Gönüller Fatihi Büyük Üstada

Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin, Risale-i Nur hakkında yazdığı bir manzumesidir.

Gönüller Fatihi Büyük Üstada

Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad

Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd

İlhamıma can geldi beraet haberinle

Mü’minleri şâd eyleyen ulvi zaferinle

Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar

Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar

Milyonların imanını kurtardı cihadın

Par par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın

Coşturmada imanları, binlerle vecizen

Tarihini kudsî heyecanlarla süzerken

İlhamımı mest etti tecella-yı cemalin

“Fatih” gibi rehberleri andırmada halin

Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde

Her anı ölümler dolu tazyikin önünde

Dünyalara dehşet salıyor sendeki iman

Sarsılmayan imanına düşman bile hayran

Rehber sana zira “Yüce Peygamberimiz”dir

Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir

Kur’an-ı Kerîm’in ezelî feyzine erdin

İnsanlığa, iman ve kemal dersini verdin

Ey başlara cennetlerin ufkundan inen taç

Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç

Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden

“Allah”a giden Nurcuların rehberisin sen

Milyonları derya gibi coşturmada “Sözler”

Cennetteki âlemleri seyretmede gözler

Hikmet dolu her cümlede, Kur’an’daki nur var

Her lem’ada, bin bir güneşin huzmesi çağlar

“Nur yolcusu” insanlığa örnek olacaktır

Kudsî heyecanlarla, gönüller dolacaktır

Mefkûresi, günden güne erdikçe kemale

Gark olmada iç âlemi, en tatlı visale

Coştukça denizler gibi kalbindeki iman

Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur’an

Âzadedir İslâm’ı saran tehlikelerden

Davası temiz çünkü siyasî lekelerden

Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır

Vicdanları mest eyleyen ulvi sesi vardır

Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller

Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler

Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nur

Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur

Kur’an seni teyid ediyor mu’cizelerle

Ey şanlı gönül fatihi hiç durmadan ilerle

Tarih-i hayatın doludur hârikalarla

Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla

Manzume-i şemsiyeyi temsil ediyorsun

Heybetli fezalarda hız almış gidiyorsun

İmanlı nesiller seni takip edecektir

Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir

Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla

Milyonları aşmış bütün evlatlarınızla

Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem

Vasfeyleyemez aşkımı, şiirimdeki nâlem!

Ali Ulvi

***

 

(Bu mektup, on iki sene evvel yazılmış ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında dercedilmiş bir mektuptan bir parçadır.

Risale-i Nur’un bu vatan ve millete kazandırdığı büyük ve çok mukaddes iki neticeyi beyan etmesi, filhakika aynen bu iki neticenin tezahürü bu memlekette ve âlem-i İslâm’da görülmüş olması dolayısıyla bu mektup çok ehemmiyetlidir.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halâskârı olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlup eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-i Nur, bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.

İkincisi: Âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıtası’nın hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.

Bu memleketin vatan-perver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tabederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki bu iki belaya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acib inkılab ve infilaklarda bu mübarek vatan, Kur’an’ını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?

Said Nursî

***

Hakikat Çekirdekleri

Hakikat Çekirdekleri

Otuz beş sene evvel tabedilen “Hakikat Çekirdekleri” namındaki risaleden vecizelerdir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ

1- Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur’an’dır.

2- Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı tâli’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâm’dır.

3- Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır.

4- Haşirde bütün zevi’l-ervahın ihyası, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zatiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda meratib olamaz, her şey ona nisbeten birdir.

5- Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.

6- Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.

7- Kâinatın telifinde öyle bir i’caz var ki bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لَا قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ diyeceklerdir.

8- Esbaba tesir-i hakiki verilmemiş, vahdet ve celal öyle ister. Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zahirde dest-i kudret, mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin.

9- Mahall-i taalluk-u kudret olan her şeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir.

10- Âlem-i şehadet, avâlimü’l-guyub üstünde tenteneli bir perdedir.

11- Bir noktayı tam yerinde icad etmek için bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın her bir harfinin, bâhusus zîhayat her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.

12- Meşhurdur ki: Hilâl-i iyd’e bakarlardı. Kimse bir şey görmedi. İhtiyar bir zat yemin ederek “Hilâli gördüm.” dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede? Kamer nerede? Harekât-ı zerrat nerede? Fâil-i teşkil-i enva nerede?

13- Tabiat, misalî bir matbaadır, tâbi’ (طابع) değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil.

14- Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir.

15- Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der: “Ben sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelanlar, iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.

16- Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı kamer, bir mu’cize-i Ahmediye (asm) olduğu gibi mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i kübra-yı Ahmediyedir ki nübüvvetinin velayeti bu keramet-i bâhire ile ispat edilmiştir. Ve o parlak zat, berk ve kamer gibi melekûtta şule-feşan olmuştur.

17- Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahittir. Birincisi, ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi, birincisine bürhan-ı innîdir.

18- Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevk eder. Hayat, bir şeyi her şeye mâlik eder.

19- Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş; kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa şuuru başından indirse yine lâyemut bir kanun olurdu.

20- Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır.

21- Nasraniyet, ya intıfa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakiki Nasraniyet’in esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır.

İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

22- Cumhur-u avamı, bürhandan ziyade, me’hazdeki kudsiyet imtisale sevk eder.

23- Şeriatın yüzde doksanı –zaruriyat ve müsellemat-ı diniye– birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez.

Kitaplar ve içtihadlar Kur’an’a dürbün olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı!

24- Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri edemez.

25- Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid’attır, reddedilir.

26- İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

27- Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü ediyor. Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib istinsah ediyor. İn’ikas, ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuraninin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da gayrı da değildir.

28- Şems, hareket-i mihveriyesiyle silkinse meyveleri düşmez; silkinmezse yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.

29- Nur-u fikir, ziya-yı kalp ile ışıklanıp mezcolmazsa zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzii (Hâşiye[1]) leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi fikret-i beyzada süveyda-i kalp bulunmazsa basîretsizdir.

30- İlimde iz’an-ı kalp olmazsa cehildir. İltizam başka, itikad başkadır.

31- Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir.

32- Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.

33- Bir şeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüzünün ademiyle olduğundan zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor, müsbet yerine menfîce hareket ediyor.

34- Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.

35- Zulüm, başına adalet külahını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bağy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.

36- Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır.

37- Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.

38- Zaman gösterdi ki cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil.

39- Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet iken tahakküm ve tekebbüre sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avamın fakrı sebeb-i merhamet ve ihsan iken esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

40- Bir şeyde mehasin ve şeref hasıl oldukça havassa peşkeş ederler, seyyiat olsa avama taksim ederler.

41- Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.

42- Bütün ihtilalat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki kelimedir:

Birinci Kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!”

İkinci Kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.”

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki o da vücub-u zekâttır.

İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır.

Adalet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya “Yasaktır, girmeye hakkın yoktur!” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişini yemeden dinlemeli!

43- Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez.

44- Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adâvetidir.

45- Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maâsiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebir ve İtizal, burada barışırlar.

46- Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cez’a iltica etmemek gerektir.

47- Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir.

48- Öyle zaman olur ki bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur. (Hâşiye[2]) Öyle şerait tahtında olur ki küçük bir hareket, insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır ve öyle hal olur ki küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.

49- Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalata müreccahtır.

لَا يَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلُ كُلِّ صِدْقٍ

Her sözün doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek, doğru değil.

50- Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

51- İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir.

52- Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini, yekvücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi; âlem-i İslâm’ın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını hârikulâde tacil etti.

53- Hristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

54- Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır.

55- Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.

56- Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder; hurafata kapı açar.

57- İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir.

58- Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana mal eder.

59- Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.

60- İhya-yı din, ihya-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır.

61- Nev-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâekall ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:

1- Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni tecavüzdür.

2- Hedef-i kasdı menfaattir. O ise şe’ni tezahümdür.

3- Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni tenazudur.

4- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni müthiş tesadümdür.

5- Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmindir. O heva ise insanın mesh-i manevîsine sebeptir.

Şeriat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır ki şe’ni, adalet ve tevazündür.

Hedefi de menfaat yerine fazilettir ki şe’ni, muhabbet ve tecazübdür.

Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki şe’ni, samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı, yalnız tedafüdür.

Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki şe’ni, ittihat ve tesanüddür.

Heva yerine hüdadır ki şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.

Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun.

62- Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder. Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir.

63- Şehit kendini hay bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor.

64- Adalet-i mahza-i Kur’aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık ile öyle insan olur ki ihtirasına mani her şeyi, hattâ elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

65- Havf ve zaaf, tesirat-ı hariciyeyi teşci eder.

66- Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.

67- Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.

68- Deli adama “İyisin! İyisin!” denilse iyileşmesi, iyi adama “Fenasın! Fenasın!” denilse fenalaşması nadir değildir.

69- Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

70- İnadın işi, şeytan birisine yardım etse “Melektir.” der, rahmet okur; muhalifinde melek görse “Libasını değiştirmiş şeytandır.” der, lanet eder.

71- Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse dert getirir.

72- اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتٖى فٖيهَا التَّسَانُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرٖيكِ السَّكَنَاتِ وَالْجَمَاعَةُ الَّتٖى فٖيهَا التَّحَاسُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكٖينِ الْحَرَكَاتِ

73- Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem’ ve zam, kesir darbı gibi küçültür. (Hâşiye[3])

74- Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.

75- İmanî meselelerde şüphe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da medlûle îras-ı zarar edemez. Çünkü binler delil var.

76- Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.

77- Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan bazen hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak” demeli “Hüve’l-hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli “Hüve’l-hasen” dememeli.

78- Cennet olmazsa cehennem tazip etmez.

79- Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor, rumuzu tavazzuh ediyor. Nur, nâr göründüğü gibi; bazen şiddet-i belâgat dahi mübalağa görünür.

80- Hararetteki meratib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Kudret-i ezeliye zatiyedir, lâzımedir, zaruriyedir; acz tahallül edemez, meratib olamaz, her şey ona nisbeten müsavidir.

81- Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor.

82- Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.

83- İnsanlarda veli, cumada dakika-i icabe, ramazanda Leyle-i Kadir, esma-i hüsnada ism-i a’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.

84- Dünyada masiyetin âkıbeti, ikab-ı uhrevîye delildir.

85- Rızık, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızık; gayr-ı muhassal, tedricî münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm vesaire suretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.

86- Âkilü’l-lahm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir hem rûy-i zemini temizliyorlar hem rızıklarını buluyorlar.

87- Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.

88- Lezaiz çağırdıkça sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan “Sanki Yedim” namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.

89- Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.

90- Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş lezaiz, “Âh vâh!” dedirtir. “Âh!” müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm “Oh!” dedirtir. O “Oh!” muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

91- Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur.

92- Derece-i hararet gibi her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflense şişer, merak edilse ikileşir; kalpteki misali, hayali, hakikate inkılab eder; o da kalbi döver.

93- Her adam için heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün.

İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.

94- Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur; kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur. Bir ulü’l-emrin makamındaki ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir. Hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti tevazudur.

Fert mütekellim-i vahde olsa müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefis eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefis edemez.

95- Tertib-i mukaddimatta “tefviz” tembelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattir, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.

96- Evamir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur.

Mesela, sabrın mükâfatı zaferdir, ataletin mücazatı sefalettir, sa’yin sevabı servettir, sebatın mükâfatı galebedir. Müsavatsız adalet, adalet değildir.

97- Temasül tezadın sebebidir. Tenasüp tesanüdün esasıdır. Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir. Merak ilmin hocasıdır.

98- Kudret-i Fâtıra, ihtiyaç ile hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan bütün hayvanatı gemlendirip nizama sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halâs edip hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir.

99- Sıkıntı, sefahetin muallimidir. Yeis, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalp, ruh sıkıntısının menbaıdır.

100- اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ بِالتَّهَوُّسِ تَرَجَّلَ النِّسَاءِ بِالتَّوَقُّحِ

Bir meclis-i ihvana güzel bir karı girdikçe riya, rekabet, hased damarı intibah eder. Demek inkişaf-ı nisvandan, medeni beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.

101- Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir.

102- Memnû heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir ya bir heves-i mütecessim veya bir riya-yı mütecessiddir.

103- İslâmiyet’in müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dâhiline girmiş zatta; meylü’t-tevsi, meylü’t-tekemmüldür. Lâkaytlık ile haricde sayılan zatta meylü’t-tevsi, meylü’t-tahriptir. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır.

Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir.

104- Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.

105- Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse yıldızları zerrat ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.

106- Şeriat ikidir:

Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.

İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki bazen yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melaike bir ümmet-i azîmedir ki sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin hamelesi ve mümessili ve mütemessilleridirler.

107- اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَبٖينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ الْاِنْسَانِ تَرٰى سِرًّا عَجٖيبًا اِنَّ الْاِنْسَانَ كَصُورَةِ يٰسٓ كُتِبَ فٖيهَا سُورَةُ يٰسٓ

108- Maddiyyunluk manevî taundur ki beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı. Telkin ve tenkit kabiliyeti tevessü ettikçe o taun da tevessü eder.

109- En bedbaht en muzdarip en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira atalet, ademin biraderzadesidir; sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.

110- Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef’i, beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâm’a zarar-ı mutlaktır, mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise hürmetsiz ve ismetsizdir.

111- Cumada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvi ihtar eder. Hadîs ile âyet muvazene edilse görünür ki beşerin en beliği dahi âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa göz, göz olmaz.

[2] Hâşiye: Sırp bir neferin Avusturya Veliahdine attığı bir tek gülle, Eski Harb-i Umumî’yi patlattırdı; otuz milyon nüfusun mahvına sebep oldu.

[3] Hâşiye: Hesapta malûmdur ki darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’, bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur; yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz

İşarat-ı Gaybiye Hakkında Bir Takriz

İmam-ı Ali radıyallahu anhın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında dercedilen İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiplerine geri iade edilmiştir.

İmam-ı Ali’nin (ra) Celcelutiye’de, Risale-i Nur hakkındaki üç kerametinden bir kerametinin sekiz remzinden Yedinci ve Sekizinci Remz’in bir parçasıdır. Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasının yüz yirmi beşinci sahifesinden, yüz otuzuncu sahifesine kadar olan kısımda mündericdir.

Yedinci Remiz

Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh nasıl ki

وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ

وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلٰهَنَا

وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ

حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ

وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ

diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâ’ya işaret etmiş, öyle de aynı fıkra ile âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’a’ya dahi işaret eder.

İkinci fıkrasıyla ism-i a’zam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlerini gayet âlî bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’a’yı takip eyleyen Otuzuncu Lem’a namında Altı Nükte-i Esma Risalesi’ne بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde, Risale-i Esma’yı takip eden Otuz Birinci Lem’a’nın Birinci Şuâ’ı olarak, otuz üç âyet-i Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını kaydedip hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelimesiyle işaret edip der-akab وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ kelâmıyla dahi Risale-i Hurufiye’yi takip eden ve El-Âyetü’l-Kübra’dan ve başka Resail-i Nuriyeden terekküp eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve Asâ-yı Musa gibi dalaletin ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.

Evet وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى kelimesiyle Yedinci Şuâ’ya işareti, kuvvetli karineler ile ispat edildiği gibi aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nur’un âyet-i kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem’eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ya bu kelâm “müstetbeatü’t-terakib” kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor. Öyle ise Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder, diyebiliriz.

Hem sair işaratın karinesiyle hem Mektubattan sonra Lem’alara başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek Lem’aların en parlağının telifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için mana-yı mecazî ve mefhum-u işarî ile Hazret-i Ali radıyallahu anh kendi lisanını, büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ yani “Yâ Rab! Beni kurtar. Eman ve emniyet ver.” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde telif edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm, zımnî ve işarî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh dahi bundan ona işaret eder.

Hem Otuzuncu Lem’a namında ve altı nükte olan Risale-i Esma’ya bakarak بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى deyip sair işaratın karinesiyle hem Yirmi Dokuzuncu Lem’a’ ya takip karinesiyle hem ikisinin isimde ve esma lafzına tevafuk karinesiyle hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi, onun telifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mana-yı mecazî cihetinde, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh lisanıyla kendine dua olan وَبِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ yani “İsm-i a’zam olan o Esma Risalesi’nin bereketiyle, beni teşettütten perişaniyetten hıfzeyle yâ Rabbi!” meali; tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm mecazî delâlet ve İmam-ı Ali radıyallahu anh ise gaybî işaret eder diyebiliriz.

Hem madem Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor.

Ve madem Kur’an itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabıyla, Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir.

Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle Risale-i Nur; Celcelutiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.

Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkiye lâyıktır ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.

Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, Siracünnur’dan zahir bir surette haber verdiğinden sonra ikinci derecede, perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, risalelerdeki aynı tertip, aynı makam aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın işaret ettiğini ispat eylemiş.

Ve madem başta

بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّٰهِ رُوحٖى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ

risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesi’ne baktığı gibi; Kasem-i Câmi-i Muazzama’nın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem’alara ve Şuâlara; hususan bir âyet-i kübra-yı tevhid olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Hârika-i Arabiye ve Risale-i Esma-i Sitte ve Risale-i İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Musa gibi dalaletlerin bütün manevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada Âyetü’l-Kübra namını alan risale-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor.

Ve madem bir tek meselede bulunan emareler ve karineler, meselenin vahdeti haysiyetiyle birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir.

Elbette bu yedi adet esaslara istinaden deriz:

Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubattan bir kısmına ve Lem’alardan en mühimlerine tertiple bakmış; öyle de بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنٖى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle, Otuzuncu Lem’a’ya, yani müstakil Lem’aların en son olan Esma-i Sitte Risalesi’ne, tahsin ederek bakıyor.

Ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’a’yı takip eden İşarat-ı Huruf-u Kur’aniye Risalesi’ni takdir edip işaretle tasdik ediyor.

وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde asâ-yı Musa gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senakârane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâ-perva hükmediyoruz ki:

Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh hem Risale-i Nur’dan hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakiki ve mecazî ile işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum.

Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Mesela, yirmi dokuz ve otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i ta’dadda, Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimler ile; başta Sözlerin başı olan Birinci Söz’e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de fakat çok güzeldir ve letafetlidir.

Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlahiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir.

Ben kasemle temin ederim ki Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler şükrolsun ki kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattir ve dehşetli bir hasarettir.

İşte bu halet-i ruhiye ile yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latîf bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:

Celcelutiye, Süryanîce bedî’ demektir ve bedî’ manasındadır. İbareleri bedî’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı, benim değildi; belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakiki sahibine iade edilmiş.

Demek, Süryanîce bedî’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan, bedîü’l-beyan ve bedîü’z-zaman olan Risale-i Nur’un hem ibare hem mana hem isim noktalarıyla bedî’liğine münasebettarlığı ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

Sekizinci Remiz

Sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’an’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın (ks) teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zatın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevap: Malûmdur ki bazı vakit olur, bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Mesela, bir dakikada şehit olan bir adam, bir velayet kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

İşte aynen öyle de Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi zamanın ehemmiyetinden hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeair-i Ahmediyeye (asm) ettiği tahribatın dehşetinden hem bu âhir zamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki: Kur’an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (ks) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.

Risale-i Nur bu vazifeyi, en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde –hizmet-i imaniye itibarıyla– âdeta birer gizli kutub gibi mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi kuvve-i maneviyeyi, ehl-i imanın kalplerine verip mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.

Eğer bir muannid tarafından denilse: “Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bu umum mecazî manaları irade etmemiş.”

Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh irade etmezse fakat kelâmı delâlet eder ve karinelerin kuvvetiyle, işarî ve zımnî delâletle manaları içine dâhil eder.

Hem madem o mecazî mana ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın, böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa; Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle hakiki sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anhın üstadı olan Peygamber-i Zîşan aleyhissalâtü vesselâmın küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelal’inin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.

Bu hususta kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki: Müşkülat-ı azîme içinde, El-Âyetü’l-Kübra’nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâ’yı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi haletlerimde, inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte –hiç hatırıma gelmediği halde– birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şüphe bırakmadı ki bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi Rabb-i Rahîm’in bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.

Said Nursî

***

Yirmi Dokuzuncu Mektup

Yirmi Dokuzuncu Mektup

Yirmi Dokuzuncu Mektup dokuz kısımdır.

Bu kısım Birinci Kısım’dır

Dokuz nüktedir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede pek ciddi bir arkadaşım!

Bu defaki mektubunda, vaktim ve halim müsaade etmediği mühim bir meseleye dair cevap istiyorsun.

Kardeşim, bu sene elhamdülillah risaleleri yazanlar pek çoğalmış. İkinci tashih bana geliyor. Sabahtan akşama kadar süratli bir tarzda meşgul oluyorum. Çok mühim işlerim de geri kalıyor ve bu vazifeyi daha azîm görüyorum. Hususan şaban ve ramazanda, akıldan ziyade kalp hissedardır, ruh hareket eder. Şu mesele-i azîmeyi başka vakte ta’lik edip ne vakit Cenab-ı Hakk’ın rahmetinden kalbe sünuhat gelse tedricen size yazılır. Şimdilik üç nükteyi (Hâşiye[1]) beyan edeceğim:

Birinci Nükte

“Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir.

Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”

Evet, zaman geçtikçe Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder, demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i salihînin beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur’aniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler.

Kur’an عَرَبِىٌّ مُبٖينٌ fermanıyla manası vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ, Cenab-ı Hakk’ı tekzip ve Hazret-i Risalet’in fehmini tezyif etmek çıkar.

Demek, maânî-i mensusa müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur’an’ı muan’an senet ile müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.

İkinci Taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’an-ı Hakîm’in –senin tabirinle– birer polat kalesi hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler, hâşâ hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar.

İkinci Nükte

Cenab-ı Hak, Kur’an’da çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var.

Mesela وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا da kasem, On Birinci Söz’deki muhteşem temsilin esasına işaret eder. Kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir.

Hem يٰسٓ ۞ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ deki kasem ile i’cazat-ı Kur’aniyenin kudsiyetini ve ona kasem edilecek bir derece-i hürmette olduğunu ihtar eder.

وَ النَّجْمِ اِذَا هَوٰى ۞ فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ ۞ وَاِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظٖيمٌ deki kasem, yıldızların sukutuyla vahye şüphe îras etmemek için cin ve şeytanların gaybî haberlerden kesilmelerine alâmet olduğuna işaret etmekle beraber, yıldızları dehşetli azametleriyle ve kemal-i intizam ile yerlerine yerleştirmek ve seyyaratları hayret-engiz bir surette döndürmekteki azamet-i kudret ve kemal-i hikmeti, o kasem ile ihtar ediyor.

وَالذَّارِيَاتِ ۞ وَالْمُرْسَلَاتِ daki kasemde, havanın temevvücatı ve tasrifatı içinde mühim hikmetleri ihtar etmek için rüzgârlara memur melaikelere kasem ile nazar-ı dikkati celbediyor ki tesadüfî zannolunan unsurlar, çok nazik hikmetleri ve ehemmiyetli vazifeleri görüyorlar ve hâkeza… Her bir mevkiin, ayrı ayrı nüktesi ve faydası vardır.

Vakit müsait olmadığı için yalnız icmalen وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ kasemindeki çok nüktelerinden bir nükteye işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip şükür ve fikir ve iman ve amel-i salih ile tâ a’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi’ olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır.

Çünkü hayat-ı içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil ettiği gibi; incirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp dercetmek gibi bir hârika mu’cize-i kudreti gösterdiği gibi; taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere muhalif olarak devamında ve daha sair menafiindeki nimet-i İlahiyeyi kasem ile hatıra getiriyor. Buna mukabil, insanı iman ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i safilîne düşürmemek için bir ders veriyor.

Üçüncü Nükte

Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlahî bir şifredir. Has abdine, onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hastadır hem onun veresesindedir. Kur’an-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi’ çok mütenevvi vücuhları, manaları olabilir. Selef-i Salihîn ise en hâlis parça onlarındır ki beyan etmişler. Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelat-ı gaybiye işaratını onlarda bulmuşlar. İşaratü’l-İ’caz tefsirinde “El-Bakara” Suresi’nin başında, i’caz-ı belâgat noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin.

Dördüncü Nükte

Kur’an-ı Hakîm’in hakiki tercümesi kabil olmadığını Yirmi Beşinci Söz ispat etmiştir. Hem manevî i’cazındaki ulviyet-i üslup ise tercümeye gelmez. Manevî i’cazında olan ulviyet-i üslup cihetinden gelen zevk ve hakikati beyan ve ifham etmek pek müşkül. Fakat yolu göstermek için bir iki cihete işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan

وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ ۞ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمٖينِهٖ ۞ يَخْلُقُكُمْ فٖى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فٖى ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ۞ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فٖى سِتَّةِ اَيَّامٍ ۞ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهٖ ۞ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ ۞ يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ وَ هُوَ عَلٖيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

gibi âyetlerle, o derece hârika bir ulviyet-i üslup ve i’cazkârane bir cemiyet içinde hallakıyetin hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki:

“Sâni’-i âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiç ile yerlerine çakıyorsa; aynı çekiç ile aynı anda zerreleri yerlerine –mesela, zîhayatların göz bebeklerinde– yerleştiriyor. Semavatı hangi ölçü ile hangi manevî âlet ile tertip edip açıyorsa; aynı anda, aynı tertip ile gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni’-i Zülcelal manevî kudretin hangi manevî çekici ile yıldızları göklere çakıyorsa aynı o manevî çekiç ile beşerin simasındaki hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zahirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor.” diye ifade eder.

Demek, o Sâni’-i Zülcelal iş başında… İşlerini hem göze hem kulağa göstermek için âyât-ı Kur’aniye ile bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor; merkezine çakar gibi ulvi üslup ile vahdaniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celali nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs’ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu’diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telakki edilen cem’-i ezdadın en uzak mertebesini, vâcib derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir.

İşte bu tarz ifadesi ve üslubudur ki en hârika edibleri, belâgatına secde ettiriyor.

Hem mesela

وَمِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِهٖ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ

âyetiyle, şöyle bir üslub-u âlî ile saltanat-ı rububiyetindeki haşmeti gösterir. Şöyle ki:

“Gökler ve zemin; iki mutî kışla hükmünde ve iki muntazam ordu merkezi suretinde tek bir emirle veya boru gibi bir işaretle, o iki kışlada fena ve adem perdesinde yatan mevcudat, o emre kemal-i süratle ve itaatle “Lebbeyk!” deyip meydan-ı haşir ve imtihana çıkarlar.”

İşte haşir ve kıyameti ne kadar mu’cizane bir üslub-u âlî ile ifade edip ve o davanın içinde bir delil-i iknaîye işaret ediyor ki:

Bilmüşahede nasıl ki zeminin cevfinde saklanmış ve ölmüş hükmündeki tohumlar ve cevv-i semada, ademde ve küre-i havaiyede dağılmış, saklanmış katreler; nasıl kemal-i intizam ve süratle haşrolup her baharda meydan-ı tecrübe ve imtihana çıkıyorlar; zeminde hububat, semada katarat her vakit bir mahşer-nümun suretini alırlar; öyle de haşr-i ekber dahi öyle kolay zuhur eder. Madem bunu görüyorsunuz, onu dahi inkâr edemezsiniz ve hâkeza… Şu âyetlere, sair âyâttaki derece-i belâgatı kıyas edebilirsiniz.

Acaba, şu tarzdaki âyâtın hakiki tercümesi mümkün müdür? Elbette değildir! Olsa olsa ya kısa bir meal-i icmalî veya âyetin her cümlesi için beş altı satır tefsir yazmak lâzım gelir.

Beşinci Nükte

Mesela اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ bir cümle-i Kur’aniyedir. Bunun en kısa manası, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur:

كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَحْمُودٍ وَقَعَ مِنَ الْاَزَلِ اِلَى الْاَبَدِ خَاصٌّ وَمُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّٰى بِاللّٰهِ

Yani “Ne kadar hamd ve medih varsa kimden gelse kime karşı da olsa ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a ki Allah denilir.”

İşte “ne kadar hamd varsa” “el-i istiğrak”tan çıkıyor. “Her kimden gelse” kaydı ise “hamd” masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef’ulün terkinde, yine makam-ı hitabîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor. “Ezelden ebede kadar” kaydı ise fiilî cümlesinden ismî cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için o manayı ifade ediyor. “Has ve müstahak” manasını “lillah”taki “lâm-ı cer” ifade ediyor. Çünkü o “lâm” ihtisas ve istihkak içindir. “Zat-ı Vâcibü’l-vücud” kaydı ise vücub-u vücud, uluhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zat-ı Zülcelal’e karşı bir unvan-ı mülahaza olduğundan “lafzullah” sair esma ve sıfâta câmiiyeti ve ism-i a’zam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi; Vâcibü’l-vücud unvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.

İşte اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mana-yı zahirîsi şöyle olursa başka bir lisana o i’caz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?

Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî Arabî’den başka bir tek lisan var, o da hiçbir vakit Arap lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi’ ve i’cazdarane olan lisan-ı nahvî ile mu’cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ı Kur’aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir?

Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki: Her bir harf-i Kur’an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazen bir tek harf, bir sahife kadar hakikatleri ders verir.

Altıncı Nükte

Bu manayı tenvir için kendi başımdan geçmiş nurlu bir hali ve hakikatli bir hayali söylüyorum. Şöyle ki:

Bir vakit اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sîgasından نَعْبُدُ sîgasına intikalin sebebini kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki:

Namaz kıldığım o Bayezid Camii’ndeki cemaatle iştirakimi ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve davalara birer şahit ve birer müeyyid gördüm. Nâkıs ubudiyetimi, o cemaatin büyük ve kesretli ibadatı içinde dergâh-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi.

Birden bir perde daha inkişaf etti: Yani İstanbul’un bütün mescidleri ittisal peyda etti. O şehir, o Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim.

Onda dahi rûy-i zemin mescidinde, Kâbe-i Mükerreme etrafında dairevî saflar içinde kendimi gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kâbe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek o safları işhad edip tahiyyatta getirdiğim اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ olan imanın tercümanını mübarek Hacerü’l-Esved’e tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki: Dâhil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:

Birinci Daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidîndeki cemaat-i uzma.

İkinci Daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrada, bir tesbihat-ı uzmada, her taife kendine mahsus salavat ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. “Vezaif-i eşya” tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin unvanlarıdır. O halde “Allahu ekber” deyip hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:

Üçüncü bir daire içinde, hayret-engiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki zerrat-ı vücudiyemden tâ havass-ı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latîfe-i Rabbaniyem اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-i uzmayı niyet ederek demişti.

Elhasıl نَعْبُدُ nun’u, şu üç cemaate işaret ediyor.

İşte bu halette iken birden Kur’an-ı Hakîm’in tercümanı ve mübelliği olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın, Medine-i Münevvere denilen manevî minberinde, şahsiyet-i maneviyesi, haşmetiyle temessül ederek يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ hitabını, manen herkes gibi ben de işitip; o üç cemaatte herkes benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ ile mukabele ediyor tahayyül ettim. اِذَا ثَبَتَ الشَّىْءُ ثَبَتَ بِلَوَازِمِهٖ kaidesince, şöyle bir hakikat fikre göründü ki:

Madem bütün âlemlerin Rabb’i, insanları muhatap ittihaz edip umum mevcudatla konuşur ve şu Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hitab-ı izzeti, nev-i beşere belki umum zîruha ve zîşuura tebliğ ediyor. İşte bütün mazi ve müstakbel, zaman-ı hazır hükmüne geçti; bütün nev-i beşer bir mecliste, safları muhtelif bir cemaat şeklinde olarak o hitap, o suretle onlara ediliyor.

O vakit her bir âyât-ı Kur’aniye; gayet haşmetli ve vüs’atli bir makamdan, gayet kesretli ve muhtelif ve ehemmiyetli muhatabından, nihayetsiz azamet ve celal sahibi Mütekellim-i Ezelî’den ve makam-ı mahbubiyet-i uzma sahibi Tercüman-ı Âlîşanından aldığı bir kuvvet, ulviyet, cezalet ve belâgat içinde; parlak hem pek parlak bir nur-u i’cazı içinde gördüm.

O vakit, değil umum Kur’an; ya bir sure, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

O ayn-ı hakikat olan hayalden نَعْبُدُ nun’una girdiğim gibi çıktım ve anladım ki: Kur’an’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki Nun-u Na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.

Kalp ve hayal, o Nun-u Na’büdü’den çıktıktan sonra, akıl karşılarına çıktı, dedi: “Ben de hisse isterim. Sizin gibi uçamam. Ayaklarım delildir, hüccettir. Aynı نَعْبُدُ ve نَسْتَعٖينُ de Mabud ve Müstean olan Hâlık’a giden yolu göstermek lâzımdır ki sizin ile gelebileyim.”

O vakit kalbe şöyle geldi ki: De o mütehayyir akla:

Bak kâinattaki bütün mevcudata; zîhayat olsun, camid olsun, kemal-i itaat ve intizam ile vazife suretinde ubudiyetleri var. Bir kısmı şuursuz, hissiz oldukları halde, gayet şuurkârane, intizam-perverane ve ubudiyetkârane vazife görüyorlar. Demek bir Mabud-u Bi’l-hak ve bir Âmir-i Mutlak vardır ki bunları ibadete sevk edip istihdam ediyor.

Hem bak, bütün mevcudata, hususan zîhayat olanlara; her birinin gayet kesretli ve gayet mütenevvi ihtiyacatı var ve vücud ve bekasına lâzım pek kesretli, muhtelif matlubları var; en küçüğüne elleri ulaşmaz, kudretleri yetişmez. Halbuki o hadsiz matlabları, ummadığı yerden, vakt-i münasipte, muntazaman onların ellerine veriliyor ve bilmüşahede görünüyor.

İşte şu mevcudatın bu hadsiz fakr u ihtiyacatı ve bu fevkalâde ianat-ı gaybiye ve imdadat-ı Rahmaniye bilbedahe gösterir ki: Bir Ganiyy-i Mutlak ve Kerîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan bir hâmi ve râzıkları vardır ki her şey ve her zîhayat ondan istiane eder, meded bekliyor. Manen اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ der.

O vakit akıl “Âmennâ ve saddaknâ” dedi.

Yedinci Nükte

Sonra o halde اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ۞ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nurani, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, salihîn kafilelerini gördüm ki istikbal zulümatını dağıtıp ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor.

Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nurani kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre miktar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَةٌ وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ulemaü’s-sû tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ulema-i sûu aldatmıştır.

Mesela, nasıl ki bir hayvanın veyahut bir meyvenin derisi soyulsa muvakkat bir zarafet gösterir fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabani ve paslı ve kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, taaffün eder.

Öyle de şeair-i İslâmiyedeki tabirat-ı Nebeviye ve İlahiye, hayattar ve sevaptar bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak –bir derece– görünür fakat ciltten cüda olmuş bir meyve gibi o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalp ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider; nur uçar, dumanı kalır. Her ne ise…

Sekizinci Nükte

Buna dair bir düstur-u hakikati beyan etmek lâzım. Şöyle ki:

Nasıl hukuk-u şahsiye ve bir nevi hukukullah sayılan hukuk-u umumiye namıyla iki nevi hukuk var; öyle de mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibarıyla taalluk eder ki onlara şeair-i İslâmiye tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür.

O şeairin en cüz’îsi –sünnet kabîlinden bir meselesi– en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâm’a taalluk ettiği gibi; asr-ı saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâm’ın bağlandığı o nurani zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!..

Dokuzuncu Nükte

Mesail-i şeriattan bir kısmına taabbüdî denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.

Bir kısmına makulü’l-mana tabir edilir. Yani bir hikmet ve bir maslahatı var ki o hükmün teşriine müreccih olmuş fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakiki illet, emir ve nehy-i İlahîdir.

Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de “Şeairin faydası, yalnız malûm mesalihtir.” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise çok hikmetlerinden bir faydası olabilir.

Mesela biri dese: “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfek atmak kâfidir.” Halbuki o divane bilmez ki binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi, o maslahatı verse acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilan-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?

Elhasıl, cehennem lüzumsuz değil, çok işler var ki bütün kuvvetiyle “Yaşasın cehennem!” der. Cennet dahi ucuz değildir, mühim fiyat ister.

لَا يَسْتَوٖٓى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَٓائِزُونَ … الخ

***

 

İkinci Risale Olan İkinci Kısım

Ramazan-ı şerife dairdir

Birinci kısmın âhirinde şeair-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem olan ramazan-ı şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir.

Bu İkinci Kısım, ramazan-ı şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden dokuz nüktedir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَ الْفُرْقَانِ

Birinci Nükte

Ramazan-ı şerifteki savm, İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i İslâmiyenin a’zamlarındandır.

İşte ramazan-ı şerifteki orucun çok hikmetleri hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine hem insanın hayat-ı içtimaiyesine hem hayat-ı şahsiyesine hem nefsin terbiyesine hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenab-ı Hakk’ın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün enva-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazen unutuyor.

Ramazan-ı şerifte ise ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın “Buyurunuz!” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmaniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvi ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İkinci Nükte

Ramazan-ı mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Söz’de denildiği gibi bir padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak, nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi Cenab-ı Hak hadsiz enva-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz; hattâ müstahak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakiki, o esbabdan hadsiz derecede o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır.

İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç, hakiki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakiki açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, ramazan-ı şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle “O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür değilim, demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye nimeti nimet bilir, bir şükr-ü manevî eder.

İşte bu suretle oruç, çok cihetlerle, hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

Üçüncü Nükte

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefis-perest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir.

Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.

Dördüncü Nükte

Ramazan-ı şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfe-mâyeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise bütün bütün gasıbane, hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte ramazan-ı şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakiki vazifesi olan şükre girer.

Beşinci Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi lâyemutane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlık’ını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte ramazan-ı şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise…

Altıncı Nükte

Ramazan-ı şerifin sıyamı, Kur’an-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve ramazan-ı şerif, Kur’an-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur’an-ı Hakîm, madem şehr-i ramazanda nüzul etmiş; o Kur’an’ın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı, hüsn-ü istikbal etmek için ramazan-ı şerifte nefsin hâcat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur’an’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’an’ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, ramazan-ı şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’an’ı, o hitab-ı semavîyi arzlılara işittiriyorlar. Her ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ âyetini, nurani parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’an ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmanın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tabi olup yemek içmek ile o vaziyet-i nuraniden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatin manevî nefretine ne kadar hedef ise öyle de ramazan-ı şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de o derece umum o âlem-i İslâm’ın manevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

Yedinci Nükte

Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Ramazan-ı şerifte sevab-ı a’mal, bire bindir. Kur’an-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i cennet getirir. Ramazan-ı şerifte her bir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve ramazan-ı şerifin cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.

Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurani şecere-i tûba hükmüne geçiyor ki milyonlarla o bâki meyveleri, ramazan-ı şerifte mü’minlere kazandırır. İşte gel; bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!

İşte ramazan-ı şerif âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşv ü nema-i a’mal için bahardaki mâh-ı nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcatına ve malayani ve heva-perestane müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için dünyevî hâcatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek savmı ile samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.

Evet ramazan-ı şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet bir tek ramazan, seksen sene bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise nass-ı Kur’an ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i kātıadır.

Evet, karanlıklı bu hayat-ı dünyeviyenin en nurani Leyle-i Kadri ramazandır.

Evet nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususi ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder.

Öyle de ezel ve ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’an-ı Hakîm’i ramazan-ı şerifte inzal eylemiş. Elbette o ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek.

Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir.

Mesela dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur’an ve zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek…

Mesela, gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’an dinlemeye sarf etmek gibi sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için oruç ile ona tatil-i eşgal ettirilse başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir.

Sekizinci Nükte

Ramazan-ı şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilaç nevinden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfe-mâyeşa hareket ettikçe hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi hem helâl haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner.

Ramazan-ı şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zayıf mideye de hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilacı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat ramazan-ı şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, ramazan-ı şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki ramazan-ı şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar.

Dokuzuncu Nükte

Ramazan-ı şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis; Rabb’isini tanımak istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte ramazan-ı şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.

Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:

Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş.

Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış.

Yine sormuş: “Men ene vema ente?”

Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحٖيمُ § وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجِزُ Yani “Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.”

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ فٖى شَهْرِ رَمَضَانَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اٰمٖينَ

***

İ’tizar: Şu ikinci kısım, kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.

***

 

Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın iki yüz aksam-ı i’caziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sahifeleri ve Sure-i İhlas vâhid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’cazı göstermek tarzında bir Kur’an yazmaya dair mühim bir niyetimi; hizmet-i Kur’an’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. Şu üçüncü kısım dokuz meseledir.

Birinci Mesele

Kur’an-ı Azîmüşşan’ın enva-ı i’cazı kırka bâliğ olduğu, İ’caz-ı Kur’an namındaki Yirmi Beşinci Söz’de bürhanlarıyla ispat edilmiş. Bazı envaı tafsilen, bir kısmı icmalen muannidlere karşı dahi gösterilmiş.

Hem Kur’an’ın i’cazı, tabakat-ı insaniyede kırk tabakaya karşı ayrı ayrı i’cazını gösterdiği, On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde beyan edilmiş ve o tabakatın on kısmının ayrı ayrı hisse-i i’caziyelerini ispat etmiş. Sair otuz tabaka-i âher, ehl-i velayetin muhtelif meşrepler ashabına ve ulûm-u mütenevvianın ayrı ayrı ashablarına ayrı ayrı i’cazını gösterdiğini, onların ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn derecesinde Kur’an hak kelâmullah olduğunu, iman-ı tahkikîleri göstermişler. Demek her biri, ayrı ayrı bir tarzda bir vech-i i’cazını görmüşler.

Evet, ehl-i marifet bir velinin fehmettiği i’caz ile ehl-i aşk bir velinin müşahede ettiği cemal-i i’caz bir olmadığı gibi; muhtelif meşaribe göre cemal-i i’cazın cilveleri değişir. Bir ilm-i usûlü’d-din allâmesinin ve bir imamının gördüğü vech-i i’caz ile füruat-ı şeriattaki bir müçtehidin gördüğü vech-i i’caz bir değil ve hâkeza…

Bunların tafsilen ayrı ayrı vücuh-u i’cazını göstermek elimden gelmiyor. Havsalam dardır, ihata edemiyor; nazarım kısadır, göremiyor. Onun için yalnız on tabaka beyan edilmiş, mütebâkisi icmalen işaret edilmiş. Şimdi o tabakalardan iki tabaka, Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’nde çok izaha muhtaç iken, o vakit pek noksan kalmıştı.

Birinci Tabaka: “Kulaklı tabaka” tabir ettiğimiz âmî avam; yalnız kulak ile Kur’an’ı dinler, kulak vasıtasıyla i’cazını anlar. Yani der: “Bu işittiğim Kur’an, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise kimse diyemez ve dememiş, şeytan dahi diyemez. Öyle ise umumun fevkindedir.”

İşte bu kadar icmal ile On Sekizinci İşaret’te yazılmıştı. Sonra onu izah için Yirmi Altıncı Mektup’un “Hüccetü’l-Kur’an Alâ Hizbi’ş-şeytan” namındaki Birinci Mebhası, o tabakanın i’cazdaki fehmini tasvir ve ispat eder.

İkinci Tabaka: Gözlü tabakasıdır. Yani âmî avamdan veyahut aklı gözüne inmiş maddiyyunlar tabakasına karşı, Kur’an’ın göz ile görünecek bir işaret-i i’caziyesi bulunduğu, On Sekizinci İşaret’te dava edilmiş. Ve o davayı tenvir ve ispat etmek için çok izaha lüzum vardı. Şimdi anladığımız mühim bir hikmet-i Rabbaniye cihetiyle o izah verilmedi. Pek cüz’î birkaç cüz’iyatına işaret edilmişti. Şimdi o hikmetin sırrı anlaşıldı ve tehiri daha evlâ olduğuna kat’î kanaatimiz geldi.

Şimdi o tabakanın fehmini ve zevkini teshil etmek için; kırk vücuh-u i’cazdan göz ile görülen bir vechini, bir Kur’an’ı yazdırdık ki o yüzü göstersin.

(Bu Üçüncü Kısmın mütebâki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için; tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilerek, burada yazılmamışlardır. Yalnız Dördüncü Kısma ait bir ihtar ile Üçüncü Nükte yazılmıştır.)

İhtar: Lafz-ı Resuldeki nükte-i azîmenin beyanında yüz altmış âyet yazıldı. İşbu âyetlerin hâsiyeti pek azîm olmakla beraber; mana cihetiyle birbirini ispat ve tekmil ettiğinden, çok manidar olduğu için muhtelif âyâtı hıfzetmek veya okumak arzusunda bulunanlara bir hizb-i Kur’anî olduğu gibi; Kur’an kelimesindeki nükte-i azîmenin beyanında, altmış dokuz âyât-ı azîmenin derece-i belâgatı pek fevkalâde ve kuvvet-i cezaleti pek ulvidir. Bu da ikinci bir hizb-i Kur’anî olarak ihvana tavsiye edilir.

Yalnız Kur’an kelimesi, yedi silsile-i Kur’an’da mevcud olup umum o kelimeyi tutmuş, hariç iki kalmış. O iki de kıraat manasında olduğundan o huruç, nükteye kuvvet vermiştir.

Resul lafzı ise o kelime ile en ziyade münasebettar sureler içinde Sure-i Muhammed ile Sure-i Fetih olduğundan, o iki sureden çıkan silsilelere hasrettiğimizden, hariç kalan Resul lafzı şimdilik dercedilmemiştir. Vakit müsaade etse bundaki esrar yazılacaktır, inşâallah.

Üçüncü Nükte

Dört nüktedir.

Birinci Nükte: Lafzullah, mecmu-u Kur’an’da iki bin sekiz yüz altı defa zikredilmiştir. Bismillah’takilerle beraber lafz-ı Rahman, yüz elli dokuz defa; lafz-ı Rahîm, iki yüz yirmi; lafz-ı Gafur, altmış bir; lafz-ı Rab, sekiz yüz kırk altı; lafz-ı Hakîm, seksen altı; lafz-ı Alîm, yüz yirmi altı; lafz-ı Kadîr, otuz bir; Lâ İlahe İllâ Hû’daki Hû, yirmi altı defa zikredilmiştir. (Hâşiye[2]) Lafzullah adedinde çok esrar ve nükteler var.

Ezcümle: Lafzullah ve Rab’den sonra en ziyade zikredilen Rahman, Rahîm, Gafur ve Hakîm ile beraber lafzullah, Kur’an âyetlerinin nısfıdır. Hem lafzullah ve Allah lafzı yerinde zikredilen lafz-ı Rab ile beraber, yine nısfıdır. Çendan Rab lafzı sekiz yüz kırk altı defa zikredilmiş fakat dikkat edilse beş yüz küsuru Allah lafzı yerinde zikredilmiş, iki yüz küsuru öyle değildir.

Hem Allah, Rahman, Rahîm, Alîm ve Lâ İlahe İllâ Hû’daki Hû adediyle beraber yine nısfıdır. Fark yalnız dörttür. Ve Hû yerinde Kadîr ile beraber, yine mecmu-u âyâtın nısfıdır. Fark dokuzdur. Lafz-ı Celal’in mecmuundaki nükteler çoktur. Yalnız şimdilik bu nükte ile iktifa ediyoruz.

İkinci Nükte: Sureler itibarıyladır. Onun dahi çok nükteleri var. Bir intizam, bir kasd ve bir iradeyi gösterir bir tarzda tevafukatı vardır.

Sure-i Bakara’da, âyâtın adediyle lafz-ı Celal’in adedi birdir. Fark dörttür ki Allah lafzı yerinde dört Hû lafzı var. Mesela, Lâ İlahe İllâ Hû’daki Hû gibi. Onunla muvafakat tamam olur.

Âl-i İmran’da yine âyâtıyla lafz-ı Celal tevafuktadır, müsavidirler. Yalnız lafz-ı Celal, iki yüz dokuzdur, âyet iki yüzdür. Fark dokuzdur. Böyle meziyat-ı kelâmiyede ve belâgat nüktelerinde küçük farklar zarar vermez, takribî tevafukat kâfidir.

Sure-i Nisa, Maide, En’am üçünün mecmu-u âyetleri, mecmuundaki lafz-ı Celal’in adedine tevafuktadır. Âyetlerin adedi dört yüz altmış dört, lafz-ı Celal’in adedi dört yüz altmış bir; Bismillah’taki lafzullah ile beraber tam tevafuktadır.

Hem mesela, baştaki beş surenin lafz-ı Celal adedi; Sure-i A’raf, Enfal, Tevbe, Yunus, Hud’daki lafz-ı Celal adedinin iki mislidir. Demek bu âhirdeki beş, evvelki beşin nısfıdır. Sonra gelen Sure-i Yusuf, Ra’d, İbrahim, Hicr, Nahl surelerindeki lafz-ı Celal adedi, o nısfın nısfıdır. Sonra Sure-i İsra, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya, Hac (Hâşiye[3]) o nısfın nısfının nısfıdır. Sonra gelen beşer beşer, takriben o nisbetle gidiyor; yalnız bazı küsuratla fark var. Öyle farklar, böyle makam-ı hitabîde zarar vermez. Mesela, bir kısım yüz yirmi bir, bir kısmı yüz yirmi beş, bir kısmı yüz elli dört, bir kısmı yüz elli dokuzdur.

Sonra Sure-i Zuhruf’tan başlayan beş sure, o nısf-ı nısf-ı nısfın nısfına iniyor. Sure-i Necm’den başlayan beş, o nısf-ı nısf-ı nısf-ı nısfın nısfıdır fakat takribîdir. Küçük küsuratın farkları, böyle makamat-ı hitabiyede zarar vermez. Sonra gelen küçük beşler içinde, üç beşlerin yalnız üçer adet lafz-ı Celal’i var.

İşte bu vaziyet gösteriyor ki lafz-ı Celal’in adedine tesadüf karışmamış, bir hikmet ve intizam ile adetleri tayin edilmiş.

Lafzullahın Üçüncü Nüktesi: Sahifeler nisbetine bakar. Şöyle ki:

Bir sahifede olan lafz-ı Celal adedi, o sahifenin sağ yüzü ve o yüze karşıki sahifeye ve bazen soldaki karşıki sahife ve karşının arka yüzüne bakar. Ben kendi nüsha-i Kur’aniyemde bu tevafuku tetkik ettim. Ekseriyetle gayet güzel bir nisbet-i adediye ile bir tevafuk gördüm. Nüshama da işaretler koydum. Çok defa müsavi olur. Bazen nısıf veyahut sülüs oluyor. Bir hikmet ve intizamı ihsas eden bir vaziyeti vardır.

Dördüncü Nükte: Sahife-i vâhiddeki tevafukattır.

Kardeşlerimle üç dört ayrı ayrı nüshaları mukabele ettik. Umumunda tevafukat matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız, matbaa müstensihleri başka maksatları takip ettiklerinden, bir derece tevafukatta intizamsızlık düşmüş. Tanzim edilse pek nadir istisna ile mecmu-u Kur’an’da iki bin sekiz yüz altı lafz-ı Celal’in adedinde tevafukat görünecektir.

Ve bunda bir şule-i i’caz parlıyor. Çünkü fikr-i beşer, bu pek geniş sahifeyi ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise bu manidar ve hikmettar vaziyete eli ulaşamaz.

Dördüncü Nükte’yi bir derece göstermek için yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki en münteşir Mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, sanatkârların lâkaytlığı tesiriyle adem-i intizama maruz kalan yerleri tanzim edip tevafukatın hakiki intizamı inşâallah gösterilecektir. Ve gösterildi.

اَللّٰهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ الْقُرْاٰنِ مَادَارَ الْقَمَرَانِ وَ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ

***

 

Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ … الخ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından bir nurunu, ramazan-ı şerifte bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal meyal gördüm. Şöyle ki:

Üveys-i Karanî’nin

اِلٰهٖى اَنْتَ رَبّٖى وَ اَنَا الْعَبْدُ § وَ اَنْتَ الْخَالِقُ وَ اَنَا الْمَخْلُوقُ § وَ اَنْتَ الرَّزَّاقُ وَ اَنَا الْمَرْزُوقُ § الخ …

münâcat-ı meşhuresi nevinden, bütün mevcudat-ı zevi’l-hayat, Cenab-ı Hakk’a karşı aynı münâcatı ettiklerini ve on sekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-i kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi şu âlem, binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum. O âlem ise âyet-i Nur’un arkasındaki

اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ

âyeti tasvir ettiği gibi; bir zulümat, bir vahşet, bir dehşet karanlığı içinde bana görünüyordu. Birden bir ism-i İlahînin cilvesi, bir nur-u azîm gibi görünüp ışıklandırıyordu. Hangi perde akla karşı açılmışsa hayale karşı başka bir âlem fakat gafletle karanlıklı bir âlem görünüyorken güneş gibi bir ism-i İlahî tecelli eder, baştan başa o âlemi tenvir eder ve hâkeza… Bu seyr-i kalbî ve seyahat-i hayaliye çok devam etti. Ezcümle:

Hayvanat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazîn gösterdi.

Birden Rahman ismi, Rezzak burcunda yani manasında bir şems-i tâbân gibi tulû etti; o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.

Sonra o âlem-i hayvanat içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazîn ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm.

Birden Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti, o kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki şekva ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi bir perde daha açıldı, âlem-i insanî bana göründü. O âlemi o kadar karanlıklı, o kadar zulümatlı, dehşetli gördüm ki dehşetimden feryat ettim “Eyvah!” dedim.

Çünkü gördüm ki insanlardaki ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve istidatları ve hadsiz makasıda ve metalibe müteveccih fakr u ihtiyacatları ve zaaf ve acziyle beraber, hücuma maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dalarıyla beraber; gayet kısa bir ömür, gayet dağdağalı bir hayat, gayet perişan bir maişet içinde, kalbe en elîm ve en müthiş halet olan mütemadî zeval ve firak belası içinde, ehl-i gaflet için zulümat-ı ebedî kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar.

İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalp ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryat ile ağlamaya hazır iken birden Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda yani manasında, Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nurani âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.

Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha süratli bir hareketle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid ve içi zelzeleli, ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde, âlemin hadsiz fezasında seyahat eden bîçare nev-i insan vaziyeti, bana vahşetli bir karanlık içinde göründü. Başım döndü, gözüm karardı.

Birden Hâlık-ı arz ve semavat’ın Kadîr, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-semavati ve’l-arz ve Musahhirü’ş-şemsi ve’l-kamer isimleri; rahmet, azamet, rububiyet burcunda tulû ettiler. O âlemi öyle nurlandırdılar ki o halette bana küre-i arz gayet muntazam, musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli bir seyahat gemisi tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş bir şekilde gördüm.

Elhasıl, bin bir ism-i İlahînin, kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde sair isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.

Sonra kalp, her zulümat arkasında ayrı ayrı bir nuru gördüğü için seyahate iştihası açılıyordu. Hayale binip semaya çıkmak istedi. O vakit, gayet geniş bir perde daha açıldı. Kalp, semavat âlemine girdi, gördü ki:

O nurani tebessüm eden suretinde görülen yıldızlar, küre-i arzdan daha büyük ve ondan daha süratli bir surette birbiri içinde geziyorlar, dönüyorlar. Bir dakika birisi yolunu şaşırtsa başkasıyla müsademe edecek, öyle bir patlak verecek ki kâinatın ödü patlayıp âlemi dağıtacak. Nur değil, ateş saçarlar; tebessümle değil, vahşetle bana baktılar. Hadsiz büyük, geniş, hâlî, boş, dehşet, hayret zulümatı içinde semavatı gördüm. Geldiğime bin pişman oldum.

Birden رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ ۞ رَبُّ الْمَلٰٓئِكَةِ وَ الرُّوحِ un esma-i hüsnası وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابٖيحَ ۞ وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ burcunda cilveleriyle zuhur ettiler. O mana cihetiyle, karanlık üstüne çökmüş olan yıldızlar, o envar-ı azîmeden birer lem’a alıp yıldızlar adedince elektrik lambaları yakılmış gibi o âlem-i semavat nurlandı. O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi. Sultan-ı ezel ve ebed’in hadsiz ordularından bir ordu hükmünde hareket eden güneşler ve yıldızlar, bir manevra-i ulvi yapıyorlar tarzında, o Sultan-ı Zülcelal’in haşmetini ve şaşaa-i rububiyetini gösteriyorlar gibi gördüm.

Bütün kuvvetimle ve mümkün olsaydı bütün zerratımla ve beni dinleselerdi bütün mahlukatın lisanlarıyla diyecektim hem umum onların namına dedim:

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ

âyetini okudum; döndüm, indim, ayıldım; اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ الْاٖيمَانِ وَ الْقُرْاٰنِ dedim.

***

 

Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım

Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ

Şu Altıncı Kısım, ins ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşâallah akîm bırakır ve hücum yollarının altısını seddeder.

Birinci Desise

Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen; hizbü’l-Kur’an’ın fedakâr hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o manevî ulvi cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:

İnsanda, ekseriyet itibarıyla hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ve şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhret-perestlik hissi onu sevk eder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar hem onun ile onu mağlup eder.

Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakiki olmayan bazı bîçare dostlarımı o suretle çektiler, manen onları tehlikeye attılar. (Hâşiye[4])

Ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalaletin propagandacılarına veya şeytanın şakirdlerine deyiniz ki:

“Evvela rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez!”

Hubb-u câh hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır. Şöyle ki:

Sevab-ı uhrevî için dualarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-ü tesiri noktasında gelecek temsildeki sırra binaen, belki o hissin meşru bir ciheti bulunur.

Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.

Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa raks edip zıplasa; o vakit o haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyet’in kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından, bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.

İşte aynen bu misal gibi âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; Frenk-meşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyircileri ise ecnebilerin nâşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Her bir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise bu camide derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.

Eğer İslâmiyet’in bir sırr-ı esası olan ihlas ve rıza-yı İlahî cihetinde, Kur’an-ı Hakîm’in ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mal ondan sudûr etse, lisan-ı hali manen âyât-ı Kur’aniyeyi okusa o vakit manen âlem-i İslâm’ın her bir ferdinin vird-i zebanı olan اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنٖينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ duasında dâhil olup hissedar olur ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalaletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez.

Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i salihînin cadde-i nuranilerini terk edip heveskârane, heva-perestane, riyakârane, şöhret-perverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkiye düşer. اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّٰهِ sırrına göre; ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa aklı derk etmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları görse soğuk görür, manen nefret eder.

İşte hubb-u câha meftun ve şöhret-perestliğe müptela adam –ikinci adam– hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safilîne düşer. Ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında, muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقٖينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.

Birinci suretteki adam, faraza hubb-u câhı kalbinden çıkarmazsa fakat ihlası ve rıza-yı İlahîyi esas tutmak ve hubb-u câhı hedef ittihaz etmemek şartıyla; bir nevi meşru makam-ı manevî hem muhteşem bir makam kazanır ki o hubb-u câh damarını kemaliyle tatmin eder. Bu adam az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok hem pek çok kıymettar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır; ona bedel, çok mübarek mahlukları arkadaş bulur, onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabani eşek arılarını kaçırıp mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâm’ın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir.

Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhret-perestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle, âlem-i İslâm’ın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin mealini ona ders verdim; başına vurdum. İyi sarstı fakat kendimi hubb-u câhtan kurtaramadığım için o ikazım dahi onu uyandırmadı.

İkinci Desise

İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. Onunla korkakları gemlendiriyorlar. Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacıları, avamın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar.

Mesela, nasıl ki damda bir adamı tehlikeye atmak için bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şeyi gösterip vehmini tahrik edip kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. Aynen onun gibi, çok ehemmiyetsiz evham ile çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni ısırmasın, diyerek yılanın ağzına girer.

Bir zaman –Allah rahmet etsin– mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık gark olur.” Dedi: “Bir iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üç yüz altmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!”

Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan her bir günde ölmek ihtimali var, öyle ise üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim.

Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil! Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”

İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsî cihad-ı manevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler; onlara deyiniz:

“Biz hizbü’l-Kur’an’ız. اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla, Kur’an’ın kalesindeyiz. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz!”

Ve deyiniz: “Acaba hizmet-i Kur’aniyede arkadaşımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursî’nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş? Ve onun has talebelerinden kim bela görmüş ki biz de göreceğiz ve o görmek ihtimali ile telaş edeceğiz? Bu kardeşimizin binler uhrevî dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir, dünya hayat-ı içtimaiyesine tesirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşinin zarar gördüğünü işitmedik. Hususan o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden 31 Mart Hâdisesi’nde çendan onu da karıştırdılar, bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen bin değil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!” deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarının ağzına vurup tard etmelisiniz.

Hem o dalkavuklara deyiniz ki: “Yüz binler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklımız varsa korkup onu bırakıp kaçmayacağız!”

Çünkü mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki: Büyük kardeşine veyahut üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen bela en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş hem ruhu zillet içinde manen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalplerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: “Bunlar madem kendilerine sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar; elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire lâyıktırlar.”

Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârülhikmeti’l-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.”

Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim. Şimdi diyorum:

Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istila ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur’anî bana kâfi geldiği halde; size de yüzde bir ihtimal ile ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.

Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki: “En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.” قُلْ اِنَّ الْمَوْتَ الَّذٖى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلَاقٖيكُمْ mana-yı işarîsiyle gösteriyor ki: “Firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.”

Üçüncü Desise-i Şeytaniye

Tama’ yüzünden çoklarını avlıyorlar.

Kur’an-ı Hakîm’in âyât ve beyyinatından istifaza ettiğimiz kat’î bürhanlarla çok risalelerde ispat etmişiz ki: “Meşru rızık, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil belki acz ve iftikarın nisbetinde geliyor.”

Bu hakikati gösteren hadsiz işaretler, emareler, deliller vardır. Ezcümle:

Bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan eşcar, yerinde durup onların rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanat, hırs ile rızıklarının peşinde koştuklarından ağaçlar gibi mükemmel beslenmiyorlar.

Hem hayvanat nevinden balıkların en aptal, iktidarsız ve kum içinde bulunduğu halde mükemmel beslenmesi ve umumiyetle semiz olarak görünmesi; maymun ve tilki gibi zeki ve muktedir hayvanat, sû-i maişetinden alîz ve zayıf olması, gösteriyor ki: Vasıta-i rızık; iktidar değil, iftikardır.

Hem insanî olsun hayvanî olsun bütün yavruların hüsn-ü maişeti ve süt gibi hazine-i rahmetin en latîf bir hediyesi, umulmadık bir tarzda onlara zaaf ve aczlerine şefkaten ihsan edilmesi ve vahşi canavarların dıyk-ı maişetleri dahi gösteriyor ki: Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.

Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırs ile meşhur olan Yahudi milletinden daha ziyade rızık peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zaten riba gibi gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helâl değil ki meselemizi cerh etsin.

Hem çok ediblerin ve çok ulemanın fakr-ı hali ve çok aptalların servet ve gınası dahi gösteriyor ki: Celb-i rızkın medarı, zekâ ve iktidar değildir; belki acz ve iftikardır, tevekkülvari bir teslimdir ve lisan-ı kāl ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile bir duadır.

İşte bu hakikati ilan eden اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ âyeti, bu davamıza o kadar kavî ve metin bir bürhandır ki bütün nebatat ve hayvanat ve etfal lisanıyla okunuyor. Ve rızık isteyen her taife, şu âyeti lisan-ı hal ile okuyor.

Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Hak’tır, o hem Rahîm hem Kerîm’dir. Onun rahmetini ittiham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki ne kadar muzaaf bir divaneliktir.

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırs ile gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi insaniyetin şu zayıf damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; geçen hakikati düşünüp bu fakir kardeşinizi numune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bâhusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’aniyeye set çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki her ay binler maaş verilse yerini dolduramaz.

İhtar: Ehl-i dalalet, Kur’an-ı Hakîm’den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u câh, tama’ ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf her bir emr-i hayırda bulunan manileri def’etmek vazifesi, bizi bazen menfî harekete sevk ediyor.

İşte bunun içindir ki ehl-i nifakın hilekârane propagandasına karşı, kardeşlerimi sâbık üç nokta ile ikaz ediyorum. Onlara gelen hücumu def’e çalışıyorum.

Şimdi en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: “Said Kürt’tür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?”

İşte bilmecburiye böyle herifleri susturmak için Dördüncü Desise-i Şeytaniye’yi, istemeyerek Eski Said lisanıyla zikredeceğim.

Dördüncü Desise-i Şeytaniye

Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: “Siz Türk’sünüz. Mâşâallah Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürt’tür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir?”

Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben felillahi’l-hamd Müslüman’ım. Her zamanda, kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdud birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiaze ediyorum!..

Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve Frenkleşmiş birkaç Türkleri muvakkaten, dünyaca dahi faydasız uhuvvetini kazanmak için üç yüz elli milyon hakiki, nurani menfaattar bir cemaatin bâki uhuvvetlerini terk etsin.

Yirmi Altıncı Mektup’un Üçüncü Mesele’sinde, delilleriyle menfî milliyetin mahiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden ona havale edip yalnız o Üçüncü Mesele’nin âhirinde icmal edilen bir hakikati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyet-füruş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakiki bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakiki alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’an’ın bayrağını cihanın cihat-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesabına müftehirane ve taraftarane muhabbettarım.

Sen ise ey hamiyet-füruş sahtekâr! Türk’ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var.

Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyata teşci eden Frenk-meşrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaret ise ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise evet sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyet-perver isen; ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin!

Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa şimdiki taksimata bak, cevap ver. Şöyle ki:

Türk milleti denilen şu vatan evladı altı kısımdır. Birinci kısmı, ehl-i salahat ve takvadır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zayıflar taifesidir. Altıncı kısmı, gençlerdir.

Acaba bütün evvelki beş taife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı taifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda, o beş taifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellilerini kırmak; hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? “El-hükmü li’l-ekser” sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir!

Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i iman ve ehl-i takvanın en büyük menfaati, Frenk-meşrebane bir medeniyette midir? Yoksa hakaik-i imaniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp müştak ve âşık oldukları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakiki teselli bulmakta mıdır?

Senin gibi dalalet-pîşe hamiyet-füruşların tuttuğu meslek, müttaki ehl-i imanın manevî nurlarını söndürüyor ve hakiki tesellilerini bozuyor ve ölümü idam-ı ebedî ve kabri daimî bir firak-ı lâyezalî kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci kısım olan musibetzede ve hastaların ve hayatından meyus olanların menfaati; Frenk-meşrebane, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki o bîçareler bir nur isterler, bir teselli isterler. Musibetlerine karşı bir mükâfat isterler. Ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler. Ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşeti def’etmek istiyorlar.

Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve tımar etmeye çok lâyık ve muhtaç o bîçare musibetzedelerin kalplerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz! Merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, yeis-i mutlaka düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

Üçüncü taife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yaklaşıyorlar, dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nuru ve tesellisi, Hülâgu ve Cengiz gibi zalimlerin gaddarane sergüzeştlerini dinlemesinde midir? Ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, manen sukut, zahiren terakki denilen şimdiki nevi hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakiki teselli, tiyatroda mıdır?

Bu bîçare ihtiyarlar hamiyetten hürmet isterlerken, manevî bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve “İdam-ı ebedîye sevk ediliyorsunuz.” fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek “Sen oraya gideceksin.” diye manevî kulağına üflemek, hamiyet-i milliye ise böyle hamiyetten yüz bin defa el-iyazü billah!

Dördüncü taife ki çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlık’ı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mesudane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmî telkinatıyla o masumlar hayata müştakane bakabilirler. Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir?

Eğer insan bir cesed-i hayvanîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı; belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu Frengî usûl, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mademki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mademki insandırlar; elbette küçük kalplerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek.

Madem hakikat böyledir; onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istimdadı; kalplerinde iman-ı billah ve iman-ı bi’l-âhiret suretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o bîçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.

Beşinci taife, fakirler ve zayıflar taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini fakirlik vasıtasıyla elîm bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına karşı çok müteessir olan zayıfların, hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur?

Bu bîçarelerin yeisini ve elemini artıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel’abe-i hevesatı ve zalim bir kısım kavîlerin vesile-i şöhret ve şakaveti olan Frenk-meşrebane ve perde-birunane ve firavunane medeniyet-perverlik namı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukaraların fakirlik yarasına merhem ise unsuriyet fikrinden değil belki İslâmiyet’in eczahane-i kudsiyesinden çıkabilir. Zayıfların kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır!

Altıncı taife gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri eğer daimî olsaydı; menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faydası olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu; ihtiyarlıkla, elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humarı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak. Ve o lezzetli rüyanın zevalindeki elem, ona çok hazîn teessüf ettirecek. “Eyvah! Hem gençlik gitti hem ömür gitti hem müflis olarak kabre gidiyorum, keşke aklımı başıma alsaydım.” dedirecek. Acaba bu taifenin hamiyet-i milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır?

Yoksa onların saadet-i dünyeviyeleri ve lezzet-i hayatiyeleri; o güzel, şirin gençlik nimetinin şükrünü vermek suretinde, o nimeti sefahet yolunda değil belki istikamet yolunda sarf etmekle; o fâni gençliği, ibadetle manen ibka etmek ve o gençliğin istikametiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

Elhasıl: Eğer Türk milleti, yalnız altıncı taife olan gençlerden ibaret olsa ve gençlikleri daimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa sizin Türkçülük perdesi altındaki Frenk-meşrebane harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini frengî illeti gibi bir maraz telakki eden ve gençleri nâmeşru keyif ve hevesattan men’e çalışan ve başka memlekette dünyaya gelen bir adama “O Kürt’tür, arkasına düşmeyiniz.” diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz.

Fakat mademki Türk namı altında olan şu vatan evladı, sâbıkan beyan edildiği gibi altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız bir tek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek; elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır.

Evet, ben unsurca Türk sayılmıyorum fakat Türklerin ehl-i takva taifesine ve musibetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar taifesine ve zayıflar ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemal-i iştiyakla müşfikane ve uhuvvetkârane çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı taife olan gençleri dahi hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel, bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruadan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil belki yirmi senedir Kur’an’dan ahzedip Türkçe lisanıyla neşrettiğim âsâr meydandadır.

Evet lillahi’l-hamd, Kur’an-ı Hakîm’in maden-i envarından iktibas edilen âsâr ile ihtiyar taifesinin en ziyade istedikleri nur gösteriliyor. Musibetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfi’ ilaçları, eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyade düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envar-ı Kur’aniye ile gösterildi. Ve çocukların nazik kalplerinde hadsiz mesaib ve muzır eşyaya karşı gayet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medar bir nokta-i istimdad, Kur’an-ı Hakîm’in madeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukaralar ve zuafalar kısmını en ziyade ezen ve müteessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesiyle hafifleştirildi.

İşte bu beş taife ki Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır, menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki gençlerdir. Onların iyilerine karşı ciddi uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok! Çünkü ilhada giren ve Türk’ün hakiki bütün mefahir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz, Türk perdesi altına girmiş Frenk telakki ediyoruz. Çünkü yüz bin defa Türkçüyüz deyip dava etseler ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri, harekâtları, onların davalarını tekzip ediyor.

İşte ey Frenk-meşrepler ve propagandanızla hakiki kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci taife olan ehl-i takva ve salahatin nurunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve tımar etmeye şâyan ikinci taifesinin yaralarına zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü taifenin tesellisini kırıyorsunuz, yeis-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü taifenin bütün bütün kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz ve hakiki insaniyetini söndürüyorsunuz. Ve muavenet ve yardıma ve teselliye çok muhtaç olan beşinci taifenin ümitlerini, istimdadlarını akîm bırakıp onların nazarında hayatı, mevtten daha ziyade dehşetli bir surete çeviriyorsunuz. İkaza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı taifesine, gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki o şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir.

Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesatı feda ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu suretle midir? Yüz bin defa el-iyazü billah.

Ey efendiler! Bilirim ki hak noktasında mağlup olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla; dünyayı başıma ateş yapsanız hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdud, manen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler sizler gibi bana maddî düşmanlık etseler ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanattan fazla kıymet vermeyeceğim.

Çünkü bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak suretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok.

Hayatın başına gelen ecel ise şuhud derecesinde kat’î iman etmişim ki tagayyür etmiyor, mukadderdir. Madem böyledir; Hak yolunda şehadet ile ölsem çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum. Bâhusus ben ihtiyar oldum, bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zahirî bir sene ömrü, şehadet vasıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkiye tebdil etmek; benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gayesi olur.

Amma hizmet ise felillahi’l-hamd hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede Cenab-ı Hak rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki vefatım ile o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel, çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel, yüz tane vazife başına geçer. Öyle de mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur ümidini besliyorum.

Beşinci Desise-i Şeytaniye

Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar.

Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalalet eneye binmiş, dalalet vâdilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefis-perest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’aniye, eneyi kabul etmiyor. “Nahnü” istiyor. “Ben demeyiniz, biz deyiniz.” diyor.

Elbette kanaatiniz gelmiş ki bu fakir kardeşiniz ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki enesiz bir hâdim-i Kur’anî olarak kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, kat’î deliller ile sizlere ispat etmiştir ki: Meydan-ı istifadeye vaz’edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur’an-ı Hakîm’in tereşşuhatıdır. Hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez! Haydi farz-ı muhal olarak ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum, benim bir kardeşimin dediği gibi: Madem bu Kur’anî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve ehemmiyetsizliğime bakılmayarak ehl-i ilim ve kemal arkamda bulunmaktan çekinmemeli ve istiğna etmemelidirler.

Selef-i salihînin ve muhakkikîn-i ulemanın âsârları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir fakat bazı zaman olur ki bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır fakat bir anahtar, çok hazineleri açabilir. Zannederim ki o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki: Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’aniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki bana değil, Kur’an-ı Hakîm’e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım.

Haydi farz-ı muhal olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemaü’s-sû hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.

Haydi farz etseniz ki düşmanlarımızın zannı gibi ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba dünyevî ve millî bir maksat için çok zatlar enaniyeti terk edip firavun-meşrep bir adamın kemal-i sadakatle etrafına toplanıp şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri halde; acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’aniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enaniyetle hakaik-i Kur’aniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?

Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillah için olmazsa kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü, kulağına hased etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de bu heyetimizin şahs-ı manevîsinde her biriniz bir duygu, bir aza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

“Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar vazifeleri –ulûm-u imaniye cihetinde– yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki Risale-i Nur eczaları, Kur’an’ın tereşşuhatıdır; bizler, taksimü’l-a’mal kaidesiyle her birimiz, bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”

Altıncı Desise-i Şeytaniye şudur ki

İnsandaki tembellik ve ten-perverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalpli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlaslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki:

İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için onların tembelliklerinden ve ten-perverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle onları hizmet-i Kur’aniyeden alıkoyuyorlar ki haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’aniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki hevesi uyanıp hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkeza…

Bu hücum yolları uzun çeker. Bu uzunlukta kısa keserek dikkatli fehminize havale ederiz.

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvidir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın!

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ۞ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلًا

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الْحَبٖيبِ الْعَالِى الْقَدْرِ الْعَظٖيمِ الْجَاهِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ اٰمٖينَ

***

 

Kudsî Bir Tarihçe

Kur’an-ı Hakîm’in mühim bir sırr-ı i’cazîsinin zuhur ettiği senenin tarihi, yine lafz-ı Kur’an’dadır. Şöyle ki:

Kur’an kelimesi, ebced hesabıyla üç yüz elli birdir. İçinde iki elif var, mahfî elif “elfün” okunsa bin manasındaki “elfün”dür. (Hâşiye[5]) Demek 1351 senesine, Sene-i Kur’aniye tabir edilebilir. Çünkü lafz-ı Kur’an’daki tevafukatın sırr-ı acibi, Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur’an’daki lafz-ı Celal’in i’cazkârane sırr-ı tevafuku, aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i’cazîyi gösterecek bir Kur’an’ın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı Kur’an’ın tebdiline karşı, Kur’an şakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’anîyi muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur’an’ın mühim ezvak-ı i’caziyesi, aynı senede tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur’an ile çok münasebettar hâdisat olmuş ve olacak gibi…

***

Altıncı Risale Olan Altıncı Kısmın Zeyli

Es’ile-i Sitte

İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için şu mahrem zeyl yazılmıştır. Yani “Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!” denildiği zaman, yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır.

Avrupa’nın insaniyet-perver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın! Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüz bin cihette “Yaşasın cehennem!” dedirten mimsiz medeniyet-perestlerin başlarına vurulmak için yazılmış bir arzuhaldir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

Bu yakınlarda ehl-i ilhadın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok bîçare ehl-i imana ettikleri zalimane ve dinsizcesine tecavüz nevinden bana, hususi ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mabedimde, hususi bir iki kardeşimle hususi ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. “Ne için Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil; belki milletin mukadderatıyla, keyfî istibdat ile oynayan firavun-meşrep komitenin başlarına derim ki:

Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı sualime cevap isterim.

Birincisi: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşi canavar bir çete reisinin bir usûlü var, bir düstur ile hükmeder. Siz hangi usûlle bu acib tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz! Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini, kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususi ibadatta kanun yapılmaz ve kanun olamaz!

İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cüretinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle, ne dine ne dinsizliğe ilişmemeyi ilan ettiğiniz halde; dinsizliği mutaassıbane kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak! Sizden sorulacak! Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?

Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefî’nin ulviyetine ve safiyetine münafî bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemaü’s-sûun yanlış fetvalarıyla, benim gibi Şafiiyyü’l-mezhep adamlara, hangi usûl ile teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbaı bulunan Şafiî mezhebini kaldırıp bütün Şafiîleri, Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse sizin gibi dinsizlerin bir usûlüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır! Öylelerin keyfine tabi değiliz ve tanımayız!

Dördüncüsü: İslâmiyet ile eskiden beri imtizaç ve ittihat eden, ciddi dindar ve dinine samimi hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, Frenklik manasında Türkçülük namıyla, tahriftarane ve bid’akârane bir fetva ile “Türkçe kamet et!” diye benim gibi başka milletten olanlara teklif etmek hangi usûlledir? Evet, hakiki Türklere pek hakiki dostane ve uhuvvetkârane münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi Frenk-meşreplerin Türkçülüğü ile hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsunuz? Hangi kanun ile?

Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usûl-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!

Beşincisi: Bir hükûmet, kendi raiyetine ve raiyet kabul ettiği adamlara her bir kanununu tatbik etse de raiyet kabul etmediği adamlara, kanununu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz değiliz, siz de bizim hükûmetimiz değilsiniz!”

Hem hiçbir hükûmet, iki cezayı birden vermez. Bir kātili, ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza hem idamla ceza bir yerde vermek, hiçbir usûlde yoktur!

İşte madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde; beni sekiz senedir, en yabani ve hariç bir milletten cani bir adama dahi yapılmayan bir esaret altına aldınız. Canileri affettiğiniz halde, hürriyetimi selbedip hukuk-u medeniyeden ıskat ederek muamele ettiniz. “Bu da vatan evladıdır.” demediğiniz halde; hangi usûl ile hangi kanun ile bîçare milletinize rızaları hilafına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usûlünüzü, benim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz?

Madem Harb-i Umumî’de ordu kumandanlarının şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlıkları ve vatan uğrunda cansiperane mücahedeleri cinayet saydınız. Ve bîçare milletin hüsn-ü ahlâkını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerinin teminine pek ciddi ve tesirli çalışmayı hıyanet saydınız. Ve manen menfaatsiz, zararlı, hatarlı, keyfî, küfrî Frenk usûlünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim, cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek, hangi usûl iledir?

Altıncısı: Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi, dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde –tahmininizce– bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak dünyamızı, dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsî bir şehadeti kazanmak için feda etmek; bize âb-ı kevser hükmüne geçer.

Fakat Kur’an-ı Hakîm’in feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için size kat’î haber veriyorum ki:

Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız! Kahhar bir el ile cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız! Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye, onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım!

Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz! İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlahiyeden ümit ederim ki mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var! Ben bütün tehdidatınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyorum:

اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اٖيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

***

 

Yedinci Kısım

İşarat-ı Seb’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذٖى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ۞ يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Üç sualin cevabı olarak yedi işarettir. Birinci sual, dört işarettir.

Birinci İşaret

Şeair-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi ecnebileri körü körüne taklitçilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki:

“Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek, bir cevaz-ı şer’î var ki sükût ediliyor?”

Elcevap: Bu kıyasın o kadar zahir bir farkı var ki hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklit etmek zîşuurun kârı değildir. Çünkü ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “dâr-ı harp” denilir. Dâr-ı harpte çok şeylere cevaz olabilir ki “diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz.

Hem Frengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından bilmecburiye kudsî maânî, mukaddes elfaza tercih edilmiş; maânî için elfaz terk edilmiş, ehvenü’ş-şer ihtiyar edilmiş.

Diyar-ı İslâm’da ise muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâm’a lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyet’e ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hattâ şu memleketin maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar.

Acaba kendine Müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için bir günde elli kelime Frengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahu ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hakketmektir; bu tahkire karşı titreyen, mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir.

Ehl-i ilhada kapılan ulemaü’s-sû, milleti aldatmak için diyorlar ki:

İmam-ı A’zam, sair imamlara muhalif olarak demiş ki: “İhtiyaç olsa diyar-ı baîdede, Arabî hiç bilmeyenlere, ihtiyaç derecesine göre; Fatiha yerine Farisî tercümesi cevazı var.” Öyle ise biz de muhtacız, Türkçe okuyabiliriz?

Elcevap: İmam-ı A’zam’ın bu fetvasına karşı, başta a’zamî imamların en mühimleri ve sair on iki eimme-i müçtehidîn, o fetvanın aksine fetva veriyorlar. Âlem-i İslâm’ın cadde-i kübrası, o umum eimmenin caddesidir. Mu’zam-ı ümmet, cadde-i kübrada gidebilir. Başka hususi ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar. İmam-ı A’zam’ın fetvası, beş cihette hususidir:

Birincisi: Merkez-i İslâmiyet’ten uzak diyar-ı âherde bulunanlara aittir.

İkincisi: İhtiyac-ı hakikiye binaendir.

Üçüncüsü: Bir rivayette lisan-ı ehl-i cennetten sayılan Farisî lisanıyla tercümeye mahsustur.

Dördüncüsü: Fatiha’ya mahsus olarak cevaz verilmiş, tâ Fatiha’yı bilmeyen namazı terk etmesin.

Beşincisi: Kuvvet-i imandan gelen bir hamiyet-i İslâmiye ile maânî-i mukaddesenin, avamın tefehhümüne medar olmak için cevaz gösterilmiş. Halbuki zaaf-ı imandan gelen ve menfî fikr-i milliyetten çıkan ve lisan-ı Arabîye karşı nefret ve zaaf-ı imandan tevellüd eden meyl-i tahrip sâikasıyla tercüme edip Arabî aslını terk etmek, dini terk ettirmektir!

İkinci İşaret

Şeair-i İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a, evvela ulemaü’s-sûdan fetva istediler. Sâbıkan beş vecihle hususi olduğunu gösterdiğimiz fetvayı gösterdiler.

Sâniyen: Ehl-i bid’a, ecnebi inkılabcılarından böyle meş’um bir fikir aldılar ki: Avrupa, Katolik mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak, Katolik mezhebine göre ehl-i bid’a ve Mutezile telakki edilen Protestanlık mezhebini iltizam edip Fransızların İhtilal-i Kebiri’nden istifade ederek, Katolik mezhebini kısmen tahrip edip Protestanlığı ilan ettiler.

İşte körü körüne taklitçiliğe alışan buradaki hamiyet-füruşlar diyorlar ki:

“Madem Hristiyan dininde böyle bir inkılab oldu; bidayette inkılabcılara mürted denildi, sonra Hristiyan olarak yine kabul edildi. Öyle ise İslâmiyet’te de böyle dinî bir inkılab olabilir?”

Elcevap: Bu kıyasın, Birinci İşaret’teki kıyastan daha ziyade farkı zahirdir. Çünkü din-i İsevîde yalnız esasat-ı diniye Hazret-i İsa aleyhisselâmdan alındı. Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. Kısm-ı a’zamı, kütüb-ü sâbıka-i mukaddeseden alındı. Hazret-i İsa aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavanin-i umumiye-i içtimaiyeye merci olmadığından esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi şeriat-ı Hristiyaniye namına örfî kanunlar, medeni düsturlar alınmış, başka bir suret verilmiş. Bu suret tebdil edilse, o libas değiştirilse yine Hazret-i İsa aleyhisselâmın esas dini bâki kalabilir. Hazret-i İsa aleyhisselâmı inkâr ve tekzip çıkmaz.

Halbuki din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garp ve Endülüs ve Hint, birer taht-ı saltanatı olduğundan din-i İslâm’ın esasatını bizzat kendisi gösterdiği gibi o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz’î âdabını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor.

Demek füruat-ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki onlar tebdil edilse esas-ı din bâki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir cesettir, lâekall bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzip etmek çıkar.

Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zaruriyat-ı diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “muhkemat” denilen düsturları ise hiçbir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor يَمْرُقُونَ مِنَ الدّٖينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.

Ehl-i bid’a, dinsizliklerine ve ilhadlarına şöyle bir bahane buluyorlar. Diyorlar ki:

“Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebep olan Fransız İhtilal-i Kebiri’nde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrip edildi. Sonra çokları tarafından tasvip edildi. Frenkler dahi ondan sonra daha ziyade terakki ettiler?”

Elcevap: Bu kıyasın dahi evvelki kıyaslar gibi farkı zahirdir. Çünkü Fransızlarda, havas ve hükûmet adamları elinde çok zaman din-i Hristiyanî, bâhusus Katolik mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdat olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve “serseri” tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyet-perverlerini ve havas zalimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın Frengistanda ihtilaller ile istirahat-i beşeriyeyi bozmaya ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebep telakki edildiğinden o mezhebe, dinsizlik namına değil belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi. Ve tabaka-i avamda ve feylesoflarda bir küsmek, bir adâvet hasıl olmuştu ki malûm hâdise-i tarihiye vukua gelmiştir.

Halbuki din-i Muhammedî (asm) ve şeriat-ı İslâmiyeye karşı; hiçbir mazlumun, hiçbir mütefekkirin hakkı yoktur ki ondan şekva etsin. Çünkü onları küstürmüyor, onları himaye ediyor. Tarih-i İslâm meydandadır. İslâmlar içinde bir iki vukuattan başka dâhilî muharebe-i diniye olmamış. Katolik mezhebi ise dört yüz sene ihtilalat-ı dâhiliyeye sebep olmuş.

Hem İslâmiyet, havastan ziyade avamın tahassungâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile havassı, avamın üstünde müstebit yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor. سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ ۞ خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ diyor.

Hem Kur’an-ı Hakîm lisanıyla اَفَلَا تَعْقِلُونَ ۞ اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ ۞ اَفَلَا يَتَفَكَّرُونَ gibi kudsî havaleler ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk ediyor. Onun ile ehl-i ilim ve ashab-ı akla din namına makam veriyor, ehemmiyet veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü körüne taklit istemiyor.

Hakiki Hristiyanlık değil belki şimdiki Hristiyan dininin esasıyla İslâmiyet’in esası, mühim bir noktadan ayrıldığından sâbık farklar gibi çok cihetlerle ayrı ayrı gidiyorlar. O mühim nokta şudur:

İslâmiyet, tevhid-i hakiki dinidir ki vasıtaları, esbabları ıskat ediyor. Enaniyeti kırıyor, ubudiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı katediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki havastan bir büyük insan, tam dindar olsa enaniyeti terk etmeye mecbur olur. Enaniyeti terk etmeyen, salabet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.

Şimdiki Hristiyanlık dini ise “velediyet akidesi”ni kabul ettiği için vesait ve esbaba tesir-i hakiki verir. Din namına enaniyeti kırmaz, belki Hazret-i İsa aleyhisselâmın bir mukaddes vekili diye o enaniyete bir kudsiyet verir. Onun için dünyaca en büyük makam işgal eden Hristiyan havasları, tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reisicumhuru Wilson ve İngilizlerin esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular.

Müslümanlarda ise öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salabetli kalırlar. Çünkü gururu ve enaniyeti bırakamıyorlar. Takva-yı hakiki ise gurur ve enaniyetle içtima edemiyor.

Evet, nasıl ki Hristiyan havassının taassubu, Müslüman havaslarının adem-i salabeti mühim bir farkı gösteriyor; öyle de Hristiyan’dan çıkan feylesoflar, dinlerine karşı lâkayt veya muarız vaziyeti alması ve İslâm’dan çıkan hükemaların kısm-ı a’zamı, hikmetlerini esasat-ı İslâmiyeye bina etmesi; yine mühim bir farkı gösteriyor.

Hem ekseriyetle zindanlara ve musibetlere düşen âmî Hristiyanlar, dinden meded beklemiyorlar. Eskiden çoğu dinsiz oluyordular. Hattâ Fransa’nın İhtilal-i Kebiri’ni çıkaran ve “serseri dinsiz” tabir edilen tarihçe meşhur inkılabcılar, o musibetzede avam kısmıdır. İslâmiyet’te ise ekseriyet-i mutlaka ile hapse ve musibete düşenler, dinden meded beklerler ve dindar oluyorlar. İşte bu hal dahi mühim bir farkı gösteriyor.

Üçüncü İşaret

Ehl-i bid’a diyorlar ki:

“Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?”

Elcevap: Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldatıyorsunuz. Çünkü Avrupa, dininde mutaassıptır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!” denilse taassupları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!”

Hem tarih şahittir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terk etmişse tedenni etmiş. Hristiyanlık ise bilakistir. Bu da mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.

Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman İslâmiyet’ten çıksa ve dinini terk etse daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa musalaha etse dâhilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer.

Halbuki Hristiyan’ın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.

Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def’etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşküldür.

Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.

Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: “Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.”

“Cevabü’l-ahmaki’s-sükût” kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:

Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle “El-mevtü hak” hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, yeis-i mutlakını ümit-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahu ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder.

Dördüncü İşaret

Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır.

Bir kısmı –güya din hesabına, İslâmiyet’e sadakat namına– güya dini milliyetle takviye etmek için “Zaafa düşmüş din şecere-i nuraniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz.” diye dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

İkinci kısım; millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen “Milliyeti, İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.” diye bid’aları icad ediyorlar.

Birinci kısma deriz ki: Ey “sadık ahmak” ıtlakına mâsadak bîçare ulemaü’s-sû veya meczup, akılsız, cahil sofiler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan Şecere-i Tûba-i İslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz’î, hususi, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârane, bid’akârane bir teşebbüstür.

İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil. Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istila ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da İslâm milliyetini ifsad ettiği gibi unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez. Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır.

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.

İkinci Sual, iki işarettir:

Birinci İşaret ki Beşinci İşaret’tir

Mühim bir sualin gayet muhtasar bir cevabıdır.

Sual: Âhir zamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olmazsa bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı manevîsine karşı mağluptur. Şu zamanda –kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun– böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdi’nin bütün işleri hârika olsa şu dünyadaki hikmet-i İlahiyeye ve kavanin-i âdetullaha muhalif düşer. Bu Mehdi meselesinin sırrını anlamak istiyoruz?

Elcevap: Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a’zam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (asm) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid hem en büyük bir müceddid hem hâkim hem mehdi hem mürşid hem kutb-u a’zam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.

Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-sema ve’l-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdi ile de âlem-i İslâm’ın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir, vaadini elbette yapacaktır.

Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki eğer Muhbir-i Sadık’tan rivayet olmazsa dahi herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır, diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki: Felillahi’l-hamd

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ فِى الْعَالَمٖينَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ

duası –umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua– bilmüşahede makbul olmuştur ki Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Âl-i İbrahim aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecmalarında o nurani zatlar kumandanlık ediyorlar. (Hâşiye[6]) Ve öyle bir kesrettedirler ki o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar.

Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihan-değer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar.

Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip tarîk-ı hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.

İkinci İşaret yani Altıncı İşaret

Hazret-i Mehdi’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, sünnet-i seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyet’te risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (asm) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mu’cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.

Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa aleyhisselâmın din-i hakikisini İslâmiyet’in hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” unvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.

Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.

Yedinci İşaret yani Üçüncü Sual

Diyorlar ki: “Senin eski zamandaki müdafaatın ve İslâmiyet hakkındaki mücahedatın, şimdiki tarzda değil. Hem Avrupa’ya karşı İslâmiyet’i müdafaa eden mütefekkirîn tarzında gitmiyorsun. Neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevî mücahidîn-i İslâmiye tarzında hareket etmiyorsun?

Elcevap: Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip onların silahlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâyetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyet’in hakiki kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyet’i aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyet’in kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan o mesleği terk ettim.

Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyet’in esasları o kadar derindir ki felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Mektup, Yirmi Dokuzuncu Söz bu hakikati bürhanlarıyla ispat ederek göstermiştir.

Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki onlara yetişsin?

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى سَيِّدِنَا اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ فِى الْعَالَمٖينَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ

***

Sekizinci Kısım Olan Rumuzat-ı Semaniye

“Sekiz Remiz”dir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur.

İleride müstakillen neşredileceğinden buraya dercedilmedi.

***

 

Dokuzuncu Kısım

Telvihat-ı Tis’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَاهُمْ يَحْزَنُونَ

Şu kısım, turuk-u velayet hakkında olup “Dokuz Telvih”tir.

Birinci Telvih

“Tasavvuf”, “tarîkat”, “velayet”, “seyr ü sülûk” namları altında şirin, nurani, neşeli, ruhanî bir hakikat-i kudsiye vardır ki o hakikat-i kudsiyeyi ilan eden, ders veren, tavsif eden binler cilt kitap ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikati ümmete ve bize söylemişler. جَزَاهُمُ اللّٰهُ خَيْرًا كَثٖيرًا Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.

Sual: Tarîkat nedir?

Elcevap: Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, mi’rac-ı Ahmedînin (asm) gölgesinde ve sayesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvi bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.

Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi; insanın mahiyetindeki kalbi dahi hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nurani kitaplar gösteriyorlar.

İşte madem kalp ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları, içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtır’ı, o kalbi işlettirmesini ve bi’l-kuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette o kalp dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velayet meratibinde zikr-i İlahî ile tarîkat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.

İkinci Telvih

Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta’dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat’-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz’î bir faydası şudur ki:

Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevk ediyor ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.

İşte böylelerin hakiki tesellisi ve ciddi ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip o ünsiyet ile etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp “Zikrettiğim Hâlık’ımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır.” diyerek imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah’a şükreder.

Üçüncü Telvih

Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir.

Evet, nasıl ki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyet’in bir sırr-ı kemali ve medar-ı envarı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.

İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan, başkalarının mahrumiyetine sebep olmuşlar.

En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in bir kısım zahirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e mensup bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû-i istimalatı ve bir kısım hatîatı bahane ederek o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışıyorlar.

Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû-i istimalat olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler elbette sû-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın muvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın muvazenesi, kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, bir tek hasene bin seyyiata tereccuh eder, affettirir.

Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani sünnet-i seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyen müreccah olduğuna delil; ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimi ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.

Bir şey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyet’ten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz.

Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvi neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyet’i söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir.

Merkez-i hilafet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u hurûşlarıdır.

İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz?

Dördüncü Telvih

Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkülatlıdır, çok kısa olmakla beraber çok uzundur, çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlıdır, çok geniş olmakla beraber çok dardır.

İşte bu sırlar içindir ki o yolda sülûk edenler bazen boğulur, bazen zararlı düşer, bazen döner başkalarını yoldan çıkarır.

Ezcümle: Tarîkatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfakî” tabirleri altında iki meşrep var.

Birinci meşrep, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek, nefsi öldürmektir.

İkinci meşrep; âfaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip onda en yakın yolu açar. Kalp, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.

İşte birinci meşrepte sülûk eden insanlar; nefs-i emmareyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevayı terk edip enaniyeti kırmazsa şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizab ve incizabdan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa “şatahat” namıyla haddinden çok fazla davalar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder hem başkasının zararına sebep olur.

Mesela, nasıl ki bir mülazım, kendinde bulunan kumandanlık zevkiyle ve neşesiyle gururlansa kendini bir müşir zanneder. Küçücük dairesini, o küllî daire ile iltibas eder. Ve bir küçük âyinede görünen bir güneşi, denizin yüzünde haşmetiyle cilvesi görünen güneşle bir cihet-i müşabehetle iltibasa sebep olur. Öyle de çok ehl-i velayet var ki bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor.

Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde hissetmiş, kendini kutb-u a’zam telakki edip o tavrı takınıyordu. Ben dedim: “Kardeşim! Nasıl ki kanun-u saltanatın, sadrazam dairesinden tâ nahiye müdürü dairesine kadar bir tarzda cüz’î küllî cilveleri var; öyle de velayetin ve kutbiyetin dahi öyle muhtelif daire ve cilveleri var. Her bir makamın çok zılleri ve gölgeleri var. Sen, sadrazam-misal kutbiyetin a’zam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe bir kap su, bir küçük denizdir.” O zat şu cevabımdan inşâallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.

Hem ben müteaddid insanları gördüm ki bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım.” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasıl ki tecelliyatı, arş-ı a’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:

Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a’zama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebettar bazı makamat var. Hattâ o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir numunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder.

Eğer hubb-u câha talip enaniyeti yoksa o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz.

Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise o zat, enaniyete mağlup olup şükrü bırakıp fahre girse fahirden gitgide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünkü büyük evliyayı, kendi gibi telakki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da olsa kendisi kendi kusurunu derk eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.

İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usûlü’d-din ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir.

Bu meşrepteki şatahat, hubb-u nefisten neş’et ediyor. Çünkü muhabbet gözü, kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için o kusurlu ve liyakatsiz bir cam parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder.

Bu nevi içindeki en tehlikeli bir hata şudur ki kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î manaları “kelâmullah” tahayyül edip âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut, tâ avam-ı nâsın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından, tâ havass-ı kerrûbiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.

Amma vahiy ve kelâmullahın ism-i hâssı ve onun en bâhir misal-i müşahhası olan Kur’an’ın necimlerine ism-i has olan “âyet” namı öyle ilhamata verilmesi, hata-yı mahzdır. On İkinci ve Yirmi Beşinci ve Otuz Birinci Sözlerde beyan ve ispat edildiği gibi elimizdeki boyalı âyinede görünen küçük ve sönük ve perdeli güneşin misali, semadaki güneşe ne nisbeti varsa; öyle de o müddeîlerin kalbindeki ilham dahi doğrudan doğruya kelâm-ı İlahî olan Kur’an güneşinin âyetlerine nisbeti, o derecededir. Evet, her bir âyinede görünen güneşin misalleri, güneşindir ve onunla münasebettardır denilse haktır fakat o güneşçiklerin âyinesine küre-i arz takılmaz ve onun cazibesiyle bağlanmaz!

Beşinci Telvih

Tarîkatın gayet mühim bir meşrebi olan “vahdetü’l-vücud” namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani Vâcibü’l-vücud’un vücuduna hasr-ı nazar edip sair mevcudatı, o vücud-u Vâcib’e nisbeten o kadar zayıf ve gölge görür ki vücud ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp terk-i mâsiva makamında onları hiç saymak, hattâ ma’dum tasavvur etmek, yalnız cilve-i esma-i İlahiyeye hayalî bir âyine vaziyeti vermek kadar ileri gider.

İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki: Vâcibü’l-vücud’un vücudu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velayetin hakkalyakîn derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki hayal ve ademden başka onun nazarında makamları kalmaz; âdeta Vâcibü’l-vücud’un hesabına kâinatı inkâr eder.

Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki: Erkân-ı imaniye altıdır. İman-ı billahtan başka, iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise mümkinatın vücudlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniye, hayal üstünde bina edilmez! Onun için o meşrep sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden âlem-i sahve girdiği vakit, o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır.

Hem kalbî ve halî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir. Çünkü Kitap ve sünnetten gelen desatir-i akliye ve kavanin-i ilmiye ve usûl-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor, kabil-i tatbik olamıyor. Onun için Hulefa-yı Raşidîn’den ve Eimme-i Müçtehidîn’den ve selef-i salihînin büyüklerinden, o meşrep sarîhan görünmüyor.

Demek, en âlî bir meşrep değil. Belki yüksek fakat nâkıs. Çok ehemmiyetli fakat çok hatarlı. Çok ağır fakat çok zevklidir. O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar, hodgâmlık ile en yüksek mertebe zannediyorlar.

Bu meşrebin esasını ve mahiyetini, Nokta Risalesi’nde ve bir kısım Sözlerde ve Mektubatta bir derece beyan ettiğimizden, onlara iktifaen, şurada o mühim meşrebin ehemmiyetli bir vartasını beyan edeceğiz. Şöyle ki:

O meşrep, daire-i esbabdan geçip terk-i mâsiva sırrıyla mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak haletinde mazhar olduğu salih bir meşreptir. Şu meşrebi, esbab içinde boğulanların ve dünyaya âşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-i İslâmiyeden uzaklaştırmaktır.

Çünkü dünyaya âşık ve daire-i esbaba bağlı bir nazar, bu fâni dünyaya bir nevi beka vermek ister. O dünya mahbubunu elinden kaçırmak istemiyor; vahdetü’l-vücud bahanesiyle ona bir bâki vücud tevehhüm eder, o mahbubu olan dünya hesabına ve beka ve ebediyeti ona tam mal etmesine binaen, bir mabudiyet derecesine çıkarır –neûzü billah– Allah’ı inkâr etmek vartasına yol açar.

Şu asırda maddiyyunluk fikri o derece istila etmiş ki maddiyatı her şeye merci biliyorlar. Böyle bir asırda has ehl-i iman, maddiyatı idam eder derecesinde ehemmiyetsiz gördüklerinden; vahdetü’l-vücud meşrebi ortaya atılsa belki maddiyyunlar sahip çıkacaklar “Biz de böyle diyoruz.” diyecekler. Halbuki dünyada meşarib içinde, maddiyyunların ve tabiat-perestlerin mesleğinden en uzak meşrep, vahdetü’l-vücud meşrebidir. Çünkü ehl-i vahdetü’l-vücud, o kadar vücud-u İlahîye kuvvet-i iman ile ehemmiyet veriyorlar ki kâinatı ve mevcudatı inkâr ediyorlar. Maddiyyunlar ise o kadar mevcudata ehemmiyet veriyorlar ki kâinat hesabına, Allah’ı inkâr ediyorlar. İşte bunlar nerede? Ötekiler nerede?

Altıncı Telvih

Üç noktadır.

Birinci Nokta: Velayet yolları içinde en güzeli en müstakimi en parlağı en zengini, sünnet-i seniyeye ittibadır. Yani a’mal ve harekâtında sünnet-i seniyeyi düşünüp ona tabi olmak ve taklit etmek ve muamelat ve ef’alinde ahkâm-ı şer’iyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.

İşte bu ittiba ve iktida vasıtasıyla, âdi ahvali ve örfî muameleleri ve fıtrî hareketleri ibadet şekline girmekle beraber; her bir ameli, sünneti ve şer’i o ittiba noktasında düşündürmekle, bir tahattur-u hükm-ü şer’î veriyor. O tahattur ise sahib-i şeriatı düşündürüyor. O düşünmek ise Cenab-ı Hakk’ı hatıra getiriyor. O hatıra, bir nevi huzur veriyor. O halde mütemadiyen ömür dakikaları, huzur içinde bir ibadet hükmüne getirilebilir. İşte bu cadde-i kübra, velayet-i kübra olan ehl-i veraset-i nübüvvet olan sahabe ve selef-i salihînin caddesidir.

İkinci Nokta: Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünkü ihlas ile hafî şirklerden halâs olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline delâlet eden zayıf emareleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır.

İşte bu sırra binaendir ki muhabbet ayağıyla marifetullaha teveccüh eden zatlar; şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa onların mahbub-u hakikisinin kemaline işaret eden bir emareyi, onların nazarında iptal edemez. Eğer muhabbet olmazsa o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve haricî şeytanların ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-i nazar lâzımdır ki kendisini kurtarsın.

İşte bu sırra binaendir ki umum meratib-i velayette marifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Mâsiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâmında, mana-yı harfîden mana-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur. Yani gayrullahı sevdiği vakit, Cenab-ı Hak hesabına ve onun namına, onun bir âyine-i esması olmak cihetiyle rabt-ı kalp etmek lâzımken; bazen o zatı, o zat hesabına, kendi kemalât-ı şahsiyesi ve cemal-i zatîsi namına düşünüp mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfî ile olsa muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.

Üçüncü Nokta: Bu dünya dârü’l-hikmettir, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal, berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünkü cennetin meyveleri gibi kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.

İşte bu sırra binaen ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ‌ diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nevinden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin.

Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.

İşte bu hakikate binaendir ki velayeti ve tarîkatı isteyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; bâki, uhrevî meyveleri, fâni dünyada, fâni bir surette yemek kabîlinden olmakla beraber; velayetin mâyesi olan ihlası kaybedip velayetin kaçmasına meydan açar.

Yedinci Telvih

Dört nüktedir.

Birinci Nükte: Şeriat; doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir. Tarîkatın ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır.

Yani hakaik-i şeriata yetişmek için tarîkat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Gitgide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarîkata inkılab ederler. O vakit, şeriat-ı kübranın cüzleri oluyorlar.

Yoksa bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi şeriatı zahirî bir kışır, hakikati onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir.

Evet şeriatın, tabakat-ı nâsa göre inkişafatı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zahir-i şeriatı, hakikat-i şeriat zannedip havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine “hakikat ve tarîkat” namı vermek yanlıştır. Şeriatın umum tabakata bakacak meratibi var.

İşte bu sırra binaendir ki ehl-i tarîkat ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe hakaik-i şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittibaları ziyadeleşiyor. En küçük bir sünnet-i seniyeyi, en büyük bir maksat gibi telakki edip onun ittibaına çalışıyorlar, onu taklit ediyorlar. Çünkü vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise semere-i vahiy olan âdab-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdab-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için tarîkatın en mühim esası, sünnet-i seniyeye ittiba etmektir.

İkinci Nükte: Tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı ve sünnet-i seniyeye ittiba, resmî hükmünde kalır; kalp öteki tarafa müteveccih olur. Yani namazdan ziyade halka-i zikri düşünür; feraizden ziyade, evradına müncezib olur; kebairden kaçmaktan ziyade, âdab-ı tarîkatın muhalefetinden kaçar. Halbuki muhkemat-ı şeriat olan farzların bir tanesine, evrad-ı tarîkat mukabil gelemez; yerini dolduramaz.

Âdab-ı tarîkat ve evrad-ı tasavvuf, o feraizin içindeki hakiki zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani tekyesi, camideki namazın zevkine ve ta’dil-i erkânına vesile olmalı; yoksa camideki namazı çabuk resmî kılıp hakiki zevkini ve kemalini tekyede bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşıyor.

Üçüncü Nükte: “Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde tarîkat olabilir mi?” diye sual ediliyor.

Elcevap: Hem var hem yok. Vardır, çünkü bazı evliya-yı kâmilîn, şeriat kılıncıyla idam edilmişler. Hem yoktur, çünkü muhakkikîn-i evliya, Sa’dî-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:

مُحَالَسْتْ سَعْدٖى بَرَاهِ صَفَا § ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفٰى

Yani “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki hakiki envar-ı hakikate vâsıl olabilsin.” Bu meselenin sırrı şudur ki:

Madem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hâtemü’l-enbiya’dır ve umum nev-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev-i beşer, onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zarurîdir.

Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına giremez; o latîfe hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer’iyeye muhalefetiyle mes’ul tutulmaz. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına girmediği gibi ihtiyar altına da girmez, hattâ aklın tedbiri altına da girmez; o latîfe, kalbi ve aklı dinlemez. Elbette o latîfe bir insanda hâkim olduğu zaman –fakat o zamana mahsus olarak– o zat, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki hakaik-i şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlup olup neûzü billah, o hakaik-i muhkemeye karşı inkâr ve tekzibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!

Elhasıl: Daire-i şeriatın haricinde bulunan ehl-i tarîkat iki kısımdır:

Bir kısmı: –Sâbıkan geçtiği gibi– ya hale, istiğraka, cezbeye ve sekre mağlup olup veya teklifi dinlemeyen veya ihtiyarı işitmeyen latîfelerin mahkûmu olup daire-i şeriatın haricine çıkıyor. Fakat o çıkmak, ahkâm-ı şeriatı beğenmemekten veya istememekten değil; belki mecburiyetle ihtiyarsız terk ediyor.

Bu kısım ehl-i velayet var. Hem mühim veliler, bunların içinde muvakkaten bulunmuş. Hattâ bu neviden; değil yalnız daire-i şeriattan, belki daire-i İslâmiyet haricinde bulunduğunu bazı muhakkikîn-i evliya hükmetmişler. Fakat bir şartla: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın getirdiği ahkâmın hiçbirini tekzip etmemektir. Belki ya düşünmüyor veya müteveccih olamıyor veyahut bilemiyor ve bilmiyor. Bilse kabul etmese olmaz!

İkinci kısım ise: Tarîkat ve hakikatin parlak ezvaklarına kapılıp mezâkından çok yüksek olan hakaik-i şeriatın derece-i zevkine yetişemediği için zevksiz, resmî bir şey telakki edip ona karşı lâkayt kalır. Gitgide, şeriatı zahirî bir kışır zanneder. Bulduğu hakikati, esas ve maksud telakki eder. “Ben onu buldum, o bana yeter.” der, ahkâm-ı şeriata muhalif hareket eder. Bu kısımdan aklı başında olanlar mes’uldürler, sukut ediyorlar, belki kısmen şeytana maskara oluyorlar.

Dördüncü Nükte: Ehl-i dalalet ve bid’at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var, zahirî hiçbir fark yokken ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum.

Mesela, Mutezile mezhebinde Zemahşerî gibi İtizal’de en mutaassıp bir fert olduğu halde, muhakkikîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirazatına karşı onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir râh-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî’nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mutezile imamlarını, merdud ve matrud sayıyorlar.

Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlahî ile anladım ki: Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnet’e itirazatı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yani mesela, tenzih-i hakiki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef’aline hâlık olmasıyla oluyor. Onun için Cenab-ı Hakk’ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet’in halk-ı ef’al meselesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdud olan sair Mutezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet’in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavanin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşmediğinden, inkâr ettiklerinden merduddurlar.

Aynen bu ilm-i kelâmdaki Ehl-i İtizal’in Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e muhalefeti olduğu gibi sünnet-i seniye haricindeki bir kısım ehl-i tarîkatın muhalefeti dahi iki cihetledir:

Biri: Zemahşerî gibi; haline, meşrebine meftuniyet cihetinde daha derece-i zevkine yetişemediği âdab-ı şeriata karşı bir derece lâkayt kalır.

Diğer kısmı ise: Hâşâ âdab-ı şeriata, desatir-i tarîkata nisbeten ehemmiyetsiz bakar. Çünkü dar havsalası, o geniş ezvakı ihata edemiyor ve kısa makamı, o yüksek âdaba yetişemiyor.

Sekizinci Telvih

Sekiz vartayı beyan eder:

Birincisi: Sünnet-i seniyeye tamam ittibaı riayet etmeyen bir kısım ehl-i sülûk; velayeti, nübüvvete tercih etmekle vartaya düşer.

Yirmi Dördüncü ve Otuz Birinci Sözlerde, nübüvvet ne kadar yüksek olduğu ve velayet ona nisbeten ne kadar sönük olduğu ispat edilmiştir.

İkincisi: Ehl-i tarîkatın müfrit bir kısmı evliyayı sahabeye tercih, hattâ enbiya derecesinde görmekle vartaya düşer.

On İkinci ve Yirmi Yedinci Sözlerde ve sahabeler hakkındaki zeylinde kat’î ispat edilmiştir ki sahabelerde öyle bir hâssa-i sohbet var ki velayet ile yetişilmez ve sahabelere tefevvuk edilmez ve enbiyaya hiçbir vakit evliya yetişmez.

Üçüncüsü: İfrat ile tarîkat taassubu taşıyanların bir kısmı, âdab ve evrad-ı tarîkatı sünnet-i seniyeye tercih etmekle sünnete muhalefet edip sünneti terk eder fakat virdini bırakmaz. O suretle âdab-ı şer’iyeye bir lâkaytlık vaziyeti gelir, vartaya düşer.

Çok Sözlerde ispat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: “Bir tek sünnet-i seniyeye ittiba noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdab ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir sünnet-i seniye dahi bin âdab-ı tasavvufa müreccahtır.” demişler.

Dördüncüsü: Müfrit bir kısım ehl-i tasavvuf; ilhamı vahiy gibi zanneder ve ilhamı vahiy nevinden telakki eder, vartaya düşer.

Vahyin derecesi ne kadar yüksek ve küllî ve kudsî olduğu ve ilhamat ona nisbeten ne derece cüz’î ve sönük olduğu, On İkinci Söz’de ve i’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’de ve sair risalelerde gayet kat’î ispat edilmiştir.

Beşincisi: Sırr-ı tarîkatı anlamayan bir kısım mutasavvıfe, zayıfları takviye etmek ve gevşekleri teşci etmek ve şiddet-i hizmetten gelen usanç ve meşakkati tahfif etmek için istenilmeyerek verilen ezvak ve envar ve keramatı hoş görüp meftun olur; ibadata, hidemata ve evrada tercih etmekle vartaya düşer.

Şu risalenin Altıncı Telvih’inin Üçüncü Nokta’sında icmalen beyan olunduğu ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki: Bu dâr-ı dünya dârü’l-hizmettir, dârü’l-ücret değil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor. Âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünkü içinde bir nevi âhireti bulur.

Altıncısı: Ehl-i hakikat olmayan bir kısım ehl-i sülûk, makamat-ı velayetin gölgelerini ve zıllerini ve cüz’î numunelerini, makamat-ı asliye-i külliye ile iltibas etmekle vartaya düşer.

Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Dal’ında ve sair Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki: Nasıl güneş, âyineler vasıtasıyla taaddüd ediyor; binler misalî güneş, aynı güneş gibi ziya ve hararet sahibi olur. Fakat o misalî güneşler, hakiki güneşe nisbeten çok zayıftırlar. Aynen onun gibi makamat-ı enbiya ve eâzım-ı evliyanın makamatının bazı gölgeleri ve zılleri var. Ehl-i sülûk onlara girer; kendini, o evliya-yı azîmeden daha azîm görür; belki enbiyadan ileri geçtiğini zanneder, vartaya düşer.

Fakat bu geçmiş umum vartalardan zarar görmemek için usûl-ü imaniyeyi ve esasat-ı şeriatı daima rehber ve esas tutmak ve meşhudunu ve zevkini onlara karşı muhalefetinde ittiham etmekledir.

Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkunda fahri, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer.

Halbuki en yüksek mertebe ise ubudiyet-i Muhammediyedir ki “mahbubiyet” unvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru, huşû, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatin kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahir ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez!

Sekizinci Varta: Hodgâm, aceleci bir kısım ehl-i sülûk; âhirette alınacak ve koparılacak velayet meyvelerini, dünyada yemesini ister ve sülûkunda onları istemekle vartaya düşer.

Halbuki وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ gibi âyetlerle ilan edildiği gibi çok Sözlerde kat’iyen ispat edilmiştir ki âlem-i bekada bir tek meyve, fâni dünyanın bin bahçesine müreccahtır. Onun için o mübarek meyveleri burada yememeli. Eğer istenilmeyerek yedirilse şükredilmeli, mükâfat için değil belki teşvik için bir ihsan-ı İlahî olarak telakki edilmeli.

Dokuzuncu Telvih

Tarîkatın pek çok semeratından ve faydalarından yalnız burada dokuz adedini icmalen beyan edeceğiz:

Birincisi: İstikametli tarîkat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.

İkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi, tarîkat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle, sair letaif-i insaniyeyi harekete getirip, netice-i fıtratlarına sevk ederek hakiki insan olmaktır.

Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarîkat silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kafile-i nuraniye ile ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve onlarla, dünyada ve berzahta manen ünsiyet etmek ve evham ve şübehatın hücumlarına karşı, onların icmaına ve ittifakına istinad edip her bir üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir bürhan derecesinde görüp onlarla o hatıra gelen dalalet ve şübehatı def’etmektir.

Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki muhabbetullahın zevkini, safi tarîkat vasıtasıyla anlamak ve o anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i mutlakasından kurtulmaktır.

Çok Sözlerde ispat etmişiz ki saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakiki zevk ve ciddi saadet, iman ve İslâmiyet’in hakikatindedir. İkinci Söz’de beyan edildiği gibi iman, şecere-i tûba-i cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte tarîkatın terbiyesiyle, o çekirdek neşv ü nema bulur, inkişaf eder.

Beşincisi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i latîfeyi, tarîkattan ve zikr-i İlahîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir etmek… O vakit taate, suhre gibi değil belki iştiyakla itaat edip ubudiyeti îfa eder.

Altıncısı: Hakiki zevke ve ciddi teselliye ve kedersiz lezzete ve vahşetsiz ünsiyete, hakiki medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.

Yedincisi: Sülûk-u tarîkatın en mühim şartı, en ehemmiyetli neticesi olan ihlas vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riya ve tasannu gibi rezailden halâs olmak ve tarîkatın mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i nefis vasıtasıyla, nefs-i emmarenin ve enaniyetin tehlikelerinden kurtulmaktır.

Sekizincisi: Tarîkatta, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla, âdetlerini ibadet hükmüne çevirmek ve muamelat-ı dünyeviyesini, a’mal-i uhreviye hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün dakikalarını hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler hükmüne getirmektir.

Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile insan-ı kâmil olmak için çalışmak, yani hakiki mü’min ve tam bir Müslüman olmak, yani yalnız surî değil belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâm’ı kazanmak, yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ine abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdem’in melaikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى الْغَوْثِ الْاَكْبَرِ فٖى كُلِّ الْعُصُورِ وَ الْقُطْبِ الْاَعْظَمِ فٖى كُلِّ الدُّهُورِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذٖى تَظَاهَرَتْ حِشْمَةُ وَلَايَتِهٖ وَ مَقَامُ مَحْبُوبِيَّتِهٖ فٖى مِعْرَاجِهٖ وَ اِنْدَرَجَ كُلُّ الْوَلَايَاتِ فٖى ظِلِّ مِعْرَاجِهٖ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

***

 

Zeyl

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Bu küçücük zeylin büyük bir ehemmiyeti var. Herkese menfaatlidir.

Cenab-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarîkatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarîkler içinde, kāsır fehmimle Kur’an’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkıdır.

Evet, acz dahi aşk gibi belki daha eslem bir tarîktir ki ubudiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.

Fakr dahi Rahman ismine îsal eder.

Hem şefkat dahi aşk gibi belki daha keskin ve daha geniş bir tarîktir ki Rahîm ismine îsal eder.

Hem tefekkür dahi aşk gibi belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki Hakîm ismine îsal eder.

Şu tarîk, hafî tarîkler misillü “Letaif-i Aşere” gibi on hatve değil ve tarîk-ı cehriye gibi “Nüfus-u Seb’a” yedi mertebeye atılan adımlar değil belki dört hatveden ibarettir. Tarîkattan ziyade hakikattir, şeriattır. Yanlış anlaşılmasın, acz ve fakr ve kusurunu Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya halka göstermek demek değildir.

Şu kısa tarîkın evradı: İttiba-ı sünnettir, feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.

Birinci hatveye فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ediyor.

İkinci hatveye وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ âyeti işaret ediyor.

Üçüncü hatveye مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ âyeti işaret ediyor.

Dördüncü hatveye كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyeti işaret ediyor.

Şu dört hatvenin kısa bir izahı şudur ki:

Birinci hatvede فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ âyeti işaret ettiği gibi: Tezkiye-i nefis etmemek. Zira insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki evvela ve bizzat yalnız zatını sever, başka her şeyi nefsine feda eder. Mabuda lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mabud-u Hakiki’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı, kendi nefsine sarf ederek مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.

İkinci hatvede وَلَا تَكُونُوا كَالَّذٖينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse başkasına verir. Fena ve zevali görse kendine almaz. Ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzat makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmarenin muktezasıdır.

Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi şu halin aksidir. Yani nisyan-ı nefis içinde nisyan etmemek. Yani huzuzat ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek.

Üçüncü hatvede مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi: Nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden bilip fahir ve ucbe girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp bütün mehasin ve kemalâtını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahir yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir.

Şu mertebede tezkiyesi قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.

Dördüncü hatvede كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ dersini verdiği gibi: Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabud’una karşı adâvetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur.

Hakikat şudur ki: Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, ma’dumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şahittir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakiki’den gaflet etse yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakiki’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u bulan bir kalp, her şeyi bulur.

***

 

Hâtime

Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarîkındaki dört hatvenin izahatı; hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’an’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Evet, şu tarîk daha kısadır. Çünkü dört hatvedir. Acz, elini nefisten çekse doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefisten elini çeker fakat maşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbub-u Hakiki’ye gider.

Hem şu tarîk daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâ-pervazane davaları bulunmaz. Çünkü acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarîk daha umumî ve cadde-i kübradır. Çünkü kâinatı ehl-i vahdetü’l-vücud gibi huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip ‌لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ‌ hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip ‌لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُوَ demeye mecbur olmuyor. Belki idamdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; her şeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mana-yı ismiyle bakmamaktır.

***

[1] Hâşiye: Bilâhare dokuz nükteye tamamlanmıştır.

[2] Hâşiye: Kur’an’daki âyâtın mecmu-u adedi 6666 olması ve şu sahifede mezkûr esma-i hüsnanın adedi, 6 rakamıyla alâkadar bulunması; ehemmiyetli bir sırra işaret ediyor. Şimdilik mühmel kaldı.

[3] Hâşiye: Bu beşer taksimat üzere bir sır inkişaf etmişti. Hiçbirimizin haberi olmadan şurada altı sure kaydolmuş. Şüphemiz kalmadı ki gaibden, ihtiyarımızın haricinde altıncısı girmiş; tâ bu nısfiyet sırr-ı mühimmi kaybolmasın.

[4] Hâşiye: O bîçareler “Kalbimiz Üstad ile beraberdir.” fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın “Kalbim safidir, Üstadımın mesleğine sadıktır.” demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu.” denildiği vakit, o diyor: “Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.”

[5] Hâşiye: İlm-i sarf kaidesince feilün, fe’lün okunur. Ketifün, ketfün okunması gibi. Buna binaen elifün, elfün okunur. O halde 1351 olur.

[6] Hâşiye: Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmedü’s-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebu’l-Hasan-ı Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.

Yirmi Sekizinci Mektup

Yirmi Sekizinci Mektup

Şu Mektup sekiz meseledir.

Birinci Risale Olan Birinci Mesele

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ

Sâniyen, üç sene evvel benimle görüştükten üç gün sonra tabiri çıkmış, tevili tezahür etmiş eski bir rüyanızın, şimdi tabirini istiyorsunuz. Şimdilik o güzel, mübarek, müjdeli rüya mürur-u zamana uğramış, manasını göstermiş olan o rüyaya karşı böyle desem hakkım yok mu:

نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ § غُلَامِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسْ مٖى گُويَمْ خَبَرْ

اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ § عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

Evet kardeşim, senin ile mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalatlara karşı kapısı açık olan rüyaları, tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden o cüz’î hâdise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz. Yedincisinde, senin rüyana kısa bir tabir verilecek.

Birincisi: Sure-i Yusuf’un mühim bir esası, rüya-yı Yusufiye olduğu gibi وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا âyeti misillü çok âyetlerle, rüyada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir.

İkincisi: Kur’an ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller. Çünkü Kur’an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit, yeis veriyor; kalbi müşevveş ediyor.

Hem rüya dahi hayır iken, bazı aks-i hakikatle göründüğü için şer telakki edilir, yeise düşürür, kuvve-i maneviyeyi kırar, sû-i zan verir. Çok rüyalar var ki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tabiri ve manası çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle manasının hakikati mabeynindeki münasebeti bulamadığı için lüzumsuz telaş eder, meyus olur, keder eder.

İşte yalnız bu cihet içindir ki ehl-i hakikat gibi ve İmam-ı Rabbanî misillü başta نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ dedim.

Üçüncüsü: Hadîs-i sahih ile nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzü nevmde rüya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş. Demek, rüya-yı sadıka hem haktır hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mesele, gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte ta’lik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.

Dördüncüsü: Rüya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur’an’la اَضْغَاثُ اَحْلَامٍ da dâhildir; tabire değmiyor. Manası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; ta’dil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım اَضْغَاثُ اَحْلَامٍ dır, tabire değmiyor.

Üçüncü kısım ki rüya-yı sadıkadır. O, doğrudan doğruya mahiyet-i insaniyedeki latîfe-i Rabbaniye, âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz’un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin numuneleri nevinden birisine rast gelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vakıatta, bazen hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok envaı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazen bir ince perde altında çıkıyor, bazen kalınca bir perde ile sarılıyor.

Hadîs-i şerifte gelmiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zahir, açık, doğru çıkıyordu.

Beşincisi: Rüya-yı sadıka, hiss-i kable’l-vukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kable’l-vuku ise herkeste cüz’î küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ bir zaman ben, bu hiss-i kable’l-vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “sâika” ve “şâika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere –hata ederek– ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevk ediyor.

Mesela, kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

Hem rûy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilü’l-lahm kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable’l-vuku ilhamıyla ve o sâika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.

Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer.

Hattâ herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkinde aynı adam gelir. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir: نَاڤِ گُرْبٖينَه پَالَانْدَارْ لٖى وَرٖينَه Yani “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur çünkü kurt geliyor.” Demek, bir hiss-i kable’l-vuku ile latîfe-i Rabbaniye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset bazen keramet gibi geldiğini beyan eder.

Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatte ve bâhusus ehl-i velayette bu hiss-i kable’l-vuku fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.

İşte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki rüya-yı sadıkada, evliya gibi gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar. Evet, uyku nasıl ki avam için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmündedir; öyle de umum için gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür.

Hem herkes için âlem-i şehadet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır.

İşte bu gibi sırlar içindir ki Kur’an-ı Hakîm وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا nevindeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.

Altıncısı ve en mühimmi: Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlahînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i kātı’ hükmüne geçmiştir.

Evet bu rüyalar, benim için hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki mesela, yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelat ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat’î olmuştur. Bir değil, yüz değil belki bin defa; gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde az bir tabir ile aynen çıkıyor.

Demek, en cüz’î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.

Yedincisi: Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur’an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz. Senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin temessülatıdır. Şöyle ki:

O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyet’tir. Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, süratle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur’aniyeye sahip çıkıp kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise Sözler’deki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zat ise Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zattır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.

Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı hem makbul olduğundan; şu kısa meselede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme ait olan âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşâallah o israf affolur veya israf olmaz.

***

İkinci Mesele Olan İkinci Risale

Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilâ âhir mealindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.

Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadîs-i Şeyheyn’in ittifakına alâmet olan ق işaretiyle bir hadîs bana gösterildi. “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi.

Ben dedim: Böyle muteber bir kitapta, Şeyheyn hadîsinin ittifakına hükmeden bir zata itimat etmek lâzım; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını bulabilir. Şu hadîsin zahiri dahi müşkülat-ı hadîsin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil belki böyle cevap verecektim:

Evvela: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telakkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.

O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa müteessir olmasın, belki memnun olsun çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa fazla bir şey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.

Sâniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkülat-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.

Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, bîçare avam-ı nâsın zihninde sû-i tesir ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için; eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar, yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zahir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse ehl-i dalaletin itirazatına ve “Hurafattır.” demelerine yol açar.

Madem bu müteşabih hadîse lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat celbedilmiş ve bu çeşit hadîsler çok vârid olmuş, elbette şüpheleri izale edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadîs kat’î olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir.

İşte yazdığımız risalelerde, ezcümle Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında On İki Asıl ile ve Dördüncü Dal’ında ve On Dokuzuncu Mektup’un vahyin taksimatına dair mukaddimesindeki bir esasında tafsilata iktifaen, burada icmalen o hakikate bir işaret ederiz. Şöyle ki:

Melaike, insan gibi bir surete inhisar etmez; müşahhas iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervaha müekkel olan melaikelerin nâzırıdır.

“Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksa aveneleri mi kabzediyorlar?” Bu hususta üç meslek var:

Birinci Meslek: Azrail aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz, çünkü nuranidir. Nurani bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuraninin temessülatı, o nurani zatın hâssasına mâliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri, güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hâssalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar.

Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve arş-ı a’zam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kabiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın âyinesine temessül eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celalli ve hiddetli bir zatın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir ne fevkalâdedir ne de gayr-ı makuldür.

İkinci Meslek odur ki: Hazret-i Cebrail, Mikâil, Azrail gibi melaike-i izam, birer nâzır-ı umumî hükmünde; kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, enva-ı mahlukata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehanın (Hâşiye[1]) ervahını kabzeden başkadır; ehl-i şakavetin ervahını kabzeden yine başkadır. Nasıl ki وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا ۞ وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا âyeti işaret ediyor ki: “Kabz-ı ervah eden, taife taifedir.”

Bu mesleğe göre; Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâma değil belki Azrail’in bir avenesinin misalî cesedine, fıtrî celaletine ve hulkî celadetine ve Cenab-ı Hakk’ın yanında nazdar olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür. (Hâşiye[2])

Üçüncü Meslek: Yirmi Dokuzuncu Söz’ün Dördüncü Esas’ında beyan edildiği gibi ve ehadîs-i şerifenin delâlet ettiği üzere: “Bazı melaikeler var ki kırk bin başı var. Her başında, kırk bin dili var. (Demek, seksenbin gözü dahi var.) Her bir dilde, kırk bin tesbihat var.” Evet, madem melaikeler âlem-i şehadetin envaına göre müekkeldirler; âlem-i ervahta o envaın tesbihatlarını temsil ediyorlar, elbette öyle olmak lâzım gelir.

Çünkü mesela, küre-i arz bir mahluktur, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envaları var. Her nev’in, yüz binler dil hükmünde efradları var ve hâkeza… Demek küre-i arza müekkel meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı. Ve her başında da yüz binler dil olmalı ve hâkeza…

İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Musa aleyhisselâmın Hazret-i Azrail aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ Azrail aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikisine değil ve bir tahkir değil ve adem-i kabul değil; belki vazife-i risaletin daha devamını ve bekasını arzu ettiği için kendi eceline dikkat eden ve hizmetine set çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur…

اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ ۞ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ ۞ قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

هُوَ الَّذٖٓى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذٖينَ فٖى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَٓاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَٓاءَ تَاْوٖيلِهٖ وَمَا يَعْلَمُ تَاْوٖيلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهٖ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبّنِاَ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُولُوا الْاَلْبَابِ

***

Üçüncü Mesele Olan Üçüncü Risale

Şu mesele umum ihvanımın ekseri lisan-ı hal ile ve bir kısmının lisan-ı kāl ile ettikleri umumî bir sualin, has ve hususi ve mahremce bir cevabıdır.

Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: “Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi mukaddes ve Kur’anî bir dükkânın dellâlıyım.” diyorsun.

Halbuki “Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hâcatımıza yarayacak adam zannedip senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-i hal dediğin gibi ise ziyaretinize yanlış geldik.” lisan-ı halleri diyor.

Elcevap: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faydalı mıdır? O vakit hükmediniz.

Birinci Nokta: Nasıl ki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi; padişah namına feriklere, paşalara hedâyâ-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler “Bu âdi nefere neden tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?” deseler mağrurane bir divaneliktir. Eğer o nefer dahi vazifesinin haricinde müşire kıyam etmezse, kendini ondan yüksek görse eblehçesine bir divaneliktir.

Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirane o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak için o hali gören ve bilen padişah –elbette o neferini mahcup etmemek için– matbah-ı şahaneden, sadık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir.

Öyle de Kur’an-ı Hakîm’in sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur’an namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’an’ın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilane değil belki müftehirane ve müstağniyane satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi onların ona müracaatında, kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez.

Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları, o bîçare hizmetkâra velayet nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar; elbette hakikat-i Kur’aniyenin merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki o hizmetkârını mahcup etmemek için hazine-i hâssa-i İlahiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara meded versin ve himmet ederek feyizdar etsin.

İkinci Nokta: İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (ra) demiş: “Hakaik-i imaniyeden bir tek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarîkatların gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.” Madem şöyle bir tarîkat kahramanı böyle hükmediyor; elbette hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.

Üçüncü Nokta: Bundan on bir sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. ‌اَلْمَوْتُ حَقٌّ‌ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki yollar muhtelif, tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî radıyallahu anhın “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:

اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ

Acibdir ki o vakit ben, Dârülhikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabip ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcatını dinledim, çok istifaza ettim.

Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül ederek açtım. Acayiptendir ki bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bedîüzzaman” lafzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında “Mirza Bedîüzzaman’a Mektup” diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah dedim, bu bana hitap ediyor. O zaman Eski Said’in bir lakabı “Bedîüzzaman”dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde, Bedîüzzaman-ı Hemedanî’den başka o lakapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmam’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki ona o iki mektubu yazmış. O zatın hali, benim halime benziyormuş ki o iki mektubu kendi derdime deva buldum.

Yalnız, İmam o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok mektuplarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum.

O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakiki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise en a’lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakiki’nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor fakat ehl-i kalp ve sahib-i halin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz.

Demek Kur’an’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.

Dördüncü Nokta: Sahabelerden ve tabiîn ve tebe-i tabiînden en yüksek mertebeli velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’an’dan bütün letaiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’an onlar için hakiki ve kâfi bir mürşid olduğundan gösteriyor ki: Her vakit Kur’an-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği gibi velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

Evet, zahirden hakikate geçmek iki suretledir:

Biri: Tarîkat berzahına girip seyr ü sülûk ile kat’-ı meratib ederek hakikate geçmektir.

İkinci Suret: Doğrudan doğruya, tarîkat berzahına uğramadan, lütf-u İlahî ile hakikate geçmektir ki sahabeye ve tabiîne has ve yüksek ve kısa tarîk şudur.

Demek hakaik-i Kur’aniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, o hâssaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.

Beşinci Nokta: Beş cüz’î misal ile göstereceğiz ki Sözler, talim-i hakaik ettikleri gibi irşad vazifesini de görüyorlar.

Birinci Misal: Ben kendim on değil, yüz değil, binler defa müteaddid tecrübatımla kanaatim gelmiş ki: Sözler ve Kur’an’dan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza…

Hattâ dünyevî işlerimde; keramet sahibi bir şeyhin bir müridi, nasıl şeyhinden hâcatına dair meded ve himmet bekliyor; ben de Kur’an-ı Hakîm’in kerametli esrarından o hâcatımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarzda bana çok defa hasıl oluyor. Yalnız cüz’iyattan iki küçük misal:

Biri: On Altıncı Mektup’ta izahı ve tafsili geçen; Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek hârika bir tarzda gösterilmiş. İki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik.

İkinci Misal: Gayet küçük ve latîf, bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. Şöyle ki:

Fecirden evvel hatırıma geldi ki bir zatın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti; keşke dedim onu görseydim, kalbindeki dağdağayı izale etseydim. Aynı dakikada, Nis’e gitmiş bir parça kitabım bana lâzım idi; keşke elime geçseydi dedim. Sabah namazından sonra oturdum; baktım aynı zat, o kitap parçası elinde olduğu halde içeri girdi. Ona dedim: “Senin elindeki nedir?” Dedi: “Bilmiyorum, kapının önünde Nis’ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim.” Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Söz’ün Nis’den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur’an-ı Hakîm’in himmetidir diyerek Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanın minnetini beş paraya almam.

İkinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur’an-ı Hakîm’in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz’ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş. Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içinde dercedilmiş, müracaat olunsun.

Üçüncü Misal: Burdurlu Hasan Efendi isminde ehl-i kalp bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuz İkinci Söz’ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: “Şayet Burdur’a gidersen Hasan Efendi’ye ver, beş altı gün mütalaa etsin.” O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi’ye vermiş. Hasan Efendi’nin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi; öyle de Otuz İkinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıf’ındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş, rahmetullahi aleyh.

Dördüncü Misal: Hulusi Bey’in Yirmi Yedinci Mektup’taki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmuştur.

Beşinci Misal: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.” diye yazıyordu. Ben baktım ki hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.

Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı –bâhusus bende bulunmazsa– istemek manasızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile manevî yardım ile hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ

***

Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mesele’sinin Tetimmesi Olabilir Küçük ve Hususi Bir Mektuptur

Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re’fet Bey!

Sözler namındaki envar-ı Kur’aniyede üç keramet-i Kur’aniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise:

Birincisi: Telifinde fevkalâde suhulet ve sürattir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında –mecmuu on iki saat eder– kitapsız, dağda, bağda telif edildi. Otuzuncu Söz hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sürate hayrette kaldık ve hâkeza…

Telifinde bu keramet-i Kur’aniye olduğu gibi…

İkincisi: Yazmasında dahi fevkalâde bir suhulet, bir iştiyak ve usanmamak var. Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab içinde, bu Sözlerden biri çıkar, birden çok yerlerde kemal-i iştiyakla yazılmaya başlanıyor. Mühim meşgaleler içinde, onlar her şeye tercih ediliyor ve hâkeza…

Üçüncü Keramet-i Kur’aniye: Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor.

İşte siz dahi dördüncü bir keramet-i Kur’aniyeyi ispat ettiniz: Hüsrev gibi kendine tembel diyen ve beş senedir Sözler’i işittiği halde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur’aniyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektup olan otuz üç pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki gayet dikkatle ve güzel yazılmış.

Evet o risale, marifetullah ve iman-ı billah için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız baştaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf eder, daha ziyade parlar. Zaten sair telifata muhalif olarak ekser Sözler’in başları mücmel başlar, gittikçe genişlenir, tenevvür eder.

***

Dördüncü Risale Olan Dördüncü Mesele

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

İhvanlarıma medar-ı intibah bir hâdise-i cüz’iyeye dair bir suale cevaptır.

Aziz kardeşlerim!

Sual ediyorsunuz ki: Cami-i şerifinize, cuma gecesinde sebepsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiş. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?

Elcevap: Dört noktayı, bilmecburiye Eski Said lisanıyla beyan edeceğim. Belki ihvanlarıma medar-ı intibah olur, siz de cevabınızı alırsınız.

Birinci Nokta: O hâdisenin mahiyeti; hilaf-ı kanun ve sırf keyfî ve zındıka hesabına, cuma gecesinde kalbimize telaş vermek ve cemaate fütur getirmek ve beni misafirlerle görüştürmemek için bir desise-i şeytaniye ve münafıkane bir taarruzdur. Garaibdendir ki o geceden evvel olan perşembe günü tenezzüh için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde güya iki yılan birbirine eklenmiş gibi uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benim ile arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu diye sordum:

Gördün mü?

O dedi: Neyi?

Dedim: Bu dehşetli yılanı!

Dedi: Yok, görmedim ve göremiyorum.

“Fesübhanallah!” dedim. “Bu kadar büyük bir yılan, ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?”

O vakit hatırıma bir şey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: “Bu sana işarettir, dikkat et!” Düşündüm ki gecelerde gördüğüm yılanlar nevindendir. Yani gecelerde gördüğüm yılanlar ise hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse onu yılan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim: “Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum, dikkat et!” demiştim. Zaten selefini çok vakit öyle görüyordum.

Demek, şu zahiren gördüğüm yılan ise işarettir ki hıyanetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak. Bu defaki tecavüz –çendan– zahiren küçük imiş ve küçültülmek isteniliyor. Fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle o memurun verdiği emir; cami içinde, namazın tesbihatında iken “O misafirleri getiriniz!” diye jandarmalara emretmiş. Maksat da beni kızdırmak. Eski Said damarıyla bu fevka’l-kanun, sırf keyfî muameleye karşı kovmak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki Said’in lisanında Kur’an’ın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez; belki o kılıncı böyle istimal edecektir. Fakat jandarmaların akılları başlarında olduğu için hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, camide, vazife-i diniye bitmeden ilişmediği için namaz ve tesbihatın hitamına kadar beklediler. Memur bundan kızmış “Jandarmalar beni dinlemiyorlar.” diye kır bekçisini arkasından göndermiş.

Fakat Cenab-ı Hak beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor. İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat’iye olmadan bunlarla uğraşmayınız. “Cevabü’l-ahmaki’s-sükût” nevinden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız.

Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşci ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

İkinci Nokta: وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyet-i kerîmesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.

İşte bir ehl-i kemal, kâmilane, şu âyetin çok cevahirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

Muîn-i zalimîn dünyada erbab-ı denâettir

Köpektir zevk alan, sayyad-ı bîinsafa hizmetten.

Evet bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik edip güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin mealindeki tokada müstahaktır.

Üçüncü Nokta:

Sual: Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur’an’ın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?

Elcevap: Usûl-ü şeriatın kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضٖى بِالضَّرَرِ لَا يُنْظَرُ لَهُ Yani “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de ilzam etmeye hazırım.”

Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir. كَتَعْلٖيقِ الدُّرَرِ فٖى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-ı meseli gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek hakikatleri zındıka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.

Dördüncü Nokta: Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve fevka’l-kanundur. Çünkü menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilattan menolunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, tecavüzden masûndur. Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbaplarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilattan, ne muhabereden ve ne de gezmekten menolunmadılar. Ben menolundum. Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şafiîlerce, tesbihat içinde kelime-i tevhidin tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı.

Hattâ Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmi bir zat, kayınvâlidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş. Hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi. Üç müsellah jandarma ile camiden istenildi. O memur, hilaf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp: “Affedersiniz gücenmeyiniz, vazifedir.” demiş. Sonra “Haydi git!” diyerek ruhsat vermiş. Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki: Bana karşı sırf keyfî muameledir ki yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def’etmek için Cenab-ı Hakk’a havale ediyorum.

Zaten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşâirlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin dünyalarıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zat-ı âheri müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zatlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidiyor. Diğeri İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zat; benim gibi kimsesiz, yalnız değiller. Mâşâallah büyük nüfuzları var. Hem… Hem…

Halbuki beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede, beni muzaaf bir istibdat altında eziyorlar. Halbuki bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur.

Buradaki memurlar; nüfuz-u hükûmeti, ağraz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e yüz binler şükür ediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki: Bütün onların bu tazyikat ve istibdatları; envar-ı Kur’aniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine, odun parçaları hükmüne geçiyor; iş’al ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envar-ı Kur’aniye; Barla yerine bu vilayeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

***

 

Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele

Şükür Risalesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, tekrar ile

اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۞ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۞ وَسَنَجْزِى الشَّاكِرٖينَ ۞ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَزٖيدَنَّكُمْ ۞ بَلِ اللّٰهَ فَاعْبُدْ وَ كُنْ مِنَ الشَّاكِرٖينَ

gibi âyetlerle gösteriyor ki Hâlık-ı Rahman’ın ibadından istediği en mühim iş, şükürdür. Furkan-ı Hakîm’de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla, Sure-i Rahman’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet, Kur’an-ı Hakîm nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor, öyle de Kur’an-ı Kebir olan şu kâinat dahi gösteriyor ki netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, şükürdür.

Çünkü kâinata dikkat edilse görünüyor ki kâinatın teşkilatı şükrü intac edecek bir surette her bir şey, bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi, şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulatın en a’lâsı, şükürdür.

Çünkü hilkat-i âlemde görüyoruz ki mevcudat-ı âlem, bir daire tarzında teşkil edilip içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halk eden zat, ondan o hayatı intihab ediyor.

Sonra görüyoruz ki zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda temerküz ediyor, bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlık-ı Zülcelal, zîhayatlar içinde insanı intihab ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

Sonra görüyoruz ki âlem-i insaniyet de belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’edilmiş. Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvanatı rızka âdeta taaşşuk ettirip onları umumen rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki hadsiz nimetleri câmi’dir. Hattâ rızkın çok envaından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile mat’umat adedince manevî ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib en zengin en garib en şirin en câmi’ en bedî’ hakikat rızıktadır.

Şimdi görüyoruz ki her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün envaıyla manen ve maddeten, halen ve kālen şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke gidiyor.

Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar; şükrün davetçileridir, zîhayatı şevke davet eder ve şevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü manevî ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama onu teşvik eder, onun ile kālen ve fiilen şükre irşad eder ve şükür ettirir ve şükür içinde en âlî ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır.

Yani gösterir ki şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i zahiriyesiyle beraber daimî, hakiki, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmanîyi şükür ile kazandırır. Yani rahmet hazinelerinin Mâlik-i Kerîm’inin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp şu dünyada dahi cennetin bâki bir zevkini manen tattırır.

İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde, şükürsüzlük ile nihayet derecede sukut eder.

Altıncı Söz’de beyan edildiği gibi lisandaki kuvve-i zaika Cenab-ı Hak hesabına, yani manevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i bînihaye-i İlahiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlîkadr hükmündedir.

Eğer nefis hesabına olsa yani rızkı in’am edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa o dildeki kuvve-i zaika, bir nâzır-ı âlîkadr makamından batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder. Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder, öyle de rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan en edna makama inerler. Kâinat Hâlık’ının hikmetine zıt ve muhalif bir vaziyete düşerler.

Şükrün mikyası, kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir.

Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.

Evet hırs, şükürsüzlük olduğu gibi hem sebeb-i mahrumiyettir hem vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü kanaat etmeyip senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden balı insanlara emr-i İlahî ile ihsan eder, yedirir.

Evet, Zat-ı Akdes’in alem-i zatîsi ve en a’zamî ismi olan lafzullahtan sonra en a’zam ismi olan Rahman, rızka bakar ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. Hem Rahman’ın en zahir manası Rezzak’tır.

Hem şükrün envaı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

Hem şükür içinde safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillah” diyen adam, o şükür ile ilan eder ki “O elma, doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir.” demesi ile ve itikad etmesi ile her şeyi –cüz’î olsun, küllî olsun– onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakiki bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.

İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvi makamlara gönderip maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anâsıra inkılab etmeye gidiyor.

Eğer şükür etmezse o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur.

Şükür ile zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir.

Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.

Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var o da şükür ile o suret görünür. Yoksa ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki ehl-i dalalet ve gaflet ne derece hasaret ediyorlar.

Enva-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envaına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak, insanı bütün esmasına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin ve sanatlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip maddî ve manevî rızkın hadsiz envaına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa esfel-i safilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâb eder.

Elhasıl: En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki o dört esas şöyle tabir edilmiş:

“Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz.”

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الشَّاكِرٖينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمٖينَ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الشَّاكِرٖينَ وَ الْحَامِدٖينَ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ اَجْمَعٖينَ اٰمٖينَ

وَ اٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

***

Altıncı Risale Olan Altıncı Mesele

Hatt-ı Kur’an Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

***

 

Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهٖ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

Şu mesele yedi işarettir.

Evvela tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inayetin izharına yedi sebebi beyan ederiz:

Birinci Sebep: Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir, o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.” Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek, i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım.

Madem i’caz-ı Kur’an’ı bir derece beyan, Sözler’le oldu. Elbette o i’cazın hesabına geçen ve onun reşehatı ve berekâtı nevinden olan hizmetimizdeki inayatı izhar etmek, i’caza yardımdır ve izhar etmek gerektir.

İkinci Sebep: Madem Kur’an-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir. O, kendi kendini medhediyor. Biz de onun dersine ittibaen, onun tefsirini medhedeceğiz.

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir ve o risalelerdeki hakaik ise Kur’an’ın malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’an-ı Hakîm ekser surelerde, hususan الٰرٓ larda حٰمٓ lerde kendi kendini kemal-i haşmetle gösteriyor, kemalâtını söylüyor, lâyık olduğu medhi kendi kendine ediyor. Elbette Sözler’de in’ikas etmiş Kur’an-ı Hakîm’in lemaat-ı i’caziyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inayat-ı Rabbaniyenin izharına mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

Üçüncü Sebep: Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: Sözler’deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur’an’ındır ve Kur’an’dan tereşşuh etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalalet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette sema-yı Kur’an’ın yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı.

Hem madem örf-i nâsta, bir eserdeki mezaya, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifinin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i gâliyeyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

Dördüncü Sebep: Bazen tevazu, küfran-ı nimeti istilzam ediyor belki küfran-ı nimet olur. Bazen de tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakiki’nin eser-i in’amı olarak göstermektir.

Mesela, nasıl ki murassa ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: “Mâşâallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârane desen: “Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: “Evet, ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir.

İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”

İşte bunun gibi ben de sesim yetişse bütün küre-i arza bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattirler fakat benim değildirler, Kur’an-ı Kerîm’in hakaikinden telemmu etmiş şuâlardır.

وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتٖى بِمُحَمَّدٍ

düsturuyla derim ki:

وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتٖى § وَ لٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتٖى بِالْقُرْاٰنِ

Yani “Kur’an’ın hakaik-i i’cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur’an’ın güzel hakikatleri, benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvileştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’an’ın güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden inayat-ı İlahiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten işittim ki o zat, eski velilerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki: “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar zulümatını dağıtacak.” Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin ihzar ediyoruz.

Madem kendimize ait değil, elbette Sözler namındaki nurlara ait olan inayat-ı İlahiyeyi beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur.

Altıncı Sebep: Sözler’in telifi vasıtasıyla Kur’an’a hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inayat-ı Rabbaniye, bir muvaffakıyettir. Muvaffakıyet ise izhar edilir. Muvaffakıyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlahî olur. İkram-ı İlahî ise izharı bir şükr-ü manevîdir. Ondan dahi geçse olsa olsa hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’aniye olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı, zararsızdır. Eğer âdi keramatın fevkine çıksa o vakit olsa olsa Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin şuleleri olur.

Madem i’caz izhar edilir, elbette i’caza yardım edenin dahi izharı i’caz hesabına geçer; hiç medar-ı fahir ve gurur olamaz, belki medar-ı hamd ve şükrandır.

Yedinci Sebep: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikati, zayıf bir adamın elinde zayıf görür ve kıymetsiz bir meseleyi, kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telakki eder.

İşte ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir bîçarenin elindeki hakaik-i imaniye ve Kur’aniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için bilmecburiye ilan ediyorum ki:

İhtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor, biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilata mazhar oluyoruz.

Öyle ise o inayetleri bağırarak ilan etmeye mecburuz.

İşte geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inayet-i Rabbaniyeye işaret edeceğiz.

Birinci İşaret: Yirmi Sekizinci Mektup’un Sekizinci Mesele’sinin Birinci Nüktesi’nde beyan edilmiştir ki “tevafukat”tır.

Ezcümle: Mu’cizat-ı Ahmediye Mektubatında, Üçüncü İşaret’inden tâ On Sekizinci İşaret’ine kadar altmış sahife; habersiz, bilmeyerek bir müstensihin nüshasında iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki bütün sahifelerde –kemal-i muvazenetle– iki yüzden ziyade “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeleri bulunsa yarı yarıya tevafuk olur ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’an-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizat-ı Kur’aniyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitapların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki mu’cizat-ı Kur’aniye ve mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevi kerametidir ki o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.

İkinci İşaret: Hizmet-i Kur’aniyeye ait inayat-ı Rabbaniyenin ikincisi şudur ki: Cenab-ı Hak; benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden, yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise –Hulusi’nin tabiriyle– telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve –Sabri’nin tabiriyle– nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber –yine Sabri’nin tabiriyle– bir tevafukat-ı gaybiye nevinden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.

Evet, velayetin kerameti olduğu gibi niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bâhusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddi, samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.

İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir bîçareye veremezsiniz. Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

Üçüncü İşaret: Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da çocuklara da bildiriyor.

Hem mesela, sırr-ı kader ve cüz-i ihtiyarînin halli için koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk elli sahifede, meşhur Mukaddimat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Söz’de, İkinci Mebhas’ın iki sahifesinde tamamıyla hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkül-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülat-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşif ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayret-engiz hakikatleri kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektup’taki وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniyede öyle bir genişlik var ki en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve süratle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.

Dördüncü İşaret: Elli altmış risaleler (*[3]) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tetkikin sa’y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilat vasıtasıyla, en âmî ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler “Tefhim edilmez.” deyip değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.

İşte en uzak hakikatleri, en yakın bir tarzda, en âmî bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bilâ-şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilat-ı Kur’aniyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.

Beşinci İşaret: Risaleler umumiyetle pek çok intişar ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmî adama kadar ve ehl-i kalp büyük bir veliden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniye ve bir keramet-i Kur’aniye olduğu gibi çok tetkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husul bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir süratle hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi bir eser-i inayet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki On Dokuzuncu Mektup’un beş parçası, birkaç gün zarfında her gün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması; hattâ en mühim bir parça ve o parçada lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zahir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi ekser risaleler böyle olması ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zahir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse daha ziyade beni dersten, teliften men’etmekle beraber; en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’aniye olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlahiyeden ve imaniyeden bahsetmiş ise alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve zarar verdikleri için her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise şimdiye kadar hiç kimsede –çoklardan sorduğum halde– sû-i tesir ve aksü’l-amel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır.

Altıncı İşaret: Şimdi bence kat’iyet peyda etmiştir ki ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur’an-ı Hakîm’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddimat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i’caz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.

Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim; doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi hâlis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır.

Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkârane, Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim.

Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitapların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terk ettiren, anladım ki doğrudan doğruya âyât-ı Kur’aniyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler –ekseriyet-i mutlakası– hariçten hiçbir sebep gelmeyerek ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.

İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların envalarındaki hilaf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için kuvvetli bir inayet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

Yedinci İşaret: Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâ-mübalağa yüz eser-i ikram-ı İlahî ve inayet-i Rabbaniye ve keramet-i Kur’aniyeyi gözümüzle gördük. Bir kısmını, On Altıncı Mektup’ta işaret ettik; bir kısmını, Yirmi Altıncı Mektup’un Dördüncü Mebhası’nın mesail-i müteferrikasında; bir kısmını, Yirmi Sekizinci Mektup’un Üçüncü Mesele’sinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan Sözler’in ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyizinde, fevka’l-me’mul kerametkârane bir teshilata mazhar oluyoruz. Keramet-i Kur’aniye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inayet tatmin etmek için fevka’l-me’mul bir surette ihsan ediyor ve hâkeza…

İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde hem inayet altında bize hizmet-i Kur’aniye yaptırılıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلَاةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهٖ اَدَاءً وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ وَ سَلِّمْ تَسْلٖيمًا كَثٖيرًا اٰمٖينَ

***

Mahrem Bir Suale Cevaptır

Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz’ün âhirine ilhak edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’an’dan yazdığın Sözler’de bir kuvvet, bir tesir var ki müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunuyor?”

Elcevap: –Güzel bir cevaptır– Şeref, i’caz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâ-perva derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir, teslim değil imandır, marifet değil şehadettir şuhuddur, taklit değil tahkiktir, iltizam değil iz’andır, tasavvuf değil hakikattir, dava değil dava içinde bürhandır.

Şu sırrın hikmeti budur ki: Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zat-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilatından bir şulesini; acz ve zaafıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’an’a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillahi’l-hamd sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.

Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehm ü hayal, hattâ nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi şeytan dahi teslim-i silaha mecbur oldu.

Elhasıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-ı Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır.

***

Yedinci Mesele’nin Hâtimesidir

Sekiz inayet-i İlahiye suretinde gelen işarat-ı gaybiyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı izale etmek ve bir sırr-ı azîm-i inayeti beyan etmeye dairdir.

Şu Hâtime dört nüktedir:

Birinci Nükte: Yirmi Sekizinci Mektup’un Yedinci Mesele’sinde yedi sekiz küllî ve manevî inayat-ı İlahiyeden hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi “Sekizinci İnayet” namıyla “tevafukat” tabiri altındaki nakışta o işaratın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi sekiz küllî inayatlar, o derece kuvvetli ve kat’îdirler ki her birisi tek başıyla o işarat-ı gaybiyeyi ispat eder. Farz-ı muhal olarak bir kısmı zayıf görülse hattâ inkâr edilse o işarat-ı gaybiyenin kat’iyetine halel vermez. O sekiz inayatı inkâr edemeyen, o işaratı inkâr edemez.

Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimat ettiği için; o sekiz inayatın içinde en kuvvetlisi değil belki en zahirîsi tevafukat olduğundan –çendan ötekiler daha kuvvetli fakat bu daha umumî olduğu için– ona gelen evhamı def’etmek maksadıyla bir muvazene nevinden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:

O zahirî inayet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, Kur’an kelimesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki bir kasd ile tanzim edilip muvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali olduğumuzdur. Öyle ise bu kasd ve irade, bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeyi teyid suretinde o iki kelimede tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir.

Bu iki kelimenin mübarekiyeti, i’caz-ı Kur’an ve i’caz-ı Ahmediyeye bir hâtem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler. Fakat onlar, birer sahifeye mahsus. Şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; amma kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette değildir.

Şimdi bu davamızı çürütmek kabil olmadığı halde, zahir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir:

Birisi: “Sizler düşünüp öyle bir tevafuku rast getirmişsiniz.” diyebilirler. “Böyle bir şey yapmak kasd ile olsa rahat ve kolay bir şeydir.”

Buna karşı deriz ki: Bir davada iki şahid-i sadık kâfidir. Bu davamızdaki kasd ve irademiz taalluk etmeyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şahid-i sadık bulunabilir.

Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i’caziye, Kur’an-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i’cazda olduğu nevinden değildir. Çünkü i’caz-ı Kur’an’da, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i’caziye ise kudret-i beşerle olamıyor; kudret, o işe karışamıyor. Karışsa sun’î olur, bozulur. (Hâşiye[4])

Üçüncü Nükte: İşaret-i hâssa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz:

Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözler’deki tevafukat ve muvaffakıyet daha güzeldir.

Ben de dedim: Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye ve şümul-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi bu muvaffakıyetteki işaret-i gaybiye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hâssaya ve rububiyet-i hâssaya ve tecelli-i hâssaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:

Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile merhamet-i şahanesi umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lütfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın çok münasebat-ı hususiyesi vardır.

İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hâssasıdır ki umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.

İşte bu temsil gibi Zat-ı Vâcibü’l-vücud ve Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm’in umumî rububiyet ve şümul-ü rahmeti noktasında her şey hissedardır. Her şeyin hissesine isabet eden cihette, hususi onunla münasebettardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz’î işlerine müdahalesi, rububiyeti vardır. Her şey, her şe’ninde ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki o daire-i tasarruf-u rububiyetinde saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin ve ne de tesadüfün hakkı var ki o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde yirmi yerde kat’î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur’an kılıncıyla idam etmişiz, müdahalelerini muhal göstermişiz.

Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zahiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını –tabiat perdesi altında gizlenmiş– görememişler, tabiata müracaat etmişler.

İkincisi, hususi rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına Rahmanu’r-Rahîm isimleri imdada yetişirler. Hususi bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdad eder ve meded alabilir.

İşte bu hususi rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.

İşte bu sırra binaendir ki İ’caz-ı Kur’an ve Mu’cizat-ı Ahmediye’deki işarat-ı gaybiyeyi, hususi bir işaret telakki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususi ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hâssa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf lillah için ilan ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin, âmin!

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

***

Sözler’in tebyizinde kıymettar hizmeti sebkat eden muallim Ahmed Galib’in fıkrasıdır.

“Elde Kur’an gibi bürhan-ı hakikat varken

Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”

Sözün özdür ey can, tekellüf değil

Ledün ilminin zübde-i pâkidir

Bu, sümme’t-tedarik tasannuf değil

Bu bir hikmet-i nur-u irfandır

Ki ehva ve lağv ve tefelsüf değil

Müzekkî-i nefis ve musaffi-i ruh

Mürebbi-i dildir, tasavvuf değil

O Sözler bütün marifet şemsidir

Sözüm doğrudur, bir teellüf değil

İçin nurudur, lafza akseylemiş

Bir iki satırda teradüf değil

Mutabık lafızlar birbirine

Bu aslâ tasannu, tesadüf değil

Dizilmiş nizamla bütün harfleri

Tevafuktur, aslâ tehalüf değil

Bu bir cilve-i sırr-ı i’cazdır

Ki Kur’an’dandır, tecevvüf değil

Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel

Bu babda ne dense tezauf değil

Said-i Bedîüzzaman-ı Nursî

Beyanı bedî’dir, taattuf değil

Teselliye ermemiş elinde kalem

Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil

İsabet buna savb-ı Hak’tan gelir

Bu kasdî değildir, tasarruf değil

Bunu görmeyen bed nazarlar için

Telehhüf derim ben, teessüf değil

Ki var manevî hayretim galiben

Beyanım bu yolda tazarruf değil

Tevafuk, sözünde ona çok mudur

Tefevvuk, onun için teşerrüf değil

Çok işte Hak onu muvaffak ede

Tevafuk, makam-ı tevakkuf değil!

Ahmed Galib

(Rahmetullahi aleyh)

***

Merhum Binbaşı Âsım Bey’in fıkrasıdır.

Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber

Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bed-mâyeler

Kalır dalalet ve vâdi-i hüsranda nice seneler

Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner

Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer

Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlık’a yalvaralım

Hep envar-ı Kur’aniye olan Sözler’i okuyup anlatalım

Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd olalım

Fenayı bekaya tebdilde rıza-yı Bâri’ye kavuşalım

Sad-hezar tahsine lâyık bîbaha fıkra-i Galib

Bu hakikatleri söylemekle olur şüphesiz galip.

Binbaşı Âsım

(Rahmetullahi aleyh)

***

Sekizinci Risale olan Sekizinci Mesele

Şu Mesele, altı sualin cevabı olup sekiz nüktedir.

Birinci Nükte

Bir dest-i inayet altında hizmet-i Kur’aniyede istihdam edildiğimize dair çok enva-ı işarat-ı gaybiyeyi hissettik ve bazılarını gösterdik. Şimdi o işaratın bir yenisi daha şudur ki:

Ekser Sözler’de tevafukat-ı gaybiye var. (Hâşiye[5]) Ezcümle: Resul-i Ekrem kelimesinde ve aleyhissalâtü vesselâm ibaresinde ve Kur’an lafz-ı mübarekesinde, bir nevi cilve-i i’caz temessül ettiğine bir işaret var.

İşarat-ı gaybiye ne kadar gizli ve zayıf da olsa hizmetin makbuliyetine ve meselelerin hakkaniyetine delâlet ettiği için bence çok ehemmiyetlidir ve çok kuvvetlidir.

Hem gururumu kırar ve sırf bir tercüman olduğumu kat’iyen bana gösterdi.

Hem hiç medar-ı iftihar benim için bir şey bırakmıyor, yalnız medar-ı şükran olan şeyleri gösteriyor.

Hem madem Kur’an’a aittir ve i’caz-ı Kur’an hesabına geçiyor ve kat’iyen cüz-i ihtiyarîmiz karışmıyor ve hizmette tembellik edenleri teşvik ediyor ve risalenin hak olduğuna kanaat veriyor ve bizlere bir nevi ikram-ı İlahîdir ve izharı tahdis-i nimettir. Ve aklı gözüne inmiş mütemerridleri iskât ediyor; elbette izharı lâzımdır, inşâallah zararsızdır.

İşte şu işarat-ı gaybiyenin birisi de şudur ki: Cenab-ı Hak kemal-i rahmet ve kereminden, Kur’an’a ve imana hizmet ile meşgul olan bizleri teşvik ve kulûbümüzü tatmin için; bir ikram-ı Rabbanî ve bir ihsan-ı İlahî suretinde hizmetimizin makbuliyetine alâmet ve yazdığımız hak olduğuna işaret-i gaybiye nevinden, bütün risalelerimizde ve bilhassa Mu’cizat-ı Ahmediye ve İ’caz-ı Kur’an ve Pencereler Risalelerinde, tevafukat-ı gaybiye nevinden bir letafet ihsan etmiştir. Yani bir sahifede, misil olarak gelen kelimeleri birbirine baktırıyor.

Bunda bir işaret-i gaybiye veriliyor ki: “Bir irade-i gaybî ile tanzim edilir. İhtiyarınıza ve şuurunuza güvenmeyiniz. İhtiyarınızın haberi olmadan ve şuurunuz yetişmeden, hârika nakışlar ve intizamlar yapılıyor.”

Bâhusus Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi’nde lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat bir âyine hükmüne geçip o tevafukat-ı gaybiye işaretini sarîh gösteriyor. Yeni, acemi bir müstensihin yazısında, beş sahife müstesna, mütebâki iki yüzden fazla salavat-ı şerife birbirine muvazi olarak bakıyorlar.

Şu tevafukat ise şuursuz yalnız on adette bir iki tevafuka sebep olabilen tesadüfün işi olmadığı gibi sanatta maharetsiz, yalnız manaya hasr-ı nazar ederek gayet süratle bir iki saatte otuz kırk sahifeyi telif eden ve kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin düşünüşü dahi elbette değildir.

İşte altı sene sonra, yine Kur’an’ın irşadıyla ve İşaratü’l-İ’caz olan tefsirin dokuz اِنَّا nın tevafuk suretiyle gelen irşadıyla sonra muttali olmuşum. Müstensihler ise benden işittikleri vakit, hayret içinde hayrette kaldılar.

Nasıl ki lafz-ı Resul-i Ekrem ve lafz-ı salavat; On Dokuzuncu Mektup’ta, mu’cizat-ı Ahmediyenin bir nevinin bir nevi küçük âyinesi hükmüne geçti. Öyle de Yirmi Beşinci Söz olan i’caz-ı Kur’an’da ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde lafz-ı Kur’an dahi kırk tabakadan, yalnız gözüne itimat eden tabakasına karşı, bir nevi mu’cizat-ı Kur’aniyenin, o nev’in kırk cüzünden bir cüzü, tevafukat-ı gaybiye suretinde bütün risalelerde tecelli etmekle beraber, o cüzün kırk cüzünden bir cüzü, lafz-ı Kur’an içinde tezahür etmiş. Şöyle ki:

Yirmi Beşinci Söz’de ve On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde yüz defa Kur’an lafzı tekerrür etmiş; pek nadir olarak bir iki kelime hariç kalmış, mütebâkisi bütün birbirine bakıyor.

İşte mesela, İkinci Şuâ’nın kırk üçüncü sahifesinde yedi “Kur’an” lafzı var, birbirine bakıyor. Ve sahife elli altıda sekizi birbirine bakıyor, yalnız dokuzuncu müstesna kalmış.

İşte şu –şimdi gözümüzün önünde– altmış dokuzuncu sahifedeki beş lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor ve hâkeza… Bütün sahifelerde gelen mükerrer lafz-ı Kur’an, birbirine bakıyor. Pek nadir olarak beş altı taneden bir tane hariç kalıyor.

Sair tevafukat ise –işte gözümüzün önünde– sahife otuz üçte, on beş adet اَمْ lafzı var; on dördü birbirine bakıyor. Hem gözümüzün önünde şu sahifede dokuz iman lafzı var, birbirine bakıyor; yalnız birisi, müstensihin fâsıla vermesiyle az inhiraf etmiş. Hem şu gözümüzün önündeki sahifede iki “mahbub” var –biri üçüncü satırda, biri on beşinci satırdadır– kemal-i mizanla birbirine bakıyor. Onların ortasında dört “aşk” dizilmiş, birbirine bakıyorlar. Daha sair tevafukat-ı gaybiye bunlara kıyas edilsin.

Hangi müstensih olursa olsun; satırları, sahifeleri ne şekilde olursa olsun alâküllihal bu tevafukat-ı gaybiye öyle bir derecede var ki şüphe bırakmıyor ki ne tesadüfün işi ve ne de müellifin ve müstensihlerin düşünüşüdür. Fakat bazı hatta daha ziyade tevafukat göze çarpıyor. Demek, şu risalelere mahsus bir hatt-ı hakiki vardır. Bazıları, o hatta yakınlaşıyor. Garaibdendir ki en mahir müstensihlerin değil belki acemilerin yazılarında daha ziyade görülür.

Bundan anlaşılıyor ki Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.

Dördüncü Nükte

Beş altı suali tazammun eden birinci sualinizde: “Meydan-ı haşre cem’ ve keyfiyet nasıl ve üryan mı olacak? Ve dostlarla görüşmek için ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zat nasıl görüşecek? Ehl-i cennet ve cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” diyorsunuz.

Elcevap: Şu sualin cevabı, gayet mükemmel ve vâzıh olarak kütüb-ü ehadîsiyede vardır. Meşrep ve mesleğimize ait yalnız bir iki nükteyi söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Evvela: Bir mektupta; meydan-ı haşir, küre-i arzın medar-ı senevîsinde olduğunu ve küre-i arz şimdiden manevî mahsulatını o meydanın elvahlarına gönderdiği gibi; senevî hareketiyle, bir daire-i vücudun temessül ve o daire-i vücudun mahsulatıyla bir meydan-ı haşrin teşekkülüne bir mebde olduğu ve küre-i arz denilen şu sefine-i Rabbaniyenin merkezindeki cehennem-i suğrayı cehennem-i kübraya boşalttığı gibi sekenesini de meydan-ı haşre boşaltacağı beyan edilmiştir.

Sâniyen: Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler başta olarak sair Sözlerde, gayet kat’î bir surette o haşrin meydanı ile beraber vücudu kat’î olarak ispat edilmiştir.

Sâlisen: Görüşmek ise On Altıncı Söz’de ve Otuz Bir ve Otuz İki’de kat’iyen ispat edilmiştir ki bir zat nuraniyet sırrıyla, bir dakikada binler yerde bulunup milyonlar adamlarla görüşebilir.

Râbian: Cenab-ı Hak, insandan başka zîruh mahlukatına fıtrî birer libas giydirdiği gibi; meydan-ı haşirde sun’î libaslardan üryan olarak fakat fıtrî bir libas giydirmesi, ism-i Hakîm muktezasıdır. Dünyada sun’î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve ziynet ve setr-i avrete münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünkü bu hikmet olmazsa muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür. Meydan-ı haşirde, o hikmet ve münasebet yok. O liste de olmaması lâzım gelir.

Hâmisen: Rehber ise senin gibi Kur’an’ın nuru altına girenlere, Kur’an’dır. الٓمٓ lerin الٰرٓ ların حٰمٓ lerin başlarına bak, anla ki Kur’an ne kadar makbul bir şefaatçi ne kadar doğru bir rehber ne kadar kudsî bir nur olduğunu gör!

Sâdisen: Ehl-i cennet ve ehl-i cehennemin libasları ise Yirmi Sekizinci Söz’de hurilerin yetmiş hulle giymesine dair beyan edilen düstur burada da caridir. Şöyle ki:

Ehl-i cennet olan bir insan, cennetin her nevinden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennetin gayet muhtelif enva-ı mehasini var. Her vakit bütün cennetin envaıyla mübaşeret eder. Öyle ise cennetin mehasininin numunelerini, küçük bir mikyasta kendine ve hurilerine giydirir. Kendisi ve hurileri birer küçük cennet hükmüne geçer.

Nasıl ki bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçekler envaını, numunegâh küçük bir bahçesinde cem’eder ve bir dükkâncı, bütün mallarındaki numuneleri bir listede cem’eder ve bir insan, tasarruf ettiği ve hükmettiği ve münasebettar olduğu enva-ı mahlukatın numunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor; öyle de ehl-i cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve cennetin lezaizine istihkak kesbetmiş ise her bir duygusunu memnun edecek, her bir cihazatını okşayacak, her bir letaifini zevklendirecek bir tarzda, cennetin her bir nevinden birer mehasini gösterecek bir tarz-ı libası, kendilerine ve hurilerine rahmet-i İlahiye tarafından giydirilecek.

Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu mealdeki hadîstir ki: “Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilikleri görünür, setretmiyor.” Demek, en üstündeki hulleden tâ en alttaki hulleye kadar ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda, hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var.

Ehl-i cehennem ise nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hâkeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafî görünmüyor.

Beşinci Nükte

Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler?

Elcevap: Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın, bilâhare gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususi bazı insanlarda cereyan eden bakiyye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim aleyhisselâmdan gelen ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayt kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlup olmamışlar.

Fakat zaman-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبٖينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bi’l-ittifak, teferruattaki hatîatlarından muahezeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce küfre de girse, usûl-ü imanîde bulunmazsa yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür, etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.

Altıncı Nükte

Dersiniz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadlarından nebi gelmiş midir?

Elcevap: Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra bir nass-ı kat’î yoktur. Ecdadlarından olmayan, yalnız Hâlid İbn-i Sinan ve Hanzele namında iki nebi gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebi’den, Kâ’b İbn-i Lüeyy’in meşhur ve sarîh ve tansis tarzındaki bu şiiri ki:

عَلٰى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ § فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبٖيرُهَا

demesi, mu’cizekârane ve nübüvvettarane bir söze benzer. İmam-ı Rabbanî hem delile hem keşfe istinaden demiş ki: Hindistan’da çok nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdud birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut nebi ismi verilmemiş.

İşte İmam’ın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebi’den bu nevi nebilerin bulunması mümkün.

Yedinci Nükte

Diyorsunuz ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında akvâ ve esahh olan haber hangisidir?

Elcevap: Yeni Said on senedir yanında başka kitapları bulundurmuyor, bana Kur’an yeter diyor. Böyle teferruat mesailinde, bütün kütüb-ü ehadîsi tetkik edip en akvasını yazmaya vaktim müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar derim ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i cennettir ve ehl-i imandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendane şefkatini, elbette rencide etmez.

Eğer denilse: Madem öyledir, neden onlar Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma imana muvaffak olamadılar? Neden bi’setine yetişemediler?

Elcevap: Cenab-ı Hak, Habib-i Ekrem’inin peder ve validesini, kendi keremiyle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ferzendane hissini memnun etmek için valideynini minnet altında bulundurmuyor. Valideynlik mertebesinden, manevî evlat mertebesine getirmemek için hâlis kendi minnet-i rububiyeti altına alıp onları mesud etmek ve Habib-i Ekrem’ini de memnun etmekliği rahmeti iktiza etmiş ki valideynini ve ceddini, ona zahirî ümmet etmemiş. Fakat ümmetin meziyetini, faziletini, saadetini onlara ihsan etmiştir.

Evet, âlî bir müşirin yüzbaşı rütbesinde olan pederi huzuruna girmesi, birbirine zıt iki hissin taht-ı tesirinde bulunur. Padişah o müşir olan Yaver-i Ekrem’ine merhameten, pederini onun maiyetine vermiyor.

Sekizinci Nükte

Diyorsunuz ki: Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh nedir?

Elcevap: Ehl-i Teşeyyu’, imanına kail; Ehl-i Sünnet’in ekserisi, imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın risaletini değil; şahsını, zatını gayet ciddi severdi. Onun o gayet ciddi o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir.

Evet, ciddi bir surette Cenab-ı Hakk’ın Habib-i Ekrem’ini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in; inkâra ve inada değil belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen, makbul bir iman getirmemesi üzerine cehenneme gitse de yine cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda –uyku vasıtasıyla– bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi hususi cehennemi, hususi bir nevi cennete çevirebilir…

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ ۞ لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

[1] Hâşiye: Bizde “Seyda” lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel melekü’l-mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: “Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” diye dergâh-ı İlahiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak’aya şahit olmuşlar.

[2] Hâşiye: Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü’l-mevti görmüş. Demiş: “Beni yatak içinde yakalıyorsun!” Kalkmış atına binmiş, kılıncını eline almış, ona meydan okumuş. Merdane, at üstünde vefat etmiş.

[3] * Şimdi yüz otuzdur.

[4] Hâşiye: On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur’an tevafukla beraber, mecmuunda lafzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedî’ şeyler çok var.

Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.

Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said

[5] Hâşiye: Tevafukat ise ittifaka işarettir; ittifak ise ittihada emaredir, vahdete alâmettir; vahdet ise tevhidi gösterir; tevhid ise Kur’an’ın dört esasından en büyük esasıdır.

Yirmi Yedinci Mektup

Yirmi Yedinci Mektup

(Bu mektup, Risale-i Nur Müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat ve çok letafetli, güzel mektuplarıyla; Risale-i Nur talebelerinin, Üstadlarına ve bazen birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektup olup bu mecmuanın üç dört misli kadar büyüdüğü için bu mecmuaya ilhak edilmemiştir. Müstakillen Barla, Kastamonu, Emirdağı Lâhikaları olarak neşredilmiştir.)

***