On Altıncı Mektup

On Altıncı Mektup

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اٖيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

Şu mektup فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا sırrına mazhar olmuş, şiddetli yazılmamış.

Çoklar tarafından sarîhan ve manen gelen bir suale cevaptır.

Şu cevabı vermek benim için hoş değil, arzu etmiyorum. Her şeyimi, Cenab-ı Hakk’ın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve âlemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisanıyla, şahsım için değil belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için hakikat-i hali hem dostlarıma hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için beş noktayı beyan ediyorum.

Birinci Nokta

Denilmiş: “Ne için siyasetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?”

Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki o yol meşkuk ve müşkülatlı ve bana nisbeten fuzuliyane hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.

Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa madem memur ve mebus değilim, o halde siyasetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa bana ihtiyaç yok. Çünkü mesail tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak manasızdır. Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkuk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti.

Buna kat’î şahit, o vakitten beri sekiz senedir bir tek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu.

Hem beş senedir bütün dikkat ile benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve اِنَّمَا الْحٖيلَةُ فٖى تَرْكِ الْحِيَلِ düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı tetkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sadâ verecekti.

İkinci Nokta

Yeni Said ne için bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?

Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını; meşkuk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzulî bir surette karışma ile feda etmemek için… Hem en mühim en lüzumlu en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü diyor:

Ben ihtiyar oluyorum, bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır, ona çalışmak lâzım geliyor.

Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer’an hizmete mükellef olduğumdan hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak; o ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için o ciheti bırakıp en mühim en lüzumlu en selâmetli olan imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevî ilaçları, sair insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma keffaret yapar.

Bu hizmete karşı şeytan-ı racîmden başka hiç kimsenin –mü’min olsun kâfir olsun, sıddık olsun zındık olsun– karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.

İşte böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsî bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak; benim gibi alâkasız ve yalnız ve eski günahlarına keffaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir, divaneler de anlayabilirler.

Amma Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni men’ediyor dersen ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.

İşte ey ehl-i dünya! Neden benim ile uğraşıyorsunuz? Beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?

Eğer derseniz: Şeyhler bazen işimize karışıyorlar. Sana da bazen şeyh derler.

Ben de derim: Hey efendiler! Ben şeyh değilim, ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım, bir tek adama tarîkat verseydim şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: İman lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamanı değil.

Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var, o işimize gelmiyor.

Ben de derim: Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki ben اَلْاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i kātil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o Frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.

Madem böyledir, hey efendiler! Her bir hâdiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek veya İstanbul’da bir esnafın cinayetiyle, Bağdat’ta bir dükkâncıyı esnaflık münasebetiyle mahkûm etmek nevinden, her hâdise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek, hangi usûl iledir? Hangi vicdan hükmeder? Hangi maslahat iktiza eder?

Üçüncü Nokta

Halimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabır ile sükûtumu istiğrab eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin, edna bir tahkire tahammül edemezdin?”

Elcevap: İki küçük hâdiseyi ve hikâyeyi dinleyiniz, cevabını alınız:

Birinci hikâye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helâl ettirdi. O hakikat şudur:

Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise Allah ondan razı olsun ki benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse ondan darılmak değil belki memnun olmak lâzım gelir.

Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’an’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’an’a havale ediyorum. O Aziz’dir, Hakîm’dir.

Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nevinden ise o da bana ait değil. Ben menfî ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.

Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti. وَاُفَوِّضُ اَمْرٖٓى اِلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِ dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki Kur’an onu helâl etmemiş…

İkinci hikâye: Şu senede işittim ki bir hâdise olmuş. O hâdisenin vukuundan sonra yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddi alâkadar imişim gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum, etsem de pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hattâ dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men’ediyordum hem de ehl-i dünya beni men’ediyordu. Yalnız bir iki ahbap ile haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika bir mesele-i âhirete dair benimle görüşüyordu.

Bu gurbet halimde; garib, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, her şeyden herkesten men’edildim. Hattâ dört sene evvel, harap olmuş bir camiyi tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan o camide dört senedir (Allah kabul etsin) imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen ramazanda mescide gidemedim. Bazen yalnız namazımı kıldım. Cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.

İşte başıma gelen bu iki hâdiseye karşı, aynen iki sene evvel, o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşâallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki:

Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet şu sıkıntı şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder hem ona keffaretü’z-zünub olur. Dünya misafirhanesinin safasını çok gördüm, azıcık cefasını görsem yine şükrederim.

Eğer imana ve Kur’an’a hizmetkârlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa onun müdafaası bana ait değil, onu Aziz-i Cebbar’a havale ediyorum.

Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlası kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise onlara rahmet… Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benim ile temas edenler beni bilirler ki şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.

Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, ıskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye ait ise beyhudedir. Zira Kur’an yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.

Dördüncü Nokta

Evhamlı birkaç sualin cevabıdır:

Birincisi: Ehl-i dünya bana der: “Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sa’yi ile geçinenleri istemiyoruz.”

Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzakımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz. Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nâhoştur. Fakat madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar, ben de derim ki:

Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek –velev zekât dahi olsa– hem maaşı kabul etmemek –yalnız bir iki sene Dârülhikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum ve o parayı da manen millete iade ettik– hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar, kabul etmedim.

“Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse derim:

Bereket ve ikram-ı İlahî ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstahak ise de fakat Kur’an hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda ikram-ı İlahî olan berekete mazhar oluyorum. وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla, Cenab-ı Hakk’ın bana ettiği ihsanatı yâd edip bir şükr-ü manevî nevinde birkaç numunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü manevî olmakla beraber, korkuyorum ki bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirane gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat ne çare, söylemeye mecbur oldum.

İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet (Hâşiye[1]) edecek, bilmiyorum.

İkincisi: Şu mübarek ramazanda, yalnız iki haneden bana yemek geldi, ikisi de beni hasta etti. Anladım ki başkasının yemeğini yemekten memnûum. Mütebâkisi, bütün ramazanda benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle; üç ekmek, bir kıyye (kilo demek) pirinç bana kâfi gelmiştir. Hattâ o pirinç, on beş gün ramazandan sonra bitmiştir.

Üçüncüsü: Dağda, üç ay bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, her gün ekmekle beraber yemek şartıyla kâfi geldi. Hattâ Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günü idi; dedim ona: Git ekmek getir. İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum.” dedi. Ben de dedim: “Tevekkelnâ alallah, kal.”

Sonra hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.” O ona başladı, ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifane şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu safi-kalp adama ne diyeceğim, diye düşünmede iken birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim; gördüm ki: Koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman müjde! Cenab-ı Hak bize rızık verdi.” O ekmeği aldık, bakıyoruz ki kuşlar ve hayvanat-ı vahşiye hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek, ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzere iken, dört sene sadık bir sıddıkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.

Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel, eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket-i iktisat ve rahmet-i İlahiye bana kâfi geldi.

İşte şu numuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlahiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahir için zikrediyorum zannetmeyiniz, belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen hâlis dostlarıma ihsandır veya hizmet-i Kur’aniyeye bir ikramdır veya iktisadın bereketli bir menfaatidir veyahut “Yâ Rahîm, Yâ Rahîm” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazîn mır mırlarını dikkatle dinlesen “Yâ Rahîm, Yâ Rahîm” çektiklerini anlarsın.

Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta, yumurta makinesi gibi pek az fâsıla ile her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum: “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlahîdir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük hem kışta hem ramazanda, bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbanî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.

İkinci vehimli sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sana nasıl emniyet edeceğiz ki sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini târik-i dünya gösterip halkın malını zahiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?

Elcevap: Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfîde ve Hürriyet’ten daha evvel zamanda çoklara malûm hal ve vaziyetim ve “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” namında o zaman Divan-ı Harpteki müdafaatım kat’î gösterir ki değil kurnazlık belki edna bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim.

Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkârane bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez; iğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbuki bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukabil tezellüle tenezzül etmedim. “Tevekkeltü alallah” deyip ehl-i dünyaya arkamı çevirdim.

Hem de âhireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden; aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir adam; hayat-ı ebediyesini dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez, feda etse kurnaz olmaz, belki ebleh bir divane olur. Ebleh bir divanenin elinden ne gelir ki onun ile uğraşılsın.

Amma zahiren târik-i dünya, bâtınen talib-i dünya şüphesi ise وَمَٓا اُبَرِّئُ نَفْسٖٓى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ sırrınca: Ben nefsimi tebrie etmiyorum, nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tabi olmuştur.

Üçüncü vehimli sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen neden bize küsüp karışmıyorsun?

Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın, biz muarızlarımızı ezeriz?

Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil! Çünkü idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki hiç lâyık olmadığınız halde “Kalp de bizi sevsin.” demeye? Kalbe karışsanız…

Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de hal-i âlemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum fakat irade edemiyorum çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum çünkü ne vazifemdir ne de iktidarım var.

Dördüncü şüpheli sual: Ehl-i dünya diyorlar ki: O kadar belalar gördük ki kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki fırsat senin eline geçse arzu ettiğin gibi karışmazsın?

Elcevap: Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hâdiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde; diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garib, zayıf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilattan, muhabereden kesilmiş, iman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti dost bulan ve başka herkese yabani ve herkes de ona yabani nazarıyla bakan bir insan; semeresiz, tehlikeli dünyanıza karışsa muzaaf bir divane olmak gerektir.

Beşinci Nokta

Beş küçük meseleye dairdir:

Birincisi: Ehl-i dünya bana diyorlar ki: Bizim usûl-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve suret-i telebbüsümüzü ne için sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın.

Ben de derim: Hey efendiler! Ne hak ile bana usûl-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten ıskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilattan memnû bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfîyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrit edip bir iki tane müstesna hiçbir hemşehri ile görüştürmediniz. Demek, beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız; ben de âhiret kapısını çaldım, rahmet-i İlahiye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karmakarışık usûl ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp memleketime iade edip hukukumu verdiniz, o vakit usûlünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.

İkinci Mesele: Ehl-i dünya diyorlar ki: Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salahiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun, bu işlere karışmaya hakkın yok.

Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz! İman ve Kur’an nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur’aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz. Belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. Hem de sizin o resmî daireniz dahi memlekette iken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla her yerde amel edebilirim çünkü benim nefyim haksız olmuştur. Hem menfîler madem iade edildi, eski vesikalarımın hükmü bâkidir.

Sâniyen, yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalpleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar. Yalnız medar-ı maişetim için yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dair bir risalemi tabettirdim. Bunu da bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.

Üçüncü Mesele: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için ehl-i dünyaya hoş görünmek için; benden zahiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinablarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’an’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü inşâallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse siz benden teberri ile kurtulamazsınız. O hal ile musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesbedersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?

Dördüncü Mesele: Şu nefiy zamanımda görüyorum ki hodfüruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alâkadarım.

Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok. O adamlardan ücret mukabilinde iş görenler, belki kendini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek; gayet fena bir hatadır. Çünkü sâbıkan ispat edildiği gibi siyaset-i dünya ile hiç alâkadar değilim; yalnız bütün vaktimi ve hayatımı, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir, bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.

Beşinci Mesele: Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık, cezasız kalmayacaktır. Hem madem لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. (Hâşiye[2])

***

 

On Altıncı Mektup’un Zeyli

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Ehl-i dünya sebepsiz, benim gibi âciz, garib bir adamdan tevehhüm edip binler adam kuvvetinde tahayyül ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barla’nın bir mahallesi olan Bedre’de ve Barla’nın bir dağında, bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki diyorlar:

“Said elli bin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz.”

Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz? Divane gibi hükmediyorsunuz. Eğer korkunuz şahsımdan ise elli bin nefer değil belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana “Çıkmayacaksın!” diyebilir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellâllığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise elli bin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dâhil olduğu halde, bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalelerini zîr ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını, hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşâallah mağlup edemezler!

Madem böyledir, ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim âhiretime karışmayınız! Karışsanız da beyhudedir.

Takdir-i Hudâ, kuvvet-i bâzu ile dönmez

Bir şem’a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez.

Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade ehl-i dünya tevehhüm edip âdeta korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasî bir kusur teşkil etmeyen ve ittihama medar olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbaı çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvaliyle alâkadar olmak, hattâ siyasete girmek, hattâ muhalif olmak gibi bende bulunmayan emirleri tahayyül ederek evhama düşmüşler. Hattâ hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kabil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni âdeta her şeyden men’ettiler. Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var:

Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.

Ben de derim:

Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa

Kur’an’ın feyziyle, hâdiminde de

Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır;

Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.

Çok dostlarla beraber bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren sual ettiler:

“Neden vesika için müracaat etmiyorsun? İstida vermiyorsun?”

Elcevap: Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:

Birincisi: Ben ehl-i dünyanın dünyasına karışmadım ki onların mahkûmu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben, kader-i İlahînin mahkûmuyum ve ona karşı kusurum var, ona müracaat ediyorum.

İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakînen iman edip bildim. Onun için hakiki vatan değil, her yer birdir. Madem vatanımda bâki kalmayacağım; beyhude ona karşı çabalamak, oraya gitmek bir şeye yaramıyor. Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.

Üçüncüsü: Müracaat, kanun dairesinde olur. Halbuki bu altı senedir bana karşı muamele, keyfî ve fevka’l-kanundur. Menfîler kanunuyla bana muamele edilmedi. Hukuk-u medeniyetten ve belki hukuk-u dünyeviyeden ıskat edilmiş bir tarzda bana baktılar. Bu fevka’l-kanun muamele edenlere, kanun namına müracaat manasız olur.

Dördüncüsü: Bu sene buranın müdürü, benim namıma, Barla’nın bir mahallesi hükmünde olan Bedre karyesinde, tebdil-i hava için birkaç gün kalmaya dair müracaat etti; müsaade etmediler. Böyle ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse zillet içinde faydasız bir tezellül olur.

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara müracaat etmek; bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâb etmek istemem vesselâm.

Altıncı Sebep: Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazip ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.

Hem ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe; âdil olan kader-i İlahî, beni onların zalim eliyle tazip edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar. Kader ise benim diyanette ve ihlasta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riyakârlıklarımdan için beni sıkıyor.

Öyle ise şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem kader der: “Ey riyakâr! Bu müracaatın cezasını çek!” Eğer müracaat etmezsem ehl-i dünya der: “Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal!”

Yedinci Sebep: Malûmdur ki bir memurun vazifesi, heyet-i içtimaiyeye muzır eşhasa meydan vermemek ve nâfi’lere yardım etmektir. Halbuki beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen misafir bir ihtiyar adama “Lâ ilahe illallah”taki imanın latîf bir zevkini izah ettiğim vakit –bir cürm-ü meşhud halinde beni yakalamak gibi– çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlas ile dinleyen o bîçareyi de mahrum bıraktı, beni de hiddete getirdi. Halbuki burada bazı adamlar vardı, o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra edepsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimaiyeye zehir verecek surette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı.

Hem malûmdur ki: Zindanda yüz cinayeti bulunan bir adam, nezarete memur zabit olsun, nefer olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki bir senedir hem âmir hem nezarete memur hükûmet-i milliyece iki mühim zat kaç defa odamın yanından geçtikleri halde, kat’â ve aslâ ne benim ile görüştüler ve ne de halimi sordular. Ben evvel zannettim ki adâvetlerinden yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk etti ki evhamlarından… Güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar.

İşte şu adamlar gibi eczası ve memurları bulunan bir hükûmeti, hükûmet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek, kâr-ı akıl değil, beyhude bir zillettir. Eski Said olsaydı Antere gibi diyecekti:

مَاءُ الْحَيَاةِ بِذِلَّةٍ كَجَهَنَّمَ § وَ جَهَنَّمُ بِالْعِزِّ فَخْرُ مَنْزِلٖى

Eski Said yok, Yeni Said ise ehl-i dünya ile konuşmayı manasız görüyor. Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar! Mahkeme-i kübrada onlarla muhakeme olacağız der, sükût eder.

Adem-i müracaatımın sebeplerinden sekizincisi: “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet olduğu” kaidesince, âdil olan kader-i İlahî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tazip ediyor. Ben de bu azaba müstahakım deyip sükût ediyorum.

Çünkü Harb-i Umumî’de Gönüllü Alay Kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Esaretten geldikten sonra Hutuvat-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim. İşte onlar da bana, o yardım cezasını böyle veriyorlar. Üç sene Rusya’da esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler.

Halbuki Ruslar, beni Kürt Gönüllü Kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men’etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus Kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için siyasî ders zannetti; bir defa beni men’etti, sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilattan men’etmediler, beni muhabereden kesmediler.

Halbuki bu dostlarım güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken üç sene değil belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar; ihtilattan men’ettiler. Vesikam olduğu halde dersten, hattâ odamda hususi dersimi de men’ettiler; muhabereye set çektiler. Hattâ vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men’ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için –daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim– mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar.

Hem istemediğim halde, birisi bana iyi dese bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor. nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni taciz ediyor.

İşte böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Hak’tan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddeî olsa elbette ona şekva edilmez. Gel sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de. Ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir. Onun için kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.

Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum! Demek hizmetim hâlis, lillah için olmamış ki aksü’l-amel oluyor. Siz ona mukabil, her fırsatta beni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrada sizinle görüşeceğiz. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصٖيرُ derim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

[1] Hâşiye: Bir sene devam etti.

[2] Hâşiye: Bu mademler içindir ki şahsıma karşı olan zulümlere, sıkıntılara aldırmıyorum ve ehemmiyet vermiyorum. “Meraka değmiyor.” diyorum ve dünyaya karışmıyorum.

On Beşinci Mektup

On Beşinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Aziz kardeşim!

Senin birinci sualin ki:

Sahabeler nazar-ı velayetle müfsidleri neden keşfedemediler? Tâ Hulefa-yı Raşidîn’in üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki küçük sahabelere, büyük velilerden daha büyük deniliyor.

Elcevap: Bunda iki makam var.

Birinci Makam: Dakik bir sırr-ı velayetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:

Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak doğrudan doğruya zahirden hakikate geçip akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Hârikaları az fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.

Hem evliyanın kerametleri ise ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahî olarak bir hârika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de seyr ü sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden hilaf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.

Sahabeler ise sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle, tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikate geçebilirler.

Mesela, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise ehl-i sülûkun mesleğidir ki ehl-i tarîkatın çoğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün Leyle-i İyd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.

İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gamızın esası akrebiyet-i İlahiyenin inkişafıdır.

Mesela, güneş bize yakındır çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıta ile onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz.

Eğer biz bu’diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki kavanin-i fenniye ile fikren semavata çıkıp semadaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvan-ı seb’ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i maneviyeyi ancak elde edebiliriz.

İşte şu temsil gibi nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velayet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velayet-i saire ise ekseri kurbiyet esası üzerine gider. Birçok meratibde seyr ü sülûka mecbur olur.

İkinci Makam: O hâdisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudi’den ibaret değildir ki onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyet’e girmeleriyle birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bâhusus bazıların gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer’in (ra) darbeleriyle dehşetli yaralandığından seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü onların hem eski dini iptal edilmiş hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o halet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiş.

Demek o hâdisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.

Eğer denilse: Hazret-i Ömer’in (ra) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına يَا سَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ deyip Sâriye’ye işittirip sevkü’l-ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki kātili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevap: Hazret-i Yakub aleyhisselâmın verdiği cevap ile cevap veririz. (Hâşiye[1]) Yani Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de yakınında bulunan Ken’an Kuyusu’ndaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazen görünür, bazen saklanır. Bazı vakit olur ki en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”

Elhasıl: İnsan her ne kadar fâil-i muhtar ise de fakat وَمَا تَشَٓاؤُنَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُ sırrınca, meşiet-i İlahiye asıldır ve kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir.اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.

İkinci sualinizin meali:

Hazret-i Ali (ra) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddıka radıyallahu teâlâ anhüm ecmaîn arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzayı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzaya müsait idi fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan “ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intac etmiştir.

Madem sırf lillah için ve İslâmiyet’in menafii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem kātil hem maktûl ikisi de ehl-i cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de yine azaba müstahak değiller. Çünkü içtihad eden hakkı bulsa iki sevap var. Bulmazsa bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.

Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zat-ı muhakkik Kürtçe demiş ki:

ژٖى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ و قٖيلْ لَوْرَا جَنَّتٖينَه قَاتِلُ و هَمْ قَتٖيلْ

Yani sahabelerin muharebesinde kıyl ü kāl etme. Çünkü hem kātil ve hem maktûl ikisi de ehl-i cennettirler.

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا

âyetin mana-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için cüzü feda eder. Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.

İşte İmam-ı Ali radıyallahu anh, adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip hilafet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise “Kabil-i tatbik değil, çok müşkülatı var.” diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise hakiki sebep değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azîmeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise din ile milliyet muharebesi idi. Yani Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi, Arap milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyet’i, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler:

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyet-perver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.

اَلْاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لَا فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا

ferman-ı kat’îsiyle: Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

İşte Hazret-i Hüseyin rabıta-i diniyeyi esas tutup muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?

Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip mağlubiyetlerine sebep olmuş.

Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

Üçüncü sualiniz:

“O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.

Elcevap: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: “Hükûmetin selâmeti ve asayişin devamı için eşhas feda edilir.”

İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için milliyetin gaddarane bir düsturu olan: “Milletin selâmeti için her şey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.

Dördüncü bir sebep de Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki Emevîlerin Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye o kadar kıymettardır ki o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehit edilse öyle bir mertebeyi bulur ki on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehit olduktan sonra ona sorulabilse “Az bir şey ile pek çok şeyler kazandım.” diyecektir.

Dördüncü sualinizin meali:

Âhir zamanda Hazret-i İsa aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevap: Hadîs-i sahihte rivayet edilen “Hazret-i İsa aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” imanı zayıf olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhir zamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (asm) inkâr edecek Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranisine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nurani, o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir.

Öyle de Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrut hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nevinden müthiş hârikalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilan eder. Bir sineğe mağlup olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyet’e inkılab edecektir. Ve Kur’an’a iktida ederek o İsevîlik şahs-ı manevîsi tabi ve İslâmiyet metbu makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlup olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihat neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i külli şey’in vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kādir-i külli şey’ vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa aleyhisselâmı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için; değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.

Hazret-i İsa aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.

Sual: Rivayetlerde gelmiş ki: “Deccal’ın bir yalancı cenneti var, kendine tabi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var, tabi olmayanları ona atar. Hattâ o, kendi merkebinin de bir kulağını cennet gibi bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır…” diye tarifat var?

Elcevap: Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müthişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artur Kalesinde tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.

Amma Deccal’ın yalancı cenneti ise medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fanteziyeleridir. Merkebi ise şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tabi olmayanları bazen ateşe atar. O merkebin bir kulağı yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş, tabi olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir. Bîçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için medeniyet elinde cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.

İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur ile ve İslâmiyet’e inkılab etmesiyle, çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder ve “El-hükmü li’l-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmayacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, küre-i arzda mühim bir mevkiye sahip olacak bir surette “Allah Allah” denilmeyecek demektir.

Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlup düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için bir eser-i rahmet olarak ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.

Beşinci sualinizin meali:

Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?

Elcevap: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse akıl ve vicdan itibarıyla müteessir olur. Öyle de zîşuur olan ervah-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azap ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istiğrabkârane, belki bir cihette istibşarkârane teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor. Zira Kur’an-ı Hakîm, her zaman kıyametin acayibini tehdit suretinde zikrediyor. “Göreceksiniz!” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden hisseleri var.

Altıncı sualinizin meali:

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ Bu âyetin âhirete, cennete, cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu?

Elcevap: Şu mesele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velayetin medar-ı bahsi olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok meratibi var. Ehl-i tahkikin bir kısm-ı ekseri demişler ki: Âlem-i bekaya şümulü yok. Diğer kısmı ise: Âni olarak onlar da az bir zamanda, bir nevi helâkete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki fenaya gidip gelmiş, hissetmeyecekler.

Amma bazı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fena-yı mutlak ise hakikat değildir. Çünkü Zat-ı Akdes-i İlahî madem sermedî ve daimîdir, elbette sıfâtı ve esması dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esması daimî ve sermedîdirler, elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fena-yı mutlaka bizzarure gidemez.

Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş, icmalen yazacağız:

Birincisi: Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki bir şey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir unvandır. Hattâ bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “a’yân-ı sabite” tabir etmişler.

Öyle ise fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp vücud-u manevîye ve ilmîye girmektir. Yani hēlik ve fâni olanlar vücud-u haricîyi bırakıp mahiyetleri bir vücud-u manevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.

İkincisi: Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi: Her şey, mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zatında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenab-ı Hakk’a bakan vecihte ise yani mana-yı harfiyle olsa hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Ma’dum değil, çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.

Hem كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ insanın elini mâsivadan kesmek için bir kılınçtır ki o da Cenab-ı Hakk’ın hesabına olmayan fâni dünyada, fâni şeylere karşı alâkaları kesmek için hükmü dünyadaki fâniyata bakar. Demek, Allah hesabına olsa, mana-yı harfiyle olsa, livechillah olsa mâsivaya girmez ki كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ kılıncıyla başı kesilsin.

Elhasıl: Eğer Allah için olsa, Allah’ı bulsa gayr kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allah’ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa her şey gayrdır. كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ kılıncını istimal etmeli, perdeyi yırtmalı tâ onu bulmalı!..

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

[1] Hâşiye:

زِ مِصْرَشْ بُوىِ پٖيرَاهَنْ شِنٖيدٖى

چِرَا دَرْ چَاهِ كَنْعَانَشْ نَدٖيدٖى

بَگُفْتْ اَحْوَالِ مَا بَرْقِ جِهَانَسْتْ

دَمٖى پَيْدَا وُ دٖيگَرْ دَمْ نِهَانَسْتْ

گَهٖى بَرْ طَارُمِ اَعْلٰى نِشٖينَمْ

گَهٖى بَرْ پُشْتِ پَاىِ خُودْ نَبٖينَمْ

 

On Üçüncü Mektup

On Üçüncü Mektup

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى وَالْمَلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى

Aziz kardeşlerim!

Hal ve istirahatimi ve vesika için adem-i müracaatımı ve hal-i âlem siyasetine karşı lâkaytlığımı pek çok soruyorsunuz. Şu sualleriniz çok tekerrür ettiğinden hem manen de benden sorulduğundan şu üç suale, Yeni Said değil belki Eski Said lisanıyla cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualiniz: İstirahatin nasıl? Halin nedir?

Elcevap: Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e yüz bin şükür ediyorum ki ehl-i dünyanın bana ettiği enva-ı zulmü, enva-ı rahmete çevirdi. Şöyle ki:

Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüd ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken ehl-i dünya, zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlık-ı Rahîm ve Hakîm o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlası bozacak esbaba maruz o dağdaki inzivayı; emniyetli, ihlaslı Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamü’r-Râhimîn bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zayıf vücuduma yüklemedi.

Yalnız Barla’da, iki üç adamda bir vehhamlık vardı. O vehhamlık sebebiyle bana eziyet verildi. Hattâ o dostlarım, güya istirahatimi düşünüyorlar. Halbuki o vehhamlık sebebiyle hem kalbime hem Kur’an’ın hizmetine zarar verdiler.

Hem ehl-i dünya bütün menfîlere vesika verdiği ve canileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler. Benim Rabb-i Rahîm’im, beni Kur’an’ın hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler namıyla envar-ı Kur’aniyeyi bana fazla yazdırmak için dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp bir büyük merhamete çevirdi.

Hem ehl-i dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları ve şeyhleri, kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrit etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, –bir iki tanesi müstesna olmak üzere– yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlık-ı Rahîm’im o tecridi, benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi safi bırakıp gıll u gıştan âzade olarak Kur’an-ı Hakîm’in feyzini olduğu gibi almaya vesile etti.

Hem ehl-i dünya bidayette, iki sene zarfında iki âdi mektup yazdığımı çok gördü. Hattâ şimdi bile, on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sırf âhiret için yanıma gelmesini hoş görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabb-i Rahîm’im ve Hâlık-ı Hakîm’im o zulmü bana merhamete çevirdi ki doksan sene manevî bir ömrü kazandıracak şu şuhur-u selâsede, beni bir halvet-i mergubeye ve bir uzlet-i makbuleye koymaya çevirdi. ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ‌ İşte hal ve istirahatim böyle…

İkinci Sualiniz: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?

Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse rızkımı buradan ne vakit keserse o vakit giderim.

Şu mananın hakikati şudur ki: Başa gelen her işte iki sebep var; biri zahirî, diğeri hakiki. Ehl-i dünya zahirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlahî ise sebeb-i hakikidir, beni bu inzivaya mahkûm etti. Sebeb-i zahirî zulmetti, sebeb-i hakiki ise adalet etti. Zahirîsi şöyle düşündü: “Şu adam, ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamıza karışır.” ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlahî ise benim için gördü ki hakkıyla ve ihlasla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.

Mademki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zahirî sebep ise zaten bahane nevinden bir şeyleri var. Demek, onlara müracaat manasızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.

Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün terk ettiğim halde; düşündükleri bahaneler, evhamlar, elbette asılsız olduğundan onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebi elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham olsaydı; değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak tereşşuh edecekti, kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir bir tek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım. Dört senedir burada taht-ı nezarette bulunuyorum, hiçbir tereşşuh görünmedi.

Demek, Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.

Adem-i müracaatımın ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, hakka bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâb etmek istemem.

Üçüncü Sualiniz: Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaytsın? Bu kadar safahat-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun? Bu safahatı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki sükût ediyorsun?

Elcevap: Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden men’etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men’edememiş ve edemiyor.

Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet… Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelal’in elindedir. Kimin haddi var ki vakti gelmeden ona ilişsin. Zaten izzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi şöyle demiş:

وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لَا تَوَسُّطَ بَيْنَنَا § لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمٖينَ اَوِ الْقَبْرُ

Belki hizmet-i Kur’an, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men’ediyor.

Şöyle ki: Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’an’ın nuruyla gördüm ki o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor. Düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise bataklığı anlar; ufunetli, pis olduğunu hisseder fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.

Ben bakıyorum ki yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de bir elinde hem sopa hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam “Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

İşte o bataklık ise gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz.

İşte ben de nur-u Kur’an’ı elde tutmak için ‌اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ deyip siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki siyaset cereyanlarında hem muvafıkta hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola.

Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle Kur’an’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلَٓا اَنْ هَدٰينَا اللّٰهُ لَقَدْ جَٓاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

On İkinci Mektup

On İkinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ عَلٰى رُفَقَائِكُمْ

Aziz kardeşlerim!

O gece benden sual ettiniz, ben cevabını vermedim. Çünkü mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz. Şimdilik münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevap yazıyorum. Tafsilini, Eczacı Efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözler’de bulursunuz. Yalnız, kader ve cüz-ü ihtiyarîye ait Yirmi Altıncı Söz hatırıma gelmemişti, size söylememiştim, ona da bakınız fakat gazete gibi okumayınız. Eczacı Efendinin o Sözler’i mütalaa etmesini havale ettiğimin sırrı şudur ki:

O çeşit meselelerdeki şüpheler, erkân-ı imaniyenin zaafından ileri geliyor. O Sözler ise erkân-ı imaniyeyi tamamıyla ispat ederler.

Birinci Sualiniz: Hazret-i Âdem’in (as) cennetten ihracı ve bir kısım benî-Âdem’in cehenneme idhali ne hikmete mebnidir?

Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir.

Eğer Hazret-i Âdem cennette kalsaydı melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı katedecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla cennetten ihraç edildi.

Demek, Hazret-i Âdem’in cennetten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da cehenneme idhalleri, haktır ve adalettir.

Onuncu Söz’ün Üçüncü İşaret’inde denildiği gibi çendan kâfir, az bir ömürde bir günah işlemiş fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve bütün masnuatın vahdaniyete şehadetlerini tekziptir ve mevcudat âyinelerinde cilveleri görünen esma-i İlahiyeyi tezyiftir.

Onun için mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın sultanı olan Kahhar-ı Zülcelal’in kâfirleri ebedî cehenneme atması, ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet, nihayetsiz azabı ister.

İkinci Sualiniz: Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halk etmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?

Elcevap: Hâşâ! Halk-ı şer, şer değil belki kesb-i şer şerdir. Çünkü halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususi bir mübaşeret olduğu için hususi netaice bakar.

Mesela, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse “Yağmurun icadı rahmet değildir.” diyemez, “Yağmurun halkı şerdir.” diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var, bütünü de hayırdır. Fakat bazılar sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse “Ateşin halkı şerdir.” diyemez. Çünkü ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

Elhasıl: Hayr-ı kesîr için şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için hayr-ı kesîri intac eden bir şer terk edilse o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Mesela, cihada asker sevk etmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem mesela, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesîr olur.

İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünkü çok netaic-i mühimme için halk olunmuşlardır. Mesela, melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi şeytanlar musallat olmadıkları için mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrutlardan, firavunlardan tut tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.

İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebubekir-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebucehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.

Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için icadları şer değil, çirkin değil; belki sû-i istimalattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir; icad-ı İlahîye ait değildir.

Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü li’l-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse o vakit halk-ı şer şerdir, hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?

Elcevap: Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar.

Mesela, yüz hurma çekirdeği bulunsa toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû-i mizacından sekseni bozulsa yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa diyebilir misin ki suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu? Elbette diyemezsin. Çünkü o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz.

Hem mesela, tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa yumurta itibarıyla beş yüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa sekseni bozulsa yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa denilebilir mi ki çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu? Hayır öyle değil belki hayırdır. Çünkü o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dört yüz kuruş fiyatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.

İşte nev-i beşer bi’set-i enbiya ile sırr-ı teklif ile mücahede ile şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nevinden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.

Üçüncü Sualiniz: Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor. Hususan masumlara hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?

Elcevap: Hâşâ! Mülk onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba sanatkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet sanatkârane yaptığı murassa bir libası sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor; seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla zahmet verdin? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.

Aynen öyle de Sâni’-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa gayet sanatkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptela eder, aç eder, tok eder, susuz eder; bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmasını göstermek için seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen: “Beni ne için bu mesaibe müptela ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi yüz hikmet seni susturacak.

Zaten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.

İşte, münakaşanızın içindeki üç sualinizin muhtasar cevapları bu kadardır. İzahları otuz üç adet “Sözler”dedir.

Aziz kardeşim, sen bu mektubu Eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasip gördüklerine oku. Benim tarafımdan da yeni bir talebem olan Eczacıya selâm et, de ki:

Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.

Ve de ki: Eğer senin kalbine bu nevi mesailde şüpheler gelirse ve Sözler’den de cevabını bulmazsan hususi bana yazarsınız.

Hem Eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rüya için hatırıma şöyle bir mana geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok salih ve mübarek, belki veli insanlara faydası dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, onun vefatı hengâmında kuşlar suretinde en yakın akrabası olan oğluna görünmüş, onun ruhuna şefaatkârane bir hoşâmedî nevinden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi.

O gece burada beraber bulunan bütün dostlara selâm ve dua ederim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

On Birinci Mektup

On Birinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Bu mektup, mühim bir ilaç olup dört âyetin hazinesinden dört küçük cevherine işaret eder.

Aziz kardeşim!

Şu dört muhtelif meseleyi muhtelif vakitlerde Kur’an-ı Hakîm nefsime ders vermiş. Arzu eden kardeşlerim dahi bundan bir ders veya bir hisse almaları için yazdım. Mebhas itibarıyla başka başka dört âyet-i kerîmenin hazine-i hakaikinden birer küçük cevher numune olarak gösterilmiştir. O dört mebhastan her bir mebhasın ayrı bir sureti, ayrı bir faydası var.

Birinci Mebhas: اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعٖيفًا

Ey sû-i vesveseden meyus nefsim! Tedai-yi hayalat, tahattur-u faraziyat, bir nevi irtisam-ı gayr-ı ihtiyarîdir. İrtisam ise eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa hakikatin hükmü bir derece suretine ve misaline geçer. Güneşin ziyası ve harareti, âyinedeki misaline geçtiği gibi… Eğer şerden ve kesiften olsa aslın hükmü ve hâssası, suretine geçmez ve timsaline sirayet etmez. Mesela, necis ve murdar bir şeyin âyinedeki sureti ne necistir ne murdardır. Ve yılanın timsali ısırmaz.

İşte şu sırra binaen tasavvur-u küfür, küfür değil; tahayyül-ü şetim, şetim değil. Hususan ihtiyarsız olsa ve farazî bir tahattur olsa bütün bütün zararsızdır. Hem ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in mezhebinde bir şeyin şer’an çirkinliği, pisliği; nehy-i İlahî sebebiyledir. Mademki ihtiyarsız ve rızasız bir tahattur-u farazîdir, bir tedai-yi hayalîdir; nehiy ona taalluk etmez. O dahi ne kadar çirkin ve pis bir şeyin sureti dahi olsa çirkin ve pis olmaz.

İkinci Mesele: Barla Yaylası, Tepelice’de çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup Sözler mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.

Üçüncü Mesele: Şu iki mesele, Yirmi Beşinci Söz’ün i’caz-ı Kur’an’a karşı medeniyetin aczini gösteren misallerinden bir kısmıdır. Kur’an’a muhalif olan hukuk-u medeniyetin ne kadar haksız olduğunu ispat eden binler misallerinden iki misal:

فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ olan hükm-ü Kur’anî, mahz-ı adalet olduğu gibi ayn-ı merhamettir.

Evet, adalettir. Çünkü ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüd eder. Bir kadın ise bir kocaya gider, nafakasını ona yükler; irsiyetteki noksanını telafi eder.

Hem merhamettir, çünkü o zaîfe kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur’an’a göre o kız, pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona “Benim servetimin yarısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk” nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karışmaz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kardeşi ona “Hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip” nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğbirar katmaz.

Şu halde o fıtraten nazik, nâzenin ve hilkaten zaîfe ve nahife kız, sureten az bir şey kaybeder fakat ona bedel akaribin şefkatinden, merhametinden, tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak’tan ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, şedit bir zulümdür. Belki zaman-ı cahiliyette gayret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarane bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenaate yol açmak ihtimali vardır.

Bunun gibi bütün ahkâm-ı Kur’aniye وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ fermanını tasdik ediyorlar.

Dördüncü Mesele: فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ İşte mimsiz medeniyet, nasıl kız hakkında, hakkından fazla hak verdiğinden böyle bir haksızlığa sebep oluyor. Öyle de valide hakkında hakkını kesmekle daha dehşetli haksızlık ediyor.

Evet, rahmet-i Rabbaniyenin en hürmetli en halâvetli en latîf ve en şirin bir cilvesi olan şefkat-i valide, hakaik-i kâinat içinde en muhterem en mükerrem bir hakikattir. Ve valide, en kerîm en rahîm öyle fedakâr bir dosttur ki o şefkat sâikasıyla bir valide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için feda eder. Hattâ valideliğin en basit ve en edna derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.

İşte böyle muhterem ve muazzez bir hakikati taşıyan bir valideyi, veledinin malından mahrum etmek, o muhterem hakikate karşı ne kadar dehşetli bir haksızlık, ne derece vahşetli bir hürmetsizlik, ne mertebe cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin gayet parlak ve nâfi’ bir tiryakına bir zehir katmak olduğunu, insaniyet-perverlik iddia eden insan canavarları anlamazlarsa elbette hakiki insanlar anlar. Kur’an-ı Hakîm’in فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ hükmünü, ayn-ı hak ve mahz-ı adalet olduğunu bilirler.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Onuncu Mektup

Onuncu Mektup

(İki sualin cevabıdır)

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Birincisi: Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksat’ının tahavvülat-ı zerrat tarifine dair olan uzun cümlesinin hâşiyesidir.

Kur’an-ı Hakîm’de İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir “İkisi birdir.” bir kısmı “Ayrı ayrıdır.” demişler. Hakikatlerine dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: “İlm-i İlahînin unvanlarıdır.” demişler. Fakat Kur’an’ın feyzi ile şöyle kanaatim gelmiş ki:

İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlahînin bir nevine bir unvandır ki âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder. Yani her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Söz’de hem Onuncu Söz’ün hâşiyesinde ispat edilmiştir.

Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir unvanıdır. Yani eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.

Elhasıl, madem İmam-ı Mübin, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlası ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevk edilir.

Amma Kitab-ı Mübin ise âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin, kader defteri ise Kitab-ı Mübin, kudret defteridir. Yani her şeyin vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında kemal-i sanat ve intizamları gösteriyor ki bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek, o kudret ve iradenin, küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki her bir şeyin hususi vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir.

İşte şu defterin vücudu İmam-ı Mübin gibi kader ve cüz-i ihtiyarî mesailinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki kudret-i Fâtıranın o levh-i mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basîrane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler; hâşâ tabiat namıyla tesmiye etmişler, körletmişler.

İşte İmam-ı Mübinin imlası ile yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada her biri birer âyet olan silsile-i mevcudatı Levh-i Mahv-İspat denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor. Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan mevcudat, âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.

Amma Levh-i Mahv-İspat ise sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki hakikat-i zaman odur. Evet, her şeyin bir hakikati olduğu gibi zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi Levh-i Mahv-İspattaki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.

لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

İkinci Sual: Meydan-ı haşir nerededir?

Elcevap: وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ Hâlık-ı Hakîm’in her şeyde gösterdiği hikmet-i âliye, hattâ tek küçük bir şeye, çok büyük hikmetleri takmasıyla tasrih derecesinde işaret ediyor ki küre-i arz, serseriyane, bâd-i heva azîm bir daireyi çizmiyor. Belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor ve bir meşher-i azîmin etrafında gezip mahsulat-ı maneviyesini ona devrediyor ki ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir.

Demek, yirmi beş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şam-ı Şerif kıtası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak bir meydan-ı haşir bast edilecektir. Küre-i arzın bütün manevî mahsulatı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o manevî mahsulatları da gaibden şehadete geçecektir.

Evet, küre-i arz bir tarla, bir çeşme, bir ölçek hükmünde olarak o meydan-ı ekberi dolduracak kadar mahsulat vermiş ve onu istiab edecek mahlukat ondan akmış ve onu imlâ edecek masnuat ondan çıkmış. Demek, küre-i arz bir çekirdek ve meydan-ı haşir, içindekilerle beraber bir ağaçtır, bir sümbüldür ve bir mahzendir.

Evet, nasıl ki nurani bir nokta, sürat-i hareketiyle nurani bir hat olur veya bir daire olur. Öyle de küre-i arz süratli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulatıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.

قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Dokuzuncu Mektup

Dokuzuncu Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

(Yine o hâlis talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır.)

Sâniyen: Neşr-i envar-ı Kur’aniyedeki muvaffakıyetin ve gayretin ve şevkin, bir ikram-ı İlahîdir belki bir keramet-i Kur’aniyedir bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum. Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise bir tahdis-i nimettir.

Eğer keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek hârika bir emre mazhar olursa o halde eğer nefs-i emmaresi bâki ise kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimat etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir.

Eğer bilmeyerek hârika bir emre mazhar olursa mesela, birisinin kalbinde bir sual var, intak-ı bi’l-hak nevinden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir hafîzim vardır.” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil fakat fahir için kasden izharına çalışmamalı. Çünkü onda zahiren insanın kesbinin bir medhali bulunduğundan nefsine nisbet edebilir.

Amma ikram ise o, kerametin selâmetli olan ikinci nevinden daha selâmetli, bence daha âlîdir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kesbin medhali yoktur, nefsi onu kendine isnad etmez.

İşte kardeşim hem senin hakkında hem benim hakkımda, bâhusus Kur’an hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsanat-ı İlahiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir. Onun için sana karşı tahdis-i nimet nevinden ikimizin hizmetimize ait muvaffakıyatı yazıyorum. Biliyordum ki sende fahir değil, şükür damarını tahrik ediyor.

Sâlisen: Görüyorum ki: Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki dünyayı bir misafirhane-i askerî telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye ise gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkeza şedit hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiyatlarını vermek demektir. Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş, söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbublara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır veyahut o mecazî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikiye inkılab eder.

İşte insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin aşk gibi iki mertebesi var: Biri mecazî, biri hakiki.

Mesela, endişe-i istikbal hissi herkeste var; şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüd altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüd altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki câh olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakiki mal olan a’mal-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise âlî bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılab eder.

Hem mesela, şiddetli bir inat ile ehemmiyetsiz, zâil, fâni umûrlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münafîdir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip âlî ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslâmiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakiki inada yani hakta şiddetli sebata inkılab eder.

İşte şu üç misal gibi; insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf etse ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.

İşte tahmin ederim ki nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnat etme! Dünyayı sevme!” Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.

Râbian: Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahis olmuş. Bir kısmı “İkisi birdir.”, diğer kısmı “İkisi bir değil fakat biri birisiz olmaz.” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:

İslâmiyet iltizamdır, iman iz’andır. Tabir-i diğerle İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki ahkâm-ı Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.

Acaba, İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?

Elcevap: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahi’l-hamdü ve’l-minnetü, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâm’ın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki dinsiz dahi onları anlasa taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâm’ın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki gayr-ı müslim dahi anlasa herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder.

Evet Sözler, Tûba-i cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyet’in meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâm’ın bürhanlarını göstermişler ki nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler.

Hattâ bazı defa Evrad-ı Şah-ı Nakşibendî’de şehadet getirdiğim vakit عَلٰى ذٰلِكَ نَحْيٰى وَ عَلَيْهِ نَمُوتُ وَ عَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek, bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa bir tek hakaik-i imaniyenin vücud bulmasına bilâ-tereddüt vermesine, nefsim itaat ediyor. وَ اٰمَنَّا بِمَا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَ اٰمَنَّا بِمَا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَ صَدَّقْنَا dediğim vakit nihayetsiz bir kuvvet-i iman hissediyorum. Hakaik-i imaniyenin her birisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.

Senin valideynine pek çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden “Sözler”i işitenlere umumen selâm ediyorum.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Sekizinci Mektup

Sekizinci Mektup

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ isimleri بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ e girdiklerinin ve her mübarek şeyin başında zikredilmelerinin çok hikmetleri var. Onların beyanını başka vakte ta’likan, şimdilik kendime ait bir hissimi söyleyeceğim:

Kardeşim ben اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ isimlerini öyle bir nur-u a’zam görüyorum ki bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hâcat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar. Bu iki nur-u a’zam olan isimlere yetişmek için en mühim bulduğum vesile; fakr ile şükür, acz ile şefkattir. Yani ubudiyet ve iftikardır.

Şu mesele münasebetiyle hatıra gelen ve muhakkikîne, hattâ bir üstadım olan İmam-ı Rabbanî’ye muhalif olarak diyorum ki:

Hazret-i Yakub aleyhisselâmın Yusuf aleyhisselâma karşı şedit ve parlak hissiyatı, muhabbet ve aşk değildir belki şefkattir. Çünkü şefkat, aşk ve muhabbetten çok keskin ve parlak ve ulvi ve nezihtir ve makam-ı nübüvvete lâyıktır. Fakat muhabbet ve aşk, mecazî mahbublara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa o makam-ı muallâ-yı nübüvvete lâyık düşmüyor. Demek, Kur’an-ı Hakîm’in parlak bir i’caz ile parlak bir surette gösterdiği ve ism-i Rahîm’in vusulüne vesile olan hissiyat-ı Yakubiye, yüksek bir derece-i şefkattir.

İsm-i Vedud’a vesile-i vusul olan aşk ise Züleyha’nın Yusuf aleyhisselâma karşı olan muhabbet meselesindedir. Demek Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Hazret-i Yakub aleyhisselâmın hissiyatını, ne derece Züleyha’nın hissiyatından yüksek göstermişse şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor.

Üstadım İmam-ı Rabbanî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yusufiye, mehasin-i uhreviye nevinden olduğundan ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nevinden değildir ki kusur olsun.”

Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil belki yüz defa muhabbetten daha parlak daha geniş daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün envaıyla latîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise çok envaına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evladı münasebetiyle bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip her şeyi mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Mesela, biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i a’zamın bir sahife-i nuranisi olan güneşi böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi taleptir, bir ücret istemektir.

Demek, suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan Sure-i Yusuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yakub’un (as) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ dedirir.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***

Yedinci Mektup

Yedinci Mektup

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz kardeşlerim!

Bana söylemek üzere Şamlı Hâfız’a iki şey demişsiniz:

Birincisi: “Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın Zeyneb’i tezevvücünü; eski zaman münafıkları gibi yeni zamanın ehl-i dalaleti dahi medar-ı tenkit buluyorlar, nefsanî, şehvanî telakki ediyorlar.” diyorsunuz.

Elcevap: Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! O dâmen-i muallâya şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet, on beş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismet ile Haticetü’l-Kübra (r.anha) gibi ihtiyarca bir tek kadın ile iktifa ve kanaat eden bir zatın kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenid olduğunu, zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir.

O hikmetlerden birisi şudur ki: Zat-ı Risalet’in akvali gibi ef’al ve ahvali ve etvar ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır ve ahkâmın me’hazleridir. Şıkk-ı zahirîsine sahabeler hamele oldukları gibi hususi dairesindeki mahfî ahvalâtından tezahür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvac-ı Tahirat’tır ve bilfiil o vazifeyi îfa etmişlerdir. Esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, birçok ve meşrepçe muhtelif Ezvac-ı Tahirat lâzımdır.

Gelelim Hazret-i Zeyneb’in tezevvücüne: Yirmi Beşinci Söz’ün Birinci Şule’sinin Üçüncü Şuâ’ının misallerinden olan

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيّٖنَ

âyetine dair şöyle yazılmış ki insanların tabakatına göre bir tek âyet, müteaddid vücuhlarla, her bir tabakanın fehmine göre bir mana ifade ediyor.

Bir tabakanın şu âyetten hisse-i fehmi şudur ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı veya “oğlum” hitabına mazhar olan Zeyd (ra) rivayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine manen küfüv bulmadığı için tatlik etmiş. Yani Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu Zeyd, ferasetle hissetmiş ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığından, manevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah’ın emriyle Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm almış; yani زَوَّجْنَاكَهَا nın işaretiyle, o nikâh bir akd-i semavî olduğuna delâletiyle, hârikulâde ve örf ve muamelat-ı zahiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o hükm-ü kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur. Nefis arzusuyla değildir.

Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer’î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden

لِكَىْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ حَرَجٌ فٖٓى اَزْوَاجِ اَدْعِيَٓائِهِمْ

âyet-i kerîmesinin işaretiyle, büyüklerin küçüklere “oğlum” demeleri, zıhar meseleleri gibi yani karısına “Anam gibisin.” dese haram olduğu gibi değildir ki ahkâm onunla değişsin. Hem büyüklerin raiyetlerine ve peygamberlerin ümmetlerine pederane nazar ve hitapları, vazife-i risalet itibarıyladır; şahsiyet-i insaniye itibarıyla değildir ki onlardan zevce almak uygun düşmesin?

İkinci bir tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine pederane bir şefkat ile bakar. Eğer o âmir, zahirî ve bâtınî bir padişah-ı ruhanî olsa merhameti, pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiği için raiyetinin efradı, onun hakiki evladı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı ise zevc nazarına inkılab edemediğinden ve kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden efkâr-ı âmmede, Peygamber’in mü’minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediği için Kur’an o vehmi def’ maksadıyla der: Peygamber, rahmet-i İlahiye hesabıyla size şefkat eder, pederane muamele eder ve risalet namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki sizden zevce alması münasip düşmesin? Ve sizlere “oğlum” dese ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evladı olamazsınız!

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

***