem etraf-ı fezada pek süratli geçerler, her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.

Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el-iyazü billah, şu âlem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır, bundan dahi hayır gelmez.

Meyusane nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık, nefsimize bakarız. Mütalaa ederiz.

İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor. Binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.

Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârane vicdanımıza girdik; içine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah! Yine bulmayız, biz meded vermeliyiz.

Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Her birinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.

O âmâl sıkışmışlar vücud adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’atleri var, ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.

İşte bu elîm yolda nereye bir baş vurduk, onda bir bela bulduk. Zira mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalalet, o yolda nazar-endaz.

O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde ve meâdi hem Sâni’ ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.

Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara baş vurduk. Öyle halet almışız.

Ki yapılmış o halet hem havf ile dehşetten hem acz ile ra’şetten hem kalak ve vahşetten hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdansûz.

Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâ-esefâ görürüz

Ki âcize, zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hâcatın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâ-esefâ durmayıp bağırırlar, görürüz.

Sâlisen: İstimdadkârane, bir halâskârı için bağırır, çağırırız, ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:

Her bir şey bize düşman, her bir şey bizden garib. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakiki zevki vermez.

Râbian: Biz ecram-ı ulviyeye baktıkça onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş geliyor: Akılsûz, evhamsâz!

İşte ey birader! Bu dalaletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.

Tekrar yine geliriz. Bu kere tarîkımız sırat-ı müstakimdir hem imanın yoludur. Delil ve imamımız, inayet ve Kur’an’dır, şehbaz-ı edvar-pervaz.

İşte Sultan-ı ezel’in rahmet ve inayeti, vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete: Etvar üstünde perdaz.

Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.

Şu edvar ve etvarın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilat içindir ki kaderden bir emirname vermiş, sahifede cephemiz.

Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhuvvetkârane istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.

Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler hem de teşyi ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz.

Bak girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehadet âlemine: Şehrâyine-i Rahman, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız

Meşiet-i Rahman’dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?

Garib, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u iman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz

İstinadî noktamız hem himayetkârımız def’eder düşmanları. O iman-ı billahtır ki ziya-i ruhumuz hem nur-u hayatımız hem de ruh-u ruhumuz.

İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vaktâ vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad u fîzar ve âvâz.

Ondan belaya düştük. Zira âmâl, arzular, istidat ve hissiyat; daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fîzar ve niyaz.

Fakat elhamdülillah, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki daim hayat verir o istidat, âmâle; tâ ebedü’l-âbâda onları eder pervaz.

Onlara yol gösterir, o noktadan istidat hem istimdad ediyor hem âb-ı hayatı içer hem kemaline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü naz.

İkinci kutb-u iman ki tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî, o sadefin cevheri. İman bürhanı, Kur’an. Vicdan-ı insanî bir râz.

Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim her tarafa gülüyor, nâzenînane niyaz ve âvâz.

Görmez misin gözümüz arı-misal olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler, her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.

Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır, getirir; şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrarengiz şehbaz.

Harekât-ı ecrama ya nücum ya şümusa nazarımız kondukça ellerine verirler Hâlık’ın hikmetini. Hem mâye-i ibreti hem cilve-i rahmeti alır ediyor pervaz.

Güya şu güneş bizlerle konuşuyor, der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız, ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin, ben bir mumdar-ı şehnaz.

Ben de sizin gibiyim fakat safi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zat-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pür-nur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”

Yahu, bakın kamere! Yıldızlarla denizler her biri de kendine mahsus birer lisanla: “Ehlen sehlen merhaba!” derler. “Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?”

Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Her birisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelal’in birer âyinedarıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.”

Zelzele na’raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz u niyaz.

Sizi bize gönderen o Zat-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini. İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, her biri birer âvâz.

Ey mü’min-i kalbi hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler, onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.

Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî hem vaveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.

Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz…

Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceatı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecaz.

Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!”

Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.

Remzen onlar derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir halimiz, şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz.” Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-naz.

Güya bütün kâinat ulvi bir musikîdir, iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsâz.

Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.

Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi hem bir şedit elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıt olmuşuz.

Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad u fîzar dinlenmez.

Hüda ise şifadır; heva, iptal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz.

Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzara dayanılmaz, elem-i yeis çekilmez.

Demek, sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse o derece nisbeten şu halet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.

Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuç olan şaşaa-i medeni, bu dalaletten gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbaz.

Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nurani tarîkte bir haleti hissettik; o haletle oluyor hayat, maden-i lezzet. Âlâm, olur lezaiz.

Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir halet verir. Ceset ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.

Bir saadet-i âcile, vicdanda mündericdir; bir firdevs-i manevî, kalbinde mündemicdir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiar-ı râz.

Şimdi ne kadar kalp ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse lezzet ziyade olur hem de döner ateşi nur, şitası yaz.

Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpez namaz u niyaz.

Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah’a ısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız…

اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ۞ اٰمٖينَ

***

Anglikan Kilisesine Cevap

Bir zaman bîaman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle hem inkâr suretinde

Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde pek şematetkârane bir istifham ile dört şey sordu bizden.

Altı yüz kelime istedi. Şematetine karşı yüzüne “Tuh!” demek, desisesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da

Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:

“Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dini nedir?” Dedim: İşte Kur’an’dır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an. Der ikincisinde:

“Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: “Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim: فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ۞ قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?” Derim: “Hurmet-i riba hem vücub-u zekâtla. Buna dair şahidim: يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا da.

وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا ۞ وَاَقٖيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ

Der dördüncüsünde:

“İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Sa’y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.

Buna dair şahidim:

لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى ۞ وَالَّذٖينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلٖيمٍ

(Yüz mâşâallah bu cevaba.)

***

[1] * Hattâ tarihi نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلَالَىْ رَمَضَانَ çıkmış. Yani “Ramazanın iki hilâlinden doğmuş bir edep yıldızıdır.” (Bin üç yüz otuz yedi eder.)

[2] ** Bu kıta, onun imzasıdır.

[3] *** Her senede iki defa cisim tazelendiği için iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki bu tarihe kadar Said yaşayacak.

[4] **** Yirmi sene sonraki bu şimdiki hali, hiss-i kable’l-vuku ile hissetmiş.

[5] * Hakiki tesirden elini çeksin, icada karışmasın, demektir.

[6] * Bu dehşetli Harb-i Umumî neticesindeki vaziyete işaret eder. Belki İkinci Harb-i Umumî’den tam haber verir.

[7] * Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.

[8] * Bunda da bir işaret-i gaybiye var.

[9] * Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet beşer dinlemedi, İkinci Harb-i Umumî ile bu dehşetli silleyi de yedi.

[10] * Demek, daha dehşetli kusacak. Evet, iki harb-i umumî ile öyle kustu ki hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.

[11] * Bunda da bir ince işaret var.

[12] * Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz, zalim medeniyete bakıyor.

[13] * İktisat Risalesi’nin çekirdeğidir. Belki on sahife olan İktisat Risalesi’ni kable’l-vücud on satırda okumuş.

[14] * İstanbul’da Sanki Yedim namında bir mescid var. “Sanki yedim.” diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.

[15] * Tesettür Risalesi’nin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebep gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eylemiş.

[16] * Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak, nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.

[17] * Eski Harb-i Umumî’ye işaret eder.

[18] * Otuz beş sene evvel yazılan bu makam, bu sene yazılmış tarzını gösteriyor. Demek, ramazan bereketiyle yazdırılmış bir nevi ihbar-ı gaybîdir.

[19] * On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.