Altıncı Lem’a

Altıncı Lem’a

(*[1]) لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظٖيمِ cümlesinin ifade ettiği çok âyâtın mühim hakikatini yine on beş yirmi mertebe-i fikriye ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu Lem’a da Beşinci Lem’a gibi nefsimde hissettiğim ve harekât-ı ruhiyemde zikir ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakikatten ziyade zevk ve hale medar olmak cihetiyle, hakikat lem’aları içinde değil belki âhirlerinde yazılması münasip görüldü.

[1] * Hazret-i Üstadımız Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’a’nın Altıncı Bab’ının hâşiyesinde bu iki cümle hakkında: “Bu iki mübarek kelâmın meratibi, ilimden ziyade fikir ve zikir olduğundan Arabî zikredildi.” diye beyanda bulunmaktadır.

Hz. Üstad’ın Hizmetkârları

 

***

Beşinci Lem’a

Beşinci Lem’a

(*[1]) حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetinin gayet mühim bir hakikatini on beş mertebe ile beyan edecek bir risale olacaktı. Fakat hakikat ve ilimden ziyade, zikir ve tefekkür ile münasebettar olduğundan şimdilik tehir edildi. Çendan On Birinci Lem’a olan “Mirkatü’s-Sünneti ve Tiryaku Marazı’l-Bid’a” namındaki gayet mühim bir risale Beşinci Lem’a namıyla bidayeten yazılmıştı. Fakat o risale, on bir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden On Birinci Lem’a’ya girdi. Beşinci Lem’a açıkta kaldı.

***

[1] * Hazret-i Üstadımız Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’a’nın Altıncı Bab’ının hâşiyesinde bu iki cümle hakkında: “Bu iki mübarek kelâmın meratibi, ilimden ziyade fikir ve zikir olduğundan Arabî zikredildi.” diye beyanda bulunmaktadır.

Hz. Üstad’ın Hizmetkârları

Dördüncü Lem’a

Dördüncü Lem’a

“Minhacü’s-Sünne” bu risaleye lâyık görülmüştür.

“Mesele-i İmamet” bir mesele-i fer’iye olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden bir mesail-i imaniye sırasına girip, ilm-i kelâmda ve usûlü’d-dinde medar-ı nazar olduğu cihetle, Kur’an’a ve imana ait hizmet-i esasiyemize münasebeti bulunduğundan cüz’î bahsedildi.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ ۞ قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى

Şu âyet-i azîmenin çok hakaik-i azîmesinden bir iki hakikatine iki makam ile işaret edeceğiz.

Birinci Makam

Dört nüktedir.

Birinci Nükte

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve merhametini ifade ediyor. Evet, rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm “ümmetî, ümmetî” diye re’fet ve şefkatini göstereceği gibi yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle validesi onun münâcatından “ümmetî, ümmetî” işitmiş.

Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re’fetini gösterdiği gibi; ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, ümmetinin bütün saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş.

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine müraat etmemek, ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.

İkinci Nükte

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususi, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zahir hale göre o azîm şefkati, o hususi cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.

Mesela, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (ra) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan’dan (ra) teselsül eden nurani nesl-i mübareğinden Gavs-ı A’zam olan Şah-ı Geylanî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (asm) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (ra) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidîn, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlîşan ve hakiki verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.

Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) gayb-aşina kalbiyle, dünyada asr-ı saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden cenneti gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hattâ Zat-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nuranisi, çeşm-i istikbalbînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmesinde, Şah-ı Geylanî’nin hisse-i azîmesi var.

Üçüncü Nükte

اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin bir kavle göre manası: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beyt’ine meveddeti istiyor.”

Eğer denilse: Bu manaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ sırrına binaen karabet-i nesliye değil belki kurbiyet-i İlahiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyt’i, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ dir. Makbul olacağını keşfetmiş. Yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (as) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyet’te ve ekser turuk ve mesalikinde enbiya-i Benî-İsrail gibi Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye’yi (asm) görmüş. Onun için لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt’e karşı ümmetin meveddetini istemiş.

Bu hakikati teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beyt’im.” Çünkü sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.

İşte bu sırra binaendir ki Kitap ve Sünnete ittiba unvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden, hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beyt’in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesanide lâzım ki âlem-i İslâm’ın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyt’i etrafına toplamasını arzu etmiş.

Evet, Âl-i Beyt’in efradı ise itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet’e fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.

Dördüncü Nükte

Üçüncü Nükte münasebetiyle Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in medar-ı nizâı, hattâ akaid-i imaniye kitaplarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz.

Mesele şudur:

Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (ra), Hulefa-i Erbaa’nın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (ra) daha efdaldir ve hilafete daha müstahak idi ki en evvel o geçti.”

Şîalar derler ki: “Hak, Hazret-i Ali’nin (ra) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (ra).” Davalarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki “Hazret-i Ali (ra) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (ra) ‘Şah-ı Velayet’ unvanıyla ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tarîklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyt’e karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi.”

Elcevap: Hazret-i Ali (ra) mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefa-i selâseye ittiba ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu davalarını cerh ediyor. Hem hulefa-i selâsenin zaman-ı hilafetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’da hâdiseleri ve Hazret-i Ali’nin (ra) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslâmiye noktasında Şîaların davalarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in davası haktır.

Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri, Şîa-i Velayet’tir; diğeri, Şîa-i Hilafet’tir. Haydi bu ikinci kısım garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velayet, Şîa-i Hilafet’e iltihak etmiş, yani ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi (ra) efdal görüyorlar. Siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilafet’in davalarını tasdik ediyorlar.

Elcevap: Hazret-i Ali’ye (ra) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet, Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsi ise Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor.

İşte birinci nokta itibarıyla Hazret-i Ali (ra) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’i (ra) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyet’te ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (ra) şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt’in mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-i Muhammediyeyi (asm) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (ra) hakkında fevkalâde senakârane ehadîs-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: “Her nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali’nin (ra) neslidir.”

Hazret-i Ali’nin (ra) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadîsin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için onlar hakkındaki ehadîsin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (ra) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (ra) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için مَنْ كُنْتُ مَوْلَاهُ فَعَلِىٌّ مَوْلَاهُ gibi mühim hadîslerle Ali’yi (ra) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.

Hazret-i Ali’ye (ra) karşı Şîa-i Velayet’in ifratkârane muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şîa-i Hilafet derecesinde mes’ul etmez. Çünkü ehl-i velayet meslek itibarıyla, muhabbet ile mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefa-i Raşidîn’in zemmine ve adâvetine gitmemek şartıyla ve usûl-ü İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler.

Şîa-i Hilafet ise ağraz-ı siyaset, içine girdiği için garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, i’tizar hakkını kaybediyorlar. Hattâ لَا لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ cümlesine mâsadak olarak Hazret-i Ömer’in (ra) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi Amr İbnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (ra) karşı hurucu ve Ömer İbn-i Sa’d’ın Hazret-i Hüseyin’e (ra) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adâveti Şîalara vermiş.

Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e karşı Şîa-i Velayet’in hakkı yoktur ki Ehl-i Sünnet’i tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (ra) tenkis etmedikleri gibi ciddi severler. Fakat hadîsçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadîsçe Hazret-i Ali’nin (ra) Şîası hakkındaki sena-yı Nebevî, Ehl-i Sünnet’e aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (ra) Şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat’tir. Hazret-i İsa aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet, Nasâra için tehlikeli olduğu gibi Hazret-i Ali (ra) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadîs-i sahihte tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.

Şîa-i Velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali’nin (ra) kemalât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra, Hazret-i Sıddık’ı (ra) ona tercih etmek kabil olmuyor.

Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in ve Faruk-u A’zam’ın (ra) şahsî kemalâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilafetteki kemalâtı ile beraber bir mizanın kefesine, Hazret-i Ali’nin (ra) şahsî kemalât-ı hârikasıyla, hilafet zamanındaki dâhilî bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa elbette Hazret-i Sıddık’ın (ra) veyahut Faruk’un (ra) veyahut Zinnureyn’in (ra) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.

Hem On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi: Nübüvvet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i nazardan Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (ra) ve Faruk-u A’zam’ın (ra) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaat’çe delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (ra) kemalât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden ıskat edemediği için Hazret-i Ali (ra) Şeyheyn-i Mükerremeyn’in zaman-ı hilafetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (ra) seven ve hürmet eden Ehl-i Hak ve Sünnet, Hazret-i Ali’nin (ra) sevdiği ve ciddi hürmet ettiği Şeyheyn’i nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?

Bu hakikati bir misal ile izah edelim. Mesela, gayet zengin bir zatın irsiyetinden evlatlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar.

İşte bu misal gibi Şeyheyn’in veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinden tecelli eden hakikat-i akrebiyet-i İlahiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemalât-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlahiyenin ve kemalât-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa şahsî şecaati ve ilmi ve velayeti noktasında birbiri ile muvazene edilse hakikatin sureti değişir.

Hem Hazret-i Ali’nin (ra) zatında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-i Muhammediye (asm) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın sırr-ı azîmi var.

Amma Şîa-i Hilafet ise Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (ra) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki: “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (ra) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (ra) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” unvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zatı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zatlara tasannukârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (ra) teberri eder.

İşte ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (ra) tenkis etmez, sû-i ahlâk ile ittiham etmez. Öyle bir hârika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (ra) Hulefa-i Raşidîn’i hak görmeseydi bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”

Elhasıl: Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (ra) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnet’e karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.

Halbuki Ehl-i Sünnet’in düsturları ve esas mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (ra) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (ra) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar.

Alevîler hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnet’in adâvetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnet’in inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise bu meselede fazla söyledik. Çünkü ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahis olmuştur.

Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.

***

İkinci Makam

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ

âyetinin ikinci hakikatine dair olacak. [*[1]]

***

[1] * Bu İkinci Makam, On Birinci Lem’a olarak telif edilmiştir.

Üçüncü Lem’a

Üçüncü Lem’a

Bu Lem’a’ya bir derece his ve zevk karışmış. His ve zevkin coşkunlukları ise aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemediklerinden ve müraat etmediklerinden bu Üçüncü Lem’a mantık mizanları ile tartılmamalı.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetinin mealini ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى iki cümlesi mühim iki hakikati ifade ediyorlar. Ondandır ki Nakşîlerin rüesasından bir kısım, bu iki cümle ile kendilerine bir hatme-i mahsus yapıp muhtasar bir hatme-i Nakşiye hükmünde tutuyorlar. Madem o azîm âyetin mealini bu iki cümle ifade ediyor. Biz bu iki cümlenin ifade ettiği iki hakikat-i mühimmenin birkaç nüktesini beyan edeceğiz.

Birinci Nükte

Birinci defa يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivadan tecrit ediyor, kesiyor. Şöyle ki:

İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibarıyla mevcudatın hemen ekserisiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet dercedilmiştir. Onun için insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azap çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir manevî azaba medar oluyor. O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir.

Çünkü kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemal-i bâkiye mâlik bir zata tevcih etmek için verilmiş. O insan sû-i istimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor; kusurun cezasını, firakın azabıyla çekiyor.

İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat’-ı alâka etmek, o mahbublar onu terk etmeden evvel o onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u Bâki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى olan birinci cümlesi: “Bâki-i Hakiki yalnız sensin. Mâsiva fânidir. Fâni olan elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar; onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى demekle bırakıyorum. Yalnız sen bâkisin ve senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyle ise senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller.” demektir.

İşte bu halette kalp, hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse mahbubları adedince manevî cerihalar oluyor.

İkinci cümle olan يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى o hadsiz cerihalara hem merhem hem tiryak oluyor. Yani يَا بَاقٖى “Madem sen bâkisin, yeter; her şeye bedelsin. Madem sen varsın, her şey var.” Evet, mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâki-i Hakiki’nin hüsün ve ihsan ve kemalâtının işaratı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir; belki cilve-i esma-i hüsnanın gölgelerinin gölgeleridir.

İkinci Nükte

İnsanın fıtratında, bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez.

Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki Bâki-i Zülcelal o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu; o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.

Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kālli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.

Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tabidir. Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.

Elbette insana en lâzım iş en mühim vazife, o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünkü Bâki yoluna sarf olunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur. İşte o ikinci يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz manevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.

Üçüncü Nükte

Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise mütedâhil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor. Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de insandaki cisim, nefis, kalp, ruh daireleri öyle mütefavittir.

Mesela, cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli ma’dum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir.

İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.

Evet, Bâki-i Hakiki’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer onun yolunda olmazsa bir sene, bir saniyedir. Belki onun yolunda bir saniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi, bir saniye hükmüne geçer.

Meşhur böyle bir söz var ki:

سِنَةُ الْفِرَاقِ سَنَةٌ وَ سَنَةُ الْوِصَالِ سِنَةٌ

yani “Firakın bir saniyesi, bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi, bir saniye kadar kısadır.” Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki visal, yani Bâki-i Zülcelal’in rızası dairesinde livechillah bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalalet firakı içinde değil bir sene, belki bin sene, bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var:

اَرْضُ الْفَلَاتِ مَعَ الْاَعْدَاءِ فِنْجَانٌ سَمُّ الْخِيَاطِ مَعَ الْاَحْبَابِ مَيْدَانٌ

hükmümüzü teyid ediyor.

Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fâni mevcudatın visali madem fânidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi, bir saniye gibi geçer; hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak çendan bir saniye de olsa seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel, firakla doludur.

Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü; bâki, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır, Bâki-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.

Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve madem bu fâni ömrü, bâki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek.

İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.

Bu hakikate işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur’an gösteriyor. Hem bu hakikate işaret eden ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan “bast-ı zaman” sırrıyla çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mi’rac, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mi’rac yoluyla, beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.

Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya kesretle vuku bulmuş olan “bast-ı zaman” hâdiseleridir. Bazı evliya bir dakikada, bir günlük işi görmüş. Bazıları bir saatte, bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada, bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle “bast-ı zaman” (Hâşiye[1]) hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe olamaz.

Şu “bast-ı zaman” herkesçe musaddak bir nev’i, rüyada görünüyor. Bazen bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.

Elhasıl: İnsan çendan fânidir. Fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir zatın âyinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir zatın, bâki esmasının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir.

Öyle ise böyle bir insanın hakiki vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir. Lisanı يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى dediği gibi kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi هُوَ الْبَاقٖى، هُوَ الْاَزَلِىُّ الْاَبَدِىُّ، هُوَ السَّرْمَدِىُّ، هُوَ الدَّائِمُ، هُوَ الْمَطْلُوبُ، هُوَ الْمَحْبُوبُ، هُوَ الْمَقْصُودُ، هُوَ الْمَعْبُودُ demeli.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَٓا اِنْ نَسٖينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

***

[1] Hâşiye: قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍ âyetiyle وَلَبِثُوا فٖى كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنٖينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا âyeti “tayy-ı zaman”ı gösterdiği gibi وَاِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَاَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ âyeti de “bast-ı zaman”ı gösterir.

 

İkinci Lem’a

İkinci Lem’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ

Sabır kahramanı Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın şu münâcatı hem mücerreb hem tesirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münâcatımızda رَبِّ اِنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ demeliyiz. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:

Pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalp ve lisanına iliştikleri için o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahati için değil belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: “Yâ Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.” diye münâcat edip Cenab-ı Hak o hâlis ve safi, garazsız, lillah için o münâcatı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i âfiyetini ihsan edip enva-ı merhametine mazhar eylemiş. İşte bu Lem’a’da beş nükte var.

Birinci Nükte

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb aleyhisselâmın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münâcat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.

Bâhusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalp ve lisanına ilişmişler; öyle de bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet, günah kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse kurt değil belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.

Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Hem mesela, cehennem azabını intac eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa bütün ruhuyla cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe, cehennemin inkârına cesaret veriyor.

Hem mesela, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı ezel ve ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adâvet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki inkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza… Bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.

İkinci Nükte

Yirmi Altıncı Söz’de sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya üç vecihle hakları yoktur.

Birinci Vecih: Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor. Ve hâkeza… مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ فٖى مُلْكِهٖ كَيْفَ يَشَٓاءُ

İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.

Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şükretmek gerektir.

Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Hattâ bir âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde bir zatın müthiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: “Onu tebrik et. Her bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçiyor.” Zaten o zat sabır içinde şükrediyordu.

Üçüncü Nükte

Bir iki Söz’de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını düşünse kalbine ve lisanına ya “âh” veya “oh” gelir. Yani ya teessüf eder, ya “Elhamdülillah” der.

Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neş’et eden manevî elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazen muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor.

Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neş’et eden manevî ve daimî lezzet “Elhamdülillah” dedirtir. Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ سِوَى الْكُفْرِ وَ الضَّلَالِ demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki: “Musibet zamanı uzundur.” Evet, musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.

Dördüncü Nükte

Yirmi Birinci Söz’ün Birinci Makam’ında beyan edildiği gibi: Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir.

Çünkü geçmiş her bir gün, musibet ise zahmeti gitmiş, rahatı kalmış; elemi gitmiş, zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil belki mütelezzizane şükretmek lâzım gelir. Onlara küsmek değil, bilakis muhabbet etmek gerektir. Onun o geçmiş fâni ömrü, musibet vasıtasıyla bâki ve mesud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir.

Amma gelecek günler ise madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek, ahmaklıktır. “Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım.” diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir. Öyle de gelecek günlerdeki, şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belâhettir ki hakkında şefkat ve merhamet liyakatini selbediyor.

Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir hem merhamete liyakati selbeder.

Birinci Harb-i Umumî’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım.” diye acı bir şikayet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim:

Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise madem daha gelmemişler. Rabb’in olan Rahmanu’r-Rahîm’in rahmetine itimat edip dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün, sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki sol cenah düşman kuvveti, onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp merkezi zayıf bırakıp, düşman edna bir kuvvet ile merkezi harap eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fâni ve kısa ömrünü, uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.

O da tamamıyla bir ferah alarak: “Elhamdülillah” dedi “Hastalığım ondan bire indi.”

Beşinci Nükte

Üç meseledir.

Birinci Mesele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir.

Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahirî musibetler var ki İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.

Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”

Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.

Madem onun rububiyetine razıyız, o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda “Âh! Of!” edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor. Öyle de musibete giriftar olan adam, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

İkinci Mesele: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Mesela, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalpte de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet, hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır bil.

Eğer bela vereni buldunsa safa-ender, atâ-ender beladır bil.

Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena-ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Üçüncü Mesele: Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil belki bir lütf-u İlahîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı ve sair musibetzedeleri (fakat musibet, dine dokunmamak şartıyla) bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îras etmiyor.

Çünkü hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlahiyedir. Çünkü çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet îras ediyor. Fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor, bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle elbette hastalık haletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

Hâtime

Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi’ emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur.

Öyle de musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile sair müheyyic ve muharrik arızalar ile o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyic eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil belki her bir azanın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o arızalar ile ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî’de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilanname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder.

***

Birinci Lem’a

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ ۞ اِذْ نَادٰى رَبَّهُٓ اَنّٖى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ ۞ حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظٖيمِ ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ يَا بَاقٖى اَنْتَ الْبَاقٖى ۞ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَ شِفَٓاءٌ

Otuz Birinci Mektup’un birinci kısmı; her zaman, hususan mağrib ve işâ ortasında otuz üçer defa okunması çok faziletli bulunan mezkûr kelimat-ı mübarekenin her birinin çok envarından birer nurunu gösterecek altı lem’adır.

Birinci Lem’a

Hazret-i Yunus İbn-i Metta alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâmın münâcatı, en azîm bir münâcattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.

Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ münâcatı, ona süraten vasıta-i necat olmuştur.

Şu münâcatın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bi’l-külliye sukut etti. Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir zat lâzım ki hükmü hem balığa hem denize hem geceye hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde “gece, deniz ve hut” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faydaları olmazdı. Demek, esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-esbab’dan başka bir melce olamadığını aynelyakîn gördüğünden sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münâcat birdenbire geceyi, denizi ve hutu musahhar etmiştir.

O nur-u tevhid ile hutun karnını bir tahte’l-bahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lamba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.

İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.

Madem hakiki vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus aleyhisselâma iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbibü’l-esbab olan Rabb’imize iltica edip لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zat olabilir ki istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.

Acaba Hâlık-ı semavat ve arz’dan başka hangi sebep var ki en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvacından kurtaracak? Hâşâ, Zat-ı Vâcibü’l-vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdat edemez ve halâskâr olamaz.

Madem hakikat-i hal böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselâma o münâcatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir tahte’l-bahir ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtaplı bir latîf suret aldı. Biz dahi o münâcatın sırrıyla لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ demeliyiz. لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.

Tâ ki nur-u iman ile ve Kur’an’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin.

Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’an-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın.

Hem o sırr-ı Kur’an’la, o terbiye-i Furkaniye ile nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla sıtmadan müteellim olduğu gibi arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebînî bir mikroptan korkar, ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî cenneti dahi müştakane sever.

Elbette böyle bir insanın Mabud’u, Rabb’i, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir zat olabilir ki umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (as) لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّٖى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمٖينَ demeye muhtaçtır.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

***

Dua (Mektubat)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i a’zamın hakkına ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine… Bu Mektubat’ı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini cennetü’l-firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmin! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmin! Ve defter-i hasenatlarına Mektubat mecmuasının her bir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmin! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmin!

Yâ Erhame’r-râhimîn!.. Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mesud eyle, âmin! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmin! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle, âmin!

Umum Nur Şakirdleri namına

Said Nursî

***

Hakikat Işıkları

Hakikat Işıkları

Herkes bilmez gökte ne var

Görür onu göz sahibi

Parıldıyor güneş kadar

Hakikati umman gibi

İster gönül elbet huzur

Âhir demde etmiş zuhur

Âlemlere doğmuş o nur

Gökten inen ferman gibi

Ferdiyeti elhak ayân

Odur gönüllere sultan

Var mı bilmem ulu bürhan

Bu Bedîüzzaman gibi

Lisanından saçılır nur

Cinnî okur, insan okur

Hûr-u cennet işte bu “Nur”

Gönüllerde canan gibi

Âhir zaman esrarını

İhbar-ı gayb envarını

Attı âlem ekdarını

Doğdu şems-i tâbân gibi

Semavattan rahmet indi

Akan gözyaşları dindi

Küfr ü dalal yıldı, sindi

Görünmeyen şeytan gibi

Söndü hain faaliyet

Yıkıldı o deccaliyet

Halâs buldu İslâmiyet

Tahta çıkan hakan gibi

Ey yâreli şîr-i jiyan

Bu hâb-ı gafletten uyan

Âlemlere devr-i ümran

Asr-ı nüzul-ü Furkan gibi

İklimlerde iman yeli

Eser, gönüller neşeli

Öpsem o gül kokan eli

O bülbül-ü handan gibi

Âdemoğlu necat arar

Hak daveti Nurlarda var

Ey şehriyar-ı şehriyar

Sensin bize sultan gibi

Arşa çıkan feryadımız

Alındı şimdi dâdımız

O sevgili üstadımız

Gönülde Süleyman gibi

Ey ekmel-i âhir zaman

Sensin mahbub-u Müstean

Feda sana bu cism ü can

Hak yolunda kurban gibi

Said’i beklerdi yıllar

Sensin gönülde muntazar

Peygamberim vermiş haber

Olma bize pinhan gibi

Perdelenmişse zuhurun

Gizlenmez haşmetli nurun

Gölgesi olmaz ki nurun

Firdevs’teki canan gibi

Ey hatib-i devr-i zaman

Sürur buldu kevn ü mekân

Seni bekler gizli ayân

Hep hastalar Lokman gibi

Nur yolunun kurbanıyız

Kehkeşan’ın sâmânıyız

O ateşin dumanıyız

Ateş yanan külhan gibi

Rânâ rengin güle benzer

Revh üfürür, kokun eser

Ufkumuzda oldun seher

Tam ağaran bir tan gibi

Ey cilvesi zahir rahmet

Bâri bizlere imdat et

Kulun olmak diler elbet

Bahçenizde fidan gibi

Pes gönlümüz hep daim pes

Ey ağlayan, feryadı kes

Boş geçmesin hiçbir nefes

“Allah bes, gayrı heves.”

Mehmed Kayalar

***

Fihriste-i Mektubat

Fihriste-i Mektubat

BİRİNCİ MEKTUP:

Dört sualin cevabıdır.

Birinci Sual: Hazret-i Hızır’ın hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni bir tarzda beyan eder.

İkinci Sual: اَلَّذٖى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ âyetindeki mevti, nimet suretinde ve mahluk olduğunun sırrını gayet güzel bir surette ispat eder ki mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahluktur.

Üçüncü Sual: “Cehennem nerededir?” cevabında, gayet makul bir surette yerini beyan eder ve gösterir. Cehennem-i Suğra ve Kübra’yı tefrik edip fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette ispat etmekle beraber; âhirinde gayet muhteşem ve parlak bir surette, azamet ve rububiyet-i İlahiyenin bir sırr-ı azîmini ve cehennem-i kübranın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi cennet ve cehennem, şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinatın iki neticesi ve seyl-i şuunatın ve mahsulat-ı maneviye-i arziyenin iki mahzeni, lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir.

Dördüncü Sual’in cevabında mahbublara olan aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikiye inkılab ettiği gibi koca dünyaya karşı insanın aşk-ı mecazîsi dahi sırr-ı iman ile makbul bir aşk-ı hakikiye inkılab edebildiğini gayet güzel ve mukni bir surette ispat eder.

İKİNCİ MEKTUP:

Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder.

Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatle hareket etmezse hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez.

Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

ÜÇÜNCÜ MEKTUP:

فَلَٓا اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ ۞ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ve yeminindeki ulvi bir nur-u i’cazîyi ve وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدٖيمِ âyetinin teşbihindeki parlak bir lem’a-i i’caziyeyi ve هُوَ الَّذٖى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فٖى مَنَاكِبِهَا âyetinde, küre-i arzı, feza-yı kâinatta yüzen bir sefine-i Rabbaniye olduğunu gösteren parlak bir hakikati tasvir ederek, küre-i arzdan cehenneme göçmek için ehl-i dalaletin seyahatini ve bütün eşya bir tek zata isnad edilse vücub derecesinde suhulet ve kolaylık olduğunu; eşyanın icadı müteaddid esbablara isnad edilse imtina derecesinde bir suubet ve müşkülat olduğunu gayet güzel ve mukni ve muhtasar bir surette beyanıyla iki nükte-i mühimme-i i’caziyeyi tefsir eder.

DÖRDÜNCÜ MEKTUP:

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثٖيرًا âyetinin bir sırrı, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder.

Hem:

“Der Tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:

Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk”

düsturuna mukabil, acz-mendî tarîkında pek mühim bir düsturu beyan eder.

Hem اَفَلَمْ يَنْظُرُٓوا اِلَى السَّمَٓاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا âyetinin bir sırrını; şiire benzer fakat şiir olmayan, muntazam fakat manzum olmayan, gayet parlak fakat hayal olmayan, yıldızları konuşturan bir yıldızname ile tefsir eder.

BEŞİNCİ MEKTUP:

Şeriatın bir hâdimi ve bir vesilesi olan tarîkata mensup bazı zatların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek hakaik-i imaniyenin neşrinde tembellik ve lâkaytlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış.

Ve velayetin üç kısmını beyan edip en mühim tarîkat olan velayet-i kübra, sırr-ı verasetle sünnet-i seniyeye ittiba ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam olduğunu ispat eder.

Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faydası ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.

ALTINCI MEKTUP:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

âyetlerinin bir sırrını, birbiri içinde hissedilmiş beş nevi hazîn gurbetler zulmetinde nur-u iman ve feyz-i Kur’an ve lütf-u Rahman’dan gelen bir nur-u tesellinin beyanıyla o sırrı tefsir ediyor. Bu mektup en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. Ve en meyus ve mükedder kalbi dahi ferahlandıracak derecede nurludur.

YEDİNCİ MEKTUP:

Münafıkların ittihamından beraet-i Nebeviye hakkında gelen

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَٓا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيّٖنَ ۞ فَلَمَّا قَضٰى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لَا يَكُونُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ حَرَجٌ فٖٓى اَزْوَاجِ اَدْعِيَٓائِهِمْ

âyetlerinin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kesret-i izdivacı nefsanî olmadığını, belki akval ve ef’ali gibi ahval ve etvarından tezahür eden ahkâm-ı şeriata vasıta olmak için hususi dairesinde ziyade şakirdleri bulunmasıdır.

Ve Hazret-i Zeyneb’i tezevvücü, sırf bir emr-i İlahî ve kader-i Rabbanî ile olduğunu beyan ediyor. Eski zaman münafıkları gibi yeni zaman zındıklarının tenkitlerini kat’î bir surette kırıyor.

SEKİZİNCİ MEKTUP:

فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ diyen Hazret-i Yakub aleyhisselâmın Hazret-i Yusuf aleyhisselâma karşı hissiyatı aşk olmadığını, belki ulvi bir mertebe-i şefkat olduğunu ve şefkat aşktan çok yüksek ve keskin bulunduğunu ve ism-i Rahman ve ism-i Rahîm’in vesilesi şefkattir diye beyan ederek بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in güzel bir sırrını فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمٖينَ in parlak bir nüktesini tefsir ediyor.

DOKUZUNCU MEKTUP:

Keramet ve ikram ve inayet ve istidraca dair mühim bir kaideyi beyan eder. Kerametin izharı zarar olduğu gibi ikramın izharı şükür olduğunu ve en selâmetli keramet ise bilmediği halde mazhar olmak olduğunu ve hakiki keramet ise kendi nefsine değil belki Rabb’ine itimadını ziyadeleştiren olduğunu, yoksa istidrac olduğunu hem hayat-ı dünyeviyeyi bahtiyarane geçirmenin çaresi, âhiret için verilen hissiyat-ı şedideyi dünyanın fâni umûruna sarf etmemek olduğunu ve aşkın mecazî ve hakiki iki nev’i olduğu gibi; hırs ve inat ve endişe-i istikbal gibi hissiyat-ı şedidenin dahi mecazî ve hakiki olarak ikişer kısmı bulunduğunu, mecazîleri gayet zararlı ve sû-i ahlâka menşe ve hakikileri gayet nâfi’ ve hüsn-ü ahlâka medar olduğunu ispat eder.

Hem İslâm ve imanın mühim bir farkını beyan eder. Yani İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır; iman ise hakkı iz’an ve tasdiktir. Yirmi sene evvel dinsiz bir Müslüman bulunduğu gibi şimdi de gayr-ı müslim mü’min dahi bulunur gibi göründüğünü gösterir.

Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir surette İslâmiyet’e tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı imaniyeyi ne derece kuvvetli ve kat’î ispat ettiğini beyan eder.

ONUNCU MEKTUP:

İki sualin cevabıdır.

Birincisi:

وَلَٓا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرَ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ ۞ وَ كُلَّ شَىْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖٓى اِمَامٍ مُبٖينٍ

âyetlerinin bir sırrını tefsir eder. “İmam-ı Mübin” “Kitab-ı Mübin” neden ibaret olduğunu beyan eder.

İkinci Sual: “Meydan-ı haşir nerededir?” cevabında, gayet makul ve mühim ve parlak bir cevap veriyor.

ON BİRİNCİ MEKTUP:

Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mesele birbirinden uzak olduğundan bu mektup perişan görünüyor. Bu perişan mektup münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz!

İşte bu On Birinci Mektup, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört meseleden ibarettir. Hem müşevveş hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nevinden, bu mektup da –zülf-ü perişan tarzında– soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.

Bu Mektubun Birinci Mebhası

اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعٖيفًا

âyetinin bir sırrını tefsir ile vesvese-i şeytana müptela olan adamlara mühim bir ilaç ve merhemdir.

İkinci Mebhas: Barla Yaylası, Tepelice, çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup Sözler mecmuasına yazıldığı için buraya yazılmamıştır.

Üçüncü ve Dördüncü Mebhasları: İ’caz-ı Kur’an’a karşı medeniyetin aczini gösteren yüzer misallerden iki misaldir. Kur’an’a muhalif olan hukuk-u medeniyet ne kadar haksız olduğunu ispat eden iki numunedir.

Birinci Misal: فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ Mahz-ı adalet olan hükm-ü Kur’anî, kıza nısıf veriyor. Medeniyet, irsiyet hususunda kızın hakkında fazla hak vermekle büyük bir haksızlık etmiş ve merhamete muhtaç kıza zulmetmiş olduğunu kat’î bir surette ispat ediyor.

İkinci Misal: فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ âyetinin bir sırrına dairdir ki mimsiz medeniyet, nasıl kıza hakkından fazla hak verdiğinden haksızlık etmiş; öyle de valide hakkında hakkını kesmekle daha ziyade haksızlık ettiğini ve en muhterem bir hakikat olan validelik şefkatine karşı dehşetli bir haksızlık ve vahşetli bir hürmetsizlik ve cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiyenin tiryak gibi bir rabıta-i şefkatine bir zehir katmak hükmünde bir hata olduğunu ispat eder.

ON İKİNCİ MEKTUP:

Mütefennin bazı dostların münakaşa ettikleri üç meseleye dair üç suallerine muhtasar üç cevaptır.

Birinci Sual: “Hazret-i Âdem’in cennetten ihracı ve bir kısım benî-Âdem’in cehenneme idhali hikmeti nedir?” sualine, gayet kat’î bir cevap veriyor.

İkinci Sual: “Şeytanların ve şerlerin halk ve icadı, şer değil mi, çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Ale’l-ıtlak’ın cemal-i rahmeti nasıl müsaade etmiş?” sualine karşı gayet kat’î bir surette cevap veriyor.

Üçüncü Sual: “Masum insanlara ve hayvanlara musibet ve belaları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlak’ın adaleti nasıl müsaade ediyor?” diye sualin cevabında gayet mukni ve kat’î bir tarzda cevap veriyor.

ON ÜÇÜNCÜ MEKTUP:

Ehl-i dünya ve ehl-i siyasetin bana ettikleri zulüm ve tazyik karşısındaki sükût ve tahammülümü merak eden çok kardeşlerimin müteaddid suallerine karşı, Eski Said lisanıyla ve Yeni Said’in kalbiyle verilmiş ibretli ve merak-âver bir cevaptır. Esası şudur ki:

Hâlık-ı Rahîm’in rahmeti yâr ise herkes yârdır, her yer yarar; eğer yâr değilse her şey kalbe bârdır, herkes de düşmandır. Felillahi’l-hamd rahmet-i İlahiye yâr olduğu için ehl-i dünyanın bana ettikleri enva-ı zulmü, o rahmet-i İlahiye enva-ı merhamete çevirmiştir.

Serbestlik vesikası almak ve kanunsuz tazyikattan kurtulmak için adem-i müracaatımın bir iki mühim sebebini beyan eder. Hülâsası: Zalim insanların mahkûmu değilim; belki ben, âdil kaderin mahkûmuyum, ona müracaat ediyorum. Hem haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, bir nevi haksızlıktır ve hakka karşı bir nevi hürmetsizliktir.

Hem dünya siyasetinden sırr-ı içtinabımın sebebini, mühim bir hakikatle beyan ediyor.

ON DÖRDÜNCÜ MEKTUP:

Telif edilmemiştir.

ON BEŞİNCİ MEKTUP:

Altı mühim suale, altı ehemmiyetli cevaptır.

Birinci Sual: “Sahabeler, velilerden büyük oldukları halde; sahabenin içindeki fitneyi çeviren müfsidleri neden nazar-ı velayetle keşfedemediler? Tâ dört Hulefa-yı Raşidîn’den üçünün şehadetleriyle neticelendi?” İki mühim makamla cevap veriliyor.

İkinci Sual: “Hazret-i Ali’nin (ra) zamanındaki muharebelerin mahiyeti nedir? O harpte ölen ve öldürenlere ne nam verilir?” Gayet mühim ve merak-âver bir cevap verilmiş.

Üçüncü Sual: “Âl-i Beyt’in başına gelen feci ve gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” Gayet mühim bir cevap veriliyor.

Dördüncü Sual: “Âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (as) nüzulü ve Deccal’ı öldürmesi ve insanlar umumiyetle din-i hakkı kabul etmesi ve kıyamet vaktinde Allah Allah diyenler bulunmaması rivayet ediliyor. Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl küfre gidilir?” suallerine karşı, merak-âver ve hakiki bir mühim cevap veriliyor.

Beşinci Sual: “Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?” cevabında, mühim bir hakikat beyan ediliyor.

Altıncı Sual: “ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ âyetinin hükmü; âhirete, cennete ve cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu?” cevabında, gayet mühim ve merak-âver ve kuvvetli bir cevap verilir.

Bu risaledeki sualleri merak edenlere bu risale bir iksir-i a’zamdır.

ON ALTINCI MEKTUP:

اَلَّذٖينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اٖيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ

âyetinin bir sırrını, başıma gelen bir hâdise münasebetiyle beş nokta ile tefsir ediyor.

Birinci Nokta: Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’aniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret ve bid’a ve dalalet olan siyasetten beni kat’iyen men’ettiğine dairdir.

İkinci Nokta: Hayat-ı ebediyeye ciddi çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’an’a hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyasetten çekilmeyi iktiza ettiğinden; ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarını hoş görmek değil belki kalplerimizi bulandırmamak için bakmamaktayız.

Üçüncü Nokta: Başıma gelen ağır tazyikat ve musibetlere karşı tahammülümün mühim bir sebebini iki vakıa ile beyan eder.

Dördüncü Nokta: Ehl-i dünyanın evhamlı suallerine karşı cevaptır. O cevapta bilmecburiye hizmet-i Kur’aniyeye ait bir keramet olarak hakkımızda göz ile görülen ve hiçbir cihette inkâr edilemeyen birkaç inayet-i İlahiyeyi beyan ediyor.

Beşinci Nokta: Ehl-i dünyanın katmerli bir zulüm ile bana teklif ettikleri bid’akârane kaidelerine karşı, onları tam susturacak bir cevaptır.

BU ON ALTINCI MEKTUP’UN ZEYLİ:

Zalim ehl-i dünyanın ve mülhidlerin dünyalarından ve siyasetlerinden bütün bütün çekildiğim halde, kendi hainliklerinden habbeyi kubbe yaparak hakkımda gösterdikleri evham ve telaşa karşı Eski Said lisanıyla, izzet-i ilmiyeyi muhafaza noktasında ağızlarına şiddetli bir tokat vurarak, başlarındaki evhamı uçurur.

ON YEDİNCİ MEKTUP:

Has bir kardeşime yazılmış küçük bir taziyenamedir. Çendan bu mektup sureten küçüktür fakat faydası büyük olup ona karşı ihtiyaç umumîdir. Hadd-i büluğa ermeden çocukları vefat eden peder ve validelere mühim bir müjdedir. Bu taziye ile en meyus ve mükedder bir kalp, hakiki bir teselli ve ferah bulur. Küçük olarak vefat eden çocuklar, âlem-i bekada ebedî sevimli çocuk olarak kalıp peder ve validelerinin kucaklarına verilmesi وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrıyla, ebedî medar-ı sürurları olduklarını ispat eder.

ON SEKİZİNCİ MEKTUP:

Üç mesele-i mühimmedir.

Birincisi: Muhakkikîn-i evliyanın keşif ile hak gördüğü ve büyük mikyasta müşahede ettikleri hâdiseler, âlem-i şehadette bazen hilaf-ı vaki ve bazen küçük bir mikyasta tezahür etmesinin sırrını, şirin ve güzel bir temsil ile beyan eder.

İkinci Meselesi: Vahdetü’l-vücud meşrebine dair gayet mühim bir hakikat ve güzel bir izahtır. Vahdetü’l-vücuddan dem vuran ve o meseleyi merak eden, bu İkinci Mesele’yi dikkatle okumalı. Çünkü bu vahdetü’l-vücud meselesi, medar-ı iltibas olmuş mühim bir meşreptir. Ve ehl-i hakikatin medar-ı ihtilafı olmuş bir acib meslektir. Bu İkinci Mesele, onun mahiyetini gösterir ve ispat eder ki o meşrep, ehl-i sahvın meşrebi değil hem en yüksek değil. Ve ehl-i sahv olan sahabe ve sıddıkîn ve veresenin meşrepleri, vahdetü’l-vücud meşrebinden daha yüksek daha selâmetli daha makbul olduğunu ispat eder.

Üçüncü Meselesi: Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmi Dokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmi Dördüncü Mektup’ta Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

ON DOKUZUNCU MEKTUP:

Mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) dairdir. Üç yüzden fazla mu’cizatı beyan eder. Bu risale, risalet-i Ahmediyenin (asm) mu’cizesini beyan ettiği gibi kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir ki üç dört nevi ile hârika olmuştur.

Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz elli sahifeden (Hâşiye[1]) fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden ezber olarak dağ ve bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında, her günde iki üç saat çalışmak şartıyla mecmuu on iki saatte telif edilmesi hârika bir vakıadır ki bu risaledeki mu’cizat-ı Ahmediyenin (asm) bir şule-i kerameti olmuştur.

İkincisi: Şu risale, uzunluğuyla beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tembel ehl-i kalemi öyle bir şevk ve gayrete getirdi ki bu sıkıntılı ve usançlı zamanda, bir sene zarfında civarımızda yetmiş adede yakın nüshaları yazıldı. O mu’cize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verdi.

Üçüncüsü: Acemi ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel yazdıkları nüshalarda, lafz-ı “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm” kelimesi bütün risalelerde ve lafz-ı “Kur’an” beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk (Hâşiye[2]) etmeleri göründü ki zerre miktar insafı olan, tesadüfe veremez. Kim görmüş ise kat’î hükmediyor ki: “Bu bir sırr-ı gaybîdir, mu’cizat-ı Ahmediyenin (asm) bir kerametidir.”

Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler.

Hem şu risaledeki ehadîs hemen umumen eimme-i hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar.

O risalenin bütün mezayasını söylemek lâzım gelse o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanları onu bir kere okumasına havale ediyoruz.

On Dokuzuncu Mektubun Beşinci ve Altıncı Nüktelerinin Fihristesidir:

Bu nükteler, umûr-u gaybiyeye dair hadîslerin birkaçını zikretmiştir. Hem Hazret-i Hasan (ra) ile Hazret-i Muaviye’nin (ra) muharebe ve musalahasını hem Hazret-i Ali (ra) ile Hazret-i Zübeyr’in (ra) muharebe edeceğini hem Ezvac-ı Tahirat’ın içinden birisinin mühim bir fitnenin başına geçeceğini hem Hazret-i Ali’nin (ra) katilini haber vermiş.

Hem Hazret-i Hüseyin’in (ra) Kerbelâ’da katlini hem zatından (asm) sonra Âl-i Beyt’i, katl ve nefye maruz kalacaklarını hem Hazret-i Ali’nin (ra) hilafetinin tehirini hem hilafet ne için Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmediğini hem asr-ı saadetin başına gelen o dehşetli fitnenin hikmetini hem ehl-i İslâm, umum devletlere galebe çalacaklarını hem Hazret-i Ebubekir (ra) ve Hazret-i Ömer’in (ra) mahiyet-i hilafetlerini hem müşrik Kureyş reislerinin nerede katlolunacaklarını hem bir ay uzun mesafede Mûte Harbi’nden aynen haber verdiğini hem Hazret-i Hasan’ın (ra) hilafetini hem Hazret-i Osman’ın (ra) Kur’an okurken şehit olacağını hem Devlet-i Abbasiye’yi hem Cengiz ve Hülâgu’yu hem İran’ın fethini hem Habeş Meliki’nin cenaze namazını, vefatından haberi olmadan aynı vakitte kıldığını bildirir.

Hem Hazret-i Fatıma’nın (r.anha) vefatını hem Ebu Zer’in (ra) yalnız bir dağda vefat edeceğini hem Ümm-ü Haram’ın Kıbrıs’ta vefat edeceğini hem yüz bin adamı öldüren Haccac-ı Zalim’i hem İstanbul’un fethini hem İmam-ı Ebu Hanife’yi (ra) hem İmam-ı Şafiî’yi (ra) hem ümmetinin yetmiş üç fırka olacağını hem Kaderiye taifesini hem Râfızîleri hem Hazret-i Ali’nin (ra) yüzünden insanlar iki kısım olacaklarını hem Fars ve Rum kızlarını hem Hayber Kalesi’nin fethini hem Hazret-i Ali (ra) ile Muaviye’nin harbini hem Hazret-i Ömer (ra) sağ kaldıkça fitnelerin zuhur etmeyeceğini hem Süheyl İbn-i Amr’ın (ra) mühim bir vazifesini hem Kisra’nın oğlu babasını öldürdüğünü aynı dakikada haber verdiğini hem Hâtıb’ın, Kureyş’e gizli mektup yazdığını hem Ebu Leheb’in oğlu Utbe’yi bir arslanın parçalamasına ettiği bedduasının kabul olup aynen çıktığını hem Bilâl-i Habeşî’nin (ra) ezan okuduğu zaman Kureyşîlerin gizli tenkit ettiklerini aynen haber verdiğini hem Hazret-i Abbas (ra) iman etmeden evvel onun gizli parasından haber verdiğini hem Hazret-i Peygamber’e (asm) bir Yahudi’nin sihir ettiğini hem sahabe meclisinde birinin irtidad edeceğini hem Hazret-i Peygamber’in (asm) katlini niyet edenlerin iman ettiklerini hem müşriklerin Kâbe duvarındaki yazılarını kurtların yediğini ve yalnız o yazılar içindeki Allah isimlerini yemediklerini hem Beytü’l-Makdis’in fethinde büyük bir taun çıkacağını hem Yezid ve Velid gibi şerir reisleri haber verdiğini hem “Bundan sonra onlar bize değil, biz onlara hücum edeceğiz.” diye haber verdiğini ve bunlar gibi çok ihbarat-ı gaybiye bu iki nüktede beyan edilmiştir.

MU’CİZAT-I AHMEDİYE’NİN BİRİNCİ ZEYLİ:

يٰسٓ ۞ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ۞ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ âyetinin mealinde yüzer âyâtın en mühim hakikatleri olan risalet-i Ahmediyeyi (asm) “On Dört Reşha” namıyla on dört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve ispat ediyor. Ve en muannid hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi izhar ediyor.

ŞAKK-I KAMER MU’CİZESİNE DAİR:

Şu risale, şakk-ı kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını “Beş Nokta” ile gayet kat’î bir surette reddedip inşikak-ı kamerin vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma ile şakk-ı kamerin vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette ispat eder ve şakk-ı kamer mu’cize-i Ahmediyesini (asm) güneş gibi gösterir.

MU’CİZAT-I AHMEDİYE ZEYLİNİN BİR PARÇASI:

Risalet-i Ahmediye (asm) hakkında olup Mi’rac Risalesi’nin Üçüncü Esas’ının nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait “Şu mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur?” sualine muhtasar bir fihriste suretinde verilen cevaptır.

ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ’NİN RİSALET-İ AHMEDİYEDEN BAHSEDEN ON ALTINCI MERTEBESİ:

Kâinatın erkânından Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedatından bir parça olup makam münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.

YİRMİNCİ MEKTUP:

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ âyetinin en mühim bir hakikatini bildiren ve

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيٖى وَ يُمٖيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ

kelâmının on bir kelimesinde on bir beşaret ve on bir bürhan-ı kat’î bulunduğuna dair bir mektuptur.

Elhak meratib-i tevhid-i hakikinin hakkında bu mektup bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i a’zamdır. O derece parlak ve o mertebede kuvvetli delilleri ve hüccetleri gösteriyor ki en mütemerrid zındıkları dahi imana getiriyor.

On Dokuzuncu Mektup olan Risale-i Ahmediye (asm) kelime-i şehadetin ikinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ hükmünü ne derece kat’î ve kuvvetli ispat etmiştir. Öyle de bu Yirminci Mektup, kelime-i şehadetin birinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hükmünü, o kat’iyet ve kuvvetle ispat ediyor.

Hakiki ve kuvvetli imanı kazanmak isteyenler bunu okusunlar. Ve bilhassa Dokuzuncu Kelime bahsinde, ilim ve irade-i İlahiyenin ispatını çok vâzıh bir surette beyan ettiği gibi Onuncu Kelime bahsinde de وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ bürhanıyla مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin mühim bir sırrını ve en muazzam bir hakikatini “Beş Nükte”de beyan ediyor. Hakaik-i imaniyenin bir tılsım-ı a’zamını o beş nükte ile hallediyor.

YİRMİNCİ MEKTUP’UN ONUNCU KELİMESİNE ZEYL:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ âyetiyle ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا رَجُلًا فٖيهِ شُرَكَٓاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلًا سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا

âyetinin en mühim ve en muazzam bir hakikatini üç temsil ile tefsir ediyor. Ve her şey ve bütün eşya Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle olsa bir tek şey kadar kolay olduğuna ve kudret-i İlahiyeye verilmediği vakit, bir tek şey kâinat kadar müşkülatlı ve suubetli olduğuna dair en mühim bir sırrını ve en muğlak muammasını, gayet kolay bir tarzda tefsir ederek keşfeder.

YİRMİ BİRİNCİ MEKTUP:

Küçük bir mektuptur fakat gayet büyük bir âyetin büyük bir hakikatini beyan ettiği için ona ihtiyaç büyüktür.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرٖيمًا ۞ وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانٖى صَغٖيرًا

âyeti, beş ayrı ayrı surette ihtiyar valideyne şefkati celbettiğinin sırrını gösteriyor. Hanesinde ihtiyar valideyni veya akrabası veya Müslüman kardeşleri bulunan zatlar, bu mektubu okumaya pek çok muhtaçtırlar.

YİRMİ İKİNCİ MEKTUP:

İki mebhastır.

Birinci Mebhas

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ ۞ اِدْفَعْ بِالَّتٖى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذٖى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمٖيمٌ ۞ وَالْكَاظِمٖينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖينَ

âyetlerinin sırrıyla; ehl-i imanı, uhuvvet ve muhabbete davet ediyor. Nifak, şikak, kin ve adâvetten men’edecek mühim esbabı gösteriyor. Kin ve adâvet –ehl-i iman ortasında– hem hakikatçe hem hikmetçe hem insaniyetçe hem İslâmiyetçe hem hayat-ı şahsiyece hem hayat-ı içtimaiyece hem hayat-ı maneviyece gayet çirkin ve merdud ve zulüm olduğunu gayet kat’î bir surette ispat edip mezkûr âyetlerin mühim bir sırrını tefsir eder.

İkinci Mebhas

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتٖينُ ۞ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَٓابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ

sırrıyla, ehl-i imanı hırstan şiddetli bir surette men’eden esbabı gösterir. Ve hırs dahi adâvet kadar muzır ve çirkin olduğunu kat’î delillerle ispat ederek şu âyet-i azîmenin mühim bir sırrını tefsir ediyor.

Hırsa müptela adamlar, bu ikinci mebhası çok dikkatle mütalaa etmelidirler. Kin ve adâvet marazıyla hasta olanlar, tam şifalarını birinci mebhasta bulurlar.

İkinci Mebhas’ın Hâtime’sinde, zekâtın ehemmiyetini ve bir rükn-ü İslâmî olduğunun hikmetini güzel bir surette beyan etmekle beraber; hakikatli bir rüyada güzel bir hakikat beyan ediliyor.

Şu risalenin Hâtime’sinde اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخٖيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ âyeti altı derece zemmi zemmetmekle, altı vecihle gıybetten zecrettiğini ve mu’cizane ve hârika bir i’caz ile gıybeti hem aklen hem kalben hem insaniyeten hem vicdanen hem fıtraten hem milliyeten mezmum ve merdud ve çirkin ve muzır olduğunu gayet kat’î bir surette, Kur’an’ın i’cazına yakışacak bir tarzda beyan ediyor.

Ve gıybet, alçakların silahı olduğu cihetle izzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmediğine dair denilmiştir:

اُكَبِّرُ نَفْسٖى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ۞ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لَا لَهُ جَهْدٌ

YİRMİ ÜÇÜNCÜ MEKTUP:

Bu mektubun birkaç mebhası var. Öteki mebhaslara bedel latîf ve manidar bir tek mebhas aynen yazıldı. Şöyle ki:

Ahsenü’l-kasas olan kıssa-i Yusuf’un (as) hâtimesini haber veren تَوَفَّنٖى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنٖى بِالصَّالِحٖينَ âyetinin ulvi ve latîf ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki:

Sair ferahlı, saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberinin acıları ve elemi; kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bâhusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini, firakını haber vermek daha elemlidir. Dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir.

Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusufiyenin en parlak kısmı ki: Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi ve kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyaca en saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un (as) mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:

“Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için Hazret-i Yusuf aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî, lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve daha ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki Hazret-i Yusuf aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli bir vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.”

İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına hayran ol, bak ki Kıssa-i Yusuf’un (as) hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberi dinleyenlere elem ve esef değil; belki bir müjde, bir sürur ilâve ediyor.

Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız! Hakiki saadet ve lezzet ondadır.

Hem Hazret-i Yusuf aleyhisselâmın âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.”

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP:

(Hâşiye[3]) Kâinatın tılsım-ı acibini ve müşkül muammasının en mühim bir sırrını keşif ve halleden bir mektuptur ve en mühim bir sualin cevabıdır. Şöyle ki:

“Esma-i İlahiyenin a’zamlarından olan Rahîm, Kerîm, Vedud’un iktiza ettikleri şefkat-perverane ve maslahatkârane ve muhabbettarane taltifleri; ne suretle pek müthiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile zeval ve firak ile musibet ve meşakkat ile tevfik edilir?” diye sualin cevabında, tılsım-ı kâinatın üçüncü muammasını halleden ve kâinattaki daimî faaliyetin muktezasını ve esbab-ı mûcibesini gösteren beş remiz ile ve gayelerini ve faydalarını ispat eden beş işaret ile cevap veriyor.

Şu mektup iki makamdır. Birinci Makamı beş remizdir.

Birinci Remiz: İspat ediyor ki Sâni’-i Hakîm ne yaparsa haktır. Hiçbir şey ve hiçbir zîhayat, ona karşı hak dava edemediğini ve “Haksız bir iş oldu.” diyemediğinin sırrını, kat’î bir tarzda ispat eder.

İkinci Remiz: Hayret-nüma, dehşet-engiz, daimî bir suretteki faaliyet-i Rabbaniyenin sırrını ve halk ve tebdil-i eşyadaki hikmet-i azîmesini beyan ediyor ve en mühim bir muamma-yı hilkati hallediyor.

Üçüncü Remiz: Zevale giden eşya ademe gitmediğini, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçtiğini ve eşyadaki hüsün ve cemale ait istihsan ve şeref ve makam, esma-i İlahiyeye ait olduğunu gayet güzel bir surette ispat eder.

Dördüncü Remiz: Mevcudatın mütemadiyen tebeddül ve tagayyür etmeleri; bir tek sahifede, her dakikada ayrı ayrı ve manidar mektupları yazmak nevinden, sahife-i kâinatta esma-i İlahiyenin cilveleriyle yazılan cemal ve celal ve kemal-i İlahiyenin hadsiz âyâtını, mahdud sahifelerde de hadsiz bir surette yazıldığını ispat eder.

Beşinci Remiz: İki nükte-i mühimmedir.

Birisi: Vâcibü’l-vücud’a intisabını iman ile hisseden adam, hadsiz envar-ı vücuda mazhar olduğunu ve hissetmeyen, nihayetsiz zulümat-ı ademe ve âlâm-ı firaka maruz bulunduğunu gösterir.

İkinci Nükte: Dünyanın üç yüzü bulunduğunu… Zahir yüzünde, zeval, firak, mevt ve adem var fakat esma-i İlahiyenin âyinesi ve âhiretin mezraası olan içyüzlerinde, zeval ve firak, mevt ve adem ise tazelenmek ve teceddüddür ve bekanın cilvelerini gösteren bir tavzif ve terhistir.

BU MEKTUBUN İKİNCİ MAKAMI:

Bir mukaddime ile beş işarettir.

Mukaddime: Hallakıyet ve tasarrufat-ı İlahiyeden gayet azîm bir hakikati, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor. Mesela, bir kuşun tüylü libasını değiştiren Sâni’-i Hakîm, aynı kanunla kâinatın suretini kıyamet vaktinde ve âlem-i şehadetin libasını haşirde o kanun ile değiştirir.

Hem bir ağacın ne kadar meyveleri ve çiçekleri bulunuyor; her bir çiçeğin o kadar gayeleri, her bir meyvenin o kadar hikmetleri bulunduğunu gösterir.

Beş işaret ise: Eşya, vücuddan gittikten sonra verdikleri ehemmiyetli beş netice itibarıyla, bir vecihle ma’dum iken beş vecihle mevcud kalıyor. Şöyle ki:

Her bir mevcud, vücuddan gittikten sonra, ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır.

Hem hayatının etvarıyla “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşte-i hayatiyesi âlem-i misalin defterlerinden olan levh-i misalîde yazılır. Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur.

Hem cin ve insin amelleri gibi âhiret pazarına ve âlem-i âhirete gönderilecek mahsulatı bâki kalır.

Hem etvar-ı hayatiyeleriyle ettikleri enva-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor.

Hem şuunat-ı Sübhaniyenin zuhuruna medar çok şeyleri arkasında mevcud bırakır, öyle gider.

Bu beş işaretteki beş hakikati, kat’î delil hükmünde beş makul ve makbul temsil ile beyan eder.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP’UN BİRİNCİ ZEYLİ:

قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ âyetinin mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir ediyor. Ve dua, bir sırr-ı azîm-i ubudiyet olduğunu ve kâinattan daimî bir surette dergâh-ı rububiyete giden en azîm vesile ise dua olduğunu ve duanın azîm tesiri bulunduğunu kat’î ispat etmekle beraber; külliyet ve devam kesbeden bir dua, kat’iyen makbul olduğuna binaen umum ümmetin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salavat namıyla dualarının neticesinde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ne kadar yüksek bir mertebede olduğunu gösterir.

Duanın da üç nev-i mühimmini zikretmekle beraber, beyan eder ki duanın en güzel ve en latîf meyvesi, en leziz ve en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli her şeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerîm zat var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp “Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn” der.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUP’UN İKİNCİ ZEYLİ:

Mi’rac-ı Nebevî ve Mevlid-i Nebevîye (asm) dair üç mühim suale, gayet mukni ve mantıkî ve parlak bir cevaptır. Bu zeyl çendan kısadır fakat gayet kıymettardır. Mevlid-i Nebevîye (asm) iştiyakı olanlar buna çok müştaktırlar.

Hâtimesinde gayet mühim bir düstur-u mantıkî ile kâinatta en büyük ferd-i ekmel ve üstad-ı küll ve habib-i a’zam, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm olduğunu ispat eder.

YİRMİ BEŞİNCİ MEKTUP:

Sure-i Yâsin’in yirmi beş âyetine dair yirmi beş nükte olmak üzere rahmet-i İlahiyeden istenilmiş fakat daha zamanı gelmediğinden yazılmamıştır.

YİRMİ ALTINCI MEKTUP:

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ sırrına dair “Hüccetü’l-Kur’an Ale’ş-şeytan ve Hizbihi” namıyla, iblisi ilzam ve ehl-i tuğyanı iskât eden gayet mühim bir mektuptur.

Bu mektubun dört mebhası var.

Birinci Mebhas: Şeytanın en müthiş hücumunu def’etmekle, şeytanı öyle bir surette ilzam eder ki içine girerek saklanıp vesvese edecek bir yer bırakmıyor. Ve o kadar kuvvetli delail-i akliye ile ve kat’î bürhanlarla şeytanı ve şeytanın şakirdlerini ilzam eder ki şeytan olmasa idiler imana gelecektiler.

Fakat maatteessüf şeytan-ı cin ve insin, gayet çirkin davalarını ve desiselerini bütün bütün iptal ve def’etmek için farazî bir surette onların çirkin fikirlerini zikredip öyle iptal ediyor. Mesela, der ki: “Eğer faraza dediğiniz gibi Kur’an kelâmullah olmazsa en âdi ve sahte bir kitap olurdu. Halbuki meydandaki âsârıyla göstermiş ki en âlî bir kitaptır.” İşte bu gibi farazî tabiratın, titreyerek yazılmasına mecburiyet hasıl olmuştur.

Şu mebhasın âhirinde, şeytanın Sure-i قٓ وَ الْقُرْاٰنِ الْمَجٖيدِ in fesahat ve selasetine dair bir vesvese ve itirazını reddediyor.

İkinci Mebhas: Bir insanda, vazife ve ubudiyet ve zat itibarıyla üç şahsiyet bulunduğunu ve o şahsiyetlerin ahlâkı ve âsârı bazen birbirine muhalif olduğunu beyan eder.

Üçüncü Mebhas:

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُوا

âyetinin, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mesele ile tefsir ediyor.

Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi’ bir ilaçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyet-perverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.

Dördüncü Mebhas: Altı sualin cevabında on meseledir.

Birincisi: “Rabbü’l-âlemîn” kelimesinin tefsirinde on sekiz bin âlem dediklerinin hikmeti münasebetiyle, birkaç nükte-i Kur’aniye beyan edilir.

İkinci Mesele: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye demiş. Ondan murad nedir? Cevabında, gayet mühim bir mesele-i marifetullah beyan edilmiştir.

Üçüncü Mesele: “وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ âyetiyle اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا âyetinin vech-i tevfiki nedir?” diye sualine, gayet güzel ve nurlu mühim bir cevaptır.

Dördüncü Mesele: “ جَدِّدُوا اٖيمَانَكُمْ بِلَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ hikmeti nedir?” diye suale, gayet güzel ve nurlu bir cevaptır.

Dördüncü Meselenin Zeyli’nde, vahdaniyetin gayet azîm bir hüccetine ve geniş ve uzun bir bürhanına muhtasar bir işarettir.

Beşinci Mesele: “Yalnız ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ diyen ‌مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ‌ demeyen ehl-i necat olabilir mi?” sualine karşı mühim bir cevaptır.

Altıncısı: Birinci Mebhas’taki şeytanla münazaranın çirkin tabiratlarının sebeb-i zikrini bildiriyor. Hem mühim bir temsil ile hizbü’ş-şeytanı en dar ve en muhal ve en menfur bir mevkiye sıkıştırıyor. Meydanı Hizbü’l-Kur’an hesabına zapt ederek, her bir hal-i Ahmediye (asm) her bir haslet-i Muhammediye (asm) her bir tavr-ı Nebevî (asm) o kuvvetli temsile göre birer mu’cize hükmüne geçip nübüvvetini ispat ettiğini gösterir.

Yedincisi: Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i maneviyelerini teyid için ve hizmetimizden bazı maksatlarla çekilen ve maksatlarının aksiyle tokat yiyenleri, çok misallerden yedi küçük misal ile gösterir ki siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyade yaralanırlar.

Sekizincisi: Diyorlar ki: “Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve tesbihatların her birinden, bütün letaif-i insaniye hisselerini istiyorlar. Manaları bilinmezse hisse alınmaz, öyle ise tercüme edilse daha iyi değil mi?” diye olan müthiş ve mugalatalı şu suale karşı, gayet mühim ve ibretli ve zevkli bir cevaptır.

Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye (asm) manalara, camid ve ruhsuz libas değiller; belki hayattar feyiz-âver ciltlerdir. Zîhayat bir ceset soyulsa elbette ölür. Hem lisan-ı nahvî olan elfaz-ı Kur’aniyedeki i’caz ve îcaz, hakiki tercümeye mani olduğunu gösterir.

Dokuzuncusu: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak dairesinin haricinde ehl-i velayet bulunabilir mi?” sualine, mühim ve merak-âver bir cevaptır.

Onuncusu: Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde bulunan bu bîçare Said ile görüşen ve görüşmek arzu eden dostlara mühim bir düsturdur.

YİRMİ YEDİNCİ MEKTUP:

Bu mektup, Risale-i Nur Müellifinin talebelerine yazdığı ayn-ı hakikat ve çok letafetli, güzel mektuplarıyla; Risale-i Nur talebelerinin üstadlarına ve bazen birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizlerini ifade eden çok zengin bir mektup olup bu mecmuanın üç dört misli kadar büyüdüğü için bu mecmuaya idhal edilmemiştir. Barla, Kastamonu, Emirdağı Lâhikaları olarak müstakillen neşredilmiştir.

YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUP:

“Sekiz Mesele” namıyla sekiz risaledir.

Birinci Risale Olan Birinci Mesele

Rüya-yı sadıkanın hakikatini ve faydasını, gayet güzel ve hakikatli “Yedi Nükte” ile beyan ediyor. Bu risale hem kıymettardır hem merak-âverdir.

İkinci Mesele Olan İkinci Risale

“Hazret-i Musa aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş.” mealindeki bir hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kökünden kaldırır ve bu nevi hadîslere mülhidler tarafından gelen itirazata bir set çeker. Bu risale küçüktür fakat merak-âverdir.

Üçüncü Mesele Olan Üçüncü Risale

Bu bîçare müflis Said’in ziyaretine gelenlerin ne niyetle görüşmeleri lâzım geldiğini beyan edip sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı itibarıyla görüşmek lâzım geldiğini ve o görüşmenin mühim faydalarını ve Said’in şahsiyetinin hiçliği nazara alınmayacağını, belki dellâlı olduğu mukaddes dükkânın kıymettar cevherlerini nazara almak lâzım geldiğini “Beş Nokta” ile gayet güzel bir surette ispat etmekle beraber; hizmet-i Kur’aniyenin keramatından ve inayet-i Rabbaniyeden, ben ve bazı kardeşlerim mazhar olduğumuz çok inayetlerden birkaç vaki ve kat’î misalleri zikrediyor.

Bu risalenin tetimmesinde; risalelerin yazmasında, hususan telifinde ve bilhassa Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta tezahür eden hârika bir inayeti beyan ediyor.

Dördüncü Risale Olan Dördüncü Mesele

Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki defa da kapadılar. Ondan iki veya üç sene mukaddem, yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyane ve zalimane tecavüz edildiği için her taraftan benden sual edildi. Böyle merak-ı umumîyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevap vermek için Eski Said lisanıyla “Dört Nokta” ile mühim bir ibretli cevaptır.

Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’da tekrar ile اَفَلَا يَشْكُرُونَ ۞ اَفَلَا يَشْكُرُونَ ve şükretmeyenleri, otuz bir defa فَبِاَىِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla tehdit ettiğinin sırrını gayet âlî ve tatlı ve makul ve makbul bir surette tefsir ediyor, insan bir şükür fabrikası olduğunu ispat ediyor. Kâinat bir nimet hazinesi olup şükür ise anahtarı olduğunu; ve rızık, onun neticesi ve şükrün mukaddimesi bulunduğunu gayet güzel ve kat’î bir surette ispat ediyor.

Der tarîk-ı acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz:

Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!

olan düstur-u hakikatteki dördüncü rükün bulunan şükr-ü mutlakın parlak ve yüksek hakikatini izah ediyor.

Altıncı Risale Olan Altıncı Mesele

Hatt-ı Kur’an Mektubat mecmuasında neşredildiğinden buraya dercedilmedi.

Yedinci Risale Olan Yedinci Mesele

قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِهٖ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

âyetinin, Risale-i Nur ve hâdimleri hakkındaki mühim bir sırrını “Yedi İşaret” namıyla, yedi inayet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i nimet suretinde bu inayet-i seb’anın izharına, yedi makul sebebini beyan ediyor. Bu inayet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine telif vaktinde iki sahifenin bütün satırları başlarında yirmi sekiz elif gelerek, Yirmi Sekizinci Mektup’un mertebesine tevafuk ettiğini (Hâşiye[4]) teliften bir zaman sonra muttali olduk.

Bu inayet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarının ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inayet-i İlahiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek. Bu yedi inayet külliyedir, cüz’iyatları yetmişi geçer.

Âhirinde, bir sırr-ı inayete ait mahrem bir sualin cevabı vardır. Hâtimesinde, inayet-i seb’adan birincisi olan tevafukata gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı gayet kat’î bir surette def’ediyor. O hâtimenin âhirinde de Üçüncü Nükte’de inayet-i hâssa ve inayet-i âmmeye dair mühim bir sırr-ı dakik-i rububiyete ve ehemmiyetli bir sırr-ı Rahmaniyete işaret ediyor.

Sekizinci Risale Olan Sekizinci Mesele

Altı sualin cevabı olan sekiz nüktedir.

Birinci Nükte: Tevafuktaki işarat-ı gaybiye, umum Risale-i Nur eczalarında cüz’î küllî bulunduğuna dairdir.

İkinci Nükte: Tevafukatın meziyeti, lafz-ı Celal’den başka ne için Kur’an’da fevkalâde matlub olmadığının sırrını beyan eder.

Üçüncü Nükte: Bir kardeşimizin fazla ihtiyat ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathî tenkidine karşı güzel bir cevaptır. (Fakat bu mecmuaya idhal edilmemiştir.)

Dördüncü Nükte: “Meydan-ı haşirde insanlar nasıl toplanacaklar, çıplak olarak mı? Herkes ahbaplarını görebilir mi? Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zat olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nasıl görüşecek? Ehl-i cennet ve cehennemin libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” Altı meraklı sualin mukni ve makul cevabıdır.

Beşinci Nükte: “Zaman-ı fetrette, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ecdadı, bir din ile mütedeyyin mi idiler?” cevabında, güzel bir hakikat beyan ediliyor.

Altıncı Nükte: “Hazret-i İsmail aleyhisselâmdan sonra, Peygamber’in (asm) ecdadından peygamber gelmiş midir?” sualine karşı, gayet mühim bir cevaptır.

Yedinci Nükte: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın peder ve validesinin ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında en sahih haber hangisidir?” sualine karşı gayet mühim ve makul bir cevaptır.

Sekizinci Nükte: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh olan nedir? Cennete girebilir mi?” sualine karşı güzel bir cevaptır.

YİRMİ DOKUZUNCU MEKTUP

Dokuz kısımdır. Yirmi dokuz nükte-i mühimme içinde vardır. O dokuz kısım, küçük büyük on yedi risaledir.

Birinci Risale Olan Birinci Kısım

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ۞ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لَا الضَّٓالّٖينَ ۞

هُوَ الَّذٖٓى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ… الخ

âyetlerinin bazı sırlarını dokuz nükte ile tefsir eder.

Birinci Nükte: “Kur’an’a ait ve Kur’an’ın esrarı bilinmiyor ve müfessirler hakikatini anlamamışlar.” diyenlere karşı mühim bir cevaptır.

İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’de وَ التّٖينِ وَ الزَّيْتُونِ ۞ وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا gibi kasemat-ı Kur’aniyedeki mühim bir hikmeti beyan ediyor.

Üçüncü Nükte: Surelerin başlarındaki birer şifre-i İlahiye olan huruf-u mukattaaya dairdir.

Dördüncü Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in hakiki tercümesi kabil olmadığından ve manevî i’cazındaki ulviyet-i üslup tercümeye gelmediğinden, mühim bir beyanla, üslub-u Kur’aniyedeki bir lem’a-i i’caziyeyi gösterir.

Beşinci Nükte: “Elhamdülillah” cümlesinin ifade ettiği mananın en kısası, bir satır kadar olduğunu ve hakiki tercümesinin kabil olmadığını gösterir.

Altıncı Nükte: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayra dair mühim bir sırrını, nurlu bir hal ve hakikatli bir hayal içinde beyan ediyor.

Yedinci Nükte: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ ۞ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ in mühim ve nurani sırrının beyanı içinde, bid’aların icadı ne kadar çirkin ve zarar olduğunu gösterir.

Sekizinci Nükte: Şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiye hükmünde olduğuna dair mühim bir sırrını beyan ediyor.

Dokuzuncu Nükte: Mesail-i şeriatın “taabbüdî” ve “makulü’l-mana” olarak iki kısım olduğunu ve taabbüdî kısmı hikmet ve maslahatların tebeddülü ile tagayyür edemediğinin sırrını beyan eder.

Ve ezanın faydası, yalnız bir köy ahalisini namaza davet değil belki kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlukat namına bir ilan-ı tevhid olduğunu beyan eder.

İkinci Risale Olan İkinci Kısım

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذٖٓى اُنْزِلَ فٖيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَ الْفُرْقَانِ

âyetinin bir sırrını, sıyam-ı ramazanın yetmiş hikmetlerinden dokuz hikmetinin beyanıyla o sırr-ı azîmi tefsir ediyor. O dokuz hikmet, o kadar hakiki ve kuvvetli ve cazibedardırlar ki Müslüman olmayan da onları görse oruç tutmak için büyük bir iştiyak ve bir hevese gelir. Kendine Müslüman deyip oruç tutmayanların, bu hikmetlere karşı hacalet ve hatalarından ezilmeleri lâzım gelir.

Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın enva-ı i’cazından göz ile görünecek kısmının beş altı vechinden bir vechini, yeni bir Kur’an’ı yazmakla göstermeye dairdir. Lillahi’l-hamd, öyle bir Kur’an yazıldı. Ümmetçe Hâfız Osman hattıyla makbul Kur’an’ın aynı sahifelerini ve satırlarını muhafaza etmekle beraber lafzullah, mecmu Kur’an’da iki bin sekiz yüz altı defa tekerrür ettiği halde; nadir ve nükteli müstesnalar hariç kalıp mütebâkisi tevafuk ettiğini anladık, sahife ve satırlarını tağyir etmedik. Yalnız biz tanzim ettik. O tanzimden hârika bir tevafuk tezahür etti. Yazdığımız Kur’an’ın parçalarını bir kısım ehl-i kalp görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler.

Bu risale ise tevafukat-ı Kur’aniyeye dair olduğu münasebetiyle, sırf bir işaret-i gaybiye olarak, hiçbirimizin haberimiz olmadan, iptida telif ve birinci tesvidinde on bir “Kur’an” kelimesi; bir tek sahifede, birer satırda, bir sırada hatt-ı müstakim ile tevafukları, tevafuk-u Kur’aniyedeki lem’a-i i’caziyenin bir şuâı şu risalede bu hârika letafeti gösterdiğini, görenlere kanaat geldi.

Bu Üçüncü Kısmın mütebâki meseleleri ile Dördüncü Kısım tevafukata dair olduğu için tevafukata dair olan fihriste ile iktifa edilmiştir.

Dördüncü Kısım Olan Dördüncü Risale

Üç nüktedir.

Birinci Nükte: Kur’an’da “Kur’an” kelimesinin çok sırlarından bir sırrını, altmış dokuz âyât-ı azîmede latîf ve manidar, sahifeler arkasında birbirine tevafukla baktıklarını ve o âyât-ı azîmenin manen birbirinin hakikatini teyid ettiklerini göstermek ve tilavet-i Kur’an sevabını ve zikir faziletini ve tefekkür ubudiyetini birden kazanmak isteyenlere, evrad nevinden gayet güzel bir hizb-i Kur’anî olarak yazılmıştır.

İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’de “Resul” kelimesinin tekrarındaki esrarın tevafuk cihetiyle birisine işaret için yüz altmış âyâttaki “Resul” kelimesi birbirine tevafukla manidar bakması gibi (Hâşiye[5]) o yüz altmış muazzam âyetler de birbirine bakıyor. Birbirini teyid ve ispat ettiğine işareten ve Kur’an’dan hem kıraat hem zikir hem fikir olmak üzere bir hizb-i mahsustur. Kendine âlî ve tatlı ve çok kıymetli ve çok faziletli bir vird arzu edenlere mühim bir virddir.

Üçüncü Nükte: Lafzullahın iki bin sekiz yüz altı defa zikrinin çok nükteleri var. İ’caz-ı Kur’an’ın çok şuâlarını gösteriyor. Bu Üçüncü Nükte de onun dört şuâ-ı i’cazını gösteriyor.

Beşinci Risale Olan Beşinci Kısım

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ … الخ

âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından güzel bir nuru, ramazan-ı şerifte bir halet-i ruhaniyede, mühim bir seyahat-i kalbiyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir. Bu risale küçüktür fakat çok nurlu ve ehemmiyetlidir.

Altıncı Risale Olan Altıncı Kısım

وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatini; ins ve cin şeytanlarının ve Müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleriyle altı cihetten hücumlarını altı hakikatle set ve reddetmekle, o sırr-ı azîmi tefsir ediyor.

Birinci Desiseleri: Kur’an hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmalarına mukabil, gayet mukni ve kat’î bir cevapla susturur.

İkinci Desiseleri: Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmelerine karşı, gayet güzel ve kat’î bir cevapla tard edilir.

Üçüncü Desiseleri: Tama’ ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur’aniyeden vazgeçirmelerine karşı, gayet parlak ve kat’î bir cevapla reddedilir.

Dördüncü Desiseleri: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakiki din kardeşlerinin ve hizmet-i Kur’aniyede samimi arkadaşlarının içine yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’î öyle bir cevaptır ki şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakiki milliyet-perverler kimler olduğunu gösterir.

Beşinci Desiseleri: İnsanın en zayıf damarı olan enaniyetini tahrik edip ehl-i hakkı haksızlığa sevk etmek ve ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmelerine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevap verilmiştir.

Altıncı Desiseleri: Tembellik ve ten-perverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur’an şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlerini, ihlaslarını zedelemek suretindeki hücumlarına karşı bir cevaptır.

Âhirinde, umum cevapların hülâsası olarak şu iki âyet ile Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan mu’cizane cevap veriyor:

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ۞ وَلَا تَشْتَرُوا بِاٰيَاتٖى ثَمَنًا قَلٖيلًا

Şu risalenin âhirinde; iki yaprakta yazıldıktan sonra görülmüş, ihtiyarsız kendi kendine gelen latîf ve zarif bir tevafuktur ki sıkıntılı esaretimin tam dokuzuncu senesinde telif edilen şu risalenin âhirinde, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un bahsinde yirmi dokuz nükte bulunması ve dokuz kısım olması ve bu risale fihristesinde dokuz defa “dokuz” lafzı ile o mektuptan bahsedilmesi ve Birinci Kısım dokuz nükte olması; ve ramazanın, burada işaret edilen ve İkinci Kısım’da mezkûr hikmetleri dokuz bulunması; ve burada işaret edilen ve Dördüncü Kısım’da mezkûr “Kur’an” kelimesine dair âyetlerin altmış dokuz etmesi; ve Kur’an kelimesi de bu mebhasta yirmi dokuz gelmesi ve lafzullah dahi dokuz olması; ve bu risale de yirmi dokuz sahifede tamam olması cihetiyle, dokuz defa dokuzlar birbirine tevafuk ederek çok şirin düşmüştür. Bu risalenin dahi sırr-ı tevafuktan küçük fakat parlak bir hissesi var olduğunu gösterir.

Bu dokuz defa dokuzların sırrının, dokuzuncu sene-i esaretimde zuhuru ise inşâallah esaretin dokuzuncu senesinde biteceğine işarî bir beşarettir. Dokuzuncu sene-i esaretimde sıkıntıdan o sene dokuz dişim düştüler, o münasebetle Isparta’ya mezuniyetle gitmek o senede oldu.

Hem latîf bir tevafuktur; bu parça dahi bu sahifede (Hâşiye[6]) dokuz, on dokuz defa gelmiştir. Hem fihristenin Dördüncü Kısmında ve bu İkinci Kısmın bazı nüshalarında, aşağıdaki gösterilen tevafuk vardır:

Umum elif yüz on dokuz, umum risaleler dahi yüz on dokuzdur. Demek, elifler de bir nevi fihristeye işarettir.

Altıncı Kısım Olan Altıncı Risalenin Zeyli:

وَمَا لَنَٓا اَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّٰهِ وَقَدْ هَدٰينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلٰى مَٓا اٰذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

âyetinin sırrına istinaden, dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen, vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına sabır ile ve Hakk’a tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın simasına ve gayretsiz adamların yüzlerine “Tuh!” dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir lâyihadır. Ve Avrupa’nın insaniyet-perver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüz bin cihetten “Yaşasın cehennem!” dedirten mimsiz medeniyet-perestlerin başlarına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad ve bid’atçıları ilzam ve iskât edecek “Altı Sual”dir.

Yedinci Kısım: İşarat-ı Seb’a

فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ الْاُمِّىِّ الَّذٖى يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَكَلِمَاتِهٖ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ۞ يُرٖيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

âyetlerinin bir sırrını ve mühim bir hakikatini yedi işaret ile ve yedi mühim suale yedi kat’î ve kuvvetli cevapla tefsir ediyor.

Birinci Sual: “Ecnebilerden ihtida edenler, kendi dilleriyle şeair-i İslâmiyeyi tercüme ediyorlar. Âlem-i İslâm’ın onlara karşı sükûtu ve itiraz etmemesi, cevaz-ı şer’î olduğunu göstermez mi?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı, gayet kat’î ve kuvvetli bir cevaptır.

İkincisi: “Frenklerdeki inkılabcılar ve feylesoflar, Katolik mezhebinde inkılab yapmakla terakki ettiklerinden, acaba İslâmiyet’te böyle bir inkılab-ı dinî olamaz mı?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı; gayet kat’î, zahir ve bâhir ve müskit bir cevaptır.

Üçüncüsü: “Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki ettiğinden, biz de taassubu bıraksak daha iyi olmaz mı?” diyen ehl-i bid’at ve sefahetin sualine karşı, gayet müskit ve mukni ve mantıkî bir cevaptır.

Dördüncüsü: “Zaafa uğrayan İslâmiyet’i takviye niyetiyle, kuvvetli olan milliyete mezcetmek ve secaya-yı milliyeti şeair-i İslâmiye ile kuvvetleştirmek, bu asırda daha iyi olmaz mı?” diye dessas ehl-i dünyanın bu müthiş sualine karşı, gayet metin bir cevaptır.

Beşincisi: “Bu kadar heyet-i içtimaiye-i beşeriye fesada girmiş ve hissiyat-ı diniye zayıflaşmış ve şahsî dehalar ve harekât, cemaatin şahs-ı manevîsinin icraatına mağlup düşmüş bir zamanda, nasıl rivayet-i sahihada denildiği gibi birkaç sene zarfında, Mehdi dünyayı ıslah edecek? Halbuki bütün işi hârika olup ve birkaç nebinin mu’cizatı da beraber olsa yine ıslahı pek müşkül görünüyor.” diye ehl-i tenkidin sualine karşı, gayet kavî bir cevaptır.

Altıncısı: Âhir zamanda Hazret-i Mehdi’nin Süfyanî komitesine galebesi, Hazret-i İsa aleyhisselâmın Deccal komitesini dağıtması ve şeriat-ı İslâmiyeye tebaiyetine dairdir.

Yedincisi: “Mütefekkirîn-i İslâmiye, Avrupa’nın düsturlarını ve fennin kanunlarını bir derece kabul edip onların usûlüyle onlara karşı İslâmiyet’i müdafaa ettikleri halde –sen de eskiden böyle yapıyordun– şimdi neden bütün bütün başka bir çığır açıp felsefeyi kökünden vuruyorsun? Ve fünun-u müsbete dedikleri usûllerinin, Kur’an’ın düsturlarına nazaran pek sathî kaldığını gösteriyorsun?” diye çoklar tarafından gelen suale karşı, gayet hak ve hakikatli bir cevaptır.

Sekizinci Kısım Olan Rumuzat-ı Semaniye

Sekiz remizdir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-u hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. İleride müstakillen neşredileceğinden buraya dercedilmedi.

Dokuzuncu Kısım Olan Dokuzuncu Risale

Turuk-u velayet hakkında dokuz telvihtir ki Telvihat-ı Tis’a namıyla maruf bir risaledir.

Birinci Telvih: Tarîkatın sırrını ve mi’rac-ı Ahmedînin (asm) sayesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde; zevkî ve halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip insanın mahiyet-i câmiasında akıl nasıl ki hadsiz fünuna istidadı ve ıttılaı cihetiyle mahiyeti inkişaf etmiş ve o suretle işlettirilmiş, kalp dahi onun gibi bu âlemin bir harita-i maneviyesi ve çok kemalâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan tarîkat cihetiyle onu işlettirmek ve kemalâtına sevk etmek olduğunu ispat eder.

İkinci Telvih: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve işlemesinin mehasininden hayat-ı dünyeviyenin medar-ı saadeti olan birisini beyan eder.

Üçüncü Telvih: Velayet, bir hüccet-i risalet; ve tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu ve onun kıymetini takdir etmeyen, ne kadar hasarete düştüğünü beyan eder.

Dördüncü Telvih: Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok müşkülatlı, çok kısa olmakla beraber çok uzun, çok kıymettar olmakla beraber çok hatarlı, çok geniş olmakla beraber çok dar olduğunu ve âfakî ve enfüsî iki yol ile sülûk edildiğini beyan eder.

Beşinci Telvih: Vahdetü’l-vücud ve vahdetü’ş-şuhudun mahiyetini beyan ederek, ehl-i sahvın ve ehl-i veraset-i nübüvvetin âlî meşrebinin rüçhaniyetini ispat eder.

Altıncı Telvih: Velayet yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, sünnet-i seniyeye ittiba olduğunu ve velayetin esaslarının en mühimmi, ihlas; ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya dârü’l-hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatını kasden talep etmemek lâzım geldiğini beyan eder.

Yedinci Telvih: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu; tarîkat ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri bulunduğunu; tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip “Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliya bulunabilir mi?” diye suale, merak-âver bir cevap verir.

Sekizinci Telvih: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder.

Dokuzuncu Telvih: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder.

Bu risale ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksir-i a’zamdır ve bir tiryak-ı enfa’dır.

ZEYL

En kısa ve selim ve en müstakim bir tarîkın esasını “Dört Hatve” namıyla, tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor.

OTUZUNCU MEKTUP

Matbu Arabî İşaratü’l-İ’caz tefsiridir.

OTUZ BİRİNCİ MEKTUP

Otuz bir Lem’a’dır.

OTUZ İKİNCİ MEKTUP

Kendi kendine manzum tarzını alan matbu “Lemaat” risalesidir. Aynı zamanda “Otuz İkinci Lem’a” olup Sözler mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.

OTUZ ÜÇÜNCÜ MEKTUP

Marifet-i İlahiyeye pencereler açan “Otuz Üç Pencereli Risale” olup bir cihette “Otuz Üçüncü Söz” olduğundan Sözler mecmuasında neşredilmiş, buraya dercedilmemiştir.

İŞARAT-I GAYBİYE HAKKINDA BİR TAKRİZ:

HAKİKAT ÇEKİRDEKLERİ:

MEDİNE-İ MÜNEVVERE’DE BULUNAN MÜHİM BİR ÂLİMİN RİSALE-İ NUR HAKKINDA YAZDIĞI BİR MANZUME:

ON İKİ SENE EVVEL YAZILMIŞ VE SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ MECMUASINDA DERCEDİLMİŞ MÜHİM BİR MEKTUPTAN BİR PARÇADIR:

FİHRİST:

HAKİKAT IŞIKLARI:

***

[1] Hâşiye: Asıl nüshasına göredir.

[2] Hâşiye: Asıl nüshasına göredir.

[3] Hâşiye: Bu Mektup’un mesailini bir derece ihsas etmek arzu edildiğinden fihristiyet ihtisarı muhafaza edilmedi, uzun oldu.

[4] Hâşiye: Asıl nüshasına göredir.

[5] Hâşiye: Bu risalenin, o mukaddes iki kelimenin i’cazî tevafuklarından bahsi ayn-ı hakikat olduğuna delil, o dördüncü risalede bütün o iki kelimenin tevafuk etmesidir. Her bir âyet ayrı ve satır başında yazılmasından, umum o iki mukaddes kelimeler tevafuk etmişlerdir.

[6] Hâşiye: Asıl nüshasına göredir.